Merhaba!
Sitemiz Güncellenmiştir
İnşallah beğenirsiniz
Duyuru
Kalplerin Keşfi

KUR'AN-I KERİM TEFSİRİ BÖLÜM 4






KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)

33-AHZAB:

1- Ey Peygamber! Geçmişte indirilen kitaplarda adı sanı bilinen şanlı peygamber! Sadece Allah'tan kork, başkasından değil.

Bu yüce sûrede Peygambere karşı kâfirlerin ve münafıkların dedikodularına sebep olacak bazı hükümler ve ilâhî emirler indirileceğinden onlara karşı her şeyden önce peygamberi desteklemek için bu hitab ile başlanmıştır. Bu hitab, Ahzab savaşı ile hınçlarını alamayan kâfirlerin ve münâfıkların Zeyd ve Zeyneb meselesi yüzünden koparacakları yaygaraları, yayacakları yalan ve düzmece sözleri ile, başka bir saldırı hazırlayacaklarına işaret ederek onların da öbürleri gibi bir etkisi olmayacağını önceden haber veren ilâhî bir emirdir. Onun için buyuruluyor ki, takvayı Allah'a yap! Allah'tan kork. Kafirlere ve münafıklara itaat etme. Onların sözlerine kulak verip de görevini yerine getirmekten çekinme, muhakkak ki Allah çok bilen, ve hakîm (her yaptığını yerli yerince yapandır)dir. Allah bütün yararlı ve zararlı olan şeyleri bilir. Emirlerini de ilmiyle ve hikmetiyle verir; onun için yalnız O'ndan kork, O'na itaat et.

2- Ve Rabbinden sana ne vahyolunursa onun ardınca git. Muhakkak ki Allah, her ne yapacaksanız haberdar bulunuyor. Vahyi de ona göre veriyor, onun için kâfirlerin ve münâfıkların dediklerine bakma, sana vahyolunana tabi ol.

3- Ve Allah'a tevekkül et, itimad et. Vekil olarak Allah yeter. Ondan başka dayanacak, işler kendisine havale edilecek yoktur. Zira O'nun koruduğuna başkası zarar veremez, O'nun vereceği zarardan da başkası koruyamaz.

4- Allah bir adam için, içinde iki kalb yapmamıştır. Hiçbir kimseye iki vicdan verilmemiştir, hiçbir adam kalbinde "bir"e, "iki" demez, Hakk'ın birliğinin şahidi olan, bu kalb ve vicdan birliği her duygunun ve her bilginin en temel kanunudur. Mantık'ın tesaduk (uyum) ve tenakuz (çelişki) kanunları bunun bir dalıdır. Bu olmasa idi, insan kendini tanıyamazdı. Ve kendilerinden zıhar yaptığınız eşlerinizi analarınız kılmamıştır.

ZIHAR: Bir kimsenin eşine "Sen bana anamın sırtı gibisin" demesidir ki, anam bana nasıl haram ise, sen de bana öyle haramsın demek olur. Araplar, böyle denilen bir kadını ana gibi kabul ederler, hemen ayırırlardı ve ana gibi sayıldığına göre tekrar nikâh edilememesi de gerekirdi. Burada onlara ana gibi demekle gerçekten ana oluvermeyecekleri anlatılarak bu adetin değiştirilmesinin gerekliliği gösteriliyor ki, ayrıntısı ile keffareti, (Mücadele) Sûresi'nde gelecektir. Evlatlıklarınızı da oğullarınız kılmamıştır.

5- ED'IYÂ, "deıyy"in çoğuludur. Deıyy, evlat diye çağırılan demektir ki dilimizde evlatlık denilir. Ebu's-Suud der ki: Arapça'da "Efılâ" ölçüsü, "takıyy" kelimesinin "etkıya" şeklinde gelmesi gibi, tekil vezni "Feîl" olup manası "fail" olan sıfatlar içindir. Oysa "deıyy" "fail" mânâsında değil, "mef'ul" mânâsınadır, buna göre çoğulunun "edıyâ" diye gelmesi kural dışıdır. (Deıyy fail mânâsında olsaydı evlat eden olacaktı. Oysa burada mânâsı evlat edinilen çocuk demektir.) O yapılan zıhar ve evlatlığa evlat diye isim verme sizin ağzınızda lafınızdır. Sadece sözün geçerli olduğu hususlarda bazı hükümleri olabilirse de gerçekte onun vicdanda tasdik edilmesi gereken bir varlığı yoktur ve nihayet bir mecazdır. O halde onlar hakkında gerçekten ve her yönden oğul hükümlerinin yürürlükte olması gerekmez. Mesela evlatlığın boşadığı bir kadını almak haram olmaz. Onda "Kendi sulbünüzden gelmiş oğullarınızın karıları..." (Nisa, 4/23) hükmü uygulanmaz. Allah ise hakkı, vakıaya uygun olanı, gerçeği söylüyor. Ve yol gösteriyor. O halde başkasının değil, onun irşadını dinleyiniz. Şöyle ki Onları öz babalarına nisbet ederek çağırın, öz babalarına nisbet edin. Allah katında bu daha doğrudur. Öz babalarına nisbet ederek çağırmanız, herkesin soyunu karıştırmayıp saklı tutmanız, doğrusunu söylemeniz, Allah katında adalet ve hakkaniyete daha uygun, genel menfaatlerinize daha elverişlidir. Eğer onların öz babalarını bilmiyorsanız, nesebde değil o zaman dinde kardeşleriniz ve dostlarınızdırlar. Bununla birlikte hata ettiğiniz hususlarda; yani gerek bu yasaktan önce, ve gerek sonra, kastınız olmaksızın, yanılma ve unutma ile yaptığınız yanlışlıklarda üzerinize bir günah yoktur. Fakat kalblerinizin kasten yaptığı var ya, işte günah ondadır. Ve Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. Hata edeni affeder. İmam Şafiî hazretleri "tebennî"nin, yani oğul edinmenin hiçbir hükmü olmadığı görüşünü benimsemiştir. Fakat İmam Azam Ebu Hanife hazretlerine göre, bir köle evlat edinilmişse, bu onun azat olmasını gerektirir, yine tebennî yaşı uygun olup evlat diye kabulü mümkün olan nesebi bilinmez bir kimsenin, nesebini ispat eyler ki ayrıntısı fıkıh kitaplarındadır.

6- Peygamber müminler için canlarından ileridir. Bütün işlerinde kendilerinden daha elverişlidir. Çünkü o, onlar için ancak iyilikleri, yararları, kurtuluşları ne ise, onu gözetir, onu emreder, kötülüklerine ve zararlarına razı olmaz. Halbuki insan nefsi öyle değildir. O halde Peygamber onlara kendilerinden daha sevgili ve onun emri kendilerinin emrinden daha geçerli ve ona karşı şefkatleri nefislerine şefkatlerinden daha mükemmel olmalıdır. Rivayet olunur ki Resulullah (s.a.v.) Tebük gazasına gidilmesini emrettiği zaman bazı kimseler analarımızdan, babalarınızdan izin isteyelim demişlerdi, bu âyet bunun üzerine indi. Peygamberin eşleri de onların analarıdır. Yani hürmet ve saygıda müminlerin anaları mesabesindedirler. Onları nikâh etmek haram, kendilerine hürmet etmek farzdır. Bunun dışındaki hususlarda ise, öteki yabancı kadınlar gibidirler. Onun için Hz. Âişe, biz kadınların anaları değiliz buyurmuştur. Rahim sahipleri yani akraba olanlar da bazısı bazısına daha yakın, daha önceliklidir. Allah yazısında, bu âyette veya miras âyetlerinde, "Müminlerden ve Muhacirlerden" bu kayıtlamada iki ihtimal vardır. Birisi rahim yönünden akrabaları beyan etmesidir. Yani genel olarak müminlerden ve özellikle Muhacirler'den olan rahim akrabaları, çünkü kâfirlerden olan akraba mümine varis olmaz. Diğeri "iptidaiye" olarak âyet metninde geçen "evlâ"nın sılası olmaktadır. Yani akrabalar birbirlerine Allah yazısında diğer müminlerden ve muhacirlerden daha yakındır. Din hakkı bulunan müminlerden, hicret hakkı olan muhacirlerden, daha öncelikli olarak miras alırlar. İslâm'ın başlangıç yıllarında, hicret ve dinde kardeşlik sözleşmesi ile meşru kılınmış olan mirasçı olma, bu âyet ile neshedilmiş (yürürlükten kaldırılmış), akraba olanlar, diğerlerine öncelikli duruma getirilmiştir. Ancak dostlarınıza bir "maruf" yapmanız hariçtir. Burada "maruf"tan maksat vasiyettir. Yani akrabaya değil de akrabalık bağı dışında olan dostlara yapılan vasiyet, o öncelikli olma hükmünden müstesnadır. Çünkü üçte bir miktarında vasiyet, mirastan önceliklidir. Kitapta bunlar yazılmış bulunuyor. Nitekim Nisâ Sûresi'nde miras âyetlerinde: "(Fakat bütün bu hükümler ölenin) edeceği vasiyetin (yerine getirilmesi)nden veya borcunun (ödenmesin)den sonradır." (Nisâ, 4/11) diye yazılı olduğu gibi, burada da bu âyetle yazılıdır. Onun için Allah'ın kitabındaki bu hükümlere tabi olup Allah'a tevekkül et.

7- Bu cümle yukardaki "Allah'tan kork" veya "Allah'a güvenip dayan" emirlerinden birine atfedilerek demektir. Yani an o peygamberlerden sözlerini aldığımız vakti, peygamberliği kabul ile dine davet ve Allah'ın emirlerini tebliği ve icra etmeye and ile söz verdikleri zamanı, ve hele senden, Nuh, İbrahim, Musa ve Meryemoğlu İsa'dan. Bunların özellikle zikredilmesi şanlarına dikkat çekmek, Peygamberimizin önce zikredilmesi ise ta'zim içindir. Yani başta sen olmak üzere şanları en büyük olan ve ulü'l-azm denilen, özellikle bu meşhur peygamberlerden ki hep onlardan pek sağlam bir söz aldık. Ağır, kuvvetli birer misak.

8- Niçin? Allah'ın, doğrulara doğruluklarını sorması için. Sözün gelişi, mütekillim, yani birinci çoğul şahıs kipi ile "soralım diye" denilmesiydi. Ancak bu şekilde doğrudan doğruya fiiline bağlanacaktı. Böyle olmayıp başlı başına bağımsız bir cümle olmak üzere, mukadder (var sayılan) bir fiile bağlandığının anlaşılması için, birinci şahıstan, üçüncü şahısa dönülerek "sorması için" denilmiştir ki öznesi gizli olan "O"dur ve Allah isminin yerine geçmiştir. Yani Allah peygamber gönderip söz almayı, o doğrulara doğruluklarını sormak, imtihan ile doğruluklarını ortaya çıkarmak için yaptı. Ve kâfirlere can yakıcı bir azab hazırladı. Görülüyor ki bu "hazırladı" mukadder (var sayılan) "yaptı" fiiline atfedilmiştir. Demek ki doğrulara "soru", kâfirlere "azab" var; o halde Allah'tan korkmalı, kâfirlere bakmamalıdır.

Şimdi o soru ve imtihandan bir örnek ile, bu gerçeği açıklamak için buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

9- Ey iman edenler! Allah'ın üzerinizdeki nimetini anın. Hani size ordular gelmişti de üzerlerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular salıvermiştik. Allah ne yaptığınızı görüyordu.

10- O zaman onlar, hem üstünüzden gelmişlerdi, hem aşağı tarafınızdan, ve o vakit gözler kaymış, yürekler gırtlaklara dayanmıştı. Siz Allah'a türlü türlü zanlarda bulunuyordunuz.

11- İşte burada müminler imtihan edilmiş ve şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı.

12- O vakit münâfıklar ve kalblerinde bir hastalık bulunanlar: "Allah ve Resulü bize bir aldanıştan başka bir vaad yapmamış." diyorlardı.

13- O vakit bunlardan bir grup: "Ey Medine halkı! Sizin için duracak yer yok, hemen dönün." diyorlardı. Yine onlardan bir kısmı da Peygamberden izin istiyor, evlerimiz gerçekten (düşmana) açıktır." diyorlardı, halbuki açık değildi, sadece kaçmak istiyorlardı.

14- Eğer onların her tarafından üzerlerine girilse de sonra fitne çıkarmaları istenilse derhal onu yapacaklardı. Ama onunla da pek az duracaklardı.

15- Halbuki bundan önce Allah'a ahid vermişlerdi. Arkalarını dönmeyeceklerdi. Allah'a verilen ahid ise mesuliyetlidir, mutlaka sorulur.

16- De ki: "Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmak size asla fayda vermez. Vereceğini var saydığınız takdirde de ancak pek az faydalandırılırsınız."

17- De ki: "Eğer Allah size bir felâket diler veya bir rahmet murad ederse, sizi Allah'tan saklamak kimin haddine?" Hem onlar kendilerine Allah'tan başka bir veli de bulamazlar, bir yardımcı da.

18- Şüphesiz Allah, içinizden o savsaklayanları ve kardeşlerine: "Bize gelin" diyenleri biliyor. Onlar harbe pek az geliyorlardı.

19- Size karşı kıskançlık ediyorlardı. Derken o korku hali gelince, gördün onları ki, ölümden baygınlık sarmış kimse gibi gözleri dönerek sana bakıyorlardı. O korku gidince, size keskin keskin diller sıyırdılar. Onlar hayra karşı kıskançlık ediyorlardı. İşte bunlar iman etmediler de Allah amellerini boşa çıkardı. Bu Allah'a göre önemsizdir.

20- Onlar ahzabı (düşman birliklerini) gitmedi sanıyorlardı. Eğer o birlikler bir daha gelecek olursa, çölde bedevi Araplar içinde yer alıp, sizin haberlerinizden (başınıza geleceklerden) sormayı isterler. Onlar içinizde kalacak olsalar da pek az harb ederler.

9- O zaman üzerinize ordular gelmişti. Hicretin beşinci yılı gelen ahzab orduları ki, Kureyş ve Ehâbîş ile Kinane ve Tihame'den onlara uyanlar ve Necid'den Gatafan ile bunlara tabi olanlar, Nadîr ve Kureyza yahudileri gibi Arabistan'ın önemli kabileleri toplanmış olup, Buharî şerhlerinde nakledildiğine göre, sayıları yirmidörtbine ulaşıyordu. Şöyle ki: Hayber'de yerleşmiş olan Benî Nadîr yahudileri, İslâma karşı geniş bir suikast düzenlemeye çalışıyorlardı. Bunların, Sellâm b. Ebilhakîk, Huyey b. Ahtab ve Kinane b. Rebi' b. Ebilhakîk gibi ileri gelenleri, Mekke'ye giderek Kureyş'i peygambere karşı savaşa davet etmişler ve "Birlikte olursak, müslümanlığın kökünü kazırız" demişlerdi. Kureyş derhal bu teklifi kabul etti. Sonra Necid'de Kaysi Gaylan'dan Gatafan'e vardılar. Heyber'in yarı gelirini vermeye vaad ederek ve Kureyş'in birlikte olduğunu söyleyerek onları kendileri ile birlikte olmaya davet ettiler. Gatafan ile anlaşması olan Beni Esed de aynı ortaklığa davet olunmuştu. Kureyş'e kan bağları ile bağlı oldukları için Beni Süleym de katılmıştı; böylece Arabistan'ın önemli kabileleri birleşerek üç kolordu oluşturmuşlardı. Birinci kol, Gatafan askerlerinden oluşmuş ve Arap başkanlarından Uyeyne b. Hısn'ın kumandasında idi. İkinci kol, Esed oğullarından oluşmuş ve meşhur Tuleyhate'l-Esedî'nin kumandasındaydı. Üçüncü kol Ebu Süfyan kumandasında Kureyş ordusuydu. Resul-i Ekrem (s.a.v.) bunların hazırlanmakta olduklarını haber alınca sahabeleri ile istişare etti. (Onların görüşlerine başvurdu.) Selman-ı Farisî (r.a.) hazretlerinin ileri sürdüğü görüş üzerine hendek kazılması emredildi. Sonra Resulullah (s.a.v.) üç bin kişi ile onların karşılarına çıktı. Sel' dağını arkalarına, hendek'i düşman ile aralarına alarak konakladı, bir aya yakın bir zaman geçti ok ve taş atışmaktan başka savaş yapamıyorlardı, mevsim kıştı, bu durum sıkıntı doğurdu, derken bir gece Allah Teâlâ soğuk bir saba rüzgarı gönderdi, bu rüzgar onları şiddetle üşütüyor, toprakları yüzlerine savuruyor, ateşlerini söndürüyor, çadırlarını söküyordu, hayvanlar birbirlerine karışmıştı, askerlerin etrafında melekler tekbir alıyorlardı. Bunun üzerine Tuleyhatü'l-Esedî, "Muhammed size sihir yapmaya başladı, haydi çabuk çabuk" demişti. Kureyş ile yahudilerin arası açılmıştı. Artık tutunamadılar ve bozulup kaçtılar. İşte bu ilahi nimet hatırlatılarak buyuruluyor ki:

Birçok ordular geldi de biz onların üzerlerine rüzgar ve sizin görmediğiniz askerler gönderdik. Bu şekilde onların tehlikelerini geri savdık. Ve Allah yaptıklarınızı görüyordu. Ne zahmetler çekiyordunuz, nasıl hendek kazıyordunuz? Allah görüyordu. Resul-i Ekrem Hendek'in sınırlarını belirlemiş ve her on kişiye kırk arşın olmak üzere kazı işini müslümanlar arasında bölüştürmüştü. Kendisi de bir ırgat gibi bizzat çalışıyordu. Mevsim kıştı. Müslümanlar üç gün gıdasız kalmıştı ve bu esnada Peygamberin bazı mucizelerini görmüşlerdi. Muhacirler ve Ensar çalışırlarken şu beyti mırıldanırlarmış:

"Bizler sağ olduğumuz sürece edebiyen cihad etmek üzere Muhammed'e bey'at etmiş kimseleriz.

" Resul-i Ekrem de hem çalışır, hem Ensar ve Muhacirler'e dua ederdi: "Ya Rabbi! Hayır ancak ahiret hayrıdır. Ensar ve Muhacirler'i mübarek eyle" derdi.

Selman, Huzeyfe, Numan b. Mukrin, Amr b. Avf ve Ensar'dan altı kişi çalışırlarken bir kaya çıkmış, kıramamışlar, kaya külüngü kırmıştı. Durumu Resulullah'a bildirdiler. Oraya indi. Selman beraberinde idi. Resulullah külüngü aldı, kayaya vurdu. Bir vuruşta çatlattı ve ondan bir şimşek çıkmış, Medine alanını aydınlatmıştı. Resulullah tekbir aldı, müslümanlar da aldılar, sonra ikinci, sonra üçüncü kaya parçalanmıştı, Selman gördüğü şimşeği Resulullah'a sordu. Resulullah: "Birincisi Hîre'yi ve Kisra'nın köşklerini gösterdi ve Cebrail bana haber verdi ki ümmetim onları alacak. İkincisi Şam ve Rumlar'ın kırmızı köşklerini gösterdi ve haber verdi ki, ümmetim onları alacak. Üçüncüsü de Yemen'de San'a köşklerini gösterdi ve haber verdi ki ümmetim onları alacak, müjde!" buyurdu. Bunun üzerine mümnler sevindiler, münafıklar "Şaşmaz mısınız, size ne boş vaadde bulunuyor, yerinizden çıkamazken Yesrib'den ta Hîre'yi ve Kisra'nın Medain'ini gördüğünü ve onların size fetholunacağını söylüyor" diyorlardı.

10- O zaman size üstünüzden ve aşağı tarafınızdan gelmişlerdi. Gatafan ve kendilerine uyanlar vâdinin yukarsından, doğu tarafından gelmişler, "Uhud"un yanına konmuşlardı. Kureyş de Ehabîşî ile Tihame ve Kinane'den kendisine uyanlarla on bin kişi kadar olarak vadinin aşağısından batı tarafından gelmiş, Cüruf ile Zügabe arasında, Rûme'den sellerin toplandığı yere konmuşlardı. Ve o zamanki gözler kaymış, hayret ve heyecandan doğru bakamıyor, ve yürekler ağızlara gelmişti, dehşetli korkudan ve heyecandan nefesler kesilecekti. Müşrikler bütün ileri gelen başkanların kumandası altında toplanarak genel bir saldırıya karar vermişlerdi. Bunun için Hendek'in en dar noktası saldırıya hedef olarak seçilmişti. Arapların Dırar b. Hattab, Hübeyre b. Ebi Vehb, Nevfel b. Abdullah, Amr b. Abdivedd gibi meşhur cengaverleri atlarını sürerek hendeği geçmişlerdi. Bunların herbiri bin kişiye denk sayılıyordu. Amr. b. Abdivedd, "Bedr"de yaralanmış ve intikamını almadıkça saçlarına koku sürmemeye yemin etmişti. "Uhud"a gelmiş, bu kez de hendeğe bayraklı olarak gelmişti. Bu sıralarda doksan yaşlarında olmasına rağmen, hendeği ilk geçen o olmuştu. Hendek ile dağın arasında adamlarıyla birlikte o dar yerden atlamış, çorak yerde atları dolanıp gezinmeye başlamıştı. Birkaç müslüman ile Hz. Ali de bunlara karşı sınırı tuttu. Amr bayraklı idi.

Hz. Ali ona: "Ey Amr! Senin bir adetin vardır. Kureyşt'en birisi sana iki teklifte bulunsa mutlaka birisini tutarsın, değil mi?" dedi.

Amr, "Evet" dedi.

Hz. Ali: "O halde ben seni Allah'a ve İslam'a davet ediyorum.

" Amr: "O'na ihtiyacım yok.

" Hz. Ali: "Öyleyse seni binitlerimizden inip döğüşmeye davet ediyorum.

" Amr : "Vallahi ben seni öldürmek istemem" diye alay etti.

Hz. Ali: "Fakat ben seni öldürmeyi arzu ediyorum" dedi. Bunun üzerine Amr kızıp atından indi, bir kılıç darbesiyle atının ayağını kesti, Hz. Ali'ye saldırdı. Amr'ın darbesi Hz. Ali'nin kalkanını parçalayıp alnını kanatmıştı. Hz. Ali karşı darbe ile Amr'ı omuzundan biçmiş, Allahü ekber diye bağırmıştı, derhal etraftan yükselen tekbir sesleri ortalığı çınlattı, Amr ile birlikte bir iki kişi daha vurulmuştu; birini Hz. Ali öldürmüş, birine de bir o k isabet etmişti. Süvariler (binekliler) bozulup çekilmişler, bugün Ahzab savaşının en dehşetli günü olmuştu. Bütün gün savaş şiddetle sürmüş, düşman müslümanlar üzerine ok ve taş yağdımaya devam etmişti. Savaşı yönetmekten bir an olsun ayrılmaya fırsat bulamadığı için Resulullah ,o gün dört vakit namazı eda etmeye imkan bulamamıştı, işte o gün gözler yerinden kaymış yürekler boğazlara dayanıp nefesler tıkanmıştı.

Ve Allah hakkında türlü zanlarda bulunuyordunuz. Çeşit çeşit zanlar vardı: Kalpleri sabit olan samimi müminler, Allah'ın dinini yüceltmek için verdiği sözünü yerine getireceğine kanat etmekle birlikte bu kez o sözü yerine getirecek mi, yoksa kendilerini imtihan mı edecek? diye düşünüyorlar da kusur edip kaymaktan ve gereği gibi tahammül edip dayanamamaktan korkuyorlar; zayıf kalpliler ve münâfıklar da "hani diyordu..." diye hikaye olunacağı gibi kötü zanda bulunuyorlardı.

11- İşte bu anda veya bu noktada müminler imtihana çekilmiş, samimi inanan ile münafık, sebat eden ile sarsılan seçilmiş ve şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı.

12- Ve o zaman münafıklar ve kalblerinde bir hastalık bulunanlar yani itikadları zayıf olanlar şöyle diyorlardı: Allah ve Resulü bize bir "gurur"dan, bir aldanmadan başka bir vaadde bulunmamış. Bu sözü Muattib b. Kuşeyr söylemiş: "Bizim birimiz korkudan tuvalet ihtiyacını gidermeye çıkamazken, Muhammed tutmuş da bize Kisra'nın ve Kayser'in hazineleri fethedeceğimizi vaad ediyor, bu sırf aldanma vaadi bir boş vaaddir." demiş, akranları da bu sözleri tasdik etmişlerdi.

13-14- "Onlardan bir grup demişti..." Bu grup da, Evs b. Kayzî ve ona tabi olanlar imişler Ey Yesrip ahalisi!

YESRİP, Medine-i Münevvere'nin eski ismidir. Esasen bulunduğu yeryüzü parçasının adı olduğu da söyleniyor. Resul-i Ekrem onun bu isim ile anılmasını mekruh görüp yasak etmiş, orası "Taybe" veya "Tâbe"dir buyurmuştu. O halde onlar sanki peygambere muhalefet olsun diye bu ismi söylemiş oluyorlar. Sizin için kalacak duracak yer yok, yani asker durduracak bir karargah veya tutunacak bir yer yok onun için dönün. Bu tabirde birkaç mânâ ihtimali vardır: Geri dönün, Medine'ye evlerinize dönün, yahut Muhammed'in dininden eski müşrikliğinize dönün, yahut ona olan beya'tinizden dönün de onu düşmanlara teslim edin, yahut Yesrib'de size duracak yer kalmadı, dönün kâfir olun ki, orada durabilesiniz demek olabilir.

Onlardan bir topluluk da peygamberden izin istiyorlar. Bunlar Harise oğulları imiş. Evlerimiz "avret" diyorlardı. Avret: Aslında eksik ve gedik demek olup burada sağlam değil, açık ve muhafazasız demektir. Halbuki o evler açık değildi, korumalı idi. Dışardan düşmanın o taraftan girmesine ihtimal yoktu. İçerden de şehrin asayiş ve güvenliğine bakılıyordu. Bununla birlikte evleri açık olsaydı varıp da onları koruyacaklar mıydı? Hayır. Sadece kaçmak istiyorlardı. Yoksa O evlerin etrafından üzerlerine girilse de onlar içlerinde iken üzerlerine doğru varılsa, o açık dedikleri evleri savunacaklar mı, hatta sade bu kadar değil, girilse de sonra kendilerinden "fitne" istenilse, inkâra dönmek veya düşmanın emrine teslim olmak teklif olunsa mutlak onu, o fitneyi yaparlar, hiç çarpışmazlardı ve fitnede durmazlardı, sadece biraz dururlardı; yani o fitneyi yapmakta durmazlar, ancak soru ve cevap konuşulacak kadar biraz dururlardı. Daha doğrusu o inkârı yaptıkları takdirde, o evlerde veya şehirde pek az durabilirlerdi, mahvedilirlerdi,

15-çünkü Şanım üstüne yemin ederim ki, bundan önce Allah'a söz vermişlerdi hiç arkalarına dönüp kaçmayacaklardı. Harise oğulları "Uhud" savaşında yılgınlık ettikleri zaman, tevbe edip bir daha böyle yapmayacaklarına yemin ederek Resulullah'a söz vermişlerdi. Allah'a verilen söz sorulur ve cezası verilir, dinden dönenlerin de sonları mutlaka budur.

Meâl-i Şerifi

21- Şanım hakkı için muhakkak ki size Resullulah'da pek güzel bir örnek vardır. Allah'a ve son güne ümit besler olup da Allah'ı çok zikreden kimseler için.

16-20-çünkü Şanım üstüne yemin ederim ki, bundan önce Allah'a söz vermişlerdi hiç arkalarına dönüp kaçmayacaklardı. Harise oğulları "Uhud" savaşında yılgınlık ettikleri zaman, tevbe edip bir daha böyle yapmayacaklarına yemin ederek Resulullah'a söz vermişlerdi. Allah'a verilen söz sorulur ve cezası verilir, dinden dönenlerin de sonları mutlaka budur.

Meâl-i Şerifi

21- Şanım hakkı için muhakkak ki size Resullulah'da pek güzel bir örnek vardır. Allah'a ve son güne ümit besler olup da Allah'ı çok zikreden kimseler için.

21- "Sizin için Resulullah'ta." Bu âyet, Resulullah'ın "Peygamber size neyi verdi ise onu alın, size neyi yasak ettiyse ondan sakının" (Haşr, 59/7) âyeti gibi, yalnız sözleriyle değil, fiil ve hareketleriyle dahi delil ve kendisine uyulan bir peygamber olduğunu hükme bağlar. Yani Resulullah din ve ahlakın teorik kısmını tebliğ ve hükme bağlamakla kalmamış, gerek savaşta ve gerek barış zamanında fiilleri ve uygulamaları ile ve bütün incelikleriyle kendisinde canlı olarak güzel bir uyma örneği olacak ders ve örnek vermiştir. Onun için Hz. Muhammed'in hayat hikâyesinde her açıdan insanlık dünyası için pek güzel bir örnek vardır.

ÜSVE, "teessi" edilecek, yani uyulacak, arkasından gidilecek örnek, meşk, nümûne-i imtisal demektir. Allah'a ve ahiret gününe kavuşmaya inanıp Allah'ı çok zikretmekte olan kimseler için, yoksa sadece dünya hayat ve süsünü arayanlar ve Allah'ı, ahıreti düşünmeyenler için değil.

Meâl-i Şerifi

22- Müminler, ahzabı (düşman birliklerini) gördükleri zaman: "İşte bu, Allah'ın ve Resulü'nün bize vaad ettiği şeydir. Allah ve Resulü doğru söyledi." dediler. Bu onların imanını ve teslimiyetini artırmaktan başka bir şey yapmadı.

23- Müminlerdendir o erler ki Allah'a verdikleri ahde sadakat gösterdiler. Kimi adağını ödedi (canını verdi), kimi de beklemektedir. Onlar, ahidlerini hiç değiştirmediler.

24- Çünkü Allah sadıklara sadakatleriyle mükafat verecek, dilerse münafıklara da azab edecek veya tevbe nasib edecektir. Şüphe yok ki Allah çok bağışlayıcıdır. Çok merhamet edicidir.

25- Hem Allah kâfirleri herhangi bir hayra ulaşmadan hınçlarıyle defetti. Bu şekilde Allah, müminlere savaşta kâfi geldi. Allah çok güçlüdür, çok üstündür.

26- Hem de kitap ehlinden onlara yardım edenleri kalplerine korku düşürerek kalelerinden indirdi, siz onların bir kısmını katlediyordunuz, bir kısmını da esir alıyordunuz.

27- (Allah) onların arazilerini, yurtlarını ve mallarını size miras kıldı. Bir de henüz ayak basmadığınız bir yeri (size miras kıldı). Allah, her şeye kâdirdir.

22- Bu, işte Allah'ın ve Resulü'nün bize vaad ettiğidir. İlk gördüklerinde hatırlarına gelen bu oldu. Çünkü Allah Teâlâ, "Yoksa siz, sizden önce geçenlerin durumu başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar ve sıkıntılar gelip çattı ve çeşitli belalarla sarsıldılar ki, hatta peygamberleri beraberindeki müminlerle birlikte: 'Allah'ın yardımı ne zaman' diyordu. Gözünüzü açın: Allah'ın yardımı mutlaka yakındır." (Bakara, 2/214) buyurmuştu. Resulullah da: "Ahzabın bir araya gelmesiyle iş sıkışacak; fakat sonuç sizin lehinizde, onların aleyhindedir." Bir de "dokuz veya on gece sonra Ahzab gelecek" demişti.

23-27- Samimi müminlerden o erler ki Allah'a verdikleri sözde durdular. Bunlar sahabelerden birtakım kimselerdir ki Resulullah'ın beraberinde herhangi bir savaş yaparlarsa sebat edip şehid oluncaya kadar çarpışmaya azmetmişlerdi. Bunlar Osman b. Affan, Talha b. Ubeydullah ve Said b. Zeyd b. Amr b. Fudayl ve Hamze, Mus'ab b. Umeyr ve Enes b. Nadîr vesaire idiler. (Allah hepsinden razı olsun)

Onlardan kimisi, nezrini yani adağını ödedi. Hz. Hamze ve Mus'ab b. Umeyr ve Enes. b. Malik'in amcası Enes b. Nadir gibi bazıları sözlerini yerine getirip şehid olarak öldüler kimisi de şehitlik beklemektedir. Ki bunlar da Hz. Osman ve Talha gibi sonradan şehid olanlardır. (Allah hepsinden razı olsun). Ve Allah'ın yardımı savaşta müminlere yetti. Yani Allah müminleri savaştan kurtardı, çarpışma yaptırmadan, düşmanlarını savdı. "Hem de kitap ehlinden onlara yardım edenleri (kulelerinden) indirdi." Bu kitap ehli, yahudilerden Kureyzaoğullarıdır. Resulullah ile anlaşma yapmışlarken, Nadiroğullarının ısrarları ile dönmüşler, Ahzab'a yardım etmişlerdi. Ahzab'ın yenilip dağıldığı gecenin sabahı müslümanlar Medine'ye dönüp silahlarını bıraktıkları sırada Cebrail Resulullah (s.a.v.)e gelmiş, "Zırhını çıkarıyor musun? Melekler henüz silahı bırakmadılar, Allah Teâlâ senin Kureyzaoğulları üzerine yürümeni emrediyor, ben de onlara gidiyorum" demişti. Bunun üzerine, "İkindiyi Kureyzaoğullarında kılsınlar" diye müslümanlara ilan edildi. Müslümanlar vardılar yirmi, yirmi beş gece kuşatma yaptılar, Resulullah'ın hükmünü kabul etmeleri teklif edildi, kabul etmediler, Sa'd b. Muaz'ın hükmünü kabul etmeye razı oldular. O da savaşa katılanların öldürülmelerine, çocukların ve kadınların esir edilmelerine hükmetmişti ki, bu olay meşhurdur. Sıysalarından, kulelerinden.

SAYASÎ, sıysanın çoğulu, sıysa dağın ucuna ve her şeyin aslına ve çulha tarağına denir. Burada sağlam, yüksek kale, sur ve kule anlamınadır.

Meâl-i Şerifi

28- Ey peygamber! Hanımlarına şöyle söyle: "Eğer dünya hayatını ve zinetini istiyorsanız, haydi gelin, sizi donatayım ve güzellikle bırakıp salıvereyim.

29- Yok eğer Allah ve Resulünü ve ahiret yurdunu istiyorsanız, haberiniz olsun ki, Allah içinizden güzellik edenlere pek büyük bir ecir hazırlamıştır.

30- Ey peygamberin hanımları! sizden her kim bir terbiyesizlik ederse ona azab iki kat katlanır. Bu Allah'a göre çok kolaydır.

31- Yine sizden her kim Allah'a ve Resulü'ne boyun eğer, salih bir amel işlerse, ona da mükâfatını iki kat veririz. Hem onun için bol bir rızık hazırlamışızdır.

32- Ey peygamberin hanımları! Siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer takva ile korunacaksanız, konuşurken kırıtmayın da kalbinde bir hastalık bulunan kimse tamaha düşmesin. Güzel ve dosdoğru söz söyleyin.

33- Hem vakarınızla evlerinizde durun da önceki cahiliyet devrinde olduğu gibi süslenip çıkmayın. Namazı kılın, zekatı verin. Allah ve Resulü'ne itaat edin. Ey ehli beyt! Allah sizden kiri gidermek ve sizi tertemiz, pampak yapmak istiyor.

34- Oturun da evlerinizde okunan Allah'ın âyetlerini ve hikmeti anın. Şüphe yok ki Allah lütuf sahibidir ve her şeyden haberdardır.

28-29- "Ey peygamber! Hanımlarına söyle..." Rivayet olunuyor ki Resulullah (s.a.v) dan hanımları zinet elbiseleri, süslü elbiseler ve daha çok nafaka, yiyecek bedeli, geçimlik istemişlerdi; bu ayetler bu sebeple nazil oldu. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) Hz. Aişe'den başlayarak, hepsini serbest bıraktı. Hz. Aişe: "Ben Allah'ı Resulullah'ı ve ahiret evini isterim" dedi. Kalan hanımlar da öyle söylediler. Bundan dolayı haklarında bir takdir hissi olmak üzere ilerde gelecek olan, "Ey Muhammed, onlardan dilediğini geri bırakır dilediğini de yanına alırsın." (Ahzab, 33/51) âyeti indi. Burada bu muhayyer bırakma, sırf bir muhayyer bırakma mıydı? Yoksa isteğin elinde olsun gibi "Tefviz-i talak" boşama hakkını verme miydi? diye ihtilaf etmişlerdir. Hz. Aişe (r.a.)'den: "Resulullah bizi serbest kıldı, biz de kendisini tercih ettik ve onu boşama saymadı" dediği rivayet edilmiştir.

30- Ey Peygamberin kadınları! Kendilerine nasihata özen gösterildiğini ortaya çıkarmak için bu şekilde, ifadenin kipi değiştirilerek ilâhi sesleniş kendilerine yöneltilmiştir. Gerek burada ve gerek bundan sonra, böyle onların Peygamberin ismine isim tamlaması yapılarak kendilerine seslenilmesi de, zikrolunacak hükümler bu tamlamadan çıktığı içindir. (Biriniz) Çirkinliği belli bir kabahat, herhangi bir büyük günah işlerse. Zira bilinmektedir ki herhangi bir durumu var saymak, o durumun meydana gelmesini gerektirmez. Bununla birlikte bundan maksat Resulullah'a karşı baş kaldırarak onu sıkacak, kederlendirecek isteklerde bulunmak gibi hareketler olması da düşünülebilir. Ona azab iki kat katlanır. Diğer kadınlara verilecek cezanın iki katı verilir. Biri asıl günahın, diğeri de isim tamlaması ile peygambere ait olmanın onun hanımı olmakla elde edilen niteliğe hürmetsizliğin cezasıdır. Öte yandan kabahatin çirkinliği onu yapanın şeref ve itibarı oranında artar. Nitekim hür olanlara verilen ceza kölelerin iki katıdır. Peygamberin eşleri olmaları dolayısıyla bütün müminlerin anneleri olmak şerefi elde etmiş olanların kabahatleri elbette sosyal durumları oranında büyük olur. Gerçi sosyal durumu yüksek olanlara halk kolay ceza veremez. Allah'a göre o kolay bulunuyor.

31-Bununla birlikte nimet külfete göre olduğundan itaate karşılık ecr ve sevap da iki keredir. Birisi asıl itaatın sevabı, birisi de Peygamberin hanımı olmanın feyz ve bereketidir.

32- Ey Peygamberin hanımları! Siz genel olarak kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Sizde diğer kadınlarda bulunmayan nitelikler var: Peygamberlerin en hayırlısının hanımları ve bütün müminlerin anaları olmak niteliklerine sahipsiniz. Eğer sakınırsanız, bu özel niteliklerinizi korursanız yahut durumunuza uygun takva ile korunacaksanız -bu şart bir mânâ ile yukarının, bir mânâ ile aşağının kaydı oluyor- Sözü yumuşak ve tatlı bir eda ile söylemeyin, bir söz söylendiği zaman sakın yılışık bir biçimde cevap vermeyin ve söylerken yayılarak, kırıtarak söylemeyin de kalbinde hastalık bulunan, kalbi çürük, kötülüğe yüz tutmuş kimseler kötü bir şey ümit etmesin. Ve uygun ve ciddi söz söyleyin; yani yapmacılıktan uzak, ağırbaşlılık ve ciddiyetle dosdoğru söyleyin veya sert olsa da makul ve meşru güzel söz söyleyin.

33- Ve evlerinizde oturun. kelimesi Arapça'da "Karar" mastarından emir olup, kelimenin aslı 'dir, gibi, yani evlerinizde oturun. İlk cahiliyet dönemi kadınlarının dışarı çıkışı gibi çıkmayın, yani İslam'dan önceki cahiliyet adeti gibi süslerinizi göstererek ve görünmek için kırıtarak çıkmayın. Bu ayet bu emir ve yasak ile Resulullah'ın hanımlarına yalnız "tesettür"ü değil, özellikle "hıdr"i, yani yabancı erkeğe hiç görünmemek demek olan "muhaddere"liği dahi vacip kılmıştır. Diğer İslam kadınları için ileride geleceği ve Nûr Sûresi'nde geçtiği üzere tesettür vacip ise de, "Hıdr" vacip değil müstehaptır. Bütün İslam kadınlarının da Peygamber'in hanımlarının hayat tarzını ve ahlakını örnek edinmeleri elbette bir hakları ve şerefleridir. Fakat hepsine muhaddere olmaları farz olsaydı, bunda güçlük olurdu. Onun için ilerde

"Ey peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle: Bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman örtülerini üstlerine alsınlar, vücudlarını örtsünler!" (Ahzab, 33/59) ayetinde tesettür emri bütün müminlerin hanımlarına genelleştirilmiş olduğu halde, burada "Evlerinizde oturun." (Ahzab, 33/33) emri ile "Sizler herhangi bir kadın gibi değilsiniz." (Ahzab, 33/32) diye nitelenen Peygamberin hanımlarına hitaben gelmiştir. Ve ancak ehli beyti olma, (Resulullah'ın aile fertleri) niteliği ile, bu emirlerin peygamberin kızlarını dahi kapsadığı anlatılmıştır. Fakat bundan evlerinizde hiçbir iş yapmadan boş boş oturun gibi bir mânânın anlaşılmaması için buyuruluyor ki, evlerinizde durun da namaz kılın ki, bununla önce kibirli ve böbürlenen kimselere benzemekten sakınılmış olur ve zekat verin, bu da kerîm, rahîm olan Allah Teâlâ'nın güzel gördüğü ahlâkla ahlâklanarak, O'nun rezzak (rızık veren) ismine niyabetle kulluk etmektir. Şüphe yok ki zekatı vermek için, gerçekten ihtiyacı olan fakirleri anlayıp dinlemek çok önemli bir iştir. Ve bundan onların zekat verecek nisaba sahip bulundukları da anlaşılır. Değilse bundan böyle sahip olacakları bu emir ile müjdelenmiş olur. Ve daha Allah'a ve Resulü'ne itaatlar yapın. Mükellefiyetler sadece zikrolunan ibadet çeşitleri değildir. Allah ve Resulü daha neyi emreder ve yasaklarsa onları da tutun. Bunlar baskı ve güçlük değil midir? Hayır Allah Teâlâ sırf şunu istiyor kiri, yani şan ve şerefinizi kirletmek ihtimali bulunan günahları sizden uzaklaştırsın ey ehli beyt! de sizi tertemiz pampâk etsin. Ehli beyt, peygamberin ehli beyti, peygamberin ailesine özel olarak mensup bulunan bahtiyarlardır, Resulullah'ın aile fertleridirler.

Söz, Peygamber'in hanımlarına seslenmekte olduğu için, "ehli beyt" kelimesinden ilk akla gelen mânâ "onlar" olur. Fakat maksadın yalnız onlar olmadıklarını anlatmak için, müzekker zamir (Arapça'da erkek isimlerin yerine geçen zamir) olan "siz" diye seslenilmiştir. Çünkü usul ilminde bilindiği üzere, müennes çoğul kipi (dişi çoğul kipi) yalnız dişilere özel olduğu halde, müzekker çoğul kipi karışık olarak erkeğe ve kadına, "tağliben" yani kadınları da kapsayacak biçimde kullanılır. Demek ki "Ehli beyt" denilince, Peygamberin hanımları ile birlikte, çocuklarını, erkek ve kadın kendine özel aile fertlerini dahi kapsadığı anlatılmak üzere "Ey peygamberin ev halkı! Şüphesiz Allah sizden pisliği giderip sizi tertemiz yapmak ister.." buyurulmuştur. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a.) çocuklardan olduğu gibi, Hz. Ali dahi Hz. Peygamberin evinde yetişmiş ve Hz. Fatıma ile birlikte yaşaması dolayısıyla özel bir mensubiyeti elde etmiş bulunduğundan o da ehli beyttendir. Fakat bunların ehli beytten olması Hz. Peygamber'in diğer kızlarının ve onlardan olan çocuklarının da ehli beytten olmasına engel değildir, aksine olmalarını gerektirir.

Fakat ne tuhaftır ki Şia, âyetin konusunu oluşturan Peygamberin tertemiz hanımlarını dahi hesaba almayarak ehli beytin, Hz. Peygamberi kendisiyle Ali, Hasan, Hüseyin, Fatıma (r.anhüm)den ibaret olduklarında ısrar etmek istemişler ve bu yüzden İslam tarihinde çok büyük gürültüler çıkarmışlardır. "Selman bizden ve ehli beyt'tendir" hadisiyle, özel mensubiyet ile Selman bile ehli beytten sayıldığı halde, Peygamberle birlikte geceleyip yatan, temiz hanımların ehli beytten hariç sayılmaları ne garip bir taassuptu.

34-Halbuki öyle bir yanlış anlamaya meydan bırakmamak için, "beyt" (ev) kelimesi kendilerine izafe edilip yine Peygamberin hanımlarına hitaben şöyle buyuruluyor: Ve ey Peygamberin kadınları ve kızları! Evlerinizde okunup duran Allah'ın âyetlerini ve hikmetini anın, toplanıp müzakere edin, yani Kur'ân'ı ve Peygamberin sünnetlerini belleyin, düşünün, bu şekilde Allah'ın ve Peygamber'in emirlerini belleyin ilim tahsil edin ve bu yüzden elde ettiğiniz şeref ve şanı hatırdan çıkarmayıp şükrünü bilin. Gerçekten Allah latif ve her şeyden habedar bulunuyor. Onun için bu emirleri ve yasakları veriyor.

Şimdi burada daha genel ahlak ve iyiliklere teşvik için özelden genele geçilerek buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

35- Şüphe yok ki müslüman erkeklerle müslüman kadınlar, mümin erkeklerle mümin kadınlar, itaat eden erkeklerle itaat eden kadınlar, sadık erkeklerle sadık kadınlar, sabreden erkeklerle sabreden kadınlar, mütevazi erkeklerle mütevazi kadınlar, sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkeklerle ırzlarını koruyan kadınlar, Allah'ı çok zikreden erkeklerle Allah'ı çok zikreden kadınlar var ya, işte onlar için Allah bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.

35- Gerçekten müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, Allah'ın hükmüne boyun eğip selâmete giren, ikrar veren erkekler ve kadınlar ve mümin erkekler ve mümin kadınlar, tasdiki vacip olan şeyleri ikrar ile birlikte kalben de tasdik eden erkekler ve kadınlar; bununla birlikte boyun eğen erkekler ve boyun eğen kadınlar, divan durup itaate devam üzere bulunan itaatli erkekler ve kadınlar; bununla birlikte doğru erkekler ve doğru kadınlar, sözünde ve işinde içtenlikle doğruluk yapan erkekler ve kadınlar; bununla birlikte sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, sabırlı olan, gerek itaate ve gerek günahlara sabreden erkekler ve kadınlar; bununla birlikte mütevazi erkekler ve mütevazi kadınlar, kalpleri ve organları ile alçak gönüllü olan erkekler ve kadınlar; bunun yanında sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar; bunun yanında Oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, farz oruçları tutan erkekler ve kadınlar; bunun yanında ırzlarını haramdan muhafaza edip koruyan erkekler ve kadınlar; bunun yanında Allah'ı çok zikreden, gerek kalbi ve gerek dili ile anıp unutmayan erkekler ve kadınlar bunların hepsine, bu iyilikleri yapıp bir araya getirenlere Allah, bir bağış, insanlık hali arada sırada meydana gelen küçük günahları örtecek bir mağfiret ve itaatlerine karşılık büyük bir ecir hazırlamıştır ki, onun şimdi tasavvuru mümkün değildir. Bu şeklide bu ayet, hem ehli beyte, hem de onlar gibi bu güzel ahlak ve nitelikleri kendilerine huy edinenlere bir vaad ve müjdedir. Deniliyor ki, Peygamberin hanımları hakkında o ayetler nazil olduğu zaman müminlerin kadınları "Bizim hakkımızda bir şey nazil olmadı" demişlerdi. Bu ayet bu sebeple nâzil oldu. Diğer bir rivayette, Peygamberin hanımları demişlerdi ki: "Ya Resulullah! Allah Kur'ân'da erkekleri zikrediyor, demek ki bizim zikrolunacak hiçbir iyiliğimiz yok, bizden hiçbir itaat kabul buyurulmayacak diye korkuyoruz." Bu ayet bunun üzerine nazil oldu.

Meâl-i Şerifi

36- Bununla beraber Allah ve Resulü bir işe hükmettiği zaman, gerek mümin bir erkek ve gerekse mümin bir kadın için, o işlerinde başka bir tercih hakkı yoktur. Her kim de Allah ve Resulüne âşi olursa açık bir sapıklık etmiş olur.

37- Hem hatırla o vakti ki, o kendisine Allah'ın nimet verdiği ve senin de ikramda bulunduğun kimseye: "Hanımını kendine sıkı tut ve Allah'tan kork" diyordun da nefsinde Allah'ın açacağı şeyi gizliyordun. İnsanlardan çekiniyordun. Halbuki Allah kendisini saymana daha lâyıktı. Sonra Zeyd o kadından ilişiğini kestiği zaman, biz onu sana eş yaptık ki, oğulluklarının ilişkilerini kestikleri hanımlarını nikâhlamada müminlere bir darlık olmasın. Allah'ın emri de yerine getirilmiştir.

38- Peygambere Allah'ın takdir ettiği, mübah kıldığı şeyde bir darlık yoktur. Bundan önce geçen bütün peygamberler hakkında Allah'ın sünneti böyledir. Allah'ın emri ise biçilmiş bir kaderdir.

39- Onlar, Allah'ın gönderdiklerini tebliğ ederler ve O'ndan korkarlar, Allah'tan başka kimseden korkmazlardı. Hesap görücü olarak da Allah yeter.

40- Muhammed, sizin adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. Ama Allah'ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkiyle bilendir.

36- "Hiçbir mümin erkek ve kadın için, Allah ve Resulü bir ise hüküm verince seçme hakkı yoktur." Resulullah (s.a.v.) halası "Ümeyye binti Abdulmuttalib"in kızı Zeyneb binti Cahş'i, Zeyd b. Hârise'ye birbirleriyle evlenmek üzere aday olarak belirlediği zaman, Zeynep ve kardeşi bunu kabul etmemişler, bu âyet bu yüzden nazil olmuş deniliyor ki, yukarıda geçen "Peygamber müminlere canlarından ileridir." (33/6) ayetinin uygulamalarından birisi demektir. Âyetin burada gelişi Peygamberin hanımlarına yapılan muhayyer bırakma âyeti açısından bir tamamlama, yani Peygamberi bakış açısını gözetmek gerekliliğine bir işaret olduğu gibi, bundan sonraki âyete göre de bir ön giriş mahiyetindedir.

37- Hatırla o zamanı ki, diyordun ona, o kendisine Allah'ı nimet verdiği, Allah ona zeka ve kabiliyet vermiş, senin nezdine sevketmiş, İslam nimeti ile nimetlendirmişti. Senin de nimet verdiğin kimseye -Allah'ın yardımı ile kendisine türlü bağışlarda bulunduğun, kısaca azad edip hürriyet nimetine erdirdiğin kimseye- ki şimdi ismi gelecek olan Zeyd'dir. Yani Zeyd b. Hârise b. Şurahbîl, annesi Su'da binti Sa'lebe b. Abdi Âmirî, Benî Ma'n b. Tay'dendir. "El-İsabe fî Marifeti's-Sahabe" isimli eserde hayat hikayesi şöyle yazılıdır: Zeyd b. Harise'nin annesi Su'dâ kendi kavmini ziyarete gitmişti. Zeyd de beraberinde idi. Cahiliye devrinde Benî Kayn b. Cisir süvarileri, Benî Ma'n evlerine baskın yaptılar. Zeydi kapıp aldılar, anlayışlı bir çocuk idi, Ukaz panayırına getirdiler, satılığa çıkardılar. Hakîm b. Huzam, halası Hatice hesabına dört yüz dirheme onu satın aldı. Hz. Hatice de Resulullah kendisi ile evlendiği zaman, onu Resulullah'a hibe etti, onu kaybetmiş olan babası Harise:

"Zeyd'e ağladım, bilmem ne yaptı. Sağ mı, ümid olunur mu? Yoksa ecel önüne mi geçti?" diye başlayan acıklı beytler söylemiş, sonra Harise'nin kabilesi olan Kelb kabilesinden birtakım kimseler hacca gelmişler Zeyd'i görmüşler. Zeyd onlara kendisini tanıtmış, onlar da tanımışlar ve şu beyti aileme götürün demiş:

"Kavmime özlemlerimi bildiririm. Gerçi uzağım, çünkü Meşair'in yanında beytin civarında kalanlardanım."

Gitmişler babasına bildirmişler ve yerini tarif etmişler. Bunun üzrine Harise ve kardeşi Ka'b onu kurtarmak için fidyesini alıp yola çıktılar. Mekke'ye geldiler. Peygamber (s.a.v.)'i sordular, Mescid'de olduğu söylendi. Yanına gittiler "Ey Muttalib'in oğlu, ey kavminin efendisinin oğlu! Siz Allah'ın şerefli Harem'inin civarında kalan kimselersiniz. Siz sıkıntı içinde olanları kurtarır, esirleri doyurursunuz. Biz sana senin yanındaki çocuğumuz için geldik. Bize lutfet ve ihsan et. Takdim edeceğimiz fidyesini kabul eyle. Serbest kalmasına yardım buyur" dediler. Resulullah "O kim" buyurdu. "Zeyd. b. Harise" dediler, bunun üzerine (yahut da başkası), "Haydin çağırın onu da muhayyer bırakın, eğer sizi tercih ederse, fidyesiz sizin olsun; yok eğer beni tercih ederse, vallahi ben, beni tercih edene karşı fidyeyi tercih etmem" buyurdu.

Bunun üzerine Zeyd b. Harise'yi çağırdılar. Resulullah (s.a.v.) "Bunları tanıyor musun?" buyurdu. Zeyd: "Evet şu babam, şu amcam" dedi. Resulullah: "Ben de bildiğinim, sana olan davranışımı ve arkadaşlığımı gördün. Şimdi ya beni tercih et, ya onları." O zaman Zeyd dedi ki: "Ben sana karşı kimseyi tercih edemem. Sen benim hem babam, hem amcam yerinesin." Buna karşı babası ve amcası: "Yazık sana ey Zeyd, köleliği hürriyete, babana, amcana ve ehli beytine tercih mi ediyorsun?" dediler. Zeyd de: "Ben bu zattan öyle şeyler gördüm ki, ona karşı hiçbir kimseyi tercih edemem." diye cevap verdi. Resulullah bunu görünce, onu Hıcr'e çıkardı. Ve buyurdu ki: "Şahid olun Zeyd benim oğlumdur, bana varis olacak, ben de ona varis olacağım." Bunu görünce babası ile amcasının da gönülleri hoş oldu, memnun olarak dönüp gittiler."

Bundan böyle ta İslam'a gelene kadar "Zeyd b. Muhammed" diye çağırılırdı. Resulullah onu böyle oğul edindiği zaman halası Ümeyme binti Abdulmuttalib'in kızı Zeyneb binti Cahş'ı de daha sonra ona nikah etmişti. Ondan önce de azadlı cariyesi Ümmü Eymen'i onunla evlendirmiş, ondan oğlu Üsame doğmuştu. Sonra Zeyneb'i boşadığı zaman, onu, Ukbe b. Ebi Muayt'ın kızı Ümmü Gülsüm ile evlendirdi ki, bu da anası tarafından Abdulmuttalib'in torunundan, yani Peygamberin hala çocuklarındandı. Bundan da Zeyd b. Zeyd ve Rukuyye doğmuştu, sonra Ümmü Gülsüm'ü de boşadı. Ebu Leheb'in kızı Dürey ile evlendi. Sonra onu da boşadı. Hz. Zübeyr'in kızkardeşi Hind binti Avvam ile evlendi. Buharî'de yer aldığı üzere İbn Ömer (r.anhüma) "Onları öz babalarına nisbet ederek çağırın" (Ahzab, 33/5) âyeti ininceye kadar Zeyd b. Harise'ye "Zeyd b. Muhammed" derdik diye haber vermiştir.

Zührî, "Biz Zeyd b. Harise'den önce müslüman olan bilmiyoruz" demiştir. Zeyd b. Harise "Bedr" ve ondan sonraki savaşlarda Resulullah (s.a.v.) ile birlikte bulunmuş ve nihayet Mute savaşında emîr , yani kumandan olarak şehit olmuştur. Resulullah (s.a.v.) onu seferlerinin bazısında Medine'de yerine bırakmıştır. Bera b. Azib'den rivayet olunduğuna göre, Zeyd b. Harise: "Ya Resulullah Hamza ile aramızda kadeşlik sözleşmesi yaptık." demiştir. Hz. Aişe'den rivayet olunur ki "Resulullah (s.a.v.) Zeyd b. Harise'yi herhangi bir seriyyede (düşman üzerine gönderilen küçük süvari müfrezesi) gönderdiği zaman mutlaka onu kumandan yapardı. Ve eğer sağ kalmış olsaydı, onu halife bırakırdı." Buharî'de rivayet olunduğu üzere Seleme b. Ekvâ (r.a.) demiştir ki: "Peygamberle birlikte yedi gazâ ettim. Resulullah, onu bize kumandan yapardı."

Zeyd'in katıldığı seriyyeler: Önce Karede, sonra Hamum, sonra, Iys, sonra Mutrıf, daha sonra sırasıyla, Hısma, Kurza seriyyeleri olmuş, daha sonra Mute savaşında kumandan olmuş ve bu savaşta ellibeş yaşında iken şehid olmuştur. Kur'ân'da ondan başka hiçbir sahabi ismiyle söylenmemiştir. Yine Buharî'de İbn Ömer (r.anhüma)dan rivayet olunduğu üzere, Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki: "O, yani Zeyd, gerçekten kumandanlığa layıktır. Ve gerçekten en çok sevdiklerimdendir."

Tirmizî ve başka muhaddislerin rivayeti ile Hz. Aişe demiştir ki: "Bir sefer Zeyb b. Harise Medine'ye geldi, Resulullah benim odamdaydı, geldi kapıyı çaldı, Resulullah kalktı, ona sarıldı ve öptü."

Bir de İbnü Ömer (r.anhüma) şöyle demiştir: Ömer, Üsâme'ye benden daha çok maaş bağladı. Kendisine sordum. O, Resulullah'a senden daha sevgili idi, babası da Resulullah katında senin babandan daha sevgiliydi dedi.

İşte Zeyd böyle çeşitli yönlerden Allah'ın ve Resulü'nün nimetine ermiş bir zat idi. Burada bunun bu niteliklerle nitelenmesi, nimetin değer ve şükrünü bilecek güzel niteliklere sahip olduğunu tescil ile, gönüldekini kendisine olduğu gibi söylemek için çekinecek bir taraf olmadığına bir dikkat çekmektir. Yani senin, böyle senden nimet görmüş bir kimseye karşı çekinmene hiçbir sebeb yokken diyordun ki Eşini bırakma, kendi yanında tut. Yani Zeyneb'i boşama. Burada tefsirler bu konudaki rivayetlerin arasına şöyle bir paragraf eklemişlerdir: Güya Resulullah (s.a.v.) Zeyneb'i Zeyd'e nikâhladıktan bir zaman sonra, tesadüfen gözü ona ilişmiş, birdenbire güzelliği gönlünde yer etmiş de "Gönülleri çeviren Allah'ı tesbih ederim" demiş. Zeyneb de tesbihi işitmiş Zeyd'e söylemiş, Zeyd intikal etmiş ve bunun üzerine Zeyneb'le beraberliği uygun görmeyerek Resulullah'a gelmiş: "Ben eşimden ayrılmak istiyorum" demiş. Resulullah (s.a.v.)de: "Ne var, ondan seni şüpheye düşürecek bir şey mi oldu?" buyurmuş. Zeyd: "Yok. Vallahi ben ondan hayırdan başka bir şey görmedim. Fakat şerefli bir aileden gelmesi dolayısıyla kendisini benden büyük görüyor." demiş. Ve o zaman Resulullah "Hanımını kendine sıkı tut" buyurmuş. Ansızın görülen bir güzelin güzelliğini son derece temiz ve ince bir biçimde duyup takdir ederek yaratanın yaratıcılık gücünü tesbih ve tenzih ile ilan etmekte peygamberlerin ismet (günah işlememe) özelliğine aykırı hiçbir durum olmadığından, bu hikayenin gerçekten olmuş olmasını varsaymakta aslında bir sakınca yoktur. Bununla birlikte birtakım hırıstiyan yazarların dedikodu aracı yapmak istedikleri bu hikaye, Hadis ilmi bakımından, gerçekten olmuş bir olay değildir. Bir kere rivayet açısından sahih hadis kitaplarında, sahih bir yol ve sened ile rivayet edilmemiştir. Sonra dirayet, yani hadisin mânâsı açısından, Zeyneb'in güzelliğini Resulullah'ın henüz yeni görüp anlamış olması aklen kabul edilemez. Zira Zeyneb Resulullah'ın yakın akrabasından olmakla, ta çocukluğundan beri görüp bildiği ve özellikle tesettür edilmemiş bulunduğu için vücud güzelliğini yakından tanıyageldiği bir kadın iken, bunu ilk olarak bu defa görülmüş beğenilivermiş diye anlatmak kendi kendini yalanlayan bir hikayedir. Doğrusu Resulullah Zeyneb'i önceden biliyordu ve bildiği için onu evlat gibi sevdiği Zeyd'e nikah etmiş idi. Fakat Zeyneb onurlu bir kadındı. Zeyd'i kölelikten azad edilmiş olduğundan dolayı kendine denk sayamamış, ona varmak istememişti. Sırf Resulullahın emrine itaatla ona varmış, fakat gereği gibi ısınamamıştı. Ara sıra Peygamber'e akrabalığından dolayı şerefli olması ve asaletiyle övünerek Zeyd'e karşı büyüklenmek istiyordu. Gerçekten kumandanlığa layık olarak yaradılmış olan Zeyd buna bir süre sabretti ise de Resulullaha varıp Zeyneb'den ayrılmak istediğini arz eyledi. Resulllah (s.a.v.)da bunu nefsinde uygun gördüğü halde, birdenbire müsade etmeyip dedi ki: "Hanımını kendine sıkı tut." Ve Allah'tan kork. Yani kadını boşamanın, önemsiz bir mesele olmadığını, Allah katında sorumluluk getiren bir iş olduğunu düşün, çünkü "Yani Allah katında helallerin en çirkini boşamadır." Bu nasihatlar güzel, fakat böyle derken İçinde de Allah'ın meydana çıkaracağı bir şey gizliyordun. Boşamasını uygun görüyordun, yahut onu nikahlamayı düşünüyordun da söylemiyordun. Taberî'de Süfyan b. Uyeyne kanalıyla Ali b. Hüseyn'den rivayet edildiğine göre, Allah, peygamberine bildirmişti, Zeyneb ilerde Resulullah'ın hanımlarından birisi olacaktı. Böyle iken Zeyneb'den şikayete geldiği zaman, ona hanımını kendinde tut demişti. Çünkü o halde halkı da sayıyordun. Zeyd'in hatırını sayıyor ve insanlar dedikodu ederler diye çekiniyordun. Oysa Allah'ı sayman daha uygundu. Eğer korkacak bir şey varsa, halkı hiç hesaba almayarak yalnız Allah saygısını duyasın. Yani sırf gizlemek sakıncalı değildir. Allah için korkacak, Allah'ın emrine aykırı olacak bir şey olsaydı, sade Allah korkusuyla gizlemek de sakıncalı değildi. Fakat Allah için korkacak bir durum yok iken sırf insanlardan korkarak gizlemek veya Allah korkusuyla birlikte bir de halk korkusu gözetmek, işte hatırlatmanın sebebi budur. Halktan hiç korkmayarak yalnız Allah korkusunu gözetmek gerekti. Çünkü Allah'ın ilahi mesajını tebliğ eden peygamberler açıklanacağı üzere Allah'tan başka kimseden korkmazlar. "Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar." (Ahzab, 33/39). Deniliyor ki Peygamber'e karşı en şiddetli âyet bu "İçinde Allah'ın meydana çıkaracağı bir şey gizliyordun" âyetidir. Hz. Aişe der ki: "Resulullah (s.a.v.) Allah'ın kitabından bir şey gizleseydi bu âyeti gizlerdi." "İçinde de Allah'ın meydana çıkaracağı bir şey gizliyordun." "İnsanlardan çekiniyordun, oysa Allah'dan çekinmen daha uygundu." Demek ki bu ayet bu şekilde Resulullah'ın doğruluğuna ve pek yüksek olan huşu ve takvasına da açık bir delil oluyor. Zeyd ondan tamamen ilişiğini kesince, yani senden nimet elde etmiş olan Zeyd, sonunda o hanımı olan Zeyneb'den muradına erince, onu tutmak istemeyip boşadı ve iddeti çıktı. Ona hiçbir şekilde bir ihtiyacı kalmadı ve bu şekilde Zeyneb açıkta mahrum kaldı. O zaman biz onu seninle evlendirdik, yani senin çekinmene rağmen nihayet onunla evlenmeni sana emrettik. Demek ki Peygamber insanlara karşı söylemekten bile kaçındığı bir fiilin açıktan açığa yapılmasına emir almış bulunuyordu. Şüphe yok ki bu onun iman ve kesin inancını ortaya çıkaran büyük bir imtihandır. Fakat bu ne için böyle oluyordu? Ne idi? Bu evlendirmede ümmet için önemli bir hüküm hikmeti vardı. Şöyle ki Oğulluklarının, hanımlarında ilişkilerini kestikleri zaman, müminler üzerine bir darlık olmaması hikmeti için. Zira sûrenin başında geçtiği üzere, siz oğulluk edinmekle yüce Allah onları gerçekten sizin oğullarınız edivermemiştir. Şu halde, Nisa Sûresi'nde "Öz oğullarınızın hanımları ile evlenmeniz haram edildi." (Nisa, 4/23) buyruğuna uygun olarak, öz oğulların hanımları ile nikâhlanmak haram edilmiştir, diye oğullukların hanımlarını da gerçekten onlar gibi saymak gerekmez. Bir kimsenin oğul edindiği evlatlığının hanımını boşayıp iddeti çıktığı zaman, o adamın onunla evlenmesi şer'an caizdir, bunda hiçbir sakınca yoktur. İşte cahiliyet devrinde kökleşmiş olan bu adetin bu darlığın İslam'da kaldırılması için, ilâhî hikmet Peygamber'in bizzat kendisinde tatbikini gerektirmiş ve bu hikmet için o evlenme emredilmiştir. Allah'ın buyruğu yerine getirilmiştir. Onun için bu emir de yerine getirilmiş, Peygamber evlenmiş, Zeynep de Peygamber'in hanımı olmuştur. Bu şekilde bu evlenmenin meşru olduğu tatbikatla gösterilmiştir.

38- "Müminler üzerine bir darlık olmaması için." (Ahzab, 33/37) diye sebep gösterilmesinden anlaşılır ki, bir ayrıcalık delili bulunmadıkça Peygamber ile ümmet hakkında hüküm aynıdır. Burada şöyle bir yanlış kanaat hatıra gelebilir: Evlenmek peygambere layık mıdır? Hele birden çok hanımları varken böyle bir daha evlenmek peygamberliğin durumuna, şerefine bir eksiklik vermez mi? Hz. Yahya ile İsa hiç evlenmemiş oldukları için, ruhbaniyeti tercih etmek isteyen mutaassıp hıristiyanlar bu meseleyi bahane ederek Peygamber'in evlenmelerine dil uzatmak istemişlerdir. Buna karşı buyuruluyor ki Peygambere Allah'ın lehinde olarak farz ve takdir buyurduğu, yani helal ve mübah kıldığı şeyde bir güçlük, bir darlık olamaz. Allah'ın helal ve mübah kıldığı hakta hiç kimseye bir yasaklık, bir baskı doğru olmadığı gibi, Peygamber'e de olamaz. Bundan önce geçenler de Allah'ın sünneti, adeti olarak böyledir. Bütün geçen peygamberlerde Allah'ın adeti bu, kanunu budur ki, hiçbir peygambere, şeriatında mubah olarak hükme bağlanan şey hakkında güçlük ve baskı yapmamıştır. Geçen peygamberler de evlenmişler, hem Süleyman ve Davus (a.s.) gibi bazıları pek çok evlenmişler, hiçbirine evlenmek yasak edilmemiş, Yahya ve İsa (a.s.) da kendilerine yasak edildiği için değil, evlenmek farz kılınmadığı, yapılmasında veya yapılmamasında bir güçlük bulunmadığı için evlenmediler. Ve Allah'ın emri biçilmiş bir kader bulunuyor. Ezelde bilinip, takdir edilmiş, kat'î, kesin bir hüküm bulunuyor. Yahut ezelde takdir edilmiş olmakla birlikte, mükelleffin kudretini de çekip almaz, emredilen kimse için de kudret dahilindedir. Dolayısıyla herkesin takdir edilmiş olan kaderi, başına gelir, bununla birlikte sorumluluğuna engel olmaz.

39- Onlar, o peygamberler ki hep Allah'ın buyruklarını tebliğ ediyorlardı, yani senin gibi Resul idiler. Ve ondan korkuyorlardı. Bununla birlikte ruhbaniyet yapmıyorlardı, evleniyorlardı. Hem de Allah'tan başka hiçbirinden korkmuyorlardı. Halktan çekinmiyorlardı. Allah hesap görücü olarak yeter. Allah korkusu başka bir korkuya ihtiyaç bırakmaz.

40-Sözün özü Muhammed sizin içinizdeki erkeklerden hiçbirinin babası değildir. Yani kendisinden dünyaya gelmiş olmayan, sizin içinizdeki erkeklerden hiçbirinin gerçek anlamı ile babası olmamıştır. Bundan dolayı Zeyd'in de gerçekte babası değildir. Onun için, "Hurmeti musahere" (Evlenme ile meydana gelen akrabalıktan dolayı haramlık) meydana gelmez ve bundan dolayı bir güçlük konusu olmaz. Gerçi Kasım, İbrahim, Tayyib, Tahir, Mutahher, adında oğullarının babası olmuştur. Fakat bunlar büluğ çağına erişmeden vefat ettikleri için, ayette geçen "rical" (yetişkin erkek) kavramına dahil olmamışlardır. Çünkü gerçekte "recul" büluğ çağına erişen erkeğe denir. Bununla birlikte büluğ çağına ermiş olsaydılar o zaman da "Sizin erkeklerinizden" değil onun erkek çocuğu olurlardı ve yine olumsuzluk ifade eden cümlenin genel kapsamı bozulmazdı. Yani o zaman da ümmetin içinden hiçbir yetişkin erkeğin "recul"un, geçekten babası olmamış olurdu. Fakat Allah'ın resulüdür. Onun için babalardan daha çok şefkatli ve daha çok hayır dileyendir, ebedî hayatın sebebidir. Bu açıdan her resul ümmetinin babasıdır denilebilir ise de, bu bir mecazî mânâdır. Mecazın hükümü ve belirtisi de, gerçek mânânın ondan alınmasının sahih olmasıdır. Doğrusu gerçekten baba değil, fakat babadan daha şefkatli Allah resulüdür. Hem de peygamberlerin en sonuncusudur.

HÂTEM, Asım kıraatinde "tâ"nın üstünü ile, diğer kıraatlerde esresi ile okunur. Esre ile hâtim, ismi fail olup hâtim eden, sona erdiren veya mühürleyen demektir. Mühür de bir şeyin belgelendirilmesi ve tasdiki için sona basıldığından hem son mânâsını, hem tasdik mânâsını içerir. Şu halde iki kırâet, "Hatemünnebiyyin" niteliğinin iki anlamına ayrı ayrı işaret ediyor. Yani Muhammed Resulullah hem peygamberleri sona erdiren son peygamberdir, peygamberlerin en sonuncusudur, hem de bütün peygamberleri tasdik ve belgeleyen ilâhî bir mühürdür. Eğer o gelmeseydi, diğer peygamberler unutulup gidecek tarihte onların varlıklarını ve peygamberliklerinin gerçekliğini ilmen isbat etmek mümkün olmayacaktı. Çünkü diğer peygamberlerin hayat ve varlıkları tarihin bağrında Muhammed'in hayatı gibi açık ve sağlam olarak bilinmemektedir. Öyle ki bugün Kur'ân olmasaydı Musa ile İsa'nın bile varlıkları ciddiyetle ispat olunamazdı. Hz. Muhammed'in hayatının ve peygamberliğinin tarihte açıklık ve kesinlikle bilinmesi sayesindedir ki, diğer peygamberlerin de geçmişteki peygamberliklerini tasdik için bir belge elde edilmiş bulunuyor. Aynı zamanda Muhammed (s.a.v) diğer peygamberlerin kendisi hakkındaki müjdelerini gerçekleştirmek itibariyle de onların peygamberliklerini mühürleyen ilahi bir damgadır. Hz. Muhammed'in peygamberliği ile insanlık din açısından, ilerlemenin son noktasına erişmiştir. Ondan sonra başka peygamber beklememeli, Muhammedî nur'u izlemelidir. Allah her şeyi çok iyi biliyor. Her şeyi bilip duyuyor. Onun için bu hükümleri emrediyor.

Meâl-i Şerifi

41- Ey iman edenler! Allah'ı çokça anın.

42- Ve O'nu sabah akşam tesbih edin.

43- Sizleri karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için melekleri ile birlikte üzerinize rahmet ve bereket indiren O'dur ve O, müminlere çok merhametlidir.

44- O'na kavuşacakları gün müminlere esenlik dileği selâmdır. (Allah) onlar için cömertçe bir mükafat hazırlamıştır.

45- Ey peygamber! Biz seni hem bir şahit, hem bir müjdeci, hem bir uyarıcı olarak gönderdik.

46- Ve hem de izniyle Allah'a bir davetçi ve nurlar saçan bir kandil (olarak gönderdik).

47- Müminlere müjdele! Onlara Allah'tan bir mükafat vardır...

48- Kâfirlere ve münafıklara itaat etme, onların ezalarını bırak (aldırma) da Allah'a tevekkül et. Allah vekil olarak hepsine yeter.

49- Ey iman edenler! Mümin kadınları nikâh edip de sonra onlara dokunmadan boşadığınız zaman, sizin için üzerlerinde sayacağınız bir iddet hakkınız yoktur. Derhal müt'alarını (mehirleri belirlenmediği takdirde yararlanacakları bir mal) verip onları güzel bir şekilde salıverin.

50- Ey peygamber! Biz bilhassa sana şunları helâl kıldık: Mehirlerini vermiş olduğun eşlerini, Allah'ın sana ganimet olarak ihsan buyurduklarından sahip olduğun cariyeleri, amcalarının kızlarından, halalarının kızlarından, dayılarının kızlarından, teyzelerinin kızlarından seninle beraber hicret etmiş olanları, bir de mümin bir kadın kendini peygambere hibe ederse, peygamber nikâh etmek istediği takdirde, onu başka müminlere değil de sadece sana mahsus olmak üzere helâl kıldık. Onlara eşleri ve cariyeleri hakkında neyi farz kıldığımızı biliyoruz. Bunlar sana hiçbir darlık olmaması içindir. Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.

51- Onlardan dilediğini geri bırakır, dilediğini yanına alırsın. Sırasını geri bıraktığın kadınlardan dilediğini yanına almanda da sana bir günah yoktur. Onların gözleri aydın olup üzülmemelerine ve kendilerine verdiğin ile hepsinin hoşnut olmalarına en elverişli olan budur. Allah kalblerinizdekini bilir. Allah her şeyi bilir ve yumuşak davranır.

52- Bundan başka kadınlar sana helâl olmaz. Bunları başka eşlerle değiştirmek de olmaz. İsterse güzellikleri hoşuna gitsin. Ancak sahip olduğun cariyen başka. Allah her şeye gözcü bulunuyor.

41-47- Çok zikir, zamanlara üstün gelen, ve takdis (ululama) temcid (Ululama), tehlil (la ilahe illallah sözü) tahmid (Hamd etme, elhamdülillah deme) gibi Allah'a layık zikrin çeşitlerini içine alır. Bununla birlikte zikir çeşitleri içinde tesbih'in (sübhanellah kelimesini söyleyerek Allah'ı ululama) vakitleri içinde sabah ile akşamın özellikle önemi ve faziletine işaret için de ve sabah-akşam O'nu tesbih edin buyurmuştur. Çünkü "tesbih" zikirlerin temeli, sabah ile akşam da meşhur zamanlardır. Bununla birlikte sabah akşam ifadeleri Türkçe'de olduğu gibi Arapça'da da bütün vakitleri içine almakla, devam anlamına kinaye de olur. Öte yandan zikir ve "tesbih" namazı dahi kapsar. Hem kendisi, hem de melekleri üzerinize, "salat" yağdırıyor.

SALAT, Allah'tan rahmet, meleklerden istiğfar, müminlerden dua demektir. Burada aynı fiilin, Allah'a ve meleklerine isnad edilmiş olması açısından rahmet ve istiğfarı kapsayan özel bir yardım mânâsını ifade etmesi gerekir. O'na kavuşacakları gün, öldükleri veya kabirden çıktıkları, yahud cennete girdikleri gün esenlik dilekleri selamdır. Her türlü sakınca, afetlerden selamet, uzaklık haberidir. Güzel bir mükafat cennet, bir şahit, tanık olmak üzere. Allah'ın birliğine şahit, Allah'a nasıl kulluk edileceğine delil gösterilecek örnek ümmetin, tasdik, yalanlama, uymak veya uymamak gibi durumlarına, amellerine, yarın ahırette ilâhî huzurda tanıklık edecek şahit Allah'ın izniyle bir davetçi, Allah'ın birliğine ve iman vacip olan sıfat ve hükümlerine iman ile rızasına, O'na kavuşmaya, doğru gitmeye çağırıcı, hem de kendi kendine değil, Allah'ın izni ve müsadesiyle yardım ve başarılı kılması ile çağırıcı. Yukarıda "Ey Peygamber! Biz seni tanık müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik." (Ahzab, 33/45) buyrulduğu halde, burada bir de "O'nun izni ile" kaydı ile kayıtlanması, bu çağrının Allah tarafından özellikle yardım olmayınca yapılamayacak gayet zor bir iş olduğuna işaret ifade eder. Nurlandırıcı, aydınlatıcı parlak bir kandil, cehalet ve şaşkınlık karanlıklarında akılları, gönülleri aydınlatıp doğru yolu gösteren bir ışık Allah'tan büyük bir lütuf. Allah'ın Muhammed ümmetine vaad edilmiş olan lütuf ve ihsanı, başka ümmetlere verilmiş olandan çok fazla ve çok büyüktür.

48- Kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Davet görevini yerine getirirken onlara dost gibi görünmek, alçaktan almak, tebliğde yumuşak davranmak, uyarıda hoşgörü göstermek yasaklanıyor. Yasaklama ve uzaklaştırma, abartı ile onları heyecana getirmek için, mânâ, itaat etme biçiminde olumsuz olarak ifade edilmiş ve Allah'ın emirlerini tebliğde bir parça hoşgörü, kâfirlere ve münafıklara itaat etmek mânâsında olduğu anlatılmıştır. Çünkü kâfirler ve münafıklar O'nu arzu etmezler. Ve onların eziyetlerini bırak. Burada eziyet kelimesi failine muzaf olarak "Onların eziyetlerini bırak, aldırma" anlamı açık ve belli; mefülüne muzaf olması, yani "onlara eziyet etmeyi bırak" mânâsı ise ihtimal dahilindedir. Yani bundan dolayı, onların sana yaptıkları ve yapacakları eziyetlere, rahatsızlıklara aldırma, kafana takma veya itaat etme, fakat eziyet etmeye de kalkışma. Ve Allah'a güven, gerek bunlarda ve gerek bunlar gibi yapacağın ve bırakacağın her hususta kendini Allah'a ver, yardımı O'ndan iste, O'na dayan. Güvenilecek bir vekil olarak Allah sana yeter. Bütün durumlarda kendisine işlerin havale edileceği ancak O'dur. O hepsine yeterlidir. Zamir getirilecek yerde Yüce Allah'ın isminin getirilmesi, sebep bildirme ve en son gelen bu cümlenin önceki cümlelerden bağımsız olduğuna işaret etmek içindir. Peygamber (s.a.v.) şahit, müjdeci, Allah'a çağırıcı, aydınlatan bir kandil diye beş nitelik ile nitelendiği gibi bunlara karşılık birer hitap ile de kendisine seslenilmiştir. Ancak "şahit" hepsine dağıtıldığı için, karşılığı ayrıca açıkça söylenmemiş veya müjdelemenin anlamı ile yetinilmiştir. "Uyarıcı olma" niteliğine karşılık "itaat etme, bırak" Allah'a çağıran niteliğine karşılık "Allah'a güven" aydınlatan kandil niteliğine de "Allah'ın yetmesi" karşılık olarak getirilmiştir. Çünkü bu haber vermede de yetinme ile bir emir mânâsı vardır. Ve bununla o kandilin ışığının, doğrudan doğruya Allah'tan olduğuna düzgün ve çok güzel bir işaret yapılmıştır. "Onun yağı kendisine bir ateş dokunmasa da hemen hemen ışık verir. Nur üstüne nurdur." (Nur, 24/35).

49- "Ey iman edenler..." Sûrenin başından beri Peygamber'e olan her "Ey Peygamber" nidasını, müminlere bir "Ey iman edenler" seselenişi izlemiştir. Bu şekilde bu sûrede de bir peygambere, bir ümmetine seslenen beş "ey peygamber", altı "ey iman edenler" hitabı birbirini takip etmiştir. Mümin kadınları nikah ettiğiniz, kitap ehli olan kadınlarda da hüküm böyledir. Fakat müminlere yaraşan mümin kadınları nikahlamak ve başkalarından soyunu korumak olduğunu anlatmak için, yalnız mümin kadınlar zikredilmiştir. Sonra da onları kendilerine dokunmadan boşadığınız zaman "dokunmak"tan maksat, onlarla cinsel birleşmede bulunmaktır. Ancak "halvet-i sahiha" yani hiçbir engel olmaksızın kadınla tenhada başbaşa kalmak da o mânâdadır. Çünkü gizli şeylerin açık belirtisi o şeyin yerine geçer. Dolayısıyla halvet-i sahiha veya cinsel birleşme olmaksızın sırf dokunma olmuşsa dokunulmamış sayılır. Sizin için üzerinde saydıracağınız bir iddet hakkınız yoktur. Bundan anlaşılır ki, kadınların iddet beklemesi esas itibarıyla kocaların hakkıdır. Onun sperminin korunması içindir. O sebeple şer'î bir haktır. Bu nedenle cinsel birleşme olmayınca o hak meydana gelmez. Derhal kendilerine müt'alarını verin. Bakara Sûresi'nde geçtiği üzere müt'anın vacip olması mehir belirlenmediği takdirdedir. Mehir belirlenmişse, onun yarısı gerekir. Bununla birlikte bu âyetin mutlak ifadesine göre o şekilde de mut'a vacip değil ise de müstehap olduğu hakkında Hanefi mezhebinde bir rivayet vardır. (Müt'anın tarifi hakkında Bakara Sûresi'ndeki: "Onları zengin olanlarınız kendi gücü oranında, darda bulunanınız da kendi halince olmak üzere maruf bir müt'a ile faydalandırınız." (2/236) âyetine bkz.)

50- Ey Peygamber! Biz sana özellikle şunları helal kıldık. Bu âyette, peygambere, layık ve faziletli olan hanımlar zikredilmiş ve beyan buyurulmuştur. Çünkü;

1- "Ecir"lerini yani, mehirlerini verdiğin hanımların. Şüphesiz mehıri verilmiş olan hanımın gönlü verilmeyenden daha hoştur.

2- Bir kimsenin bizzat kendisinin katıldığı savaşta ganimet olarak sahip olduğu cariye, elbette satın aldığı cariyeden daha temiz ve daha şüphesizdir.

3- Kendisi ile birlikte hicret eden akrabaları da hicret etmeyenlerinden daha şereflidir. Bununla birlikte bazılarının dediği gibi, mehrin önce verilmesi peygamberin özelliklerinden olması da ihtimal dahilindedir. Nitekim amca ve hala, dayı ve teyze kızlarının helal olmasında seninle birlikte hicret edenler, diye kayıtlanmasında Peygamberin özelliğinin olması ağır basmaktadır.

Bunu şu rivayet de destekler: Ebu Talib'in kızı Ümmühanî şöyle demiştir: "Resulullah (s.a.v.) önceleri, benimle evlenmek istemişti, ben özür diledim; o da özürümü kabul etti. Sonra da Allah Teâlâ bu âyeti indirdi; ben ona helal olmadım. Çünkü ben onunla hicret etmemiştim. Ben Tuleka'dan, yani serbest bırakılanlardandım." Bunun gibi Ve kendisini Peygambere hibe eden mümin bir kadın, yani kendisinin mehirsiz olarak Peygambere nikahlanmasına razı olan kadın, fakat bu mutlak değil, Peygamber O'nu nikah etmek istediği takdirde, böyle mehirsiz olarak nikah da Peygamberin özelliklerindendir. Bazıları Meymune binti Haris, Zeyneb binti Huzeymetel-Ensariye, Ümmü Şerike binti Câbir ve Havle binti Hakîm, bu şekilde kendilerini bağışlamışlardı demiş ise de, İbnü Abbas bunun gerçekten meydana gelmediğini, yani Peygamberin bu şekilde hiçbir kadın ile evlenmediğini söylemiştir. Bütün bunlar sırf sana mahsus olmak üzere helal kılındı müminlere değil, çünkü zikrolunan kayıtlarla hepsinin helal olması diğer müminler hakkında gerçekleşmiş değildir. Sayıca da, şekilce de fark vardır. Onlara hanımları ve "mülk-i yeminleri" olan cariyeleri hakkında farz kıldığımız, takdir buyurup karara bağladığımız hükümleri gerçekten bilmişizdir. Yani onlara layık olanı menfaat ve yararlarını bilerek takdir etmişiz ve bildirmişizdir ki, Nisa Sûresi'nde geçtiği üzere dörde kadardır, onun için bu beyan olunanları diğer müminlere değil, sadece sana helal kıldık. Şunun için ki sana hiçbir zorluk, bir darlık olmasın. Olmasın da kalbin huzur içinde ilahî vahyin ortaya çıktığı yer olsun.

51- Onlardan dilediğini geriye bırakırsın. Dilediğini de yanına alırsın. Birden çok hanımı olanlara sıra ile bir nöbet izlemek vaciptir. Buna "Kasm" denilir. Fakat Peygamberin özelliklerinden olmak üzere ona "Kasm" vacip kılınmayıp kendi dilemesine bırakılıyor. Azlettiğin, yani bıraktığın yahut boşadığından arzu ettiğine dönmen durumunda da üstüne bir günah yoktur. Bu hüküm, yani tertib üzere nöbetle "Kasm" sana vacip kılınmayıp böyle senin arzu ve dilemene bırakılması onların gözlerinin aydın olmasına ve gözleri aydın olup da üzülmemelerine ve senin kendilerine verdiğin ile yaptığın davranış ve ihsan ile hepsinin hoşnud olmalarına daha elverişlidir. Çünkü o, bir kere hepsinin eşit oldukları bir hükümdür, sonra sen aralarını eşit tutar "Kasm" yaparsan, onu senin bir ihsanın bilerek sevineceklerdir. Ve eğer bazısını tercih edecek olursan, onu da Allah'ın bir hükmüyle yaptığını bilecekler, yine gönülleri hoş olacaktır. bundan anlaşılır ki hanımları sevindirmek, gönüllerini hoş etmek de şeriatın gözettiği maksatlardandır. Kalblerinizdekini Allah bilir. Hatırınızdan neler geçiyor, gönüller neler istiyor, ne duyguda, ne niyette bulunuyor hepsini bilir. Onun için kalplerinizi de güzel tutmaya çalışın. "Allah her şeyi bilir ve yumuşak davranır."ALÎM, mübalağa ile alîm, çok, pek çok bilir; onun için gizli açık neyiniz varsa bilir. Fakat halimdir, ceza vermekte acele edivermez, mühlet verir, ihmal etmez; o halde cezanın geri bırakılmasından dolayı aldanmamalı ve çok titizlik etmemelidir.

52- Sana bundan öte kadınlar helal olmaz. Muhayyer kılınıp da seni tercih eden dokuz hanımından başka kadınla evlenmek caiz olmaz. Bu hanımlar, Aişe binti Ebi Bekr, Hafsa binti Ömer, Ümmü Habibe binti Ebî Süfyan, Sevde binti Zem'a, Ümmü Seleme binti Ebi Ümeyye, Safiyye binti Huyeyyi'l-Hayberiye, Meymune binti'l-Harisi'l-Lilâliye, Zeyneb binti Cahşi'l-Esediye, Cüveyriye binti'l-Hârisi'l-Mustalikıyyedir. Allah hepsinden razı olsun. Onları başka hanımlara değiştirmen de olmaz. Yani bunları boşayıp yerlerine başka kadınlarla evlenmen de caiz olmaz. Onlar Allah ve Resulü'nü seçtikleri için Allah Teâlâ da onlara böyle ikram ve lutufda bulunmuş, Resulullah (s.a.v.)de vefatına kadar sadece bu hanımlarla evli kalmış vefatında da onlar müminlerin anaları olarak kalmışlardı. Güzellikleri hoşuna gitse bile. Alacağın kadınların güzellikleri, senin takdirine layık olmaları varsayılsa bile helal olmaz. İbni Atiyye tefsirinde der ki: Bu ifade, bir adamın evlenmek istediği kadına bakmasının caiz olduğuna delildir. Nitekim Mugire b. Şu'be ve Muhammed b. Mesleme hadisleriyle Sünen'de de varid olmuştur. Ancak elinin altında bulunan cariyeler hariç. Çünkü onlar helal bununla birlikte Allah her şeyi gözetliyor. Onun için O'ndan korkmalı, koyduğu sınırları aşmamalı, helalden harama geçmemeli. Yukardaki ayetin eki mahiyetinde olan bu son cümle, yukarsını tamama erdirirken aşağısına bir ön giriş oluyor.

Peygambere bu seslenişten sonra evi ve hanımları hakkında hukukî düzenlemelerle ilgili olmak üzere, insanların gözetmekle yükümlü oldukları görevleri beyan için, genel olarak bütün iman edenlere şöyle sesleniliyor:

Meâl-i Şerifi

53- Ey iman edenler! Peygamberin evlerine vaktine bakmaksızın ve yemeğe izin verilmedikçe girmeyin. Fakat çağırıldığınız vakit girin. Yemeği yediğinizde de hemen dağılın. Sohbet etmek için de izinsiz girmeyin. Çünkü bu haliniz peygambere eziyet veriyor, ama o sizden utanıyor. Fakat Allah gerçeği söylemekten utanmaz. Hem O'nun hanımlarına bir ihtiyaç soracağınız vakit de perde arkasından sorun. Böyle yapmanız hem sizin kalbleriniz ve hem de onların kalbleri için daha temizdir. Hem sizin Resulullah'a eziyet etmeye hakkınız yoktur. Ondan sonra hanımlarını da ebediyyen nikâh edemezsiniz. Çünkü bu Allah katında çok büyük bir günahtır.

54- Siz bir şeyi açıklasanız da gizleseniz de şüphe yok ki Allah her şeyi bilmektedir.

55- Onlar (peygamberin eşleri) için babaları, oğulları, kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (kadın dostları) ve sahip oldukları köleleri hakkında bir günah yoktur. Bununla beraber (ey Peygamberin hanımları) Allah'tan korkun. Çünkü Allah her şeye şahit bulunuyor.

56- Gerçekten Allah ve melekleri Peygambere salât ederler. Ey iman edenler! siz de ona teslimiyetle salât ve selâm edin.

57- Şüphesiz ki Allah'a ve Resulü'ne eziyet verenlere Allah hem dünyada, hem ahirette lânet etmiştir. Onlara aşağılayıcı bir azab hazırlamıştır.

58- Mümin erkeklere ve mümin kadınlara yapmadıkları bir şeyden dolayı eziyet edenler de bir iftira ve açık bir günah yüklenmişlerdir.

53- "Ey iman edenler! Size izin verilmedikçe peygamberin evine girmeyin..." Ümmetin Peygamber ile ilgili durumu iki şekildedir: Birisi Peygamberle başbaşa olduğu durumdur. O zaman vacip olan onun rahatsız etmemektir. İşte bu sûrenin 53. âyeti olan "Ey iman edenler! Peygamberin evlerine yemeğe çağrılmaksızın vakitli-vakitsiz girmeyin" emri ile bu, beyan buyuruluyor. İkincisi ise Peygamber (s.a.v.) insanların arasında bulunduğu esnadadır. O zaman vacip olan da ona hürmet göstermektir. Yine bu sûrenin 56. âyeti" olan "Ey iman edenler! Siz de ona salat ve selam getirin" ayetiyle de bu beyan buyruluyor. Nur Sûresi'nde de "Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere izin alıp sahiplerine selam vermeden girmeyin." (Nur, 24/27) buyurulmuş, kendi evlerinizden başka evlere sahiplerinden izin almaksızın girmeyiniz diye yasaklama getirilmişti. Bu hüküm genel nitelikli olduğu için, elbette Peygamberin evlerini dahi kapsıyordu. Fakat "Peygamber müminlere canlarından ileridir. Onun eşleri de müminlerin anneleridir." (Ahzab, 33/6) buyurulmakla, Peygamberin müminlere canlarından daha ileri ve hanımlarının onların anneleri olması, müminlerin Resulullahı'ın evine kendi evleri gibi izin almaksızın girebilmelerine caizlik verecek zannedilebilirdi. İşte bu ayet hem böyle bir zanna yer olmadığını anlatıyor, hem bu vesileyle Resulullah'ın eşlerine "hicab"ı (tesettürü) emrediyor, hem de müminlerin anneleri olmalarının mânâsını açıklıyor. Âyetten anlaşıldığına ve İbnü Abbas'tan rivayet olunduğuna göre, birtakım kimselere zaman zaman Resulullah'ın evinde yemek yediriliyordu. Bunlar bazen, yemekten önce yetişinceye kadar bekliyorlar, yemekten sonra da hemen çıkıp gitmiyorlar, Resulullah (s.a.v.) sıkılıyordu, bu ayet nazil oldu. Hz. Zeyneb ile evlendiği zaman yapılan düğün yemeğinde nazil olduğu da Buharî, Tirmizî ve başka kitaplarda Hz. Enes'ten rivayet olunmuştur. Sizin için yemeğe izin verilmedikçe, denilmeyip denilmesi, izin kelimesinin içine davet manasını da yüklemek içindir. Beydâvî'nin ifadesine göre bu mânâ yüklemenin sebebi de, izin verilse bile yemeğe çağrılmadan varmanın güzel olmayacağına işaret etmek içindir. Yemek zamanına bakmaksızın veya yemeğin olmasını gözetmeksizin veya gözetmemek üzere girmeyin.

İNÂ, bir şeyin zamanı gelip çatmak, yahut bir şey kemaline erip yetişmek mânâlarına gelir. Burada ikisiyle de tefsir edilmiştir. Bu "bakmaksızın" kaydı "Girmeyiniz" fiilinin fâilinden haldir. Yani zamanı gözetmemeniz, beklememeniz üzere, size yemeğe izin verilmedikçe girmeyin. Fakat çağrıldığınız zaman da girin. Zamanından önce de olsa girin. Fakat yemeği yediğiniz zaman da hemen dağılın. Hiç durmayın. Söz dinlemek veya sohbet etmek üzere izin verilmedikçe girmeyin. Bu da üzerine atfedilmiştir. Bizim anlayışımıza göre, bu kaydın yararı, yemekten başka maksatlar için de izinsiz girmenin yasaklığını genellemektir. Çünkü o izinsiz, zamansız giriş ve duruş Peygambere eziyet veriyordu. Evini daraltıyor, ev halkını sıkıyordu; fakat sizden utanıyor, girmeyin çıkın demekten sıkılıyordu. Halbuki Allah gerçeği söylemekten çekinmez, sıkılmaz. Yani Nûr Sûresi âyeti gereği, başkasının evine izinsiz girenlerin ve ihtiyaçtan fazla duranları çıkarılması bir haktır. O halde Allah'ın söylediği gibi söylemekten sıkılmamak gerekir. Şayet size "Geri dönün' denilirse dönüp gidin. Bu sizin için daha temizdir." (Nûr, 24/28) İzin ile girdiğinizde de kadınlara bir meta, gerekli bir şey soracağınız veya isteyeceğiniz zaman artık onlara bir "hicab", yani görülmelerine engel bir perde, bir siper arkasından sorun. Bundan böyle "harem", farz kılınmışıtır ki, o zamana kadar Araplar da adet değildi. Öyle yapmanız, izinsiz girmemek, çabuk dağılmak, hareme soracağınızı perde arkasından sormak hem sizin kalbleriniz, hem onların kalbleri için daha fazla temizliktir. Şeytanî düşüncelerden, vesveselerden uzaklaşırsanız, hem kadınların, hem erkeklerin iffet ve ismet hisleri daha fazla yükselir, edeb, nezihlik, takva, hürmet gösterme artar. Hem Resulullah'ı üzmeniz, incitmeniz sizin için doğru ve caiz olamaz. Ona hak ve yetkiniz olmadığı gibi, size yaraşmaz ve hakkınızda iyi olmaz. Onun için onu incitmesi düşünülen durumların ve hareketlerin hepsinden sakınmalı hiçbirini caiz görmemelisiniz. Onun arkasından, yani vefatından sonra hanımlarını nikahlamanız asla olamaz. İşte onların müminlerin anneleri olmalarının asıl mânâsı budur. Öz anneler gibi nikahlarının ebediyen caiz olmamasıdır. Çünkü o günah, Peygamberi üzmek, buna dahil olmak üzere o vefat ettikten sonra hanımları ile nikahlanmak günahı Allah katında çok büyük bulunuyor. Peygambere kasten eziyet etmek inkâr olduğu gibi, hanımları ile nikahlanmayı, helal saymak da öyledir. Resulullah, vefatında da Allah katında öyle muazzam ve öyle saygı gösterilmesi vacip olandır.

54- Siz bir şeyi açıklasanız da gizleseniz de gerek eziyet kabilinden olsun, gerek saygı gösterme, gerek iyilik, gerek kötülük herhangi bir şey, Allah onu bilir. Çünkü Şüphesiz Allah her şeyi biliyor. Onun için ne yapacağını da bilir. Rivayet olunuyor ki bu hicab âyeti nazil olunca babalar, oğullar, akrabalar, "ya Resulullah bizler de mi onlara perde arkasından konuşacağız?" demişler. Onun üzerine de bu ayet nazil olmuş.

55- Onlara, yani hanımlar üzerine şunlarda günah yok ne atalarında ki, babalar ve bütün dedeler, amca ile dayı da bu hükümdedir. Bununla birlikte bu ikisi açıkça belirtilmediği için, bazı bilginler amca ve dayı yanında başörtüsüz oturmayı mekruh görmüşlerdir. Nur Sûresi'ne de bakınız. Ve kendi kadınlarında, kadınların kadınları, genel olarak akrabalarından olan kadınlarla tanıdıkları müslüman kadınlar bununla birlikte Allah'tan korkun, iyi korunun, takvalı, ihtiyatlı bulunun ey Peygamberin eşleri Çünkü Allah her şeye karşı şahit bulunuyor. Buharî şerhi Aynî'de Kadı Iyaz'ın beyanına göre denilir ki: Peygamberin hanımlarına özel olan hicab, yüz ve ellerde dahi ihtilafsız olarak kendilerine farzdı. Onun için ne şahitlik, ne diğer sebeble yüzlerini ve ellerini açmaları kendilerine caiz olmadığı gibi, çıktıkları zaman şahıslarını ortaya koymak da caiz değildi. Nitekim Hz. Hafsa babası vefat ettiği gün, çıktığında şahsını örtmüştü. Vefatında da üzerine bir kubbe bina edilmişti.

56- Çünkü Allah ve melekleri Peygamberi hep salat eder dururlar. Allah Teâlâ rahmet ve nimet vermesi ile, melekler istiğfarları ile ve hizmetleriyle Peygambere daima ikram etmektedirler. Bu sayede yukarda "Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, üzerinize melekleriyle beraber rahmetini gönderen Allah'tır." (Ahzab, 33/43) buyurulduğu üzere müminlere ilâhî feyz inmektedir. Ey iman edenler! Sizler ona salat ve selam getirin, selamlayarak teslim olun. gibi dualarla onun üzerine Allah'ın salavatını, rahmetini ve bereketlerini niyaz edin. Ve selam vererek ona hürmet edin. Ve bir mânâya göre, hiç incitmeyerek teslim olun, boyun eğin.Bu âyet gösterir ki Peygamber'e salavat getirmek farzdır. Ancak tekrarına değinilmemiştir. Sahih olan budur ki, ismi zikrolundukça vacip olur. Bu hususta birçok hadisler rivayet olunmuştur. Bu cümleden omak üzere Resulullah (s.a.v.) buyurmuştur ki:

"Yanında adım zikrolunup da bana salavat getirmeyen kimsenin burnu sürtülsün." Yine buyurmuştur ki: "Allah Teâlâ benim için iki melek görevlendirmiştir. Ben bir müslümanın yanında anıldım da bana salavat getirdi mi, mutlaka o iki melek ona 'Allah seni bağışlasın' derler. Allah Teâlâ ve diğer melekleri de o iki meleğe cevap olarak 'Amin' derler. Bir müslümanın yanında adım zikrolunduğunda da bana salavat getirmedi mi, mutlaka o iki melek: 'Allah seni bağışlamasın' derler. Yüce Allah ve öteki melekleri de o iki meleğe cevaben 'Amin' derler." Bazıları Resulullah'ın adı tekrar tekrar anılsa bile bir mecliste bir kez vacip olur demişlerdir. Nitekim Secde ayetinde de böyledir. Bunun gibi her duanın başında ve sonunda da vaciptir. Namazda diye salavat okumak biz Hanefilerce vaciplerden değil, sünnettir. İbrahim Nehai'den rivayet edilmiştir: "Sahabeler, teşehhüddeki ile yetinebilirlerdi" demiştir. Fakat Şafiî Hazretleri: "Namazın caizliği için salavat şarttır, vaciptir demiştir. Sahabeler: "Ya Resulullah selam vermeyi biliyoruz. Fakat 'salat'ı nasıl getireceğiz?" demişler. O zaman namazda okunan salavat duası müslümanlara öğretilmiştir. Peygamberlerden başkasına salavat, Peygambere tabi olarak caiz olursa da başlıbaşına birisine salavat getirmek mekruhtur. Çünkü örfte peygamberlerin şiarıdır. Nitekim aziz ve celil olmakla birlikte hakkında "azze ve celle" denmez.

57- Çünkü Allah ve Resulüne eziyet edenler. Allah'a eziyet tabiri mecazdır. Allah hakkında uygun olmayan söz söyleyen veyahut Allah'ın razı olmayacağı fiiller yapan veya Allah'ın sevdiği kullarına eziyet eden demektir. Allah onları lanetlemiş, rahmetinin alanından uzaklaştırmış. Dünyada da ahirette de. Dünyada melunlukları hayır ve doğru yoldan mahrumiyetleridir. Ve onlara hakir kılıcı, zelil edici bir azab hazırlamıştır.

58- Erkek müminlere ve kadın müminlere kazanmadıkları, yani sebeb olmadıkları, hak etmedikleri bir şekilde eziyet edenlere de mutlak eziyet maddî ve manevî ve fiilî eziyetten daha geneldir. "Kazanmadıkları ve sebeb olmadıkları" kaydı da, kazanma ve hak etmeye göre, "had vurmak" (şeriatça verilen ceza) ve ta'zir yapmak (şer'an belirlenmiş cezası bulunmayan bir suçu işleyene takdir edilerek verilen ceza) gibi, adaletle iyiliği emir ve kötülükten sakındırmak için, verilen cezaların hüküm dışı bırakılması içindir. Allah ve Resulü hakkında ise, öyle bir "Hak etme" düşüncesi asla var sayılamaz. Onun için Allah'a ve Resulü'ne her ne şekilde olursa olsun eziyet edenler mutlaka lanete uğramış ve aşağılayıcı azabı hak ettikleri gibi, erkek müminlere ve kadın müminlere de hak etmedikleri bir şekilde eziyet edenler bir iftira yüklenmişlerdir. İşitenin donakalacağı çirkin bir yalan, çirkin bir isnat ve iftira ki sözle olan eziyette bu iftira açık, fiilî olan eziyette ise zımnî olur. Hem açık bir günah, besbelli bir vebal. Münafıklardan ve fasıklardan bir takım çapkınlar, geceleyin tuvalet ihtiyaçlarını gidermek için dışarı çıkan kadınları takip eder, cariyelere söz atarak sataşırlarmış. Kılık farkı olmadığı için bu arada bilmeyerek veya bilmezden gelerek hür kadınlara dahi takılır eziyet verirlermiş. Bundan sonraki gibi bu ayetin de bu sebeble nazil olduğu söylenmiştir. Bundan dolayı imanlı hür kadınların kendilerine söz getirmemek, eziyet gelmemesine vesile olmak üzere vakar ve haysiyetle tanınmaları için tam bir tesettür ile örtünmeleri emrolunarak buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

59- Ey peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına hep söyle de cilbablarından (dış elbiselerinden) üzerlerini sımsıkı örtsünler. Bu onların tanınmalarına, tanınıp da eziyet edilmemelerine en elverişli olandır. Bununla beraber Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.

60- Andolsun ki, eğer münafıklar ve kalblerinde bir hastalık olanlar ve Medine'de dedikodu yapanlar, bu yaptıklarından vaz geçmezlerse, mutlaka seni onlara musallat ederiz. Sonra seninle orada az bir zamandan fazla komşu kalamazlar.

61- Melun olarak nerede bulunurlarsa yakalanırlar ve öldürülürler.

62- Allah'ın bundan önce geçenler hakkındaki kanunu budur. Ve sen Allah'ın kanununu değiştirmeye asla çare bulamazsın.

63- İnsanlar sana kıyamet saaatini soruyorlar. De ki: "Onun ilmi ancak Allah'ın nezdindedir. Ne bilirsin belki kıyamet yakında olur."

64- Şu muhakkak ki, Allah kâfirleri lânetlemiş ve onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır.

65- (Onlar) orada ebedî kalırlar ve ne bir dost bulabilirler, ne de bir yardımcı.

66- O gün yüzleri ateş içinde çevirilirken: "Ah keşke Allah'a itaat etseydik, peygambere itaat etseydik!" derler.

67- Yine derler ki: "Ey Rabbimiz! Biz beylerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi yanlış yola götürdüler."

68- Ey Rabbimiz! Onlara azabın iki katını ver ve kendilerini büyük bir lânet ile lânetle."

59- Ey Peygamber! Hanımlarına da, kızlarına da, bütün müminlerin kadınlarına da söyle. Görülüyor ki, burada yalnız Peygamberin hanımlarına ve kızlarına değil, Nur Sûresi'ndeki "Baş örtülerini yakalarının üstüne koysunlar, zinet yerlerini göstermesinler." (Nûr, 24/31) âyeti gibi müminlerin kadınları dahi bu hükmün kapsamına dahil edilmiştir. Bununla birlikte müminlerin kadınlarında aslolan hürriyet olduğu için, bundan kastolunanın hür kadınlar olduğu beyan edilmiştir. Araplarda tesettür adet değildi. Cahiliyet devrinde kadına hürmet yoktu. Eski cahiliye kadınlarında erkeklerin dikkatlerini çekecek şekilde göz alıcı biçimde açık saçık çıkan, açılıp saçılan orta malı olanlar bulunurdu. Bundan dolayı kız çocuklarını diri diri gömenler olmuştu. İslam ise kadının şanını iffet ve ısmetle, vakar ve haysiyetle yükseltiyordu.

Nur Sûresi âyetleri "Mümin erkeklere söyle, gözlerini sakınsınlar" (Nur, 24/30) ve "Mümin kadınlara da söyle, gözlerini sakınsınlar." (Nur, 24/31), mümin erkeklerin ve mümin kadınların, yani bir cinsin karşı cinse göz dikmeyip, bakışlarını kısarak edeblerini ve iffetlerini korumayı öğreterek terbiyelerini yükseltmiş olduğu gibi, burada da imanlı hür kadınların hiçbir şekilde eziyete uğramamalarını pekiştirmek için buyuruluyor ki: Cilbablarından üzerlerini sıkı örtsünler.

CİLBAB: Baştan aşağı örten çarşaf, ferace, câr gibi dış elbisenin adıdır. "Kadınların elbiselerinin üstüne giydikleri her çeşit giysidir." " Tepeden tırnağa örten giysidir", "Kadınların tesettür ettikleri her türlü elbise ve başka şeylerdir." "Çarşaf ve peçedir".

İDNÂ: Yaklaştırmak demek ise de, âyette ile kullanılması, kapsamak suretiyle sarkıtmak mânâsını da ifade ettiğinden üzerinden sıkı örtmek demek olur. Cilbabdan örtmek tabirinde de iki şekil vardır. Birisi cilbablarından birisiyle bütün bedenini sıkıca örtmek, birisi de bir cilbabın bir tarafıyla başından yüzünü örtmek demek olur. Bu beyanda da iki suret vardır. Birisi kaşlarına kadar başını örttükten sonra büküp yüzünü de örtmek ve yalnız tek bir gözünü açık bırakmak. ikincisi de alnının üzerinden sıkıca sardıktan sonra, burnunun üzerinden dolayıp gözlerini ikisi de açık kalsa bile, yüzün büyük bir kısmını ve göğsü tamamen örtmüş bulunmaktır. Rivayet olunduğu üzere Ümmü Seleme (r.a.) demiştir ki: "Cilbablarından üzerlerini sıkı örtsünler' âyeti nazil olduğu zaman Ensar kadınları üzerlerine siyah elbiseler giyerek öyle bir ağırbaşlılık ile çıkmışlardı ki, başları üstünde kuşlar varmış gibi idi."

Hz. Aişe'den rivayet edilmiştir ki; "Ensar kadınlarına Allah rahmet etsin. Bu "Ey Peygamber, hanımlarına, kızlarına bütün müminlerin kadınlarına da söyle" âyeti indiği zaman mırtlarını yardılar, onunla başlarını sardılar da Resulullah'ın arkasında öyle namaz kıldılar ki, sanki başlarında kargalar varmış gibi..." demiştir. Bu tesettür onların tanınmalarına, dağınık cariyelerden, adi kadınlardan vakar ve heybetle seçilerek hürmet edilmelerine ve dolayısıyla incitilmemelerine elverişli olan biçimdir. Gerçi eziyeti kendilerine davet edecek olan içi bozukları örtü tutacak değildir. Fakat imanlı, temiz kadınların, kirli bakışlardan yuvalarında gizli inciler gibi korunmuş kalmalarına en uygun olan biçim de budur. Asıl o zamandır ki onlara eziyet edecek olanların açık bir vebal ve iftira yüklenmiş oldukları ortaya çıkar. Ve dolayısıyla bundan önceki ve sonraki âyetlerin hükümlerine dahil olacakları anlaşılır. Bununla birlikte Allah bağışlayıcı ve çok merhamet edici bulunuyor. Burada yukardaki âyetlerin eki gibi getirilen bu son cümle çok anlamlıdır. Bu bize şu mânâları ilham eder:

1- Allah'ın bağışlaması çoktur. Bugüne kadar geçmiş açıklıkları bağışlar. O kusurları örter. Rahmeti de çoktur; bundan böyle emrini tutanları rahmetiyle arzusuna çok ulaştırır.

2- Allah bağışlayıcı ve merhametli olduğu içindir ki, kadınlara eziyet edilmesine razı olmaz ve onun için örtülmelerini emreder.

3- Tesettür emrolunduğundan dolayı da kadınlar bir baskıya uğratılmasın, aşırıya gidilmesin; çünkü Allah bağışlayıcı ve çok merhametlidir. Bu emri onların aleyhine değil, lehine olarak vermiştir demek de olabilir.

60-61-O bağışlayıcı ve merhametli olan Allah, bu emri verdikten sonra emniyeti ve asayişi, ahlak ve huzuru bozanlara karşı celal ve azametle buyuruyor ki, Ululuğum hakkı için söylerim ki, eğer vaz geçmezlerse o münafıklar, münafıklıktan ve onun eziyete sebeb olan hükümlerinden ve ahlâkından ve o kalblerinde hastalık bulunanlar, henüz İslâm terbiyesini tam almamış, fasıklığa ve günaha meylederek erkek müminlerle, kadın müminlere eziyet eden ahlaksızlar şehirde bozguncu haberler yayanlar.

İRCAF, aslında sarsıntı mânâsına olan "recfe"den alınarak ortalığı sarsacak tahrikler yapmak demektir ki, fiilî de olur, sözlü de. Bundan dolayı yalan yanlış uydurma haberler yaymaya "ircaf" denildiği gibi, o yoldaki yalanlara da "eracif" denilir. Bunu yapanlar içinde münafıklar dahi varsa da ayrıca zikrolunması daha başkalarını da göstermiş oluyor ki Medine ve civarındaki yahudilerdi. Bütün bunlar akıllarını başlarına alıp bu kötü huylarından tevbe ederek bu yaptıklarından vaz geçmezlerse azamet ve şanım hakkı için mutlak ve muhakkak seni onlara musallat kılar, saldırtırım, öldürülmelerine ve uzaklaştırılmalarına teşvik ve sevk ederim. "Sonra da senin civarına pek az yaklaşabilirler."

62- Allah'ın bundan öncekiler hakkındaki adetine göre, yani adet etmiş olduğu kanun gereğince. Çünkü bir memlekette, bir yerde fitne ve fesada koşanlar öteden beri her millette öldürme ve uzaklaştırma ile cazalandırıla gelmişlerdir. Sen de Allah'ın o adetinde ve kanununda bir değişme bulamazsın. Yani geçmiş ümmetlerdeki birtakım hükümleri ve kanunları nesh eden İslam dini öyle zararlı ve fesatçı olanları savmak ve uzaklaştırmak kanununu, nesh etmek ve değiştirmek için gelmemiştir. Çünkü Allah fesatçıları sevmez ve müslümanlık bozgunculuğu çoğaltmak için değil, rahatlık ve barışı çoğaltmak içindir.

63-68- İnsanlar sana kıyameti soruyorlar. Kur'ân'ın tehdit ve uyarısı geldikçe, müşrikler alay yollu, tez olmasını isteme şeklinde, münafıklık ve komiklik için; yahudiler de imtihan için kıyametin ne zaman kopacağını sorar dururlardı. "De ki: Onun bilgisi Allah katındadır."

Şimdi peygambere olan bu seslenişten sonra, yine müminlere selenilerek buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

69- Ey iman edenler: Sizler Musa'ya eziyet edenler gibi olmayın. Eziyet ettiler de Allah onu, onların söylediklerinden temize çıkardı. O, Allah yanında mevki sahibi idi.

70- Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sağlam söz söyleyin,

71- Ki (Allah) işlerinizi yoluna koysun ve günahlarınızı bağışlasın. Her kim Allah'a ve Resulü'ne itaat ederse, o gerçekten büyük murada ermiştir.

72- Biz o emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik, onlar, onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onu insan yüklendi. O gerçekten çok zalim ve çok cahildir.

73- Çünkü Allah münafık erkeklerle münafık kadınlara, müşrik erkeklerle müşrik kadınlara azab edecek, mümin erkeklerle mümin kadınların da tevbelerini kabul edecektir. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.

69- Musa'ya eziyet edenler gibi olmayın. Bu âyet de Resulullah'ın Zeyneb'le evlenmesinden dolayı edilen sözler üzerine, bir rivayette de "İfk" meselesi üzerine inmiştir deniliyor. Musa'ya verilen bu eziyet hakkında da çeşitli rivayetler ileri sürülmüştür.

1- Hazreti Musa, çok edebli bir kişi olduğu için, pek sıkı örtünüp bedenini kimseye göstermediğinden dolayı, İsrailoğullarından birtakım kimseler "Bu neye bu kadar örtünüyor? Mutlaka vücudunda bir ayıp veya bir felaket, hastalık var" diye söz etmişler, sonra da bir gün ıssız yerde elbisesini bir taşın üzerine koymuş yıkanırken Allah tarafından taşın yuvarlanmasıyla bastonunu kapıp onu izlerken büyük bir kalabalık rast gelip kendisini Allah'ın yarattığı en güzel bir vücud ile görüvermiştir.

2- Kardeşi Harun'u öldürdü demişlerdir.

3- Haşa zina etti demek istemişlerdir. Karun azdığı zaman sürtük bir kadına birçok mal vererek Hz. Musa'ya nefsiyle iftirada bulunmak üzere teşvik ve sevk etmiş, fakat sonunda kadın Karun ile aralarında geçen macerayı, itiraf edivermiştir. Ki Allah onu onların dediklerinden ibra etti, temize çıkardı. Onu lekelemek isterlerken Allah kendilerini rezil ve rüsvay etti. Ve Allah katında "vecîh idi veya "vecîh" oldu.

VECİH: Vecahetli, haysiyet ve mevki sahibi, şerefli, sevgili, tam Türkçesiyle "yüzlü" idi. Onun için duasını kabul ediverdi de düşmanlarını da kahreyledi veya daha yüzlü oldu, daha çok şerefi ve namı arttı. Muhammed (s.a.v.) ise, Resulullah ve peygamberlerin sonuncusu olduğu ve Allah ve melekleri hep ona salavat getirmekte bulunduğu için, Allah katında daha vecîh, daha sevgilidir. Onun için gerek Zeyneb meselesi ve gerek başka herhangi bir hususta onu incitecek sözler söyleyenler, uydurma haberler yayanlar kendilerine yazık etmiş olurlar.

70- Ey iman edenler! Allah'tan korkun, takvalı olun. İmana yaraşmaz şeylerden korunun ve sağlam, doğru söz söyleyin. Hangi hususta olursa olsun bir söz söylediğiniz zaman, hak ve doğru hedefine yönelmiş sağlam söz söyleyin. Sonunda yalan çıkacak, söyleyenlerini küçük düşürecek çürük sözler söylemeyin.

71-O düzme sözlerle meşgul olanlara benzemeyin ki Allah size amellerinizi düzeltiversin, işlerinizi yoluna koyuversin. Çünkü bir toplumun sözü ne kadar sağlam olursa, işleri de o oranda düzgün olur. Sözü sağlam olanın özü de sağlam olur. Özü sağlam olanın işi de sağlam olur. Ve günahlarınızı bağışlaması ile örtüversin, çünkü halleri düzgünlük kazananların günahları da örtülür. Her kim de Allah'a ve Resulü'ne itaat ederse. Bu yükümlü kılmalarının içine dahil bulunan emirlerini ve yasaklarını tutarsa -ki Allah'a itaat Resulüne itaatla olur- o gerçekten çok büyük maksada ermiştir. Büyük kurtuluşa, en büyük hoşnutluğa ermiştir.

72- Bunu sırrı ve hikmeti de şöyle izah buyuruluyor: "Biz emaneti arz ettik.."

EMANET, aslında mimin ötresiyle fiilinden masdar olup eminlik, yani başkasının hakları güvenilip inanılabilir, inanç olmak, inançlık huyu demektir. Sonra güvenilip inanılan şeye de isim olmuştur ki, "Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline vermenizi emrediyor." (Nisâ, 4/58) âyetinde bu mânâya idi. "Emanet" "vedîa"dan daha geniştir, denilir. Burada her iki mânâ da olabilirse de önceki daha uygundur. Çoğunlukla tefsirciler bunu "yükümlülükler" ve "farzlar" diye tefsir etmişlerdir. Bunu şöyle anlamak gerekir. Allah'ın gerek kendi hakları ve gerek insanların hakları ile ilgili emirlerinin ve yasaklarının, hükümlerinin yerine getirilmesine Allah'ın emîn'i, inanç memuru olmak demek olan emanetini, yani Allah'ın diğer eşyada olduğu gibi zorlama ile cebren değil, hoşnutluk ve gönülden tercihle yaptırmak istediği serbest fiillerden emrine itaatla halifeliği demek olan görev ve yükümlülüğü o göklere ve yere ve dağlara, yukarıda ve aşağıda o ağır ve büyük varlıkların ve gök cisimlerinin hepsine teklif eyledik de onlar onu yüklenmekten kaçındılar ve çekindiler, gerçi gökler ve yeryüzü, Allah Teâlâ'nın "İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin," (Fussilet, 41/11) gibi kainata yönelttiği emirlerini "İsteyerek geldik." (Fussilet, 41/11) diye isteyerek kabul ettiler. Öyle iken başkalarının haklarının yüklenmek mânâsını ifade eden emanet kendilerine teklif olunduğu zaman çekindiler ve ondan korktular. Emanet, böyle göklerin ve yeryüzünün ve dağların dayanamayacakları derecede ağır, yerine getirilmesi zor, sorumululuk getiren büyük ve korkunç bir yüktür. Burada "teklif" etmeyi ve "yüz çevirme"yi gerçek mânâsı üzere anlayan tefsir bilginleri varsa da, çokları emanetin büyüklüğünü beyan için "temsili istiare" biçiminde bir ifade olduğu kanaatine varmışlardır. Emanet ifa edildiği takdirde sonuçları çok büyük bir keramet olduğu gibi, yerine getirilmediği takdirde de hıyanet ve tazmin etmek cezası ile büyük bir rüsvaylıktır, rezalettir. İnsan ise onu yüklendi, (belâ) dedi, teklifi ve halifeliği kabul etti. O insan çok zalim ve çok cahil bulunuyor. Her ferdi değil, insan cinsi.

ZALÛM: Çok zalim, zulme haksızlığa çok yatkın, Allah'ın ve Allah'ın kullarının haklarını yüklendiği halde, gerektiği gibi ifa etmeyip kendine yazık ediyor.

CEHÛL: İddiası gibi âlim değil, aksine çok cahil, çünkü akıbetinin nasıl olacağını bilmiyor, onun için zulmediyor.

73-Halbuki o yeryüzünün hikmeti ve emaneti yüklenmesinin sonu şudur: Elbette Allah akıbette münafıkların erkeğine, kadınına ve müşriklerin erkeğine ve kadınına azab edecek, emanete hıyanetin, zulümlerinin cezasını verecek. Gerek erkek, gerek kadın müminlere, emaneti eda etmeye çalışan imanlılara da tevbelerini kabul ederek dönüp dönüp bakacak, bağış ve rahmeti ile cemalini gösterecek. Ve Allah bağışlayıcı ve çok rahmetli bulunuyor. Münafıklar, müşrikler de tevbe edip imana gelirlerse, onların tevbelerini kabul edip bağışlar. Demek ki emaneti yerine getirmeyen görevlerini yapamayanların sonu çok fena olduğu gibi, Allah'a ve Resulü'ne itaat edip de iman ile emaneti yerine getirenler de en büyük kurtuluşa ermiş, ilâhî cemale kavuşmuş olacaklardır. Şüphesiz ki bu nimet ve rahmet hamdetmeye ve şükretmeye layıktır. Onun için bundan sonra Sebe' Sûresi'nin de "Allah'a hamd" ile başlaması ne güzeldir. "Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun."







KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)


34-SEBE':

1-Kur'ân'da hamd ile başlayan beş sûre vardır. İkisi ilk yarısında, En'am ile Kehf; ikisi de son yarısında bu sûre ile bundan sonraki Melaike (diğer adıyla Fâtır) Sûresi, birisi de Fatiha'dır ki, hem ilk yarı ile okunur hem son yarı ile. Razî der ki:

"Bunun hikmeti şudur: Yüce Allah'ın nimetleri pek çok ve bizim saymaya gücümüz yok olmakla birlikte, esas itibarıyla iki kısımdır: Birisi "İycad" (yoktan var etme) nimeti, birisi de "İbka" (devamlı ve sürekli kılma) nimetidir. Çünkü yüce Allah bizi önce rahmetiyle yaratmış ve bizim için durabileceğimiz şeyler de yaratmış, yoktan var etmiştir. Bu nimet birde iade olunacaktır. Çünkü O bizi, başka bir diriltme ile bir daha yoktan var edecek ve bizim için devam edecek şeyler de yaratacaktır." Demek ki bizim bir başlangıç ile, bir yeniden yaratılma iki halimiz vardır. Her iki halde de üzerimizde iki nimet var. Yoktan var etme ve ibka (devamlı ve sürekli kılma). Fatiha Sûresi'nde her iki nimete işaretle "Hamd Alemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, Din gününün tek sahibi Allah'adır." (Fatiha, 1/1,2,3) buyrulduğu gibi, ilk yarıda En'am Sûresi'nde nimeti yoktan var etme şükrüne işaret olmak üzere, "Hamd olsun o gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a." (En'am, 6/1) buyuruldu. Kehf Sûresi'nde de nimeti sürekli kılmaya şükür olmak üzere, "Kitabı kulu üzerine indiren Allah'a hamd olsun." (Kehf, 18/1) buyuruldu. Çünkü Kitap ve Şeriat varlığı koruma sebebidir. Son yarıda bu sûrede ahiret nimeti ve yeniden yaratılma hatırlatılarak buyuruluyor ki: Hamd, övgü ile ululanmak Allah'ındır. Allah'ın hakkı, Allah'ın özelliğidir. O ki bütün göklerdeki ve yerdeki hep O'nundur. O'nun yaratması, O'nun mülkü, O'nun nimetidir. Bu dünyada insanların elinde ne varsa hep emanettir. Ahirette de hamd O'nundur. Yani bu önün bir sonu, bu dünyanın bir ahireti var. O ahiret ve ahiretteki nimetler de O'nun ve onun için önünde hamd O'nun olduğu gibi, sonunda da hamd O'nundur. Ahiret, kazanma ile ilgili olduğu için, orada hamd, O'nun hakkı değil zannedilmesin. Onu hikmetiyle hazırlayan çalışanların, çalışmasını ve çabasını zayi etmeyip çabasına ve kazanmasına göre, ecrini ve karşılığını verecek olan O'dur. Ve gerek dünya nimetleri ve gerek ahiret nimetleri, kazanma ile ne kadar ilgili olursa olsun esas itibariyla kazanıp hak etmekten daha çok bir ihsan yoluyla olduğunda da şüphe yoktur. Cennetlikler "Hamd olsun Allah'a ki bizi hidayetiyle buna kavuşturdu. Eğer Allah bize hidayet etmeseydi kendiliğimizden bunun yolunu bulmuş olamazdık.." (A'raf, 7/43) diye, "(Dediler): Bize vaadinde doğru olan, bizi cennetten neresini dilersek yerleşmek üzere buraya mirasçı yapan Allah'a hamdolsun". (Zümer, 39/74) diye, "Derler:

Bizden tasayı gideren, Allah'a hamdolsun. Gerçekten Rabbımız çok bağışlayıcıdır, çok nimet vericidir ki, ihsanından bizi durulacak bir yurda yerleştirdi." (Fatır, 35/34,35) diye türlü hamdlerle hamd edecekler ve bütün dualarının sonu da "Hamd âlemlerin Rabbı olan Allah'adır." (Yunus, 10/10) olacaktır. Dünyada hamd bir görev, bir ibadet, ahirette ise bir zevk duyma, zevk almadır. Ve O, öyle hakîm, hikmetiyle dünyayı ahirete, ahireti dünyaya bağlayarak iki alemin de işlerini sağlam biçimde idare eden, hamdetmeye layık olan hakîm öyle habîrdir. Her şeyin sırrını içyüzünü, önünü ve sonunu bilir. Bilerek işleri idare eder.

2-Öyle haberdardır ki bilir yeryüzüne ne giriyor, yerkürenin içine çevresinden ne sokuluyor, mesela neler yağıyor, neler gömülüyor, neler ekiliyor, neler saklanıyor. Ve ondan ne çıkıyor, ne dışarı çıkıyor? Hayvanlardan, bitkilerden, madenlerden, buhardan kokulardan, hararetten, soğukluktan ve başka şeylerden neler içinden dışına çıkıyor. Ve gökyüzünden ne iniyor; mesela yağmurdan, kardan, şimşekten, yıldırımdan, taştan, akan yıldızdan, aydınlıktan, hararetten ve diğer maddi ve manevî güçlerden ve meleklerden neler yerküreye iniyor. Ve gökyüzüne ne çıkıp yükseliyor. Mesela, ne gibi buharlar, ne çeşit gazlar, ne gibi maddeler, güçler, melekler, ruhlar, dualar, götürüp taşıyanlar, yankılar semaya yükselip çıkıyor. Kısacası hem yerin, hem göğün karşılıklı olarak gelir ve gider bütçelerini sadece bütün kalemleriyle değil, bütün tahakkuklarıyla da tamamen bilir ve hepsinin önünü, sonunu o şekilde idare eder. Hem O öyle rahîm, öyle bağışlayıcıdır. Hakîm, her şeyden haberdar olduğu gibi, rahîm ve bağışlayıcıdır da. Hamd edenlere rahim, rahmetli; kusur edenlere bağışlayıcıdır. Bu sebeble de dünya va ahirette hamd O'nundur. Burada bu "Esma-i Hüsnâ'nın zikredilmesi, ahiretin mümkün olabilirliğini kolay tasavvur ettirmek içindir.

3-5- Öyle olmakla birlikte inkâr edenler, yani Allah'a o şekilde hamd etmeyip o sıfatlarını ve ahiret kudretini inkâr edenler dediler ki.. buradaki "vav" yemin vavıdır. Bu ifade kelimesinin sıfatıdır. Taberi'nin beyanına göre, "gayb"dan maksat, insanların henüz bilmedikleri mümkinat (olabilir şeyler) tır ki, gerek hiç yaratılmamış olsun, gerekse yaratılmış da henüz kimse bilmemiş olsun. Burada bu nitelikle niteleme iki nükte, iki ince mânâ ifade eder. Birisi geleceği haber verilen "saat"in, yani kıyamet gününün ne zaman geleceğini yalnız O'nun bildiğini anlatır; birisi de dağılmış parçaların toplanmasını uzak görerek, imkân dahilinde görmeyerek onu inkâr edenlere cevap noktasını gösterir. Bunun benzeri Kaf Sûresi'nde "Fakat yeryüzünün onlardan neyi eksilttiğini biz mutlak biliriz." (Kaf, 50/4)dir. Yani ilmi böyle olan habîr, her şeyden haberdar, ve hakîme bu nasıl imkânsız olur? Ne göklerde, ne yeryüzünde zerre ağırlığı, yani en küçük karınca miktarı, ufak bir mikrop veya molekül O'ndan uzak kalmaz, ilminden kaçmaz ve ne o zerre ağırlığından daha küçüğü, atom, elektron, bir tek parça, parçalanmayan en küçük parça derecesinde en küçük sonsuz ne de daha büyüğü, tamamına varıncaya kadar hiçbiri O'nun ilminden gaib olmaz. Hepsi huzurunda apaçık bir kitaptadır. Tefsir bilginlerinin çoğu burada "Kitab-ı Mübin"i, "Levh-i Mahfuz" diye tefsir etmişlerdir. Fakat bunun "Yaş ve kuru hiçbir şey müstesna olmamak üzere hepsi apaçık bir kitaptadır." (En'am, 6/59) âyetinde olduğu gibi, doğrudan doğruya ilâhî ilmi anlatıyor olması daha açıktır. Yani gaib ve hazırı ile bütün kainat, Allah'ın huzurunda apaçık bir kitap gibi açık, malum, besbellidir. Buradaki yukardaki fiiline bağlı ve O'nun hikmetini beyan içindir. Yani Allah'ın, o iman edip salih ameller işleyenlere mükafat vermesi için muhakkak o saat gelecek... O halde sözün özü şu oluyor: Hikmet o saatin gelmesini gerektiriyor. Hem gaybı, hem de büyük küçük, gizli aşikar, bütün parçaları ve bütünüyle tüm kainatı kuşatan kamil, mükemmel bir ilim var, bütün onları yoktan var eden kudret de var. O halde o saat neden gelmesin?

6-Elbette gelecek, bu önün bir sonu olacak, müminlere mükafat, kâfirlere ceza verecek, kâfirler onu inkâr ediyorlarsa da onlara karşılık Kendilerine ilim verilenler, Resulullah'ın sahabeleri ve ümmetinden onların izince gidenler veya ehli kitap bilginlerinden ilmiyle amel edip de imana gelenler sana Rabbından indirileni, yani Kur'ân'ı görüyorlar ki o sırf hak hem de "Çok güçlü ve övgüye lâyık olan Allah'ın yoluna götürür." Azîz, çok izzetli, çok onurlu, kahreder de aslâ mağlub edilmez.

HAMÎD: O hamdin sahibi, dünyada ve ahirette hamd kendisinin hakkı olan yüce Mahmud'un yolunu gösteriyor. Doğrudan doğruya caddeyi gösteriyor. O yüksek izzet ve hamdi duyuruyor. Ona ermek zevkini veriyor. Yolunu da bildiriyor.

7-8-Böyle iken, O inkâr edenler, âyetlerimizi hükümsüz bırakmak için çalışan, yarışan kâfirler dediler. Kureyş kâfirleri peygamberlik ile alay yollu aralarında demişlerdir ki "Size bir adam gösterelim mi?..." Hayır, doğrusu ahirete inanmayanlar uzak sapıklık ile azab içindedirler. Onun için öyle saçma sapan konuşuyorlar.

Ahirete imanı olmayanların, ahirette görecekleri azabtan başka dünyada da vicdanları azab içindedir. Çünkü dünyanın faniliği görüldüğü için, ahiret inançları olmayanların kötümser olmaları tabiidir. Sonu hakkında kötümser olan vicdanların ise, azab içinde bulunduğunda şüphe yoktur. Ancak ölümü kendisi için kurtuluş saydıracak bir azab içinde olursa bu başkadır. Peygambere karşı o saçma sapan sözleri söyleyen kâfirler de böyle telaş ve şaşkınlık içinde idiler. Bu şekilde bu "ıdrab" (Sözün akışın değiştirerek öncekinden bir başkasına geçme), Allah tarafından o kâfirlerin hallerini beyan ile sözlerini hükümsüz bırakmaktır.

9- Kör mü onlar? O göklerden ve yeryüzünden önlerine ve arkalarına bakmazlar mı? Nasıl bir şekilde bulunuyorlar? Dilersek biz onları yere geçiriveririz. Bir sarsıntı ile yerin yarılıvermesi bir anlık bir iş veya üstlerine göklerden parçalar düşürüveririz. Bununla için de bir göktaşı parçaları veya bir yıldızın yeryüzüne çarpıvermesi yeterlidir. Bu tehdid cümlesi, arada parantez arası cümlesi gibidir. Şüphesiz ki onda, o göğe ve yere bakıp da önünü ardını düşünmekte mutlak bir âyet bulunur. Bir delil, açık bir alamet bulunur ki, Allah'ın kudretini ve Peygamber'in dediğini ve gerçekten didik didik dağıldıktan sonra da yeni bir yaratmanın mutlak olduğunu ve bu yaratılmanın boş bir oyuncaktan ibaret olmayıp bu dünyanın bir ahireti bulunduğunu anlatır. Fakat herkes için değil Allah'a dönen her kul için "inabe" eden, yani tutuculuktan vazgeçip Hakk'a dönen her kul için.

Buna tarihten güzel bir örnek vermek üzere buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

10- Andolsun ki, biz Davud'a tarafımızdan bir fazilet verdik. "Ey dağlar! Onunla beraber tesbih edin." dedik ve bunu kuşlara da (emrettik) ve ona demiri yumuşattık.

11- Bol bol zırhlar yap ve biçimlemede ölçüyü gözet dedik. Siz de iyi işler yapın, çünkü ben her yapacağınızı gözetiyorum.

12- Süleyman'ın emrine de rüzgarı verdik. Sabah gidişi bir aylık, akşam dönüşü bir aylık yol idi. Erimiş bakır menbaını da ona sel gibi akıttık. Hem Rabbi'nin izniyle elinin altında cinlerden de çalışan vardı. Onlardan da kim emrimizden dışarı çıkarsa ona ateş azabından tattırırdık.

13- Onlar, ona mihrablar, timsaller (heykeller) ve havuzlar gibi çanaklar ve sâbit kazanlardan her ne isterse yaparlardı. Çalışın ey Davud hanedanı, şükür için çalışın. Ama kullarım içinde şükreden azdır.

14- Ne zaman ki Süleyman'a ölümü hükmettik, cinlere onun ölümünü sezdiren olmadı. Yalnız bir güve böceği yere dayandığı asâsını yiyordu. Bu sebeple Süleyman yere yıkılınca ortaya çıktı ki, cinler eğer gaybı bilir olsalar o zilletli azab içinde bekleyip durmazlardı.

10- Şanıma yemin ederim ki, Davud'a, en güzel "inabe" etmiş olan Davud (a.s.)'a verdik. Bizden, bizim tarafımızdan, yani gelişi güzel değil, yüce Allah'ın azametini ayrıca bir özellikle ifade eden sırf ilâhî bir bağış, olağanüstü bir mucize olarak bir ihsan, o zamana kadar peygamberlere verilenlerden fazla bir âyet, bir nimet verdik. Şöyle ki: Ey dağlar! Dedik. Onunla birlikte zikir yapın, ötün, çınlayın siz de ey kuşlar, Enbiya Sûresi'nde geçen "Dağları ve kuşları Davud ile birlikte tesbih etmek üzere boyun eğdirmiştik." (Enbiya, 21/79), Sâd Sûresi'nde gelecek olan "Gerçekten biz dağları kendisine râm eyledik ki bunlar akşamleyin ve kuşluk vakti onunla birlikte durmayıp tesbih ederlerdi. Toplanıp gelen kuşları da. Herbiri ona dönücü idi." âyetleri (Sad, 38/18,19) bunun tefsiri demektir.Yani Davud'a öyle güzel bir ses, öyle şanlı bir eda verilmiştir ki akşam, sabah tesbih ettikçe onun sesine bütün dağlar ve kuşlar katılırlar, çınlar öterlerdi. Demek ki güzel sesle nağmeler Davud'un özel bir üstünlüğü, kuşları dahi başına toplayan bir mucizesi olmuştu. Bu mânâ iledir ki, Davudî ses meşhur olduğu gibi, Davud'un Mezamir'i (Zebur'un Sûreleri) de meşhurdur. Bu güzel sanatı, İslam'da kesin olarak kınanmış bir sanat zannedenler olmuştur. Fakat bilmek gerekir ki, kınanmış olan fasıklığa yol açan nağmelerdir. Yoksa Kur'ân okunurken, tertil (Kur'ân'ı usulüne göre okuma) ve sesini güzelleştirme emrolunan bir şeydir. Bu konuda sahih hadis kitaplarında birçok hadisler vardır. Birçokları "gına"nın yani musikînin etkisini ruhanî zannederler. Böyle bir zan, ruhu hava zannetmektir. Ses bir hava titreşimi olduğu için, müziğin doğrudan doğruya verdiği etki ve heyecan, bir öpücük zevki gibi cismanî ve sinirsel bir etkidir. "Teganni" yani bir parçayı makamla okuma, ancak bir kelimenin, bir sözün mânâsını ruha duyurmaya hizmet etmesi itibarıyladır ki ruhanî bir değer alabilir. Fasıklar hep şehvete yönelen konularla cismanî heyecan aradıkları için, mânâyı öldürerek sadece sinirlere basan kuru nağmelerle cismanî etki arar. Bu ise ruhanî şuuru terbiye değil yok eder. Belki fasık için tamamıyla kendinden geçip hiçbir şey hissetmeyerek mest olmak bir zevkdir. Fakat dinin, şeriatın vermek istediği zevk bu değil, güzel mânâlı, mukaddes şuurlu bir hayat yaşatmaktır. Şeriat istiyor ki, Kur'ân okunurken ses güzelleştirilsin, makamla okunsun, ancak ifadenin metnini bozarak, mânâyı unutturarak kuru ses izleyen fasıkların bestesiyle ve nağmeleriyle değil, sözlerin tecvidini, fasihliğini bozmayarak mânâsının, belagatının (iyi, güzel, pürüssüz söz söyleme) incelikleriyle duyurarak şuurlu bir hayat yaşatacak olan bir seda ile okunsun ki, buna Peygamberin hadisinde "lühûn-ı Arap" denmiş, kırâet ilminde "Tecvid" diye tarif olunmuştur. Bu suretle biz Kur'ân okunurken Hz. Davud'un mucizesini yaşamış oluruz. Nitekim Kur'ân'ı güzel okuyan hakkında "Davud ehlinin mizmarlarından bir mizmar verilmiştir" diye övülmüştür.

Hz. Davud'un dağları boyun eğdiren, uçan kuşları durduran mucizesi de kuru bir ses oyunundan ibaret, kuru bir terenmüm değil, ruhtan kopup Allah'a arz olunan kutsama ve tesbihler idi. Nitekim bu mânâyı belagatla ifade için onunla birlikte dağlar, akıllılar gibi gösterilerek, "Ey dağlar" diye seslenilerek "Kuşlar" kelimesi onun mahalline atfedilmiştir. Dağlar, kuşlar böyle emrine râm edildiği gibi, ve ona demiri de yumuşattık. Tefsir bilginleri bunu şöyle tefsir ediyorlar: Kızdırmaya ve dövmeye muhtaç olmaksızın elinde bal mumu gibi dilediği şekle koyuverdi. Fahruddin Razî der ki: "Allah'ın kudretine göre bunu uzak bir ihtimal olarak görmemelidir." Çünkü görülüyor ki ateşte öyle yumuşuyor, öyle çözülüyor ki, yazı yazılan mürekkep haline geliyor. O halde aklı başında olanlardan kim onu ilâhî kudrete göre uzak görür? Gerçi bazı insanlar bundan maksadın, ateş ile ve alet kullanmakla demir eritmeyi buldu ve ortaya çıkardı demek olduğu kanaatine varmışlardır. Fakat bu doğru değildir. İnancının zayıflığı ve Allah'ın kudretine itimatsızlığı onu bu düşünceye sürüklemiştir. Böyle olmakla birlikte âyetin bu mânâya da ihtimali yok değildir. Demirin bulunması ve eritilmesi daha eski olsa gerektir. Fakat onu mum gibi dilediği şekle koyarak elbise dokuyacak derecede hassas sanayi uygulamak Davud (a.s.)a nasib olmuş bir sanattır. Nitekim Enbiya Sûresi'nde Biz ona sizin için, savaşınızın şiddetinden korumak için giyecek sanatını öğrettik.." (Enbiya, 21/80) buyurulmuştu ki, bundan bu sanatın daha sonrakilere de yadigar kaldığı anlaşılıyor. Çünkü âyetteki "sizin için" ifadesi Muhammed ümmetinedir. Burada ise bu hikmet şöyle ifade olunuyor.

11- Yap diye, bol bol, geniş geniş zırhlı elbise parçalarını birbirine ölçülü biçimde tak. Dokunuşunu ve biçimini iyi ölç, biçiminde maharetli ol, iyi biçime yatır. Deniliyor ki, yüce Allah'ın bu sanatı övmesinin hikmeti şudur: Bu sanatta "Savaşınızın şiddetinden sizi korumak." (Enbiya, 21/80) buyurulduğu üzere, Allah katında muhterem olan insanlığı öldürülmekten korumak ile ruhu koruma vardır. Onun için bunu yapan, kılıç vesaire gibi saldırı silahı yapanlardan daha hayırlıdır. Dünyada fazla bir silah buluşu yapan ve onu kullanmasını bilenler insanlığa bir bakımdan yararlı iseler, ondan korunma vasıtasını bulanlar barışa ve iyiliğe hizmet ettikleri için daha çok yararlıdırlar. Bu sebeple buyuruluyor ki hem salah ile çalışın, iyi bir iş yapın. Burada "yap" denilmeyip de "yapın" denilmesi dikkate değerdir. Bu fiilin öznesi yerine kullanılan çoğul zamiri, Davud ile birlikte beraberinde bulunanların yerine kullanılmıştır, diye söylemişler ise de biz bunun, "Savaşınızın şiddetinden sizi korumak." (Enbiya, 21/80) gibi hikayenin bir ibreti olmak üzere Muhammed ümmetine sesleniş ile bir ek cümle olduğu kanaatindeyiz ki, şöyle demek olur: Siz de ey Muhammed ümmeti, iyilik ve barış ile çalışın, daha güzel işler yapın. Çünkü ben ne yapacağınızı gözetiyorum, her ne yaparsanız görürüm. Yani ona göre mükafatını veririm.

12- Süleyman'a da rüzgarı, râm ettik, emrine verdik. Deniliyor ki Süleyman (a.s.)ın emrine verilen özel bir rüzgardı. Bildiğimiz bütün rüzgarlar değildi. Çünkü onlar ihtiyaç zamanlarında herkesin yararı içindir. Onun için bütün kıraatlarda bu "Rüzgar" kelimesi tekil okunmuş, hiç birinde "Rüzgarlar" okunmamıştır. Yani Süleyman (a.s.) isterse bütün âlemin rüzgarını tutabilirdi demek değil, havanın bir akıntısına yön verebilir, onunla dilediği yere gidebilirdi. O bir rüzgardı ki sabah gidişi bir ay akşam dönüşü de bir ay. Şer'an bir günlük yol altı saat olduğuna göre, otuz kilometre itibar edilirse, gidişi dokuz yüz kilometre, gelişi de dokuz yüz kilometre olarak bin sekiz yüz kilometre kateder. Burada "Sabah gidişi"nin zamiri "riyh" rüzgardır denilmiş. Onun gidişi diye, Süleyman'dır denilmemiş olduğuna göre, yalnız rüzgarın hızı gösterilmiş demek olur. Süleyman (a.s.) bununla balon gibi mi, yoksa uçak gibi mi giderdi, orasını Allah bilir.

Seyretti heva üzere denir taht-ı Süleyman

Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde.

Hem ona, yani Süleyman'a "Kıtr", yani erimiş bakır pınarını sel gibi akıttık. Yani madenden su akar gibi akıttık. Kâdî Beydavî, bunun Yemen'de olduğunu kaydetmiştir. Alûsî de şu rivayetleri kaydediyor: İbnü Münzir, İkrime'den şöyle rivayet etmiştir: "Yüce Allah bakırı üç gün su gibi akıttı" dedi. "Niçin" denildi, "bilmem" dedi. İbnü Ebî Hatim de Süddî'den şöyle rivayet etmiştir: Ona üç gün bakır madeni akıtıldı. Behir'de de İbnü Abbas, Süddî ve Mücahid'den şöyle nakledilmiştir: Demişler ki üç gün üç gece akıtıldı ve Yemen'de idi. Mücahid'den bir rivayette de bakırın Sana'dan aktığı, ayda üç gün aktığı da söylenmiştir. Biz bununla, ilâhî bir ihsan olan ilim ve sanatla akıtılmış olmasını daha önemli görüyoruz. Cinden de, tekili cinnî olan cin, bizim açıklayamayacağımız gizli yaratıklardır. En'am Sûresi'ndeki "Biz her peygambere de insan ve cin şeytanlarını böylece düşman yaptık" (En'am, 6/112) âyetine bkz. Cinden denilmekle anlaşılıyor ki hepsi değil bazı cin. Rabb'ının izniyle, yoksa cin insana çalışmaz. "Onlardan her kim emrimizden saparsa..." Bu cümle cinlerin de mükellef olduklarına bir uyarıdır. Bununla birlikte Hz. Süleyman'a çalışan cinlerin bir parça sapınca ve kayınca yanacak şekilde ateş kenarında, şiddetli bir baskı altında çalıştıklarına da işarettir.

13-14-Burada cinlerin sanatın sırlarını bilen birer sanatkar oldukları da şundan anlaşılıyor Onlar ona ne isterlerse yaparlardı. Mihrablar ve heykeller.

MİHRAB: "Mif'al" alet ismi ölçüsü olduğu gibi, bir de "midrar" gibi mübalağa (abartma) kipi olur ki, mihrabın esasen bu mânâdan alındığı söyleniyor. Keşşaf'ta denilir ki: Meharib, bayağılıktan korunmuş ve uzak olan şerefli meskenler ve oturulacak yerler demektir. Bunlar onur ve haysiyetle korunduklarından ve savunulduklarından dolayı, "Meharib" ismi ile isimlendirilmiştir. Gerçi burada meharib, mescitlerdir diye de tefsir olunmuştur."Temasil" timsal kelimesinin çoğuludur. Timsal, canlı veya cansız bir şeyin biçimine benzer yapılan herhangi bir şekildir. Burada "temasil" melekler, peygamberler ve salih insanların şekilleridir denilmiştir. Halk görsün de onlar gibi ibadet etsinler diye mescitlerde bakırdan, piriçten, sırçadan, mermerden bunların şekilleri yapılırmış. Böyle heykeller yapılmasına Süleyman (a.s.) nasıl izin verdi? diye sorabilirsin. Cevaben derim ki: Tasvir yalan ve zulüm gibi aklın kötü gördüğü şeylerden değildir. Böyle olanlarda şeriatlerin birbirinden farklı hüküm getirmeleri mümkündür. Ebü'l-Âliye'den rivayet olunduğu üzere, o zaman resim yapmak haram kılınmamıştı. Bununla birlikte heykellerin hayvan suretinde olması şart değildir. Ağaç gibi cansız resimleri olması da caizdr. Onun için Razî, yalnız "nükuş" demekle yetinmiştir. "havuzlar gibi canaklar."

CİFAN: Çanak mânâsına "cefne" kelimesinin çoğulu, CEVAB da büyük havuz mânâsına " cabiye"nin çoğuludur. "Sâbit kazanlar."

KUDÛR, "Kıdr" kelimesinin çoğuludur. Kıdr, gerek topraktan ve gerek başka bir madenden çömlek, tencere ve kazan gibi içinde yemek pişen kapdır.

RASİYAT, yerinden kalkmaz, ağır ve sabit mânâsına "Rasiy" veya "Râsiye"nin çoğuludur. Demek ki çok yemekler pişiriliyor, pek büyük sofralar kuruluyormuş. Çalışın ey Davud ailesi, o büyük şükür için çalışın. Yani o büyük nimet ve refah içinde tenbelliğe zevk ve eğelenceye dalmayın, çalışın. Hem çalışmanız, bu nimetlerin şükrünü eda etmek, her birini yerinde harcayarak Allah Teâlâ'ya daha güzel amellerle kulluk eylemek için olsun ki "Andolsun şükrederseniz elbette sizin (nimetinizi) artırırım." (İbrahim, 14/7). Bununla birlikte kullarım içinde çok şükreden azdır.

ŞEKÛR, çok şükreden, bütün gücünü şükretmeye harcayan, kalbi, dili ve diğer organları hem itikad, hem itiraf, hem çalışmakla ve çoğu zamanlar da şükür ile meşgul olandır. İbnü Abbas'tan bir rivayette: Bütün durumlarında şükredendir. Neml Sûresi'nde geçtiği üzere "Ey Rabbim! Bana, ana ve babama lutfettiğin nimetine şükretmemi ve senin razı olacağın iyi işler yapmamı bana ilham et. Rahmetinle beni de salih kullarının arasına sok." (Neml, 27/19) duasını vird edinmiş olan Süleyman (a.s.), o az olan şekur kullardandır. Rivayet olunuyor ki Hz. Ömer bir adamın "Allahım beni o azdan kıl" diye dua ettiğini duymuş: "Bu nasıl dua!" diye sormuş. O zat, "İşitiyorum ki, demiş, Allah "Kullarım içinde şükreden azdır" buyuruyor. Beni de azlardan kılmasını istiyorum." Bunun üzerine Hz. Ömer "Herkes Ömer'den daha bilgili" demiş.

Burada "arz", yeryüzünün ismi değil, fiilinden "ekl" ölçüsünde mastardır. Erda adındaki böceğin fiili, yani ağaç kurdu denilen bir nevi güvenin yemesi, kırkması mânâsınadır deniliyor, bir güve böceği demek olur. Süleyman (a.s.)ın ölüm şekli hakkında türlü rivayetler varsa da biz onları bir yana bırakıyoruz.

Allah Teâlâ'ya inabe'si (dönmesi) güzel, nimetlerine şükrü ile hep bahtiyar olan Davud ve Süleyman (a.s.)ın hallerini beyandan sonra, nankörlükte bulunanlara örnek olmak üzere, Sebe' kavminin hali hikaye olunarak buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

15- Andolsun ki Sebe' kavmi için oturdukları yerde bir ibret vardı: Sağ ve soldan iki bahçe! (onlara): "Rabbinizin rızkından yiyin de O'na şükredin, ne güzel bir belde ve çok bağışlayıcı bir Rab!" (denildi).

16- Fakat onlar (şükürden yüz çevirdiler) bakmadılar. Biz de üzerlerine Arim selini salıverdik ve o güzelim iki bahçelerini buruk yemişli, ılgınlık ve içinde biraz da sidir ağacı bulunan iki harap bahçeye çevirdik.

17- Bunu onlara nankörlüklerinin cezası yaptık ve biz hep böyle çok nankör olanları cezalandırırız.

18- Biz onlarla o bereket verdiğimiz memleketler arasında, sırt sırta şehirler meydana getirmiştik. Ve onlar da muntazam gidiş geliş düzenledik. (Onlara): Buralarda gecelerce ve gündüzlerce emniyet içinde gezip yürüyün (dedik).

19- Buna karşı onlar: "Ey Rabbimiz! Seferlerimizin arasını uzaklaştır" dediler ve nefislerine zulmettiler. Biz de onları efsanelere çevirdik ve tamamen didik didik dağıttık. Şüphesiz ki bunda çok şükredecek her sabırlı için elbette ibretler vardır.

20- Yine yemin ederim ki, İblis onlar hakkındaki zannını hakikaten doğru buldu da içlerinde müminlerden ibaret bir gruptan başkası ona uydular.

21- Halbuki İblis'in onlar üzerinde hiçbir saltanat kudreti yoktu. Fakat biz ahirete imanı olanı belli edecek, ondan şüphe içinde bulunandan ayırt edecektik. Öyle ya Rabb'in her şeyi gözetleyendir.

15- Sebe' kavminin evlerinde, yukarıda açıklandığı üzere ataları Sebe' b. Yeşcüb b. Ya'rub b. Kahtan'ın adıyla yâd olunan Sebe' kavmi Neml Sûresi'nde hikayeleri geçtiği üzere önceleri güneşe taparlarken, Belkıs idaresinde Hz. Süleyman'a itaat ederek memleketlerini kurtardıktan başka, ilerlemişlerdi de. Meskenleri, merkezleri Yemen'de Me'rib şehri idi ki, Sebe' ona dahi denilir. Bunların meskenlerinde kendileri için bir ayet, bir ibret olmuştu, bu ayet, zikrolunacak iki cennet zannedilebilirse de Keşşaf'ın hatırlattığı üzere yalnız o değil, hikayelerinin tamamıdır. Şöyle ki Sağ ve soldan iki cennet, iki taraflı bağlar, bostanlar, hal dili ile diyorlardı ki Rabbınızın rızkından yiyin de O'na şükredin. Bu nimetin değerini bilerek ona göre ibadet edin, çünkü beldeniz hoş bir belde, son derece şirin bir belde, Rabbiniz, bağışlaması çok bir Rabdır. Onun için şükrünü bilin de iyi hizmet edin. Çok güzel bir tesadüftür ki "Hoş bir belde" ifadesi ebced hesabıyla İstanbul'un fethine tarih düşmüştür. (857) Molla Cami rahmetlinin bir hediyesi olmak üzere meşhurdur ve bilinmektedir.

16-17- Fakat onlar, o Sebe'liler yüz çevirdiler. Rivayete göre on üç peygamberleri kendilerini davet ettikleri halde şükürden kaçındılar, hizmetine bakmadılar. Biz de üzerlerine "Arim" selini salıverdik. Arim seli, Ebülfida, tarihinde "Bu seddi (barajı) Me'rib yurdunda Sebe' b. Yeşcub yapmış ve ona yetmiş kadar çay akıtmış ve uzak vadilerden selleri celbeylemiş idi" der. Alûsî'de de, Keşşaf'ta da denilir ki: "Bu sed (baraj) Belkıs'ın yaptığı sedd idi ki, iki dağın arasını taş ve zift ile kapatarak kaynak ve yağmur sularını biriktirmiş ve sulama için gereği kadar haklar bırakmıştı." Alûsî'nin nakline göre, seddin arkasına suyu hapsedip, tutup, birbiri üzerine çeşitli kapılar ve önüne nehirlerinin sayısınca on iki havuz yapmıştı. Bir rivayette bu barajı Yemen kabilelerinin babası olan Hımyer'in yaptığı söylenmiş, bir rivayette de büyük Lokman b. Âd'ın yaptığı ve taşlarını kalay ve demirle perçinlediği ve bir fersah kare olduğu söylenmiştir. Bu rivayetlerin hepsinin alınmasında bir çelişki yoktur. Önce Sebe'in başlamış olması, sonra Hımyer'in, sonra Lokman'ın ve Zülkarneyn'in daha sonra da Belkıs'ın peşpeşe çeşitli inşaat ve tamirlerde bulunmuş olmaları pek ala düşünülebilir. acı, kekre veya buruk "esl" ağacı, tarafe veya tarfâdan bir çeşit, büyük bir çeşit diye tefsir ediyorlar. Kamus tercümesinde "tarfâ" ılgın ağacı ve "esl" onun acı ılgın denilen iri kısmı diye zikredilmektedir. "Sidir" Arabistan'ın en makbul ağaçlarından olmak üzere m eşhurdur. Meyvesine "nıbk" ve "Arabistan kirazı" denildiği Kamus tercümesinde yazılıdır. Ezherî demiştir ki: Sidir ikidir. Birisinden yararlanılmaz ve yaprağı yıkamalara yaramaz. Meyvesi kekredir, yenmez, "dâl" denilen budur. Bir kısmı da su üzerinde biter, meyvesi "nıbk"dır. Yaprakları yıkama özelliğine sahiptir. Unnab ağacına benzer. "Onların iki bahçesini buruk yemişli... İki bahçeye çevirdik." Burada ikinciye "cenneteyn" denilmesi müşakele ve tehekküm içindir. Türkçede bilinen bir atasözü vardır. "Bakılırsa bağ olur, bakılmazsa dağ olur." Bu küfrandadır. Yani nimete nankörlüklerinden dolayı.

18- Hem onlarla o mübarek kıldığımız, içlerine bereket verdiğimiz kasabalar arasında, sırt sırta kasabalar yapmıştık. O "bereketli kasabalardan maksat, Şam diyarıdır." Katade'den rivayet olunduğu üzere, yani sırt sırta bitişik diye tefsir edilmiştir. Ve onlarda, yani o kasabalarda yolculuğu belirli bir miktar üzere tertib ve tanzim etmiştik. Her biri yolcu için birer istasyon ve birer merhale halinde idi; birinden çıkan azık taşımadan ve açıkta yatmadan ve tehlike görmeden diğerine gidebilirdi. Öyle ki O sırt sırta kasabalar içinde geceler ve günlerce emniyet ve asayiş ile gidin gezin, öyle muntazam, öyle emniyetli idi. Demek ki yalnız Sebe' değil, Yenen'den Şam'a kadar Arabistan baştan başa böyle bayındırmış ki, bu çok dikkat çekicidir.

19- İşte bu nimete karşı da onlar nankörlük ederek ey Rabbimiz dediler, bizim bu seferlerimizin arasını uzaklaştır. İsrailoğullarının hayır olan "A'la"yı, (daha değerli) "edna" (daha değersiz) ya değişmek istedikleri gibi, bunlar da bayındır olmasından rahatsızlık gösterdiler, onların ortadan kalkıp, aralarına uzun mesafelerin, sahraların girmesini istediler.

Bunu gerçekten böyle sözlü olarak istemiş olmaları düşünülür ise de yaptıkları nankörlük ve isyan durumları ile istemiş olmaları da zannedilir. Öyle dediler ve nefislerine zulmettiler, kendilerine yazık ettiler. Çünkü belalarını aradılar biz de kendilerini efsanelere, masallara çevirdik. Denilir ki ciddî bir süvari, iki aydan fazla bayındır yer ve kasabalardan giderdi ve dört aylık mesafeden ahali bir diğerinden ateş alabilirdi. Ve didik didik darmadağınık ettik. Gassan, Şam'a katıldı, Enmar Yesribe, Cüzam Tihame'ye, Ezd Uman'a katıldı. Şüphesiz ki bunda, Sebe'in zikrolunan bu hikayesinde elbette âyetler var, ibret alınacak delaletler var. Çok şükredecek her çok sabırlı için, yani çok şükredici olmak için çok sabırlı olmak lazımdır. Ve işte böyle çok sabırlı olup çok da nimetlere eren ve çok şükredici olan kimseler için, bu Sebe' hikayesinde önemli ibretler vardır. Heva ve heveslerini frenleyip zahmetlere, meşakketlere tahammül ederek görev ve ibadetlerine çalışan sabırlı kimseler, memleketlerini Allah'ın yardımıyla cennet gibi imar eder nimetlere ererler. Allah'ın pek az olan şükredici kullarından olmak isteyenler de, o nimetlerle azmayıp yine sabır ve sebat ile şükrüne gayret edip, sabırla çalışacak olan sabredenlerin ve çaba sarfedenlerin içinde yer alırlar.

20-21- Yine yemin ederim ki, İblis onlar, yani Sebeli'ler ve Âdemoğulları aleyhinde zannını doğru çıkarttı. "Ey Rabbim! Beni azdırdığın şeye karşılık, ben de andolsun yeryüzünde onları herhalde süsleyeceğim (onları kendilerine hoş göstereceğim), onların hepsini toptan mutlaka azdıracağım. Ancak onlardan ihlasa erdirilmiş kulların hariç" (Hıcr, 15/39,40) demiş olan İblis dediğini gerçekleştirdi. Onun için halis müminlerden ibaret bir zümreden başkası o İblis'e tabi oldular, ardınca sürüklendiler. Bu sürükleniş de onun gücünden değil, kendilerinin ahirete imansızlıklarındandır. Çünkü Allah Teâlâ imanı olanla olmayanın ahiretini ayırmıştır. Onun için, o ardınca gidiş esas itibarıyla şeytanın üstün gelmesinden değil, Hak'kın emrinin ve iradesinin üstün gelmesindendir. Yoksa Allah'ın iradesinin aksini gerçekleştirmek kimin haddine. Her şeye karşı koruyucu, muhafız hakim ancak rabbin Allah'dır. "Rabb'in her şeyi gözetleyendir." Onun için hiçbir şeyden korkmayarak:

Meâl-i Şerifi

22- De ki: "Allah'ı bırakıp da tanrı saydığınız putlarınıza istediğiniz kadar yalvarın. Onların ne göklerde, ne yerde zerre kadar güçleri yetmez. Onların, bunlarda bir ortaklığı da yok. Allah'ın da onlardan bir yardımcısı yoktur."

23- Allah'ın huzurunda şefaat da fayda vermez. Ancak izin verdiği kimseninki müstesna. Nihayet kalblerinden dehşet giderildiği zaman "Rabbiniz ne buyurdu?" derler. (Şefaat sahipleri de): "Hakkı söyledi" derler. O, her şeyden yüksek ve büyüktür.

24- De ki: "Size göklerden ve yerden rızık veren kimdir?" Yine de ki: "Allah'tır, herhalde ya biz, ya da siz mutlak bir hidayet üzerindeyiz veya açık bir sapıklık içindeyiz."

25- De ki: "Siz bizim yaptığımız günahlardan sorumlu tutulmazsınız. Biz de sizin yaptıklarınızdan sorumlu olmayız."

26- De ki: "Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak, sonra da hak hükmü ile aramızı ayıracaktır. Asıl hüküm veren ve her şeyi bilen O'dur."

27- De ki: "O'na ortak diye takıştırdıklarınızı bana gösterin bakayım! Hayır, öyle şey yoktur, doğrusu güçlü ve hikmet sahibi olan ancak Allah'tır."

28- Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmezler.

29- Ve: "Eğer gerçekçiyseniz bu vaad ne zaman olacak?" diyorlar.

30- De ki: "Size vaad edilen öyle bir gündür ki, ondan ne bir an geri kalabilirsiniz, ne de ileri geçebilirsiniz."

22-30- Ancak kendisine şefaat için izin verilmiş olan kimse hariç ki önce Makam-ı Mahmud'da Muhammed (s.a.v.), sonra derece derece diğer peygamberler, salih kimseler ve melekler. "Nihayet kalblerinden dehşet giderilince.." Yani izin verdiklerinin şefaati de birdenbire oluvermez, mahşer de, bekleme yerinde çok beklerler. Dehşetli korku heyecanlar içinde bekler, o dereceye kadar beklerler ki sonunda kalplerinden o dehşet ve heyecan giderildiği, yani şefaate izin verdiği zaman, şefaat bekleyenler şefaat eden şefaatçilerine derler Rabbınız ne söyledi? Şefaatinizi kabul buyurdu mu? Şefaatçılar da buna cevap olarak Hakk'ı derler, yani hakkı söyledi. Hakk ne ise o olsun buyurdu derler, dolayısıyla kâfirlere şefaat olmaz. "Bunlar, O'nun rızasına ermiş olandan başka kimseye şefaat etmezler"(Enbiya, 21/28) âyetine uygun olarak, yalnız Allah'ın razı olduğu müminlere şefaat ederler. "Biz seni ancak bütün insanlara peygamber gönderdik..." Bu âyet de Hz. Muhammed'in peygamberliğinin Arap ve Arap olmayan bütün insanları topyekün içine aldığına delil olan âyetlerdendir.

Meâl-i Şerifi

31-36- 31- Kâfirler: "Biz ne bu Kur'ân'a inanırız, ne de ondan öncekilere." dediler. Fakat o zalimler yakalanıp Rablerinin huzuruna durduruldukları zaman, birbirlerine söz atarken bir görsen! Bir taraftan zayıf düşürülenler, o büyüklük taslayanlara: "Siz olmasaydınız biz mutlaka mümin olurduk" derler.

32- Diğer taraftan büyüklük taslayanlar, zayıf düşürülenlere: "Size hidayet geldikten sonra, sizi ondan biz mi çevirdik? Hayır, siz kendiniz suçluydunuz." derler.

33- O zayıf düşürülenler de o büyüklük taslayanlara: "Hayır, (işiniz) gece, gündüz hilekârlıktı. Çünkü siz bize Allah'ı inkâr etmemizi ve O'na eş koşmamızı emrediyordunuz." derler. Bunlar azabı gördükleri zaman içlerinden pişmanlık getirmektedirler. Biz de o kâfirlerin boyunlarına demir halkalar geçirmişizdir. Onlar sadece yaptıklarının cezasını çekiyorlardır.

34- Biz herhangi bir memlekete tehlikeyi haber veren bir uyarıcı gönderdikse, mutlaka oranın refah ile şımartılmış olanları: "Biz sizin gönderildiğiniz şeyleri tanımayız." dediler.

35- Ve yine dediler ki: "Biz malca da daha çoğuz, evlatça da, bize azab edilmez."

36- De ki: "Rabbim rızkı dilediğine genişletir, dilediğine sıkar. Fakat insanların çoğu bilmezler."

Meâl-i Şerifi

37- Halbuki sizi huzurumuza yaklaştıracak olan, mallarınız ve evlatlarınız değildir. Ancak iman edip de salih amel işleyenlere gelince, işte onların amellerine karşı kendilerine kat kat mükafat vardır. Onlar cennet köşklerinde emniyet içindedirler.

38- Âyetlerimizi hükümsüz bırakmak için yarışanlara gelince, işte onlar Hakk'ın huzuruna azab içinde getirileceklerdir.

39- De ki: "Gerçekten Rabbim kullarından dilediği kimseye rızkı hem genişletir, hem daraltır. Her neyi hayra harcarsanız O, onun yerine başkasını verir. Hem O, rızık verenlerin en hayırlısıdır."

40- O gün Allah, onları hep birlikte mahşere toplayacak, sonra meleklere: "Şunlar size mi tapıyorlardı?" diyecektir.

41- Onlar da: "Seni tenzih ederiz. Bizim onlara karşı sığınacak velimiz sensin. Hayır, onlar cinlere tapıyorlardı. Çoğu onlara inanmışlardı." diyecekler.

42- İşte o gün birbirinize ne bir menfaate, ne de bir zarara sahip olabilirsiniz. Ve biz o zulmedenlere: "Tadın bakalım o yalan deyip durduğunuz ateşin azabını!" deriz.

43- Karşılarında açık deliller halinde âyetlerimiz okunduğu zaman o zalimler: "Bu, başka değil, sırf sizi atalarınızın taptığı tanrılardan men etmek isteyen bir adam." dediler. Ve: "Bu (Kur'ân), başka bir şey değil, sırf uydurulmuş bir iftira" dediler. O kâfirler, hak kendilerine geldiği zaman: "Bu apaçık bir sihirden başka bir şey değil." dediler.

44- Halbuki biz onlara öyle ders alacakları kitaplar göndermedik. Kendilerine senden önce bir uyarıcı da göndermedik.

45- Onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. Hem bunlar, onlara verdiklerimizin onda birine eremediler. Peygamberlerimi yalanladılar, ama beni inkâr edişin sonu nasıl oldu?

37-43- "De ki: 'Rabbim gerçekten kullarından dilediği kimseye rızkı hem genişletir, hem daraltır." Bu, bir kişide iki zamana göre, yukardaki de 34/36 ayrı ayrı iki şahsa göredir. Onun için iki âyet birbirini tekrarı değildir. Hem O, rızık verenlerin en hayırlısıdır. Çünkü diğerleri gerçekten "râzık" (rızık veren) değil, O'nun rızkını insanlara ulaştırmaya yarayan birer araçtırlar.

44-45- Kendilerine senden önce bir nezîr (korkutucu) göndermedik. Yani o yaptıkları şirkler ne bir kitaba dayalıdır, ne de bir peygambere. Müşrikliği ortaya çıkaranlar peygamberler değildi, yoksa daha önce İsmail ve İbrahim gönderilmemiş değildi. Onun için burada böyle buyurulması, ileride "Hiçbir ümmet hariç olmamak üzere, mutlaka içinde bir korkutucu peygamber geçmiştir." (fatır, 35/24) buyurulmasına aykırı değildir.

Meâl-i Şerifi

46- De ki: "Size sadece bir tek nasihat edeceğim. Şöyle ki: Allah için ikişer, üçer ve teker teker kalkarsınız, sonra da iyi düşünürsünüz." Arkadaşınızda (peygamberde) delilikten eser yoktur. O, yalnız şiddetli bir azabın önünde, sizi sakındıracak bir peygaberdir.

47- De ki: "Ben sizden herhangi bir ücret istemem, O sizin içindir. Benim ecrim ancak Allah'a aittir. O, her şeye şahittir."

48- De ki: "Gerçekten Rabbim, hakkı yerli yerine koyar. O, gaybları hakkıyla bilendir."

49- De ki: "Hak geldi, batılın önü de kalmaz, sonu da."

50- De ki: "Eğer ben yanılırsam, yalnız kendi adıma yanılırım. Ve eğer hidayeti bulmuşsam, bilinmeli ki Rabbimin bana vahiy vermesiyledir. Çünkü O, yakındır, işitir, işittirir."

51- Onları telaşa düştükleri zaman görsen: Artık kaçamak yoktur. Yakın yerden yakalanmışlardır.

52- Ve: "O'na iman ettik" demektedirler. Fakat onlar için (âhiret gibi) uzak bir yerden (imana) el sunmak (ulaşabilmek) nerede?

53- Halbuki daha önce (dünyada) O'nu inkâr etmişlerdi. Uzak yerden gayba taş atıyorlardı.

54- Artık kendileriyle arzularının arasına set çekilmiştir. Tıpkı bundan önce benzerlerine yapıldığı gibi. Çünkü hepsi işkilli bir şüphe içinde bulunuyorlardı.

46-50- "Gerçekten Rabbim hakkı fırlatır, yerli yerine koyar." Hakkı fırlatır, yani kullarından dilediğinin kalbine indirir, yahut bâtılın tepesine geçirir de onun beynini parçalar yahut her tarafa yayar; âyet bu durumda İslâm'ın yayılmasını vaad etmiş olur. Nitekim Hak geldi, yani İslâm geldi, şirk yok olacak. "De ki: 'Ben yanılırsam, ancak kendime kalarak yanılırım." Bunda Peygamberin de kendi kendine ictihat ile hareket ettiği takdirde hata edebileceğine delalet vardır.

51-54- O telaşa ve dehşete düştükleri zaman, ölüm veya haşır dehşeti veya "Bedir" telaşesi "Onlar için (imana âhiret gibi) uzak bir yerden el sunmak (ulaşabilmek) nerede?"

TENÂVUŞ: Tenavül, el atmak, el sunmak demektir.

MEKAN-I BAİD: Yani imanın fayda vereceği, mükellefiyetin geçerli olduğu zaman, mükellef olma dünyası geçtikten, azab gelip çattıktan sonra iman, ümitsizlik halinde iman faydasızdır. İşkilli bir şüphe, yani birçok kimseleri de şüpheye düşürmek isteyen veya kendi içlerini de rahatsız eden işkilli, töhmetli şüphe, bütün zalimlerin, kâfirlerin ahirette böyle dehşetli azaba yakalanacaklarını vaad eden bu âyetlerin, gerek Peygamber ve gerek müminler için, büyük bir müjde ve bütün kullar için bir nimet olması bakımından bunun ardından Fâtır Sûresi'nin de "hamd" ile başlaması ne kadar güzel olmuştur.







KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)


35-FATIR:

1- Göklerin ve yerin yaratıcısı, yani bütün alemi yokken yaratan, fıtratını ilk başta yoktan var eden yahut yaran, yoktan varlığa çıkaran ve yine yaratacak, "Gök yarıldığı zaman." (İnşikak, 84/1) ve "Gök yarıldığı zaman." (İnfitar, 82/1) hükmünü yerine getirecek olan.

En'am Sûresi'nde de geçtiği üzere, "Fatara" aslında yarmak mânâsınadır. Rağıb, uzunluğuna yarmak der. Bundan daha önce örneği geçmeksizin ilk olarak yaratmak mânâsına meşhur olmuştur. Bu mânâya göre "Fatır" ilk yaratmaya göredir. Ve di'li geçmiş zaman mânâsına olacağı için, izafet-i maneviye olarak "marife" olup Allah kelimesine sıfat olmuştur. Bu şekilde ahirete, ikinci yaratılmaya işareti, intikalî ve istidlalî olmuş olur. Bununla birlikte bazı tefsir bilginlerinin dediği gibi, yarmak mânâsından ismi fail olması da mümkündür. Bu şekilde biz bundan "Gök yarıldığı zaman" (İnfitar, 82/1) ifadesindeki "İnfitar"ı (yarılmayı) da anlamak isteriz ki, bu durumda ahiret yaratılması dahi açıklanmış olur. Ancak yaratacak demek olan bu mânâ gelecek zamana ait olduğu için, "Fatır" dilbilgisi açısından amil (başka kelimelerde amel eden) olarak "lafzî izafet" olacağından marifelik kazanmaz ve Allah ismine sıfat olmaması gerekir. O halde iki ihtimal kalır: Birisi bedel yapılmak, birisi de "Din gününün sahibi." (Fatiha, 1/3) gibi süreklilik ve sebat kastolunarak geçmiş zaman ve gelecek zaman, kapsamaktır. En uygunu da budur. O halde hem ilk yaratılmayı, ve hem ikinci yaratılmayı kapsayarak mânâ işaret ettiğimiz gibi şu olur: Gökleri ve yeryüzünü yaran ve ayıracak olan, dünyayı yarattığı gibi ahireti de yaratan ve melekleri elçiler yapan, yani kendisinden kullarının şuurlarına tebliğ vasıtaları, peygamberlere vahiy, salih insanlara ilham, akıllara doğru düşünme fikrini getiren araçlar, yahut kudretini, eserlerini yaratıklarına iletici vasıtalar kılan, öyle ki ikişer üçer, dörder çok kanatlı.

ECNİHA: "Cenah" kelimesinin çoğuludur. Cenah da kanat demektir. Meşhur olan budur. Bir şeyin kol ve kanat gibi şubelerine ve cihetlerine dahi denilir. Meleklerin "cenahları"nın gerçek yüzünü ve nasıl olduğunu ise Allah bilir. Gerçi cenah kelimesini cihet ile tevil edenler de olmuştur. İfadenin akışından anlaşıldığına göre, burada zikrolunan sayılar tam sayıyı belirleme ve sadece bu kadar olduğunu ifade etmek (tahsis) için değil, çokluğu beyan etmek içindir. Buna göre dörtten yukarı kanadı olan melek yok demek değildir. Gerçi Buharî Müslim, Tirmizî, "Andolsun ki o, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını görmüştür." (Necm, 53/18) âyetinde İbnü Mes'ud hazretlerinden rivayet etmişlerdir ki, Resulullah Cebrail'i altı yüz kanatla görmüştür. Tirmizî'nin Hz. Aişe'den rivayetine göre de Resulullah Cebrail'i kendi şekliyle ancak iki kez görmüştür. Bir kere Sidre-i Münteha'nın yanında, bir kez de Ciyad (atlar) içinde ki altı yüz kanadı vardı, ufku kapatmıştı. Gerçekten dörtten fazla olabileceğini de anlatmak için buyuruluyor ki yaratmada dilediği kadar artırır. Dolayısıyla meleklerin kanatlarını daha çok yapabileceği gibi, diğer yaratıklarında da dilediği artırmayı yapabilir. Mesela güzel yüzler, güzel sesler, güzel saçlar, güzel hatlar, gözlerde güzellik, boy ve endamda hoşluk, incelik, biçimde uyumluluk, organlarda tamamlık, güçte şiddet, akılda keskinlik, görüşte ve düşüncede verimlilik ve bereket, kalbte cesaret, ruhta hoşgörü, dilde güzel ifade, konuşmakta yeterlilik, işte beceriklilik ilh... Neler, ne mükemmellikler, ne fazlalıklar yaratır. Bu yüzden Allah'ın yaratışını sınırlı suretlerle sınırlamaya kalkışmamalıdır. Şüphesiz ki Allah her şeye kadirdir.

2-Onun için şartı ifade eden edat, Allah insanlara rahmetinden her neyi açarsa, hazinesinin rahmetinden herhangi bir rahmeti, maddî veya manevî herhangi lutfu ve nimeti açar salıverirse, artık onu, o rahmeti başka tutacak yoktur. Yağar da yağar, ilâhî feyz coşar da coşar. Her neyi de tutarsa onu da ondan başka salacak yoktur. Ve O, öyle aziz öyle hakimdir. Aziz, iradesine, kudretine karşı gelinmek ihtimali yok, hiçbir kayıt ve şartın tesiri altında bulunmayan, hiçbir kanun ile kayıtlı olmayan, istediği harikayı yapan yenilmez galibtir. Bununla birlikte hakîmdir de izzet ile fail olduğu gibi, hikmet ile de faildir. O'nun yaratmasından hikmetler, kanunlar çıkar, bu sayede ilimler fenler edinilerek sebeplerine sarılmakla nimetlerine erilir. İzzetinin sınırına yanaşılmaz, yani eserlerinin hikmetinden çalışma ve çabalama ile yararlanılır. İzzet ve rahmetiyle peygamber, kitap gönderir. Hikmetiyle din ve ilim öğretir.

3- Ey insanlar, bütün insanlar! Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Düşünün ki sizi izzet ve hikmetinden yararlandırmak üzere emanetin ortaya çıktığı insan yaratmış. Allah'tan başka yaratıcı var mı? Niçin siz O'nun nimetini düşünmeyip, Allah için çalışmayıp da başkalarına kul olacaksınız. O size gökten ve yerden rızık veriyor, eğer O vermezse diğer vasıtaların hepsi hükümsüz kalır; çünkü şimdi geçtiği üzere O'nun tuttuğunu başkası koyuveremez. O'ndan başka kulluk edilecek Tanrı yoktur. O halde siz nasıl çevirilirsiniz, nasıl da O'na şirk koşar, başkalarına taparsınız?

4- "Eğer seni yalanlarlarsa.." Bu âyet peygambere teselli veren bir âyettir.

5-6-7- Allah'ın vaadi mutlaka haktır. Ahiret gelecek, o cezalandırma ve mükafat verme herhalde olacaktır. O halde Sakın dünya hayatı sizi mağrur etmesin, aldatmasın. Bugün keyfimize bakalım da yarın ne olursa olsun demeyin. Dünyaya dalıp da ahirete dair görevlerinizi unutmayın. Dünya için ahiretinizi feda etmeyin; çünkü gençlik uçup ihtiyarlık çöktüğü gibi, dünya her ne olursa bir rüya gibi gelir geçer, ahiret ebedî olmak üzere gelir çatar. Ve sakın o çok aldatıcı mağrur şeytan sizi Allah ile de aldatmasın, Allah'a da mağrur etmesin. Yani Allah kerimdir, Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. Allah her şeye vekildir diyerek günahlara, tenbelliklere sefihliklere sevketmesin, görevlerinizi kötüye kullandırmasın. Gerçi Allah öyledir. Fakat öyledir diye mağrurlanmak, Allah saygısını duymamak, izzetini ve celalini hesaba katmamak, Allah'ın cezasını tanımamak gibi bir cinayet ve aynı zamanda Allah'ın iman ile çalışan salih kullarına vaad olunan nimetlerinden mahrumiyettir. Çünkü küfür ve küfran edenlere şiddetli azab, iman ile salih amallere çalışanlara bağışlama ve büyük bir ecir vardır. Bunu mukayese ile anlatmak için buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

8- Ya kötü ameli kendisine allanmış pullanmış da onu güzel görmüş olan kimse de mi (iman edip salih amel işleyenler gibi olacak)? Şüphe yok ki Allah dilediğini şaşırtır, dilediğini de doğru yola çıkarır. O halde canın onlara karşı hasretlerle (üzüntülerle) sıkılıp gitmesin. Çünkü Allah, onların bütün yaptıklarını bilir.

9- Rüzgârları gönderip bir bulut kaldıran da Allah'tır. Derken biz o (bulutu) ölmüş bir beldeye sevketmişizdir. Böylece yeryüzüne ölmünden sonra onunla hayat veririz. İşte o dirilme de böyledir.

10- Her kim izzet istiyorsa bilsin ki izzet tamamıyla Allah'ındır. O'na hoş kelimeler yükselir, onu da salih amel yükseltir. Kötülükler kuranlara gelince, onlara şiddetli bir azab vardır. Onların tuzakları hep darmadağın olur.

11- Hem Allah sizi bir topraktan, sonra bir damla sudan yarattı. Sonra sizi çiftler kıldı. O'nun bilgisi olmadan ne bir dişi hamile olur, ne doğurur. Kendisine ömür verilenin de ömrünün uzatılması da, ömründen kısaltılması da mutlaka bir kitapta yazılıdır. Şüphe yok ki bu, Allah'a göre kolaydır.

12- Hem iki deniz eşit olmuyor. Şu tatlı, hararet keser, içerken (boğazdan) kayar; şu da tuzlu, yakar kavurur. Bununla beraber her birinden taze bir et yersiniz ve bir ziynet çıkarır, giyinirsiniz. Allah'ın lütfundan nasib arayasınız diye suyu yara yara giden gemileri de görürsün. Gerek ki şükredeceksiniz.

13- O, geceyi gündüze sokuyor, gündüzü de geceye sokuyor. Güneşi ve ayı emrine âmâde kılmıştır. Her biri mukadder bir gayeye akıp gidiyor. İşte bu gördüklerinizi yapan Allah sizin Rabbinizdir. Mülk (hükümranlık) O'nundur. O'ndan başka taptıklarınız ise, bir çekirdek zarını bile idare edemezler.

14- Kendilerine dua ederseniz duanızı işitmezler. İşitseler bile size cevabını veremezler. Kıyamet günü de kendilerini Allah'a ortak koştuğunuzu inkâr ederler. Sana her şeyden haberdar olan (Allah) gibi bir haber veren olmaz.

8- Ya artık o kimsede mi ki, âyetin aşağı kısmını yukarısının bir kolu, bir dalı yapma, de bunu inkâr içindir. Cümlenin haberi (yüklemi)de gizlidir. Yani iman edip salih ameller yapan kimselere mağfiret ve büyük bir ecir var diye, onun tersi olan o mağrur kimsede mi onun gibi olacak ki kendisine kötü ameli süslü gösterilmiş, hırsı şehvetle allanmış pullanmış cazibeli, hem zevkine, hem menfaatine uygun, sonu iyi gelecek bir amel gibi hoş gösterilmiş de onu güzel görmüş, vehminin kuruntusu ve hevesleri aklına baskın gelmiş, şehvetlerinin sarhoşluğu gözünü gönlünü bürümüş.

Öyle içerim ki nihayet beni görürsün.

Çirkin benim katımda güzel diyen, kendini bilmeyecek derecede sarhoş gibi tersi dönmüş, batılı hak, kötüyü iyi, fenalığı güzel görür olmuştur. İşte alçak bir hayata aldanan bu hale geleceği gibi, Allah gafur diye günahlarda ısrar eden mağrurlar da bu hale gelir. Bir insan böyle kötüyü iyi görecek kadar şaşkın ve vicdansız nasıl olur diye hayret etme! Çünkü Allah dilediğini şaşırtır, dilediğini de yola getirir? Peygamberlerine ve onlara uyanlara hidayet verdiği gibi, şeytanlara ve onlara uyanlara da sapıklık verir. Onun için nefsin onlara iç yangısı ile, üzüntülerle geçmesin. Üzülme de görevine bak. Allah onların ne sanatlar yaptıklarını ve yapacaklarını da bilir. Yani onları en başta öyle şaşırtması hikmetsiz, sırf zorla olmadığı gibi, sonunda da yaptıklarını yanlarına bırakacak değildir. Şüphe yoktur ki kötüyü iyi gören sonunda iyilik görecek değildir. Elbette onlar salih amel yapan müminler gibi, mağfiret ve ecre erecek değiller, bir gün gelip belalarını bulacaklardır.

9-Ya o nasıl ve ne zaman olacaktır denilirse, bunun bir inkılap (değişim) ve nüşur ile olacağı anlatılmak üzere buyuruluyor ki: "Rüzgarları gönderen Allah'tır..." İşte "nüşûr" da böyledir. Böyle bir inkılap ile durgun hevesleri harekete getirerek göklere yükselecek bulutlar gibi yetenekli unsurları coşturarak yararlı rüzgarlara benzer ilâhî bir cereyanın sevk ve idaresiyle bir ölü beldeye nasıl bir hayat veriliyorsa, hesap için ölülerin dirilmesi demek olan "nüşur", yani öldükten sonra dirilme de işte öyle bir kıyam ve kıyamet iledir. (Nüşur kelimesi için Furkan Sûresi, 25/3. âyetin tefsirine bkz.)

10- Her kim izzet istiyorsa, zillet ve hakaretten kurtulup şerefli, haysiyetli, kuvvetli olmak arzu ediyorsa bilsin ki, izzet tamamı ile Allah'ındır. Dünyada da Allah'ındır; ahirette de Allah'ındır; dolayısıyla izzet isteyen şuna buna tapmakla kendisini zelil etmemeli, hepsini geçip Allah'a yükselmelidir. Fakat O'na hoş kelimeler yükselir. Onu da salih amel yükseltir.

KELİMİ TAYYIB: Başta, Kelime-i tevhit olmak üzere tesbih (sübhanellah), tahmid (elhamdülillah), tekbir (Allahü ekber), dua, istiğfar ve zikirler gibi hoş kelimelerin hepsini içine alır. Ve bunların ilâhî arşa yükselip de "Gerçekten iyilerin kitapları hiç şüphesiz 'illiyyîn'dedir." (Mutaffifîn, 83/18) buyurulduğu üzere makbul ameller defterine yazılması, ancak bunları tahakkuk ve tasdik ettirecek salih amellere yaklaşmakla olur. Hz. Peygamber (s.a.v)den rivayet edildiği üzere hoş kelimelerdir. Bir kul bunu dediği zaman melek onunla semaya çıkar, onu Rahmân'ın katına arzeder, fakat salih amel olmazsa kabul olunmaz. Yine hadiste yer almıştır ki, Allah Teâlâ bir sözü amelsiz kabul buyurmaz, sözü, ameli, niyeti de ancak sünnete uygun olmakla kabul buyurur. Kısacası izzeti elde etmek sözlü ve fiilî itaat ile olur; yoksa gurur ve tembellik, şeytanlık ve kötülüklerle değil. Çünkü Seyyiat, türlü türlü kötülüklere tedbir alan şeytanlık ve entrika ile uğraşanlara veya riyakarlık yapanlara gelince "Onlar için şiddetli bir azab vardır. Onların tuzakları darmadağın olur." Kureyş'in, Darunnedve'de Peygambere yapmak istedikleri hileler gibi bozuk çıkar başlarına geçer.

11-Allah'ın izzeti ve diriltmesi ve nüşûrun doğruluğu diğer âyetlerle de açıklanarak buyuruluyor ki: "Allah sizi bir topraktan yarattı.." Bu öyle bir gerçektir ki maymundan yaratıldıklarını iddia edenler bile, daha önce topraktan sonra da bir nutfeden (spermden) geldiklerini inkâr edemezler. İstidlal zincirinde bir halka daha itiraf etmiş olurlar. Bütün bunlar, Allah Teâlâ'nın tabiatlar üzerindeki izzet ve hakimiyetini gösterir; nitekim sonra sizi çiftler yaptı, o nutfeden (spermden) sade erkek değil, dişiler de yaptı ve evlenme kanunu koydu, hem bunları yapıp da bırakıvermedi. Herhangi bir dişinin hamile kalması ve çocuğunu doğurması hep O'nun ilmiyledir. Dolayısıyla gizli günah yapmak isteyenler de bilmelidirler ki Allah yaptıklarını bilir ve ne yaşatılana ömür verilmesi ne de ömründen eksiltilmesi, yani doğmadan ölmesi veya az yaşaması veya yaşadıkça ömrünün tükenmesi olmaz ki herhalde bir kitapta yazılı olmasın, yani hiçbirisi gelişi güzel bir tesadüf ile değil, herbiri mutlaka ilahi ilimde takdir edilmiş ve levh-i mahfuzda yazılmış olarak meydana gelir. Bu kadar parçalar nasıl bilinir diye uzak görmemelidir. Çünkü o, Allah'a göre kolaydır. Onun için O'na göre öldükten sonra diriltmek de kolaydır.

12- "İki deniz bir değildir." Bu da tabiatın hakim olmadığını ispat eder. Burada mümin ile kâfirin veya dâr-ı İslam ile dar-ı küfrün de temsil yoluyla farkına bir işaret vardır. Biri tatlı biri acıdır taze et, evet acı denizde tatlı balık oluyor, acı sularda da. Demek ki muhitin (okyanusların-çevrenin) tabiatı üstünde yaratıcının etkisi ile böyle de görülüp duruyor. Giyineceğiniz bir süs, bir ziynet de çıkarıyorsunuz. İnci, mercan gibi takılan ziynetler. Fakat bunların tatlı sulardan çıkarıldığı bilinmediğine göre "Her birinden" kaydına bağlanması dikkat çeken bir nokta olmuştur.

13- "O, geceyi gündüze sokuyor.." Bu da ilâhî izzetin zaman üzerinde dahi hakim olduğunu ve bütün değişikliklerin onun hükmüyle cereyan ettiğini gösterir. Kısacası "İşte Rabbiniz budur. Hükümranlık O'nundur. O'ndan başka taptıklarınız ise, bir çekirdek zarını bile idare edemezler."

KITMİR: Aslında hurma ile çekirdeğinin arasında ince zar veya çekirdeğin arkasındaki ince pürüz demek olup sonra hakîr ve küçük olan şeylerde mesel olmuştur. Nitekim dilimizde "Nıkır kıtmır" diye bilinmektedir.

14- Sana bir şeyden haberdar olan gibi, yani habîr olan Allah gibi haber veren olmaz, Allah'tan başkası peygamberlik vermez.

Meâl-i Şerifi

15- Ey insanlar! Siz Allah'a muhtaçsınız. Allah ise zengin ve her hamde lâyıktır.

16- Eğer O dilerse sizi yok eder ve yerinize yeni bir halk getirir.

17- Ve bu, Allah'a göre zor bir şey değildir.

18- Hem günah çeken bir kimse, başkasının günahını çekmeyecek; yükü ağır basan, onun yüklenilmesine çağırsa da ondan bir şey yüklenilmeyecek, isterse bir yakını olsun. Fakat sen ancak o kimseleri sakındırısın ki, gaybda Rablerinin korkusunu duyarlar, namazı dürüst kılarlar. Temizlenen de sırf kendisi için temizlenir. Nihayet dönüş Allah'adır.

19- Ne kör ile gören eşit olur,

20- Ne de karanlıklar ile aydınlık,

21- Ve ne de gölge ile sıcaklık.

22- Ölülerle diriler de eşit olmaz. Gerçi Allah, her dilediğine işittirirse de sen, kabirlerdekine işittirecek değilsin.

23- Sen sadece bir uyarıcısın.

24- Muhakkak ki biz seni hak ile hem bir müjdeci, hem bir uyarıcı olarak gönderdik. Hiçbir ümmet de yoktur ki, içlerinde bir uyarıcı geçmiş olmasın.

25- Seni yalanlıyorlarsa, onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. Onlara peygamberleri mucizelerle, sahifelerle ve aydınlatıcı kitaplarla gelmişlerdi.

26- Sonra ben o inkâr edenleri tutup yakaladım. O zaman beni inkâr etmek nasıl oldu?

15- Sizsiniz Allah'a muhtaç fakirler, cümlesinde müsnedin (öznenin) marife (elif lamlı) olması kasr (ancak, sadece, yalnız anlam)ı ifade eder. Yani din ve ibadet Allah'ın ihtiyacı değil, insanların ihtiyacıdır. Hem yarattıkları içinde Allah'a ihtiyacı en çok olan fakirler sadece insanlardır. İnsan "İnsan da zayıf olarak yaratılmıştır." (Nisâ, 4/28) ifadesine göre zayıf olarak yaratılmış olmakla, hangi mertebede olursa olsun hiçbir zaman Allah'a ihtiyaçtan kurtulamayacağı gibi, emaneti taşıyan insan ruhunun duyduğu ihtiyaç o kadar çoktur ki, onun yanında diğer yaratıklara fakir bile denmez. İnsanın bu ihtiyacını tatmin etmek için de Allah'tan başka mabud bulunmaz. Başkaları bir kıtmire bile malik değil Allah ise ganiydir. Hiçbir ihtiyacı olmayan ve her şeyden müstağni, tam mânâsı ile zengin, ganiy O, yalnız O'dur. O sizin ibadetinize muhtaç olmadığı gibi, bütün ihtiyaçlarınızı tatmin edebilecek güce de sahiptir. Öyle, fakat bakalım, korur gözetir mi dersiniz? Hem hamiddir. Hamd ve şükür ile kendisine tazim ve ibadet olunacak veliyy-i nimet de ancak O'dur. Gerçekte O'ndan başka nimet veren, O'ndan başka hamd ve tazime layık olan yoktur. Onun için dileklerinizi verirse, ancak O verir. Hem O kendisine hamd ettirmesini bilir.

16-O öyle ganiy, öyle hamiddir ki, dilerse sizi giderir de yepyeni bir halk getirir. Hamd etmek istemeyen siz nankörleri savar da yerinize hiç bilmediğiniz başka bir kavim, hamd edecek bir devlet getirir. Veya yeryüzünde bütün insanları yok eder siler süpürür de hiç görülmedik bambaşka yeni bir mahluk, tanımadığınız bir âlem yaratır.

17- Ve Allah'a göre bu olmaz bir şey de değildir. Çünkü "O'nun emri bir şeyi dilediği zaman O'na ancak "ol" demesinden ibarettir. O da oluverir. (Yâsîn, 36/82)

18- Bununla birlikte yüce Allah'ın adaleti hatırlatılarak buyuruluyor ki Hem günah çeken bir nefis diğerinin günahını çekmez.

VİZR: Ağırlık, ağır yük, ağır günah, vebal demektir. Burada günahın cezasının ağırlığı demektir. Herkes kendi günahından sorumlu olur, kendi günahının cezasını çeker; nitekim "Her koyun kendi bacağından asılır" deriz. Zalimlerin, zorbaların yaptığı gibi birinin günahı diğerine yükletilmez. Ankebut Sûresi'nde "Onlar mutlaka kendi yüklerini de, o yükleriyle birlikte daha nice yükleri de bizzat yüklenecekler." (Ankebut, 29/13) buyurulmuş olması da buna aykırı değildir. Çünkü o hem sapıtmış, hem de saptırmış olanlar hakkındadır. Başkasını da sapıtmaya çalışanlar hem sapıklıklarının, hem saptırmalarının günahını çekerler ki, ikisi de kendi günahlarıdır. Nitekim "Her kim bir kötü adet çıkarırsa, ona hem onun günahı, hem de onu işleyenlerin günahı vardır." hadisi de böyledir. Yani diğer işleyenler çekmeyecek demek değil, onların hepsi kadar da fazla çekecek demektir. Demek ki birisi şunu şöyle yap da günahı varsa benim boynuma olsun diye kefalet ederek diğerini bir günaha sokarsa, o boynuna aldığı günahı çekmeyecek değildir, ancak sevkettiği kimseyi kurtarmış olmayacak, onun çekeceğini çekmeyecek; birisi aldandığının cezasını çekecek birisi aldattığının cezasını çekecektir. Şu tabirinde bunlara işaret de var gibidir. Yükü ağır basan, çok ağır yük altında bulunan günahkar bir nefis, yükünün başkası tarafından alınıp yüklenilivermesine çağırsa, yalvarsa da ondan hiçbir şey yüklenilmez. Rıza ve tercih ile de yüklenilmez, cebren de yüklenilmez. Çünkü o kıyamet günü "O günden sakının ki hiçbir kimse kimseden yana bir şey ödeyemez. Kimseden bedel kabul olunmaz. Kimseye de şefaat fayda vermez." (Bakara 2/123) diye tanımlanan bir gündür. "Ne bir alış-veriş, ne de bir dostluk olan" (İbrahim, 14/31) bir gündür. Gerekse bir yakını olsun. Yani çağıran veya çağırılan bir yakını bile olsa, yine yüklenilmez. O halde Allah'ın emaneti gibi göklerin ve yerin çekemediği ağır bir yükü yüklenmiş olan insan, bir de o emanete hıyanet ederek ve şunu bunu sapıtarak sen yap da günahı benim boynuma olsun demek gibi, başkalarının günahını boynuna almaya kalkışmamalı; diğer birtakımı da öylelere uyup günahı filanın boynuna diye kendini ateşte yakmamalıdır. Fakat ey Muhammed! Sen bu uyarmayı ancak şu kimselere duyurur, ancak öyle kimseleri sakındırırsın ki Rablerinden gaybde, yani henüz huzuruna varmadan gıyabda korkarlar. Allah korkusunu, Allah saygısını duyar da namazı dürüst kılarlar. "Onlar ki gerçekten Rablerine kavuşacak olduklarını bilirler." (Bakara, 2/46) âyetinin ifadesi gereğince Rablerinin huzurunda O'na kavuşacaklarına kani olarak kılarlar. Ve bu şekilde maddeten ve manen temizlenirler. Temizlenen de ancak kendisi için temizlenir, feyizlenir. Bu, işte günah çekmenin tam aksidir. Yani insanlar bu iki sınıftan dışarı değildir. Ya günah çekecekler veya günahtan temizleneceklerdir. Günah çekenler, başkasının günahını çekmeyeceği gibi, nefislerini kamil iman ve üstün ahlak ve salih amel ile temizleyenler de sırf kendi menfaatlerine olarak temizlenmiş olurlar. Öyle ya akıbet gidiş Allaha'dır. Herkes ona göre mukafat veya cezasını alacaktır.

19-22- "Körle gören bir değildir." Bu cümlede mümin ile kâfirin temsilî olmak üzere yukarıdaki "Hem iki deniz eşit olmuyor" (Fâtır, 35/12) âyeti üzerine matuf denilmiş ise de "Fakat sen ancak Rablerinden korkanları sakındırırsın." (Fâtır, 35/18) hükmünün açıklamasının devamında istinaf (yeni bir cümle) olması bizce daha uygundur.

23-26- Sen ancak bir uyarıcısın, bir habercisin, zorba ve musallat değilsin, yani âyette yapılan "kasr" (ancak sen, diye yapılan tahsis) ifadesi, müjdeci olmadığını ifade için değil, fiilen azab memuru olmadığını ifade etmek içindir. Nitekim bunu vurgulamak için "Biz seni hak ile bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.." buyurulmuştur. Ve hiçbir ümmet yoktur ki içlerinde bir korkutucu geçmiş olmasın. Şu halde Araplarda da geçmiştir. Kasas Sûresi'nde beyan olunduğu üzere Tevrat'tan önce, ilk zamanda (kurun-i ûlâda) geçmiştir. Kurun-i vustâ (orta zamanda) yani Musa'dan Hz. Peygamber'in gönderilişine kadar geçmedi.

Meâl- Şerifi

27- Görmedin mi Allah gökten bir su indirdi. Biz onunla renkleri başka başka meyveler çıkardık. Dağlarda da yollar, beyazlı kırmızılı çeşitli renklerde ve kapkara topraklar var.

28- Yine insanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da türlü renklileri vardır. Kulları içinde Allah'tan ancak âlimler korkar. Şüphe yok ki Allah çok güçlüdür. Hüküm ve hikmet sahibidir.

29- Allah'ın kitabını okuyan, namazı kılan ve kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık olarak verenler, kesinlikle batma ihtimali olmayan bir ticaret umarlar.

30- Çünkü Allah mükafatlarını kendilerine tamamen ödedikten başka, lütfundan onlara fazlasını da verecektir. Çünkü O çok bağışlayıcı ve şükrün karşılığını vericidir.

31- Kitaplar içinde sana vahyettiğimiz kitap da kendinden öncekileri tasdik edici olmak üzere bir haktır. Şüphe yok ki, Allah, kullarının bütün hallerinden haberdardır ve her şeyi görendir.

32- Sonra biz o kitabı kullarımızdan süzüp seçtiklerimize miras bıraktık. Onlardan da nefislerine zulmeden var, orta yolu tutan var, Allah'ın izniyle hayırlarda ileri geçenler var. İşte bu büyük lütuftur.

33- Onlara Adn cennetleri vardır. Onlar oraya gireceklerdir. Orada altın bilezikler ve incilerle süsleneceklerdir. Orada elbiseleri de ipektir.

34- Onlar orada şöyle derler: "Hamd olsun Allah'a, bizden o üzüntüyü giderdi. Gerçekten Rabbimiz çok bağışlayıcı ve şükrün karşılığını vericidir."

35- "Lütfundan bizi durulacak bir yurda kondurdu. Burada bize yorgunluk gelmeyecek, burada bize usanç gelmeyecektir." 36- İnkâr edenlere gelince, onlara cehennem ateşi vardır. Hüküm verilmez ki ölsünler, kendilerinden biraz azab da hafifletilmez. İşte biz her nankörü böyle cezalandırırız.

37- Onlar, orada şöyle feryad ederler: "Ey Rabbimiz! Bizleri çıkar, yapageldiklerimizden başka salih bir amel yapalım." (Onlara): "Size düşünecek olanın düşüneceği kadar bir ömür vermedik mi? Hem size uyarıcı da gelmişti. O halde azabı tadın. Çünkü zalimleri kurtaracak yoktur." (denir).

27- "Görmedin mi Allah gökten bir su indirdi.." Burada yine yüce Allah'ın tabiat üzerinde tasarruf ve Rablığını gösteren ve onu bir su gibi bir tek sebep altında, çeşitli özellikler ve yetenek ile, çeşitli görüntülerle, değişik değişik cinslere ve çeşitlere ayıran iradesinin bir alameti demek olan "ıstıfa", seçme kanunun açık ve önemli bir hatırlatma ve uygulaması vardır. "Onunla çıkardık.." Burada ifade üçüncü tekil şahıstan (gıyab) birinci çoğul şahsa (tekellüm) yönelmektedir. Yani indirdik de, o su ile şunları çıkardık. Renkleri çeşitli olmak üzere bir çok meyveler, ürünler. Demek ki onları çıkaran suyun özelliği, yapısı değil, Allah'ın iradesidir ve meyvelerin birbirinden farklı olması, çeşit çeşit olması yaratıcının muradıdır. Bilinmektedir ki çeşitli meyvelerin yalnız renkleri değil, daha birçok özellikleri ve yapıları da değişiktir. Ancak renkleri pek belirgin olduğu için, onların zikriyle diğerleri söylenmemiş, bununla yetinilmiştir. Hem bu yalnız bitkilerde değil, dağlardan da "cüdde"ler, yol yol alacalar var.

CÜDED: Cim harfinin ötresiyle "cüdde"nin çoğuludur. Cüdde bir rengi diğer renkten ayıran yol gibi ayırıcı çizgidir. Nitekim "cim" harfinin üstün okunması ile "cedde" de cadde demektir. Ve kapkara, yani koyu kuzgûnî siyah renkte. GARÂBÎB: "Ğayn" harfinin kesresiyle (girbîb)in çoğuludur. Gırbîb, siyahın şiddetlisi demektir, ki pekiştirme olsun diye abartma için kulanılır. İşte dağların taşlarında ve topraklarında böyle yol, değişik değişik alacalar da sadece bir tesadüf eserinden ibaret değil, yaratıcının özel bir seçimi ve ortaya çıkarmasıdır.

28- İnsanlardan, hayvanlardan, davarlardan da böyle değişik değişik renklileri vardır. Bunlar da öyle şeklî ve manevî görüntülere ayrılarak seçilmişlerdir. Öyle ki insanlar içinde ilmi olanlar, olmayanlar vardır. Fakat Allah haşyetini, Allah korkusunu, Allah saygısını kulları içinden ancak bilginler duyar, ancak Allah'ı bilenler o saygıyı hissederler. Yani "Sen ancak görmeden Rabbinden korkmakta olanları sakındıracaksın." (Fâtır, 35/18) buyurulduğu üzere, Allah saygısını sürekli duyup da Peygamberin uyarmasından yararlanacak ve dolayısıyla temizlenip korunacak olanlar, Allah'ı celal ve cemaliyle, kemal sıfatıyla bilen ilim sahibleridir. Çünkü bir şey hakkında saygı, onun şanına olan bilgi ve bilginin dercesiyle uyumlu olur. Bir kulun da Allah'a dair ilmi ne kadar mükemmel ise, korkusu da o oranda mükemmel olur. Onun için Resulullah (s.a.v.) "Ben sizin Allah'tan en çok korkanınız ve en çok müttaki olanınızım" demiştir. Niçin Allah'ı bilmek korkmaya sebeb oluyor? Çünkü Allah çok güçlüdür, bağışlayıcıdır. Yalnız bağışlayıcı değil güçlü bağışlayıcıdır. Sadece bir bağışlayıcı olsaydı, O'nu bilmek belki nazlanmaya, mağrur olmaya, hiç korkusuz ümit bağlamaya s ebeb olabilirdi. Fakat Allah yalnız bağışlayan, merhamet eden değil, aziz, hiç bir sebebe boyun eğmeyen, yenilmeyen, hiçbir kanun altına alınma ihtimali bulunmayan, dilediği anda kahredip yerle bir eden, çok kuvvetli, çok azametli, galib ve kahredici bir bağışlayıcıdır. Mağfireti çok olduğu gibi cezası, intikamı da çok şiddetlidir. Onun için Allah'ı bilmeyenler her haltı ederler. O'nu bir kul ne kadar iyi bilirse, o kadar çok saygılı, o kadar çok hürmetli olur. Bununla birlikte bilginlerin saygısı, korkusu, haşyeti ne kadar yüksek olursa, ümidi de o oranda çok olacağı unutulmamalıdır.

29-Çünkü yani Allah kitabını vird ederek okuyup içindekini izleyenler ve onunla birlikte namazı dürüst kılıp kendilerine rızık kıldığımız şeylerden gizli ve açık, nasıl gerekirse öyle harcayanlar, yani Allah'ın kitabındaki hükümlerin yerine getirilmesi için masraf yapıp zekat ve sadaka verenler öyle bir ticaret ümdi ederler ki asla batmak, iflas etmek ihtimali yoktur.

30- Çünkü Allah onlara ecirlerini tamamı ile ödeyecek, hem de ihsanından artırıp fazlasını vercektir. Çünkü O, Allah hem gafûr, hem şekûrdur O'nun kuvvetini saydıklarından dolayı, bağışlaması ile onların günahlarını bağışlar. Hizmetlerini fazlasıyla takdir edip çalışmalarını makbul kılar. Çünkü kuvvet, inkâr ve nankörlüğe karşı "kahr"ı gerektirdiği gibi, hizmet ve şükre karşı da nimet ve ikramı gerektirir. Şu halde Allah'tan en çok korku duyan bilginler olunca, Allah'ın kulları içinde en çok şeref verdiği de bilginler olmuş olur. Bu yüzdendir ki, "İlim rütbesi bütün rütbelerin üstündedir." İlmin bu özelliği de yalnız nazarî (teorik) özelliği ile değil, amelî (pratik) özelliği iledir. Çünkü yukarıda "Onu da iyi amel yükseltir." (Fâtır, 35/10) buyurulduğu gibi, burada da korku ve makbuliyetin bir özelliğe dayanması gösterilmektedir.

31-Şimdi de ilâhî tercihde kitapların en seçkini Kur'ân, ilmini Hakk'ın vahyinden alan peygamberler içinde de en seçkini Muhammed Mustafa, ümmetlerin içinde en seçkini Muhammed ümmeti, onlar içinde de en seçkini Kur'ân hafızları olan ilim adamları olduğu hatırlatılmak üzere buyuruluyor ki: Kitaplar içinde sana vahy ile gönderdiğimiz kitap var ya, önündekileri tasdik edici ve ayırıcı olmak üzere hak olan ancak odur. Diğerlerinde onun tasdikine erişmeyen noktalarla amel edilemez. Şüphe yok ki Allah kullarından herhalde haberdardır, onları görmektedir. Batın ve zahirleriyle bütün özelliklerini kuşatmıştır.

32-Onun için seni layık görmeseydi, bunu sana vahy etmez, seni böyle son Peygamber Muhammed Mustafa kılmazdı. Sonra o kitabı, yani Kur'ân'ı kullarımızdan seçtiğimiz seçkinlere miras kıldık. Yani senden sonra ümmetin olan kullarımız içinden seçip beğendiğimiz süzme kulları ona varis kıldık. Bu şekilde Muhammed ümmeti en ileri, en süzme ümmet olduğu gibi, onlar içinde de en seçkinleri, Kur'ân'ı ezberleyen kimseler olarak peygambere varis olan bilginlerdir. Ki onlar içinden de kimisi nefsine zulmeder, kitaba varis olduğu halde gereği gibi okuyarak, amel edemeyerek. kimi de muktesıd, orta yoldadır. Kâh amel ediyor, kah etmiyor. Kimisi de Allah'ın izniyle hayırlarda ileri gider. Hayırlarda öne geçer, imam, önder, reis başkan olur ki, işte asıl peygamber varisi olanlar, "Hayır yarışlarında, ta öne geçip kazananlar: Onlar öncüdürler. İşte onlar en çok yaklaştırılmış olanlardır. Naiym cennetlerindedirler." (Vâkıa, 56/10,11,12) övgüsüne ermiş bulunanlar onlardır. İşte büyük lütuf budur. Böyle hayırlarda ileri gidip öne geçmektir.

33- 37-Şöyle ki: Adn cennetlerine girecekler ve orada altın bileziklerden zinetlenecekler, hem de inci ve altın bileziklerden. Allah, en iyisini bilir. Dünyada o hayırlar yapmak için ettikleri infakları kazanmalarına sebeb olan sanatlar, yükselmelerine araç olan salih amellerdir. Bundan dolayı olsa gerektir ki "Sanat altın bileziktir" sözü bizde meşhur bir atasözü olmuştur. Âyette geçen "inci" kelimesi altınların duru ve saflıklarından kinayedir. Yani ikamet yurdu, ikametgah, ikamet vatanı, kalınacak yurt, düşünüp anlayacak kimsenin düşüneceği kadar bir süre size ömür vermedik mi? Tecrübe zamanı dahi denilen bu süreyi yaşayan bir kimse için yaratanını bilmemekte bir özür kalmamıştır. Bu süre hakkında çeşitli rivayetler gelmiştir. Altmış, kırk altı, kırk, büluğ yaşı, yirmi, yirmiden altmışa kadar denilmiş ise de gerçek yüzünü Allah bilir. Büluğdan sonra her ölen hakkında bu süre gerçekleşmiş demektir. Altmış, Peygamberden rivayet edildiği üzere en üst sınırı demektir. Yani bundan sonra kâfirliğe hiç mazeret kalmıyor demektir. "Size uyarıcı da geldi." Bu da hükümlerin ayrıntısına göredir.

Meâl-i Şerifi

38- Şüphe yok ki Allah, göklerin ve yerin gaybını bilir. Elbette o, sinelerin içinde olanları da bilir.

39- Sizi yeryüzünde halifeler yapan O'dur. Artık kim küfrederse, küfrü kendi aleyhinedir. Kâfirlerin küfürleri, Rablerinin katında kendilerine buğzdan başka bir şey artırmaz, kâfirlerin küfürleri kendilerine zarardan başka bir şey artırmaz.

40- De ki: "Gördünüz ya, Allah'ı bırakıp da tapmakta olduğunuz ortaklarınızı! Gösterin bana, yer yüzünden neyi yaratmışlardır?" Yoksa onların gök yüzünde bir ortaklığı mı var? Yoksa biz kendilerine bir kitap vermişiz de ondan bir delil üzerinde mi bulunuyorlar? Hayır o zalimler, birbirlerine aldatmadan başka bir vaadde bulunmuyorlar.

41- Doğrusu gökleri ve yeri yok oluvermekten, Allah tutuyor. Andolsun ki eğer yok oluverirlerse, onları O'ndan başka kimse tutamaz. Gerçekten O, çok yumuşak davranır, çok bağışlayıcıdır.

42- Olanca güçleriyle Allah'a yemin etmişlerdi ki, kendilerine uyarıcı bir peygamber gelirse, mutlaka ilerideki ümmetlerin herhagi birinden daha doğru yolda olacaklardı. Fakat kendilerine uyarıcı bir peygamber geldiği zaman bu, onların sırf ürküntülerini artırdı.

43- (Bu da) yeryüzünde bir kibirlenme ve bir suikast düzenidir. Halbuki fena düzen ancak sahibinin başına geçer. O halde öncekilerin kanunundan başka ne gözetiyorlar? Sen Allah'ın sünnetinde asla bir değişme bulamazsın. Sen Allah'ın sünnetinde asla bir başkalaşma da bulamazsın.

44- Yeryüzünde gezip bir bakmadılar mı, kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuş? Halbuki onlar, bunlardan daha kuvvetliydiler. Ne göklerde ve ne de yerde hiçbir şey Allah'ı aciz bırakamaz. Çünkü o her şeyi bilendir, her şeye kâdir olandır.

45- Bununla beraber Allah, insanları kazandıkları (günahlar) yüzünden hemen yakalayıverseydi, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları belli bir süreye kadar erteliyor. Nihayet ecelleri gelince gereğini yapar.

Şüphe yok ki Allah, kullarını görmektedir.

38-39- O'dur ki sizi yeryüzünde halifeler kıldı. Hilafet verip bundan böyle ilâhî hükümlerin yerine getirilmesine memur eyledi. Bu âyet Muhammed ümmetine geleceğin hükümranlığını vaad eden gayıb haberlerindendir. Mekke'de bu sûrenin nazil olduğu zaman, düşünülürse, bu âyetin ne büyük bir mucizeyi kapsamakta olduğu kolaylıkla kabul edilir. Şüphe yok ki, bu çok büyük nimettir. İmdi her kim küfreder; böyle nimete karşı nankörlük eder de iman ve şükür yolunu tutmazsa, inkârı sırf kendi aleyhinedir. Cezasını kendi çeker, öyle ya, kâfirlere inkârları Rablarının katında, buğz edilen kimseler olmaktan başka bir şeyi artırmaz. Küfür, bir küfran, bir nankörlük olması itibariyle, Allah yanında buğz edilen, gazaba uğrayan, nefret edilen kişi olmaktan başka bir sonuç vermez. Ve kâfirlere küfürleri zarardan başka bir şey artırmaz. Çünkü imansızlık hem mahrumiyet, hem de felaket sebebidir.

40-Ey Peygamber! De ki: Gördünüz mü Allah'tan başkasından çıkardığınız ortaklarınızı? Yani Allah'a ortak koşarak taptığınız veya adına davet eylediğiniz mabudlarınızı gösterin bana, bu yeryüzünden neyi yaratmışlar? Başlıbaşına yaratmışlar da siz onlara tapıyor, onlara yalvarıyorsunuz, halkı onlara çağırıyorsunuz? Yoksa onların göklerde mi bir ortaklıkları var? Yeryüzünden hiçbir parçayı bağımsız olarak başlıbaşına yaratmadılarsa da göklerde yaratma veya diğer bir hüküm ve tasarruf itibarıyla Allah'a ortak olarak katılmaları mı var? Hâşâ, ne o, ne de o; hiçbiri de olmadığı apaçık belli iken, bilinirken nasıl olur da siz onlara tapar veya davet edersiniz? O ne cahillik, ne ahmaklık, ne haksızlık! Yoksa biz onlara bir kitap vermişiz de kendileri ondan bir delil üzerinde mi bulunuyorlar? Yerde gökte bir ortaklıkları olmadığı malum olmakla birlikte, biz onlara mabudluk payesi verdik, ilahlığımıza ortak kıldık diye ellerine bir kitap, bir ferman vermişiz de bundan dolayı açık bir delile, kesin bir hüccete mi sahip bulunuyorlar. Hayır yalnız zalimler birbirlerine sadece bir gurur, sırf bir aldanış vaad eder dururlar. Onlar bizim Allah yanında şefaatçilerimizden diye öncekiler sonrakileri, başlar geridekileri aldatır giderler. Bu âyetin hükmün yalnız putperestlere değil, Allah'tan başka gerek put, gerek melek, gerek hükümdarlar ve gerekse diğer herhangi bir şeye tapan müşriklerin hepsine genel ve hepsini kuşatır olduğunda şüphe yoktur.

41- Şüphe yok ki gökleri ve yeri yok olmamaları için Allah tutuyor. Yani şirk ve zulüm öyle fena, o kadar büyük cinayettir ki onun uğursuzluğundan yerler, gökler yıkılır; çünkü onlar ancak adalet ve hak ile ayaktadırlar. Hakkın dengesi bozulunca kendilerini tutamazlar. Varlıklarında, başkasına muhtaç oldukları için kendilerine yeterli değildirler. Onun için haksızlık âlemin düzenini bozar. Allah'a şirk koşmak ise en büyük zulüm olduğundan, müşriklerin meydan alan (yayılan) zulüm ve fesatlarıyla alem yıkılmak üzere bulunuyor. Fakat Allah onların belirli vakitlerinden önce yok olmalarını istemediği için tutuyor, muhafaza buyuruyor da henüz yıkılmıyorlar. Yemin olsun ki, eğer yok olurlarsa onları ondan sonra, o yok olmaktan sonra, yahut Allah'tan başka hiçbir tutacak yoktur. O cidden halim ve gafur bulunuyor. Çünkü ululuğuna karşı yapılan o şirk ve zulüm yüzünden "Neredeyse gökler parçlanacak, yer yarılacak, dağlar dağılıp çökecektir". (Meryem, 19/90) âyetinin ifadesince, yıkılmak üzere bulunan gökleri ve yeri tutuyor.

42- "Olanca güçleriyle yemin ettiler ki, eğer kendilerine bir uyarıcı gelirse, diğer ümmetlerin herhangi birinden daha doğru yolda olacaklardı." Çünkü Kureyş kitap ehlinin peygamberlerini yalanladıklarını işitmişler ve şöyle demişlerdi: "Allah, yahudilere ve hıristiyanlara lanet etsin, eğer bize bir peygamber gelseydi, herhalde biz ümmetlerin her birinden daha çok doğru yola girerdik." Sonra da kendilerine bir peygamber, yani Muhammed (s.a.v.) geldiği zaman onlara fazla bir ürkeklik verdi,

43-yeminleri gibi hakkı kabul değil de, haktan bir kaçınma yeryüzünde bir kibirlenme, yahut kibirlendikleri için kötülük hilesi, suikast düzeni, "Hani bir zaman o inkâr edenler seni tutup bağlamaları veya seni öldürmeleri yahut seni çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı." (Enfal, 8/30) ifadesince o Peygamberin canına kıymaya hazırlanma tertibi. Halbuki kötü hile, tuzak, sırf sahibinin yani yapanın başına geçer. Nitekim onların tuzağı da "Bedr"de başlarına geçti. Demek ki onlar da sırf öncekilerin sünnetine bakıyorlar. Önceki inkâr eden, kötülük yapan ümmetlerin başlarına gelen Allah'ın adetini, ilâhî kanunu gözetiyorlar. O halde Allah'ın sünnetinde (adetinde) bir değişiklik bulamazsın. Hakkı inkâr edenlere ve kötülük yapanlara azab kanununu, İslâm dinini yürürlükten kaldıracak değildir. Ve Allah'ın sünnetinde (adetinde) bir değiştirme de bulamazsın. O azabı, hak edenlerden başkasına çevirmezsin de.

44- Yeryüzünde dolaşıp da bir bakmadılar da mı, bir kısım, âyetin önce geçen ifadesine (ma kabline) bir delil getimedir. Yani Şam'a, Yemen'e, Irak'a, ticaret ve herhangi bir sebeble gidiş gelişlerinde hiç bakıp görmediler de mi? Peygamberlerini dinlemeyen geçmiş ümmetler şu yeryüzünde nasıl helak olmuşlar, yurtları nasıl harabelere dönmüş? Halbuki onlar, o Âd'lar, Semud'lar, kendilerinden çok kuvvetli idiler. Allah'ın emirleri dairesinde hareket etmedikleri için azab kanunlarıyla kökleri kazındı. ne göklerde, ne yerde hiçbir şeyin Allah'ı aciz bırakmak ihtimali yoktur. Çünkü O, âlim, kadir bulunuyor. Her şeye karşı ilmi, kudreti, nihayetsiz olan yüce Zat ise, hiçbir şekilde aciz olmaz.

45-Peki öyle de, bu kadar kâfirleri, müşrikleri niye yaşatıyor da mahvedivermiyor? denilirse, buyuruluyor ki: Eğer Allah bütün insanları kazandıkları ile, kazandıkları günahları yüzünden hemen hesaba çekiverecek olsa, yeryüzünde hiçbir deprenen bırakmazdı. İnsan günahlarının uğursuzluğundan bir hayvan bile kalmazdı demişlerse de, deprenir bir insan bırakmazdı mânâsına olması daha makuldür. Çünkü şu fıkralardaki "onlar" zamirinin, akıllı olan varlıklarda kullanılması daha açıktır. Fakat, derhal hesaba çekivermez de o insanları belirli bir süreye kadar te'hir eder, geri bırakır ki o kıyamet günüdür. Ecelleri geldiği zaman da şüphe yok ki Allah kullarını görüp duruyor. Hiçbirini kaçırmaz, her ne kazançları varsa, ona göre iyiliğe iyilik, kötülüğe kötülük cezalarını verir. Bu cümle "onun kulları" nitelemesiyle, kulluğunu bilen kullara bir teselliyi bildirmekle birlikte, herkes için ağır bir azarlamayı hatırlatan korkunç bir uyarıdır. Ve işte bu sonucu, açık bir heyecan ile doyurup yaşatmak için, Yasin Sûresi ilâhî aşk ile çarpan, vuslata ulaşan bir kalbin çarpıntısı ile takib edecek ve açıklayacaktır. Şüphesiz her şeyi görürsün Yâ Rab! Biz kullarını da bütün hallerimizle görür gözetirsin, gözet, lütuf ve rahmetinle gözet, ilâhî!







KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)


36-YASİN:

1-2-3- Yâsin, çoğunluğun görüşüne göre Halil ve Sibeveyh'in açıkladıkları gibi sûrenin ismidir. Bazılarına göre yemindir. Allah Teâlâ'nın isimlerindendir. Bazılarına göre de Allah Teâlâ'nın kelâmını açtığı bir söz anahtarıdır. Bakara Sûresi'nin başında hakkında yapılan açıklama genel olarak burada da geçerlidir. Yalnız burada özel olarak şu iki rivayet vardır: Birisi, İkrime vasıtasıyla İbnü Abbas'tan rivayet edildiği üzere, Ey insan! demek olmasıdır. Birisi de Saîd b. Cübeyr'den rivayet edildiği üzere Hz. Peygamber'in bir ismi olmasıdır ki, "Emin ol ki sen, hiç şüphesiz gönderilen peygamberlerdensin." hitabı bunu andırır. Şifâ-i Şeri'fte anlatıldığı üzere Nakkaş, Hz. Peygamber'den: "Benim Kur'ân'da yedi ismim vardır: 'Muhammed, Ahmed, Tâhâ, Yâsin, Müddessir, Müzzemmil, Abdullah" diye rivayet etmiştir. "Hakâyık Tefsiri" sahibi Sülemî, Vâsıtî'den ve Cafer b. Muhammed'den: "Yâsin'in yâ seyyid (ey efendi) demek olduğunu da anlatmıştır.

Kırâet: Ebu Bekir, Hamza, Kisâi, Ravh, Halefi Âşir, "yâ"nın fethasını imâle ile okurlar. Aşere kırâetlerinin hepsinde "sin" vakıfta ve vasılda (duruşta ve geçişte) sâkin okunur. Kâlûn, İbnü Kesir, Ebu Amr, Hafs, Hamza "nûn"u vasılda izhar, diğerleri idğam ederler. Ancak Ebu Cafer hep sekit yaptığı için, onda da izhar lâzım gelir. de "vâv" kasem (yemin) içindir. Yalnız Yâsin'de yemin mânâsı bulunduğuna göre, atf için olmasını da caiz görenler olmuştur. Dilimizde ayrıca bir yemin harfi bulunmadığından, birçok yerlerde kasemi "hakkı için" diyerek ifade ediyoruz ki şöyle demek olur: Hem Kur'ân'ı Hakîm hakkı için. Hakîm: Hikmetli, hikmet söyleyen, hikmet sahibi yahut çok hakim ve muhkem (sağlam) mânâlarına gelir ki, Kur'ân hakkında hepsi de doğrudur. Emin ol ki sen, hiç şüphesiz risalet görevi ile gönderilen peygamberlerdensin. Görülüyor ki bu hitab hem yemin, hem hem , hem de isim cümlesi ile takviye edilip pekiştirilmiştir. Bu kadar kuvvetli tekit ise, ancak muhatabın, konuyu şiddetle inkâr ettiği makamda yakışır. Onun için burada muhatap Peygamberin kendisi olduğu halde, ona tebliğde bu derece tekide ne lüzum vardı? diye bir soru sorulabilir. Buna cevap şudur: Bu cümle "Fakat Allah sana indirdiği ile şahitlik eder ki, O bunu kendi ilmiyle indirmiştir. (Buna) melekler de şahitlik ederler. (Aslında) şahit olarak Allah yeter." (Nisâ, 4/166) buyurulduğu üzere, gerçekte Allah tarafından Hz. Muhammed'in peygamberliğine bir şahitliktir. Bundan dolayı bu tekitler, işin başında şiddetli küfür ve inkârlarla karşılaşan Peygamberi kamu karşısında layıkıyla tatmin etmek ve güvence vermek içindir. Bu bakımdan şöyle demek olur. Bütün inkârcıların, inatçıların, kâfirlerin küfür ve inkârlarına rağmen emin ol ki sen, şüphesiz o peygamberlik görevi ile gönderilen, yani Allah'ın tebliğ edilmek üzere emanetini taşıyan ve dinlenilmediği takdirde hesabının sorulması kesinleşmiş elçileri olan hak peygamberlerdensin.

4- Dosdoğru bir yol üzeresin. Hiç eğriliği olmayan, dosdoğru Allah'a götüren yeni bir cadde üzerinde gönderildin ki, o islam şeriatıdır. Tenzile, nasb ile de ref' ile de okunur. Yani zaman zaman indirdiği vahyi ile O aziz, rahîm'in, bütün güç ve kuvvet, galibiyet ve zafer kendisinin olan ve kudretini tanıyan müminlere vereceği nimet ve rahmetine nihayet olmayan yüce kudret sahibi Allah'ın, burada Esmâü'l-Hüsnâ (Allah'ın güzel isimleri)dan" özellikle bu iki yüce ismin anılması "Allah şöyle yazmıştır: Andolsun ki, galib gelecek olan ben ve peygamberlerimdir." (Mücadele, 58/21) ifadesiyle "Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiya, 21/107) ifadesine işarettir.

5-6-Bu Kur'ân'ın indirilişinin hikmeti korkutup sakındırman için. Yani bu dünyanın bir âhireti bulunduğunu, sonunda hep o çok güçlü ve çok merhametli olan Allah'ın huzuruna varılıp hesap verileceğini, doğru yoldan gitmeyenlerin, tehlikeden korunmayanların sonlarının kötü olduğunu haber verip sakındırasın diye. Bir kavmi ki, babaları korkutulmadı. Pek uzak dedelerine değilse de yakın babalarına uyarıcı, yani Allah korkusunu anlatacak peygamber gönderilmedi de onlar, o kavim gafil kimselerdir. Doğru yolun ne olduğundan, sonucun nereye varacağından haberleri yoktur.

Kasas Sûresi'nde "Andolsun ki biz, ilk kuşakları helâk ettikten sonra Musa'ya kitap verdik.." (Kasas, 28/43) âyetinde açıklandığı üzere Musa'ya Tevrat, ilk kuşakların helâk edilmesinden sonra verilmişti. O zamandan Hz. Muhammed'in peygamberliğine kadar geçen orta kuşaklar arasında İsrailoğullarına birçok peygamberler gönderilmiş olduğu halde, Araplara doğrudan doğruya bir peygamber gönderilmemiş olduğundan büsbütün gaflet ve dini bilgilerden mahrumiyet içindeydiler. Böylece Allah'ın rahmeti, Kur'ân'ın Arapça olmasını ve son peygamberin Araplardan gelmesini gerektirmişti. Gerçi Kur'ân'ın uyarısı Araba mahsus değil ve Resulullah, "Ey kitap ehli! Peygamberlerin arasının kesildiği bir dönemde bize ne bir müjdeci, ne de bir uyarıcı gelmedi demeyesiniz diye, size açıkça anlatan peygamberimiz gelmiştir. İşte böylece size müjdeci de, uyarıcı da gelmiş." (Mâide, 5/19) buyurulduğu üzere, hem bütün kitap ehline gönderilmiş, hem de "Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik." (Sebe', 34/28) âyetinin ifadesince bütün insanları davetle görevli bir müjdeci ve uyarıcı ise de, bu davet ve uyarı işin başında "En yakın akrabalarını uyar." (Şuarâ, 26/214) emri uyarınca, en yakınından "Biz hiçbir peygamberi kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki, onlara apaçık anlatsın." (İbrahim, 14/4) âyeti gereğince de Araptan başlayacaktı. Çünkü bunlar büsbütün gâfildiler.

7- Andolsun ki, daha çoklarına karşı (azab) sözü hak oldu. Kelimesinde kaseme cevaptır. "Allah'a yemin ederim ki muhakkak.." takdirinde Allah Teâlâ'nın yüce ismine bir yemini işaret eder.

Tefsircilerin çoğu burada "söz"den maksadın, "Andolsun ki, cehennemi bütün cinlerden ve insanlardan dolduracağım." (Secde, 32/13) kelimesi olduğunu söylemişlerdir. Nitekim "Şüphesiz Rabbinin kelimesi üzerlerine hak olanlar inanmazlar." (Yunus, 10/96) âyetinde de böyledir. Yani bu yüce söz gereğince haklarında azab ile hüküm vacib oldu. Ancak buna şöyle bir soru sorulur: "Halkı ıslah edici kimseler olduğu halde, Rabbin o ülkeleri zulüm ile helak edecek değildi." (Hûd, 11/117), "Biz bir peygamber gönderinceye kadar (hiçbir kavme) azab edecek değiliz." (İsrâ, 17/15) buyurulmuşken, burada "onlar gafildirler" diye gafletleri anlatılan bir kavim aleyhinde azab nasıl hak olur? Cevap olarak, bunlara o sözün (azabın) hak olması, peygamber gönderilmeden önce değil, gönderildikten sonra Ebu Cehil gibi inad edip kabul etmeyenlere aittir, deniliyor.

Fakat bu, itibarla doğru olsa da, sonradan çoklarının imana gelmiş olduklarına göre, bunlara imana gelmez bir çoğunluk denilemeyeceği gibi, peygamberin gönderilişinden sonra çoğunluğun bu şekilde hemen mahkûm edilişi de "Babaları uyarılmayan ve kendileri de gafil olan." mazeretiyle âyetin gelişine de uygun düşmüyor. O halde bu çoğunluğun, o kavmin içinden çok dışında olması gerekir. Çünkü nahivde bilinmektedir ki, ism-i tafdilin izafetle (tamlama halinde) kullanılışının iki şekli vardır: Birisinde "muzâfun ileyh"ten bir cüz (parça) olması şart olur. "Yusuf, insanların en güzelidir." ifadesi gibi. Diğerinde ise mutlak fazlalık kastedilmekle "muzâfun ileyh"ten hariç olabilir. "Yusuf, kardeşlerinin en güzelidir." cümlesinde olduğu gibi ki, işte burada "onların çoğu " bu mânâ ile düşünüldüğü takdirde, bu çoğunluğun, o gafillerin dışında bulunan ve babaları uyarılmış olan azgınlara yorumlanacağından bir soru gelemez. Yani sadece o gafillerin içinden çoklarına değil, onların daha çoklarına, babalarına peygamber gönderilmiş olduğu halde, doğru yoldan ayrılmış olan pek çok kavimlere söz (azab sözü) hak olmuştur. Artık onlar imana gelmezler. Onun için korkutmaya onlardan başlamak, hikmete uygun olmaz.

8- Çünkü biz onların boyunlarında birtakım bağlar, kelepçeler yapmışızdır.

AĞLAL: Gayının zammesiyle "gull"ün çoğuludur. Bahir'de denilir ki: Gull; zorlama tazyik, azab etmek, esirlik mânâsıyla boynu saran ve boyun ile beraber iki veya bir eli de bağlayandır. Râgıb da şöyle der: Organları ortasına alan bağdır. Bazıları da azab etmek ve şiddet göstermek için eli boyuna bağlayan bağdır, diye ifade etmişlerdir. Kâmus mütercimi de hapsedilenin ve delinin boynuna geçirdikleri demir toka ve lâleye (halkaya) denilir, diye anlatmıştır. m Demek ki gull, kelepçe ve lâle (halka) denilen demir bağlardır. Ebu Hayyan, Bahir'de diyor ki: Zâhir olan bu âyetinin, istiâre değil, hakikat olmasıdır. İman etmeyeceklerini haber verince, ahiretteki hallerinden de bir şey haber verilmiş demektir. Bununla beraber âlimlerin çoğu bunun bir istiâre olduğunu söylemişlerdir ki, hidayetlerine engel olan ruhsal ve sosyal alışkanlık ve şartların "Biz her insanın kuşunu (yaptıklarını) kendi boynuna doladık." (İsrâ, 17/13) âyeti gereğince kazanılmış bir ceza halinde tabiat ve ondan ayrılmayışını tasvirdir. Çünkü tomruk ve kelepçe gibi bağların, ceza ve azab aletlerinden olması itibariyle zorunlu olan yaratılışları değil, kazanmakla hak edişi gerektiren cezaî bir zorlamayı ifade eder. İlk bakışta çağdaş medeniyetin boyun bağlarını hatırlatır gibi görünen bu "ağlâl" hem ferdin yaratılış kabiliyetini yanlış hedeflere sevk eden toplum baskısının kötü sıkıntılarını, hem de batıl itikatlar, çirkin alışkanlıklar, kötü huylar, taklid, taassub, nefsin arzuları gibi küfür ve günahlardan hoşlandırıp, imandan kaçındıran fena huylara ve durumlara nefislerin alıştırıla alıştırıla değişmez hale getirilmiş olmasını temsildir. Evet o kelepçeler "Allah onların kalblerini mühürlemiştir." (Bakara, 2/7) ifadesi üzere çıkmaz bir şekilde boyunlarına geçirilmiş. Onlar; o demir çemberler, enli, dik yakalıklar halinde Çenelere dayanmıştır. Burunları yukarı, gözleri aşağı somurtmuş kalmışlardır.

9-Gerçeği görmek için etraflarına bakmazlar ve bakamazlar. Hem önlerinden bir sed, arkalarından bir sed çekmişizdir. Kendilerini sarmışızdır da artık baksalar da görmezler.

10-Onun için Onlara karşı birdir de ha korkutmuşsun kendilerini, ha korkutmamışsın imana gelmezler.

11- Ancak o kimseyi korkutup uyarırsın, yani çoğunluk öyle olmakla beraber, sen yine herkesi de uyaracaksın, çünkü uyarmanın o kimselere faydası olur, o kimseleri sakındırır, korundurursun ki zikri (Kur'ân)ı takip etmekte; kitabı, Kur'ân'ı gerçekten düşünerek vird emekte, nasihat dinlemekte ve Rahman olan Allah'a gayıbda korku beslemektedir. Yani ahirette olacağı gibi henüz huzuruna varmış olmayıp, gıyabında bulunduğu halde, O'nun yüceliğini ve büyüklüğünü sayarak azabından korkar, Rahmân'dır diye rahmetine güvenip aldanmaz. "Kullarıma haber ver ki ben çok bağışlayıcı, çok merhamet edeyim. Benim azabım da o acı verici azabdır." (Hıcr, 15/49-50) buyurduğunu hesab eder, emirlerini tutar. Yahut kendi gaybında içinden, yani yalnız görünürde değil, Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği kalbinin iç yüzünden korku duyar. Hangi kavimden olursa olsun. İşte onu hem bir bağışlanma, hem de şerefli bir mükafatla müjdele. Mağfiret ve ecr'deki tenvinler tefhim (büyüklük) içindir. Yani hiçbir günah bırakmayıp örten geniş, önemli bir mağfiret (bağışlanma) ve hiçbir minnet ve eksikliği olmayan şanlı, şerefli güzel bir ecir ile müjdele. Demek ki, peygamberlik yalnız korkutmak için değil, hem de böyle büyük müjde ile müjdeleme hikmeti içindir. Bu korkutma ve müjdelemenin asıl sır ve hikmeti ise şudur:

12- Gerçekten biz biziz. Bilinmektedir ki, Allah Teâlâ'nın "biz" buyurması büyüklük ve yücelik içindir. Yani büyüklük şanımız olan biz, güç ve kuvveti bilinen Allah'ız, yahut biz başka değil, yalnız biz ölüleri diriltiriz ve önceden gönderdikleri şeyleri; hayatlarında yaptıkları iyi ve kötü bütün amelleri ve eserlerini, yani geriye bıraktıkları faydalı veya zararlı eserlerini, gerek okuttukları ilimler, yazdıkları kitaplar, yaptıkları vakıflar, medreseler, mescidler, mektebler, yollar, çeşmeler, köprüler, hastaneler, çeşitli imaretler gibi hayır ve hasenat kuruluşlarını ve gerek zulüm ve düşmanlık kanunlarını tesis, günah ve isyan örnekleri tertib eden fesat ocakları gibi uğursuz şer ve kötülüklerini ve hatta bütün izlerini ve gölgelerini yazarız, adlarına, hesaplarına geçiririz. Sahih bir hadiste rivayet edilmiştir ki: "İnsan öldüğü zaman şu üçten başka bütün ameli kesilir: Sadaka-i cariye (devam eden sadaka), kendisinden faydalanılan ilim, ona dua eden salih evlat." Demek ki, bu hadis-i şerif kalacak hayırlı eserlerin kısımlarını açıklamıştır. Âyet bunların zıddı olan kötü eserlerin de yazılacağını açıklıyor. Ve zaten her şeyi önce açık bir kütükte, bir ana kitapta, yani Levh-i mahfuz'da sayıp yazmışızdır. Yani her şey, oluşundan önce Allah'ın ilminde belli olup Levh-i mahfuz'da bütün sayısıyla zabtedilmiş olmakla beraber, olduktan sonra da bütün izleri ve gölgeleriyle yazılır ve insanlar bu şekilde yaptıklarından sorumlu tutulur. Böyle korkut ve müjdele.

Meâl-i Şerifi

13- Sen onlara, o şehir halkını örnek ver. Hani oraya peygamberler gelmişti.

14- Hani biz onlara iki peygamber göndermiştik, fakat onlar ikisini de yalanlamışlardı. Biz de (onları) üçüncü bir peygamberle destekledik. Onlara: "Şüphesiz ki biz size gönderilmiş elçileriz." dediler.

15- Onlar da: "Siz bizim gibi insandan başka birşey değilsiniz, hem Rahman olan Allah, hiçbir şey indirmedi. Siz sadece yalan söylüyorsunuz." dediler.

16- Peygamberler dediler ki: "Rabbimiz biliyor ki biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz."

17- "Bize düşen de sadece apaçık tebliğdir."

18- Onlar dediler ki: "Herhalde biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer bu işten vazgeçmezseniz, andolsun ki, sizi hiç tınmadan taşlarız ve mutlaka bizden size pek acıklı bir azab dokunur."

19- Peygamberler de şöyle cevap verdiler: "Sizin uğursuzluğunuz beraberinizdedir. Size öğüt verildi diye mi (uğursuzluğa uğradınız)? Doğrusu siz israfı âdet etmiş bir kavimsiniz."

20- O sırada şehrin ta ucundan bir adam koşarak geldi ve: "Ey kavmim! Uyun o elçilere!"

21- "Uyun sizden hiçbir ücret istemeyen o zatlara ki, onlar hidayete ermişlerdir."

22- "Bana ne oluyor da kulluk etmeyecekmişim beni yaratana? Hep döndürülüp O'na götürüleceksiniz."

23- "Hiç ben O'ndan başka ilâhlar edinir miyim? Eğer O Rahman, bana bir zarar dileyecek olsa, onların şefaati benden yana hiçbir şeye yaramaz ve onlar beni kurtaramazlar."

24- "Şüphesiz ki ben, o zaman apaçık bir sapıklık içinde olurum."

25- "Şüphesiz ki ben, Rabbinize iman getirdim, gelin dinleyin beni."

26- (Sonra ona) "haydi gir cennete!" denildi. O da dedi ki: "Ne olurdu kavmim bilseydi!"

27- "Rabbimin beni bağışladığını ve beni kendilerine ikram edilen kullarından kıldığını."

28- Biz arkasından kavminin üzerine bir ordu indirmedik, indirecek de değildik.

29- Sadece bir gürültü oldu, onlar da hemen sönüverdiler.

30- Yazıklar olsun o kullara ki, kendilerine glen her bir peygamberle mutlaka alay ediyorlardı.

31- Görmediler mi ki, kendilerinden önce nice kuşakları helak etmişiz. Onlar artık kendilerine dönüp gelmiyorlar.

32- Onların hepsi toplanıp, sadece bizim huzurumuza getirilmişlerdir.

13- "Sen onlara o şehir halkını örnek ver." Eserlerin yazılmasına ve asil bir örnekte birçok şeyin sayılmasına bir misal gibi olan bu mesel, gerek üzerlerine azab sözü hak olanları korkutmak ve gerekse Kur'ân'a uyanları müjdelemek konusunda peygambere vaad edilmiş olan inkılâbların önemli bir örneğini vermektedir ki, buna bu itibarla Yâsin'in kalbi denilse yeridir. Yani Hıristiyanlığın karşısında müşrik Romalılar nasıl söndüyse İslâmiyetin karşısında da öyle devletler yıkılacak "Onu bütün dinlere üstün kılma." (Fetih, 48/28) sırrı ortaya çıkacaktır. Burada, bu şehrin Antakya, elçilerin de İsa (a.s.)ın havarilerinden gönderilenler olduğu naklediliyor. O hade şehir halkının, memleket halkı ve anılan kavmin de Romalılar olduğu anlaşılır.

14- "Hani biz onlara iki elçi göndermiştik de onları yalanlamışlardı." Bunun zahiri, bunların Allah tarafından peygamberlik verilmiş resuller olduğunu gösterir. Ebu Hayyan der ki: "Siz ancak bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsiniz" denilmiş olması da buna delalet eder. Çünkü bu konuşma peygamberlere karşı olur. İbnü Abbas'ın ve Ka'b'ın görüşü de budur. Fakat Katâde ve diğerleri demişlerdir ki, bunlar, Havarilerden olup İsâ (a.s.) kaldırılışı sırasında gönderdi. Buna göre "biz gönderdik" buyurulması, Hz. İsa tarafından gönderilmeleri de Allah Teâlâ'nın emriyle olduğundan dolayı olmuş oluyor. Bazıları bu ikisinin Yuhanna ile Pavlus olduğunu "Biz (o peygamberleri) bir üçüncüsü ile destekledik." Bu üçüncüsünün de Şem'unussafâ olduğunu söylemişlerdir. Fakat açıklamanın asıl hedefinin temsil olması bakımından bunun bu şekilde ifade buyurulması, Hz. Muhmmed'in peygamberliğinin şan ve şerefini temsilde açık denecek kadar bir işaretle göstermek içindir. Yani ikinin bir üçüncü ile takviyesi, Hz. Musa ve Hz. İsa'nın sonradan Hz. Muhammed'in peygamberliği ile "Kendisinden öncekileri tasdik edici olarak." (Âl-i İmran, 3/3) güç ve takviyesini temsil ediyor. Önce Musa ve İsa'yı göndermiştik, bunları yalanladılar, sonra da Muhammed (a.s) ile bunlara güç ve kuvvet verdik denilmiş gibi oluyor. Elçiler o şehre vardılar da haberiniz olsun biz, sizlere gönderilmiş elçileriz dediler.

15-19-O şehir sahipleri (elçilere karşı) şöyle dediler: Siz bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsiniz." Fazla ne meziyetiniz olabilir ki öyle bir davada bulunuyorsunuz. Ve Rahmân hiçbir şey indirmemiştir. Ne vahiy, ne peygamberlik, ne kitap. Siz sırf yalan söylüyorsunuz. Vahiy ve peygamberliği, insanın peygamberliğini esasından inkâr ettiler. Çünkü Romalılar müşrik, putperest idiler. Bununla beraber Allah'ı inkâr etmemişlerdi.

20- O esnada şehrin ta öbür ucundan bir adam bu adam, bu kahraman fedai, bu büyük mücahid, bu güzel vâiz, doğru cennete giden ve Allah Teâlâ'nın özellikle ikramına kavuşan bu sevgili şehit, Yâsin sahibi Habibi Neccar diye tanınmaktadır.

MEDİNE, şehir demektir. Medine'nin aksâsı, şehrin en ucu, ta öte başı demek oluyor ki, elçilerin tebliğleri ve onlara karşı edilen muamele şehrin her tarafından işitilmiş, açık tebliğ yapılmıştı. Bu medine (şehir) de Antakya'dır diyorlar ve o zaman büyük ve geniş bir şehir olduğunu söylüyorlar. Bununla beraber "Medinenin aksâsından" demek, o memleket idarecilerinin en ileri gelenlerinden bir zat mânâsını da andırır. Elçilere suikast edilmek üzere bulunduğunu haber alıp bu zat geldi koşuyordu. Yani koşarak geldi, iman edenlere örnek olmak, irşad etmek için bütün gayretiyle çalışıyordu. Bakınız kısaca ne güzel ögüt verdi: Ey benim kavmim! Ey hemşerilerim dedi uyun, o gönderilen elçilere uyun; dedikleri yola gidin.

21-Demek önce hemşerilik şefkatini ileri sürerek öğüdü takdim ve onların resul olduklarını haber vermekle imanını açıkladı, bunu gerektiren sebepleri de şu tekit ile izah etti:

Uyun o kimseye ki Sizden bir ücret itemez. Dünya ile ilgili bir maksat ve karşılık talep etmez. Kendileri ise hidayete ermiş, doğru yolu tutmuşlar. Burada şöyle bir kıyas-ı mukassim (ikilem, yani mantıkta iki şıkkı da aynı sonuca varan kıyas), bir dilem vardır: Bir yolcunun bir rehbere uyması için iki engel düşünülebilir. Ya biçimsiz bir ücret istemesi yahut ehliyetine güven duyulmamasıdır. Bunlar ise hem bir ücret istemiyorlar, hem hidayet sahibi kimseler. O halde bunlar resul olmasalar bile doğru ve ücret istemediklerinden dolayı kendilerine uymamak için hiçbir sebep yoktur.

22-Hidayetlerinin açıklığını beyan ile engelin olmayışından sonra imanı gerektiren şeyin varlığını göstermek için de buyuruluyor ki: Hem benim neyime ki, ibadet ve kulluk etmeyeyim? O beni yaradana. Bu, imanı gerekli kılan sebebe işaret ve bu söz, irşatta incelik için şefkat gösterilmek suretiyle en güzel bir dokunmadır. Yani o resuller, bizi, yaradana kulluk etmeye ve yalnız O'nu mabud tanıyıp, O'na ibadet etmeye davet ediyorlar. Bunun doğruluğu ise açıktır. Ben sizi kendim gibi düşünüyorum, ben beni yaradana kulluk etmeyi borcum, vazifem bilirim, çünkü beni yaratmıştır. O'na karşı bu vazifemi yapmamak için hiçbir özrüm ve engelim yok. O halde siz, o sizi yaradan Rabbinize niye ibadet etmeyesiniz. Halbuki hep döndürülüp O'na götürüleceksiniz. O halde O'na kulluktan nasıl kaçınırsınız?

23- Hiç ben O'ndan başka ilâhlar mı edinirim, başka mabudlar mı tutarım? Çünkü eğer O Rahmân, rahmetiyle beni yaratmış olan Rahmân, ya beni bir zararla, bir sıkıntı ile sıkmak isterse onların, yani O'ndan başka tapılanların benden yana şefaatleri hiçbir fayda vermez. Ve beni kurtaramazlar.

24-Hiçbiri mabud olamazlar. Şüphesiz ki o takdirde beni yaradan Rahmân'dan başka mabudlar edindiğim durumda apaçık bir sapıklık içindeyimdir.

25- "Ben sizin Rabbinize iman ettim, beni dinleyin." Bu güzel sözlerin sonu olan bu güzel hitabede birkaç mânâ vardır:

Birincisi: Resullere hitaptır; halkın öldürmek için hücumu üzerine onlara şöyle ikrar edip şahit tutmuştur: Haberiniz olsun ey resuller! Ben sizin Rabbinize gerçekten iman ettim, şimdi beni duyun da şahid olun. Yarın âhirette O'nun huzurunda şahitlik edin.

İkincisi: Yine kavmine hitaptır ki, şöyle demek olur: Haberiniz olsun, ben o sizi yaradan Rabbinize şüphesiz iman ettim, ey kavmim! Gelin dinleyin beni de o resullere uyun, siz de iman edin.

Üçüncüsü: Geleceğin insanları da dahil olmak üzere duyma kabiliyeti olan herkese hitap veya yemin olarak, haberiniz olsun, ben iman getirdim, Rabbiniz aşkına bundan böyle dinleyin beni, benim hitabımı, mâcerâ ve menkıbelerimi ey duygusu olanlar!

26-Bakınız sonuç ne oldu gir cennete! denildi. Yani şehit edildi, doğrudan doğruya cennete girmekle kendisine ikram edildi ki, Allah yolunda şehit olanlar hep böyledir. Böyle denince ne dedi, bilir misiniz? Dedi ki: ay! Bu ne güzelmiş! keşke kavmim bilselerdi

27- Rabbim bana ne büyük mağfiret buyurdu da beni böyle ikram edilen kullarından kıldı. Kavmi hakkında böyle temennide bulundu. Demek kavmini unutuvermemiş, kin ve intikam duygusu da beslememiş, düşmanlarına bile merhamet eden evliyâ ruhu ile istemişti ki, kendinin erdiği mutluluğu bilseler de, cinayetlerine, küfürlerine tevbe edip iman ve ibadet yolunu tutsalar, Allah yolunda fedailik etseler. Bununla beraber bu temenni, haklı bir öğünme mânâsından uzak değildir.

28-Şimdi hiç şüphe yok ki, burada hatıra şöyle bir soru gelir: Böyle bir kahramanı, böyle yüksek bir öğütçü ve mücahidi öldüren o kavme Allah Teâlâ ne yaptı? Böyle bir soruya karşı buyuruluyor ki: Onun arkasıdan da kavminin üzerine gökten bir ordu indirmedik. Yani onu dinlemeyip öldüren kavmini de onun arkasından sağ bırakmadık, gerçi o şehidin arkasında ve Resullerin elinde bir ordu yoktu. Bununla beraber onlarla harp için gökten bir ordu da indirmedik, indirmiş de değildir. Yani bu gibi durumlarda gökten apaçık bir ordu indirivermek Allah'ın âdeti olmamış olduğu gibi, olağanüstü olarak da indirmedik. Daha doğrusu indirecek de değildik. Allah'ın bir kavmi mahvetmesi için öyle ordular indirmesine gerek yoktur. "Bedir" de, "Hendek"te melekler indirmesi bile sadece müminlere bir müjde ile kalblerini huzura kavuşturmak içindi. O bir iş dileyince sadece: "ol!" der, oluverir.

29-Onun için olan hadise başka değil, sâde bir gürültü oldu. Tek bir ses, bir haykırma, Cebrail'in bir haykırması. Hemen sönüvermişlerdi. Önüne geleni yakmak isteyen o ateşli kavim, o zamandan itibaren sönmüşlerdir. Bundan Antakya halkının mahvolduğunu, helâk olduğunu anlamak istemişlerse de Hıristiyanlık daveti karşısında müşrik Roma devletinin ortadan kalkmış olduğunu anlamak daha kapsamlıdır.

30- Yazıklar olsun o kullara... Bu yalnız o sönenlere bir üzüntü duymak değildir. Kendilerine azab sözü hak olan çoğunluğa, meselin özlü tatbiki olan bir uyarı, gafillere de bir tenbihtir.

31- Ya görmediler de mi onlar?

O alay edip duran kullar? Kendilerinden önce ne kadar nesiller helak etmişiz. Onlar, kendilerine dönüp gelmiyorlar, yani dünyaya bir daha dönmüyorlar.

32- Ve hepsi; o helâk edilen ve henüz edilmeyen, hepsi başka değil, yalnız toplanıp bizim huzurumuza getirilmekte olan bir toplum bulunuyorlar. Böyle iken nasıl olur da başka ilâhlar edinip şirk koşarlar?

İHZAR: Huzura getirmek demektir. Mahkemeye rızasıyla gelmeyen kimseyi tutup, zorla hakimin huzuruna getirmek mânâsında kullanılır ki, burada özellikle bu mânâyadır. Yani herkes ölmekle yok olup gitmiyor, hesap ve ceza için Hak Teâlâ'nın huzuruna toplanıp sevk ediliyorlar.

Bu tebliğden sonra bir de aklî delillerle aydınlatılarak buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

33- Hem bir delildir onlara ölü toprak. Biz ona hayat verdik ve ondan taneler çıkardık da ondan yiyip duruyorlar.

34- Biz orada hurmalıklardan, üzüm bağlarından bahçeler yaptık. İçlerinde pınarlardan sular fışkırttık.

35- (Bunu), Onun ürününden ve kendi elleriyle yaptıklarından yesinler diye (yaptık). Hâlâ şükretmeyecekler mi?

36- Yerin bitkilerinden, kendi nefislerinden ve daha bilemeyecekleri şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah'ın şanı ne yücedir.

37- Gece de onlara bir delildir. Biz ondan gündüzü soyar çıkarırız, bir de bakarlar ki karanlığa dalmışlar.

38- Güneş de bir delildir ki kendi yolunda akıp gidiyor. İşte bu çok güçlü ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir.

39- Ay'a gelince, ona menziller tayin ettik. Nihayet o eski hurma salkımının çöpü gibi (yay haline) dönmüştür.

40- Ne güneşin aya çatması yaraşır, ne de gece gündüzü geçebilir; onların her biri kendi yörüngesinde yüzerler.

41- Onlar için bir delil de bizim, onların neslini dolu bir gemide taşımamızdır.

42- Yine kendileri için onun gibi binecek şeyler yaratmamızdır.

43- Eğer dilesek onları boğarız da o zaman ne onların feryadına yetişen bulunur, ne de onlar kurtarılır.

44- Ancak tarafımızdan bir rahmet ve bir zamana kadar yaşatmak başka.

45- Durum böyle iken onlara: "Önünüzdekinden ve arkanızdakinden korkun ki size rahmet edilsin" denildiği zaman,

46- Ve kendilerine Rablerinin âyetlerinden herhangi bir âyet geldiği zaman mutlaka ondan yüz çevirirler.

47- Onlara: "Allah'ın size rızık olarak verdiği şeylerden hayra harcayın" dendiği zaman, o kâfirler, müminler için: "Allah'ın dileyince doyurabileceği kimseyi biz mi doyuracağız? Siz apaçık bir sapıklık içinde değil de nesiniz?" dediler.

48- Yine onlar: "Eğer doğru söylüyorsanız bu (kıyamet) vaadi ne zaman?" diyorlar.

49- Onlar sadece bir tek çığlığa bakıyorlar, bir çığlık ki, onlar çekişip dururken kendilerini yakalayıverir.

50- O zaman bir vasiyette bile bulunamazlar. Ailelerine de dönemezler.

33- Hem bir âyet, yani Allah Teâlâ'nın kudretinin büyüklüğüne ve ölüleri diriltebileceğine açık bir delil ve alamettir. Onlara, o gafillere ve inkârcılara o ölü arz, arz, toprak bilinmektedir ki cansızdır. Hatta Hıcr Sûresi'nde "Yeryüzünü sönmüş kül halinde görürsün." (Hacc, 22/5) buyurulduğu üzere sönmüş bir taş halinde, hayat ile tamamen zıt bir durum ölüdür. Hele bir öğle sıcağında bir Arabistan çölünün manzarası düşünülürse onun hayattan ne kadar uzak olduğu görülür. Eğer tabiata kalsaydı o ölü toprakta bir ot bile bitmezdi. Fakat biz ona hayat verdik. Onda hayat yarattık, bitkisel ve hayvansal organlarla dirilik, şenlik meydana getirdik.

Hayatın önce bir hücreden başladığını göstererek de buyuruluyor ki: ve ondan, yani yerden bir dâne çıkardık.

HABB: "Habbe" (dâne)nin cins ismidir ki, azına da çoğuna söylenir. Çoğulu "hubûb", onun çoğulu "hubûbat"tır. Dilimizde olduğu üzere özellikle buğday, arpa, pirinç, susam gibi yenen dânelerde yaygın olmakla beraber, genellikle ot ve çiçek tohumlarında da bilinmektedir. Kamus sahibi "Besâir"de der ki: "Hubub"un bir tekine "habbe" denilmesi, şey'in aslı ve öz maddesi olması itibarıyladır." Bu bakımdan bir "habbe" (dâne), hayatın ilk başlangıcı olan bir hücre (cellule) demektir. Burada da bu cinse işaretle "ondan bir dâne çıkardık" buyurulmuştur. Fen ilimleri açısından düşünüldüğü zaman yerin unsurlarından bir hayat hücreciğinin oluşumu, bir habbe (dâne)nin çıkması tabiî değildir. Tohumsuz bir hayat hücreciği tabiî olarak teşekkül edemez, (genration spontane'e olmaz). Gerçekten bir eksinin, kendiliğinden bir artı oluvermesi akla da uygun gelmez. Bununla beraber yerde hayat işi meydana geldiği için, yine fen ilimleriyle uğraşanlar derler ki: Fakat başlangıçta ilk tohumun, ilk hücrenin tabiat dışı olarak meydana gelmiş olduğunu kabul etmek zorunludur. İşte bu nokta doğrudan doğruya tabiatlar üzerinde hakim olan yüce yaratıcının ölülere hayat veren ilâhî kudretini gösterir. Bunun bir seçim olduğunu söylemek de aynı mânâyı ispat etmektir. Çünkü seçimin (insanın peygamber olarak gönderilmesinin) her derecesi tabiat üstü bir gelişme arzeder. (En'am Sûresi, 6/95. âyetinin tefsirine bkz.) Bu şekilde ölü toprağa bitkisel hayattan başlayan bir hayat verilip ondan dâneler çıkarıldığı ve böyle tek hücrelerden başlayan bu hayatın, insan hayatına doğru yetiştirilip geliştirildiği ince bir imtihan tarzında edebî bir vecize ile hatırlatılarak buyuruluyor ki: Ondan bir dâne çıkardık da şimdi ondan yiyorlar. Belli ki bu şöyle demektir: O insanları da yarattık da o dânelerden yiyip duruyorlar.

34- Sonra onların birleşmesi ve gelişmesiyle bilhassa insan hayatının devam etmesinin ve gelişmesinin sebeplerine destek sağlandığı anlatılmak üzere de buyuruluyor ki hem onda, o yerde bahçeler yaptık. O tek hücreli hayatı üretip, birleştirip, düzenleyerek birbirine girmiş güzel, hoş bağlar meydana getirdik. Hurmalıklar ve üzümlükler, neler. İşte bunlar bitkisel hayatın en mükemmel şekli ve insan zevklerinin en tatlı kaynaklarıdırlar. Ve onda, yani yerde yahut o bahçeler içinde kaynaklardan çaylar, pınarlar akıttık

35- ki onun ürünlerinden, Allah'ın verdiği meyvesinden, gelirinden ve ellerinin yaptığı şirası, pekmezi ve teferruatı gibi mamüllerinden yesinler, faydalansınlar diye. Buna göre de işareti vardır. Okurken burada durulmaz. Bununla beraber burada nın nâfiye (olumsuzluk edatı) olması da caiz görülmüştür. Buna göre de durmak caiz olup mânâ şöyle olur: "Ürününden yesinler. Onu, onların elleri yapmadı". Yani o bağlara bakmaları, suyu ve çapası gibi işlerinde çalışmaları gerekirse de alıp istifade edecekleri o ürün, onların yapısı değil, Allah'ın vergisidir. Hâlâ şükretmeyecekler mi? Şirk ve nankörlükten vazgeçip tevhid ve iman ile ibadet ve kulluk etmeyecekler mi?

Abdülkadir Geylanî (k.s.) "Fütûhu'l-Gayb"da der ki: "Şükür ya dil, ya kalp veya organlarla olur."

Dil ile şükür: Nimetin Allah Teâlâ'dan olduğunu kabul ve yaratıklara nispeti terk etmektir. Ne kendine, ne güç, kuvvet ve kazancına, ne de senden başkasından ellerinde meydana gelenlerin hiç birine isnad etmemek. Çünkü sen de, onlar da hep o nimet için sebep, âlet ve vasıtasınız. Onu taksim eden, gönderen, var eden, onunla uğraştıran, sebepleri yaratan azîz ve celîl olan yüce Allah'tır. Kısmet eden O, veren O, var eden O'dur. Şükre en layık olan O'dur. Hediyeyi getiren uşağa bakılmaz, gönderen efendiye bakılır. Bu bakışı bilmeyenler hakkındadır ki "Onlar dünya hayatından görüleni bilirler. Ahiretten ise habersizdirler." (Rum, 30/7) buyurmuştur. Zahire, sebebe bakıp da, ilmi ve anlayışı ondan ilerisine geçmeyen cahildir, eksiktir, aklı kısadır. Çünkü akıllıya akıllı denmesi, işin sonunu görmesi itibarıyladır.

Kalb ile şükür: Sende olan nimetlerin hepsinin, açıkta, gizlide, hareket ve sakinliğindeki menfaatlerin, lezzetlerin tamamının başkasından değil, ancak Allah'tan olduğuna sürekli bir itikadla sağlam bir şekilde bağlanmaktır ki, dilinle şükrün, kalbindeki şükrün tercümanı olur. "Allah, gizli ve açık olarak nimetlerini size bol bol vermiştir." (Lokman, 31/20), "Sizde nimet adına ne varsa, hepsi Allah'tandır." (Nahl, 16/53) ve "Allah'ın nimetlerini sayacak olsanız saymakla bitiremezsiniz." (İbrahim, 14/34) buyuruluyor ki, mümin için Allah'tan başka nimet verici kalmaz.

Organların şükrüne gelince: Bütün organlarını yüce Allah'a ibadette hareket ettirip kullanmaktır. O halde Allah'tan yüz çevirme bulunan herhangi bir hususta yaratıklardan hiçbirine uymamak gerekir ki bu, nefsi, arzuyu, iradeyi, uzun amelleri ve diğer yaratıkları içine alır. Allah'a itaati asıl ve uyulacak şey, O'nun dışındakileri de fer' (teferruat) ve tabi kılmak gibi ki, başka başka türlü yaparsan zorba, zalim ve Allah'ın hükmünün dışında hüküm vermiş olursun. "Her kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerdir." (Mâide, 5/44)

Bakara Sûresi (32. âyet) inde ve İsrâ Sûresi'nin başında (İsrâ, 17/1) açıklandığı üzere "sübhan" tesbihinin özel adıdır. Bununla beraber büyük hayret yerinde de kullanılır. Tesbih de tenzihin en ileri derecesidir. Yani herhangi bir lekeden, yaraşıksızlıktan itikatta, sözde, fiilde son derece tenzihtir. Bu şekilde, "tesbih ederim" yahut "tesbih ediniz" anlamını ifade eden bu tesbihin, burada böyle sözün başında getirilmesi ne güzeldir!

Birincisi: Bu, bir taraftan şükretmeyenleri kınama, bir taraftan da şükredeceklere şükrün başının, mükemmel bir tenzih ile tevhid olduğunu öğretmektir.

İkincisi: Sıla yerinde anılan kudretin eserlerinin önemini vurgulamakla şükrü gerektiren sebepleri fazlasıyla tekittir.

36-Üçüncüsü: Eşleri yaratanın eşsizliğini, ortak ve benzerden münezzeh birliğini ispat eden edebî bir tıbak sanatı vardır: Tesbih O yaradana yahut ne yüce sübhandır O yaradan ki bütün o çiftlerin hepsini yarattı.

EZVAC: "Zevc"in çoğuludur. Zevc, çift ve eş demektir ki, Ragıb'ın açıkladığı gibi, iki yakının her birine de ve bir diğerine benzer veya zıt olarak ilgili bulunan her şeye de denir. Bu itibarla dünyadaki şeylerin hepsi, bir zıddı veya benzeri yahut da herhangi bir bileşiği ve karşıtı bulunması yönüyle çifttirler. Mesela cisim ve ruh, madde ve kuvvet, cevher ve araz, iç ve dış, yer ve gök, karanlık ve aydınlık, dünya ve ahiret gibi ki elektrik bile artı ve eksi diye ikiye ayrılıyor. O halde "Çiftleri yarattı" demek, "bütün çeşit ve sınıflarıyla âlemi yarattı" demeye eşittir. Ancak burada asıl sevk, bütün âlemin yaratılışını anlatmak değil, bir ortak ve benzeri bulunan bütün eşlerin, bütün çiftlerin yaratılmış olduğunu ve dolayısıyla yaratılmışın yaratıcıya eş olamayacağını anlatatarak yaratıcının böyle şeylerden tenzih edilmiş olduğunu ve birliğini ispat etmektir. Bundan başka "ezvac" (çiftler) denmesinde diğer bir nükte daha vardır ki, insan hayatı için önceki nimetlerden daha fazla önem taşıyan evlenme nimetinin yaratılmasına işaretle şükre yöneltmeyi ifade eder. Nitekim çiftler şöyle açıklanıyor: O çiftleri ki yerin bitirdiklerinden, önceki âyette anlatılan ve anlatılmayan bitki ve ağaç çeşitleri, ve kendi nefislerinden, erkek ve dişi ve daha bilemeyecekleri şeylerden ki ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de bir insanın hatırına gelmiştir.

37- Onlara bir delil de gecedir. Mekânda tecelli eden (görülen) ilâhî kudreti hatırlattıktan sonra, bununla da zamanda tecelli eden ilâhî kudrete işaret buyuruluyor. Şöyle ki: Ondan gündüzü yüzeriz. "Selh kelimesi, biri diğerinin lazımı iki mânâ ile kullanılır saymak çıkarmak: denilir ki, "koyundan deriyi yüzdüm, soydum, giderdim" demek olur. Diğerinde ise "Koyunu deriden soydum" denilir ki, açtım, meydana çıkardım demek olur. Türkçe'de de "elmayı soydum" yahut "elmanın kabuğunu soydum" dediğimize göre, biz de "soymak" kelimesinde bu iki şekli, farklı farksız kullanıyoruz demektir. Burada her iki mânâ ile de tefsir edilmiştir ki, ikisi de doğrudur. Birincisine göre geceden gündüzün yüzülmesi, bir kurbanın derisi yüzülüyormuş gibi çevreden ışığın sıyrılıp sönmesiyle, asıl yokluğu hatırlatan karanlığın ortaya çıkışı, yani akşam olma hadisesi demek olur ki, "derken bir de bakarlar ki, onlar karanlığa dalmışlardır" sözünde takib ve müfâcee (hemen arkasından ve birden bire oluş) bu mânâda açık olduğundan tefsircilerin çoğu bu yönü tercih etmişlerdir. Bu şekilde gece yalnız bir korkutma delili olarak hatırlatılmış oluyor. İkinci mânâya göre ise geceden gündüzün yüzülmesi, karanlık içinden aydınlığın çıkarılması, yani sabah olma hadisesi olmuş oluyor ki, bunda ölülere hayat vermekten örnek olan bir müjde neşesi vardır. Nitekim "geceler gebedir" denilir. Buna göre "Bir de bakarlar ki onlar karanlığa dalmışlardır." ifadesi, yine aynı günün sonunun geceye varacağını göstermiş olur.

38- Güneş de, bir âyettir. Yani gece ve gündüzün sebebi gibi görünen güneş de Allah'ın kudretine bir delildir. Kendisi için takdir edilen bir müstekar için cereyan ediyor (akıp gidiyor). Güneşin bu akışının yalnız mekanda hareketi diye anlamamalı, mekan ve zamanla ilgili bütün eserleri ve durumlarıyla varlık âleminde sürüp gitmesi mânâsına anlamalıdır. Mesela ışık ve ısı yayması da onun bir cereyanı (akışı)dır.

MÜSTEKARR: Mimli masdar, ismi zaman, ismi mekan olabildiği, da birkaç mânâya geldiği için, bu ifade birçok mânâlara uygundur.

Birincisi: Güneş kendisi için takdir ve tahsis edilmiş ve istikrar sebebiyle, yani sabit bir karar, düzenli bir kanun ile cereyan eder. Hesapsız, başı boş, kör bir tesadüf ile değil.

İkincisi: Bir istikrar için, yani kendi âleminde bir karar ve ölçü meydana getirmek hikmet ve gayesiyle yahut sonunda bir sükunete erip durmak için cereyan ediyor (akıp gidiyor).

Üçüncüsü: İsmi zaman olduğuna göre kendine mahsus bir istikrar zamanı için, yani duracağı bir vakte, belirli bir zamana kadar cereyan eder ki, bu vakit, "Güneş toplanıp dürüldüğü zaman." (Tekvir, 81/1) ifadesindeki vakittir.

Dördüncüsü: İsmi mekan olduğuna göre, kendine özgü bir istikrar yerine mahsus, yani yerinde sabit olarak cereyan eder, kendi ekseninde döner yahut kendisinin karargahı olan âlemin menfaatleri için cereyan eder. Bu mânâda vatana hizmet için bir teşvik de vardır. Nihayet birinci "ilâ" mânâsına olmak üzere şu mânâ da vardır: Kendisi için bir istikrar noktasına doğru gitmektedir. Tatbiki, birkaç şekilde açıklamaya muhtemel bulunan bu mânâya göre, güneşin diğer bir merkeze doğru hareket etmekte bulunduğu da anlaşılabiliyor. Nitekim bir hadis-i şerifte de "Güneşin istikrar yeri Arş'ın altındadır." diye rivayet edilmiştir.

İşte o, şaşırtıcı cereyan o azîz ve alîm olan Allah'ın takdiridir. Yani kudretiyle her şeye galib ve hakim ve ilmiyle her şeyi kuşatmış olan ve sana Kur'ân'ı indirip doğru yolu gösteren Allah'ın takdiri, yani bütün sınırlarını ve genişliklerini bilip biçmesiyledir. Yoksa ne yaptığını bilmez, kör bir tabiatın eseri değil, bizzat ezelî bir müessir (etken) hiç değildir.

39- Aya gelince ona konak konak ölçü biçmişizdir. O güneş gibi istikrarlı bir şekilde akıp gitmez. Ona birtakım konaklar ve her konaklamaya göre bir ölçü tayin etmişizdir. Gezegendir, her gün bir konak yerine gelir, her konağa göre bir şekilde görünür. Araplar, ayın konaklarını şunlarla saymışlardır: Şertan, butayn, süreyya, deberan, hek'a, hen'a, zira', nesre, tarf, cebhe, zübre, sarfe, avva, simâk, gafir, zubânâ, iklîl, kalb, şevle, neâim, belde, sa'düzzâbih, sa'dübüla', sa'düssüud, sa'dül'ahbiye fer'uddelvil, muahhar, reşa. Bunlardan her gece bir konağa konar da geleceğe kadar nuru (aydınlığı) arta arta, sonra da eksile eksile son konakta -ki kavuşumdan öncedir- iyice incelir, kavislenir. Nihayet dönüp eski urcun gibi olana kadar.

URCÛN: Eğri salkım çöpü demektir. Özellikle hurma salkımının dip çöpü ki eskisi, yani geçen seneninki, daha ince, daha eğri, daha renkli olur. Bu benzetme, çok şaşırtıcı bir güzelliktedir. Zannedildiği gibi hilâlin ilk ve son şeklini göstermekle kalmıyor, Ay'ın o konaklarda giderken dünya etrafında bir ayda kat ettiği yörüngenin bir hattını da göstermiş oluyor.

Eski denilmekle bu yörünge üzerinde Ay'ın her konaktaki hacmi de hayal ettirilmiş bulunuyor ki, eski astronomiciler bu benzetmenin inceliğini kavrayamazlardı.

40-Bu takdir o kadar güzel ve bu vazife dağılımı o kadar yerindedir ki ne güneşin kendisine aya çatmak yaraşır, ne gece gündüzün önüne geçer. Hepsi bir felekte (yörüngede) yüzerler. Biri diğerine çarpmaz, vazifeleri o kadar güzel ve düzenli dağıtılmıştır. "yüzerler" çoğul kipiyle getirilmekle hepsinden maksadın, yalnız güneş ve aydan her biri değil, bütün gök cisimleri olduğu anlatılmıştır. Bu bakımdan yeni astronomi kanunlarına işaret eden bu âyetin bir benzeri Enbiyâ Sûresi'nde geçmiş olduğundan (Enbiyâ, 21/33) âyetinin tefsirine bakınız.

Yalnız güneşin yüzdüğü felek nedir? Bu bir yörünge olduğuna göre, onun da bir gezegen olması gerekmiyor mu? diye sorulabilir. Gerçi ekseni etrafında da dönme yeri mânâsına yörünge denebilirse de bundan zahir (açık) olan, güneşin yukarda anlatıldığı üzere, hadis-i şerifin gösterdiği gibi arşın altında diğer bir istikrar yerine, bir merkeze doğru hareket ettiğini ve dolayısıyla onun yüzdüğü feleğin de ona olan yörünge ve hareket yeri olduğunu kabul etmek gerekir.

41- Bizim, dolu gemide nesillerini taşımamız da kendileri için bir delildir. "Dolu gemi" denilince önce Hz. Nuh'un gemisi hatıra gelir. Fakat burada "nesilleri" kaydı, bunu kastetmeye engeldir. Bu karîne (ipucu) ile burada "dolu gemi", hamile kadınların rahimlerinden mecazdır, beliğ bir istiâredir. Evet babanın sülbünden (belinden) bir tufan ile atılan nesiller, anaların rahimlerinde Hz. Nuh'un gemisi gibi bir kurtuluş gemisi bulur.

42- Kendileri için onun gibi binecek şeyler de yarattık. Bu bütün deniz ve kara bineklerini içine alır.

43- Ve dilesek onları, o nesilleri dolu gemi gibi olan rahimlerde, kendilerini de onun gibi bindikleri gemilerde boğarız da ne o nesiller için bir feryatçı, bir feryad eden veya feryada yetişen bulunur ne de berikiler boğulmakta oldukları denizden kurtarılırlar.

44- Ancak bizden bir rahmet ile ve bir zamana kadar yaşatmak için olursa başka. Ancak o takdirde kurtarılırlar.

45-46- "Onlara: Korunun... dendiği zaman..." Objektif ve yaratılışla ilgili delillerden sonra Allah'ın indirdiği âyetlerden de yüz çevirdiklerini açıklamadır.

47- "Onlara: Allah'ın size verdiği rızıktan infak edin dendiği zaman inkâr edenler dediler ki..." Bu âyetin zındıklar hakkında indiği söylenir. Mekke'de birtakım zındıklar, sadaka ve yardım için teşvik edildiklerinde Allah fakir edecek, biz besleyeceğiz öyle mi? diye böyle küfür ederlermiş ki, bu zındıkların eski İran'dan aksetmiş olmaları gerektir.

48- Bir de derler ki ne zaman bu vaad? Bu ölülerin dirilmesi, bu Allah'ın huzuruna getirilme vaadi eğer doğru iseniz, yani böyle diyerek alay etmek isterler.

49- Fakat başka değil, bir tek çığlığa bakıyorlar. Ki ilk üfürülüşü, yani sûrun birinci üfürülüşü. Bir çığlık ki un idgamıdır. Yani bir çığlık ki, onlar birbirlerine geçmiş çekişip dururlarken kendilerini alıverir.

50- O zaman artık bir tavsiyeye, -hiçbir işleri hakkında bir kelime vasiyet etmeye- bile güçleri yetmez. Ailelerine de dönecek değiller.

Meâl-i Şerifi

51- Sûr'a üfürülmüştür, bir de ne baksınlar kabirlerinden Rablerine doğru akın ediyorlar.

52- Onlar: "Eyvah başımıza gelenlere! Mezarımızdan bizi kim kaldırdı? O Rahmân'ın vaad buyurduğu işte bu imiş. Gönderilen peygamberler de doğru söylemişler" derler.

53- Başka değil, sadece bir tek çığlık olmuş, derhal hepsi toplanmış huzurumuza getirilmişlerdir.

54- Artık bugün hiç kimseye zerre kadar zulmedilmez. Ancak yaptıklarınızın cezasını çekeceksiniz.

55- Gerçekten cennetlik olanlar bugün bir meşguliyet içinde zevk etmektedirler.

56- Kendileri ve eşleri gölgelerde koltuklar üzerine kurulmuşlardır.

57- Onlara orada bir meyve vardır. İsteyecekleri her şey onlarındır.

58- (Onlara) Rahîm olan Rab'den "selâm" sözü vardır.

59- Ey günahkârlar! Bugün siz bir tarafa ayrılın.

60-61- "Ey Âdemoğulları! Şeytana tapmayın, o size apaçık bir düşmandır ve bana kulluk edin, doğru yol budur, diye size and vermedim mi?" (buyurulacak)

62- Böyle iken o sizden birçok nesilleri yoldan çıkardı. Ya o zaman düşünmüyor muydunuz?

63- İşte bu size vaad edilen cehennemdir.

64- Bugün yaslanın ona bakalım inkâr ettiğiniz için.

65- Bugün biz onların ağızlarını mühürleriz de neler kazandıklarını bize elleri söyler, ayakları da şahitlik eder.

66- Hem dileseydik gözlerini üzerinden silme kör ediverirdik de yola dökülürlerdi. Fakat nereden görecekler?

67- Yine dileseydik oldukları yerde kılıklarını değiştirirdik de ne ileri gidebilirlerdi, ne de geri dönebilirlerdi.

51-54- "Sûra üfürülür." İkinci üfürüş: "Sonra ona bir daha üfürülür, bu kere de o yıkılanlar kalkmış, bakıyorlardır." (Zümer, 39/68), "O gün hiç kimseye zulmedilmez..." Burada a kadar o gün onlara söyleneceği hikâye etmektir.

55-58- Haberiniz olsun ki, cennetlikler, salih amellerle cennete sahip olanlar. Gerçi cennete girmek, esas itibarıyla Allah'ın lütfuyladır. Fakat "ancak yaptıklarınızın cezasını çekeceksiniz" buyurulması itibarıyla burada bu mânâ hatırlatılmıştır. "meyve" denmesi de sırf zevkten çok, çalışmanın meyvesine işaret eder. Erîkeler. Erike, haclede, yani gelin odasında döşenen süslü koltuktur. Ve onlara iddia ettikleri, istedikleri var, davayı kazandılar, yani selam var Rahîm olan, yani sonunda müminleri rahmetiyle murada erdiren ve ortağı benzeri olmayan bir Rabden doğrudan doğruya söylenen bir selam. Bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (s.a.v.) demiştir ki: "Cennet ehli nimetleri içinde zevke ererlerken kendilerine bir nur parıldar, başlarını kaldırır bakarlar ki üzerlerinden Rab, kendilerini cemalinin şerefi ile şereflendirmiş. "Ey cennet ehli!

Selam üzerinize olsun." buyuruyor. İşte ilâhî sözü budur. Bunun üzerine onlara nazar buyurur, onlar da O'na bakarlar ve baktıkları müddetçe diğer nimetlerden hiçbir şeye iltifat etmezler. Ta perdeleninceye kadar ki, o zaman da üzerlerinde ve yurtlarında nur bâki kalır.

59-65- Sizden birçok nesilleri şaşırttı, yani birçok toplumların ahlâklarını bozdu. "Bugün biz onların ağızlarını mühürleriz..." İşte Nur Sûresi'nde "O gün onların dilleri, elleri ve ayakları, işledikleri şeyler hakkında kendilerine şahitlik ederler." (Nur, 24/24) buyurulan gün, bu gündür.

66- "Eğer dileseydik gözlerini üzerinden silme ederdik." Bu da ahirete ait zannedilmiş ise de dünyaya ait bir tehdit olarak "bir tek çığlığa bakıyorlar" sözüne atfedilmiş olması, mânâ itibarıyla daha uygundur. Yani ahirette öyle olacağı gibi biz de dilersek şimdi o nankörlüğü yapan, "Allah dileseydi onları doyururdu" diyen kâfirlerin gözlerini büsbütün siler, kör ediverirdik de yola dökülürlerdi, yola gelmekte yarış ederlerdi. Çünkü her küfredenin gözü kör edilivermiş olsaydı, bu bir sığındırma olur, hepsi imana gelirdi. Fakat o kâfirler nerden görecekler? Burada "görmez" kalb gözü ile tefsir edilmiştir. Yani o kadar ilâhî delilleri görmeyen o basiretsiz kâfirler, bunu böyle yapabileceğimizi idrak etmezler.

67- Dilesek onları tam kuvvetleri çağında mesh de ediverir (kılıklarını değiştirir) oldukları yere donduruverirdik de ne geçebilir ne dönebilirlerdi. Şu halde böyle irade buyurulmuyorsa yapılamayacağından değil, cezaları ahirette verileceği içindir. Bununla beraber:

Meâl-i Şerifi

68- Bununla beraber kimin ömrünü uzatıyorsak, yaratılışta onu (güç ve kuvvetini alarak) tersine çeviriyoruz. Hâlâ akıllanmayacaklar mı?

69- Biz ona şiir öğretmedik. Bu ona yaraşmaz da... O sadece bir öğüt ve apaçık bir Kur'ân'dır.

70- (Bu), diri olanları uyarmak ve kâfirlere de azab sözünün hak olması içindir.

71- Şunu da görmediler mi: Biz onlar için kudretimizin meydana getirdiklerinden birtakım hayvanlar yaratmışız da onlara sahip bulunuyorlar.

72- Onları, kendilerinin hizmetine vermişiz de, hem onlardan binekleri var, hem de onlardan yiyorlar.

73- Onlarda daha birçok menfaatleri ve türlü içecekleri de var. Hâlâ şükretmeyecekler mi?

74- Onlar, Allah'tan başka birtakım ilâhlar edindiler. Güya yardım olunacaklar.

75- Onların, onlara yardıma güçleri yetmez. Kendileri ise onlar için bazı askerlerdir.

76- O halde onların sözleri seni üzmesin. Biz onların içlerini de biliriz, dışlarını da.

77- İnsan, kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmedi mi de, şimdi apaçık bir hasım kesildi?

78- Yaratılışını unutarak bize bir de mesel fırlattı: "Kim diriltecekmiş o çürümüş kemikleri?" dedi.

79- De ki: "Onları ilk defa yaratan diriltecek ve o her yaratmayı bilir."

80- Size o yeşil ağaçtan bir ateş yapan O'dur. Şimdi siz ondan tutuşturmaktasınız.

81- Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibisini yaratmaya kâdir değil midir? Elbette kâdirdir. Çünkü o her şeyi yaratandır, her şeyi bilendir.

82- O'nun emri, bir şeyi dileyince ona sadece "Ol!" demektir. O da hemen oluverir.

83- O halde her şeyin mülkü ve tasarrufu (hükümranlığı) elinde bulunan Allah'ın şanı ne yücedir. Siz de yalnız O'na döndürüleceksiniz.

68- Bununla beraber her kimin ömrünü uzatıyorsak; gençlik çağında almayıp uzun ömürle yaşatıyorsak yaratılışta tepesi üstü dikiyoruz. Yani başlangıçtakinin, gençliğin aksine olarak günden güne kuvvetten düşürüp zayıflığını artırıyor, ölüme doğru yürütüyoruz. Hâlâ akıllanmayacaklar mı?Bunu yapan kudretin daha önce o gözle silmeyi ve kılık değiştirmeyi de yapabileceğini anlayıp da doğru yolu tutmayacaklar mı?

69- Biz ona, yani peygambere şiir öğretmedik. Bu söylenenleri bir şiir saymamalıdır. Kur'ân'ın ne söz olarak, ne de mânâ olarak şiir olmadığı açıktır. Bir kere Kur'ân'ın sözlerinde şiir sözünün vezin ve kafiyesi yoktur. Mânâ bakımından ise şiir, gerçek olup olmadığı aranmaksızın hoşlandırmak veya tiksindirmek, coşturmak veya küstürmek gibi hisleri gıcıklayan hayalî kuruntulara, zanna dayanan kıyaslara, duygu oyunlarına aittir. Kur'ân ise Hakk'ın doğru yolunu gösteren hikmetler ve hükümler ile irfan nuru, kesin iman rehberi bir ilâhî yadigârdır. Fakat kâfirlerin birçokları onu bir şiir gibi düşünmek ve düşündürmekte ısrar ettikleri ve bu şekilde peygamberi bir şair gibi tanıttırmak istedikleri için buyuruyor: Biz ona şiir öğretmedik. Hem o , ona yaraşmaz da. Çünkü "Şairlere gelince onlara da azgınlar uyar." (Şuara, 26/224). Ne peygamberlik makamına şairlik yaraşır, ne de Kur'ân'a şiir demek.

O Kur'ân başka değil, ancak bir zikir; sırf Allah tarafından bir öğüt ve irşad ve apaçık bir Kur'ân'dır. İbadetlerde ve ibadethanelerde okunacak Allah kelâmıdır.

70- Hayatı, yani aklı, duygusu olanı korkutup, gafletten uyandırmak, küfürde ısrar ile kâfirlik edenler aleyhine azab sözünün hak olması için. Bundan önce çoklarına olduğu gibi azab ile hükmün vacib olması için.

71-76- Şunu da mı görmediler, o gafiller ki, uyanmıyorlar. Biz kendileri için ellerimizin yaptığı şeylerden, yani başka hiçbir sanatın katkısı olmayıp, doğrudan doğruya kendimizin var ettiğimiz nimetlerden en'am, yumuşak hayvanlar yarattık... Bu hatırlatmada birçok yönlerden incelikler vardır ki, bunu tefsirden çok, okuyanların zevki takdir edecektir.

77-78-79-*} "İnsan, kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmedi mi?" Rivayet olunuyor ki Ubey b. Halef Hz. Peygamber (s.a.v.)'in huzuruna bir çürümüş kemikle gelmiş, onu eliyle ufalayarak "Allah bunu böyle çürüdükten sonra diriltir der misin?" demiş. "Evet, seni de diriltir ve ateşe kor." buyurmuş ve bu âyet, bu sebeple inmiştir. Ve O, yaratmanın hepsini hakkıyla bilir. Yani her yarattığını bütün incelikleriyle, her birinin toplanan ve dağılan bütün parçaları, usul ve fürûu (aslı ve dalları), durumları, halleri, nicelikleri, miktarları, her türlü özellikleriyle bilir. Her yaratmayı, yaratmanın her türlüsünü bilir, maddeli maddesiz, âletli âletsiz, örnekli örneksiz, gerek ilkin, gerek sonra her çeşidini bilir. Bütün mesele bundan ibarettir.

80- O Allah, size yeşil ağaçtan bir ateş yaptı. Meşhur olan bu ağaç, "merh" ile "afar" denilen iki ağaçtır ki, ikisi de yemyeşil, suları damlarken merh çakmak yerinde afare sürtülmek suretiyle ateş çıkarılır, bedevîlerce bilinmektedir. Bunun birini erkek, birini dişi yerinde de varsaymışlardır. Bununla beraber "Her ağaçta bir ateş vardır. Fakat merh ile afar bol bulmuştur" diye bir mesel vardır. Bu bakımdan bazı tefsirciler demişlerdir ki, ağaçtan maksat cinstir. Merh ve afar misal yoluyla anılmıştır. Ancak burada dikkate değer nokta şudur ki, bundan maksat ağaçtaki odun veya kömürü göstermek değil, sürtme ve temas ile yeşil ağaçtan meydana gelen hararet ve tutuşmayı anlatmaktır. Bu ise şimdi bildiğimize göre bir elektrik olayıdır. Demek ki bu şekilde âyet elektriğe işaret etmiş ve bu işaretten "ol" emrini anlamaya zihinleri yaklaştırmak için bir misal de verilmiş oluyor. Yapmış da siz ondan çakıp çakıp hemen tutuşturuyorsunuz. Yani bilfiil deneyle bildiğiniz şüphesiz bir ateş. Demek ki sırf teorik akıl ile bilinemeyecek gerçekler deneyle ortaya çıkar.

81- Hem o gökleri ve yeri, yani bütün şu âlemi yaratmış olan Allah, onların benzerini, onlar gibisini, yani o çürümüş insanlar gibi küçüğünü, hatta bütün o âlemin benzerini diğer bir yaratış ile, yine yaratmaya kâdir değil midir? Evet kâdirdir. Ve o, öyle yaratan, öyle bilendir.

82-*} O'nun emri, bir şeyi dileyince ona sadece "ol!" demektir. O hemen oluverir.

83- O halde tesbih O'na, her şeyin hükümranlığı elinde bulunan, her şeyde dilediği gibi tasarruf eden Sübhan'a (şanı yüce Allah'a) dır. Hep de döndürülüp O'na götürüleceksiniz. O'na Yasin sahibi (Habib Neccar) gibi koşa koşa iman ve İslâm ile, kendi rızasıyla dönüş yaparak, bağışlanmaya ve ikrama kavuşmak istemeyenler de sonunda zorla döndürülecekler, yakalanıp O'nun yüce huzuruna götürülecekler, hesapları görülüp cezaları verilecektir.

İbnü Abbas hazretlerinden rivayet edilmiştir ki Yasin hakkında rivayet edilen faziletlerin, niçin ona mahsus olduğunu bilmiyordum, bu âyet için inmiş.

Melekût (hükümranlık) yukarılarda da geçtiği üzere "mülk"ün mübalağa sigasıdır ki, tam bir hakimiyetle saltanatın idare sırları demektir.

Şimdi bu melekût ve döndürülmeye bir açıklama olmak üzere "Vessâffâti" Sûresi başlıyor.






KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)


37-SAFFAT:

1- "Saf bağlayıp duranlara andolsun..." yemin içindir. "O saf dizip duranlara andolsun" mânâsını gösterir.

SÂFFÂT, saf yapanlar demektir ki, Ebu's-Suud'un açıklamasına göre hem dizilip saf olanlar, hem saf dizenler mânâsına gelir. İleride gelecek olan "Saf bağlayanlar elbette biziz." (Sâffât, 37/165) âyeti de bu iki mânâ üzerinde döner dolaşır. Saff, birçok şeyleri, düz bir çizgi nizamı üzerinde sıra ile dizmek mânâsına masdar olup, dizilen sıraya da isim olarak "Saff" denilir. Namaz saffı, harb saffı nizamı gibi. Allah'ın hükümranlığında çeşitli mertebelerde tam bir düzen ile dizilip, vazife gören meleklere yemin ediliyor ki, bunda İslâm için istenen cemaat, cihad, ilim kuvvetleri gibi teşkilatın esaslarına da işaret vardır. Bu durumda mânâ şu olur: Yemin ederim o meleklere, o kuvvetlere ki, saflar yapıp dizilmişler. Bu saff, Allah'ın arşı etrafını donatmış olan meleklerden, ta dünya göğünü süsleyen gök cisimlerinde yer alarak vazife yapmak için Allah'ın emrine hazır bulunan meleklere kadar hepsini içine almakta ve esası beş vakit namazlarda bağlanan saflarla temsil edilen millet ve cemaate işareti de içermektedir. Derken zecrederek sürerler.

2-ZECR: Aslında bir sataşma ile bağırıp azarlayarak bir şeyden uzaklaştırmaktır. Haylayıp sevketmek ve bağırmaksızın men ve yasak etmek mânâlarına da kullanılır. Şu halde gerek bulutları sevk eden sürücü melekler gibi sevk edici ve gerek genel olarak men ve def eden uzaklaştırıcı kuvvetler bu zecredicilerdendir. Bu şekilde bütün mücahid ordular buna dahil olduğu gibi, özellikle kumanda edip götürenler ve öğüt verip yürütenler de buna dahildir.

3- Sonra bir zikir okurlar. Hak'tan vahiy, kitap, Kur'ân indirir, ilim ve marifet telkin ederler.

4-Bütün bunlara yemin ile önemlerini hatırlatarak söylerim ki gerçekten sizin ibadet edeceğiniz ilâhınız birdir.

5-İspatı: O bütün göklerin, yerin ve aralarındakilerin Rabbi, hem bütün doğuların Rabbi. Doğular, yıldızların doğuş yerleri veya sene içerisinde her gün başka bir noktada doğması itibarıyla güneşin doğuş yerleri demek olabilirse de bunlardan başka "Sonra bir zikir okurlar." karînesiyle bütün manevî nurların da doğuşlarına işaret olunması için "doğuların Rabbi" buyurulmuş olması daha doğrudur. Çünkü zâhir ile bâtın, dış âlem ile zihin, objektif ile sübjektif birleşmeden Hakk'ın birliği bilinemez. Zâhirî nurların, dünya göğünün süslerinden gösterilmesi de bunu anlatır.

6-Şöyle ki: Biz dünya semasını, en yakın göğü bir zinet ile donattık. Yıldızlarla. ifadesinde de "dünya" "ednâ"nın müennesidir ki, "en yakın" demektir. Bu ifadenin zâhiri, bütün yıldızların en yakın gökte olmasıdır. Şu halde burada en yakın gök, yer kürenin etrafında yalnız ayın yörünge sahasından ibaret değil, yalnız güneş sistemi âlemi de değil, genel olarak yıldızların bulunduğu cisim olan saha, yani üç boyut sahasıdır. Gerçi süsleme cisimleriyle değil de ışıklarıyla olduğuna göre, bunların dünyadan görünebildikleri şekillenme ve akislenme sahasına sırf görünüş (optigue) itibarıyla bu isim verilmiş olması muhtemel ise de zâhir olan birincisidir.

Her iki takdirde de bu şekilde en yakın göğün süslenmesi hatırlatılmakla bu zahirî nurların ve süsün herkes tarafından bile his ve takdir edilebileceği ve fakat daha yukarısının böyle olmadığı anlatılmış oluyor.

7- Onun için buyuruluyor ki, hem de inatçı, itaate yanaşmaz her bir şeytandan koruduk.

8-9-Şöyle ki: Onlar, yüce (melekler) topluluğunu dinleyemezler. O cisimlere ait süsleri, zahirî nurları geriden görürler. Fakat daha yüksek heyetleri, en yüce cemiyetleri, yani melekleri dinleyip işitemezler, peygamberler gibi vahiy alamazlar, miraca çıkamazlar, o sınırlarda duramazlar. Kovulmak için her taraftan atış edilir, mermiye tutulurlar. En yakın göğün de sınırlarında böyle def edici, geri püskürtücü kuvvetler vardır ki, bunlar anlatılan, haykırıp sürenlerdendirler. Dinsiz şeytanların yüksek topluluğu dinlemeyip de peygamberlik taslayamamaları için karakol bekler, onları kovarlar. Bir de o şeytanlara devamlı bir azab vardır ki, o da ahirettedir.

10- Ancak bir çalıp kapmaca yapan olur. Bir kulak hırsızlığı ile yüksek topluluk haberlerinden, vahiy ve ilham gelişlerinden çalıp kaçan bulunur. Onu da yakıcı bir ateş, gökten yere doğru delip geçen bir alev takip eder. Hıcr Sûresi'nde "Şihab" (delici alev) hakkında söz geçmişti. (Hıcr, 15/18. âyetin tefsirine bkz.)

SÂKIB: Esasen delen veya delici demektir. Işığı ile göğü delivermiş gibi parlak görünen yıldıza sâkıb (delici) yıldız denildiği gibi, sâkıb alev de böyledir. Bununla beraber şihablar (alevler) gerçekten havayı dışından bir mermi gibi gelerek delip geçiyor da demektir. Şihabların, yükselen buharlardan tutuşmuş olması görüşü bugün kabul edilmiyor. Şihablar en yakın göğün sabit süsü olan, bilinen yıldızlar gibi büyük olmamakla beraber yine yıldızlar cinsinden sayılabilecek küçük ve küme küme dolaşan gök cisimlerindendirler. Havaya teması ile parladığı sırada bir fişek gibi kaymasıyla süs hizmetinden de uzak kalmaz. Bununla beraber şeytanlara atılan şihabdan maksadın ruhanî bir şihab olması da pek muhtemeldir. Asıl mesele aşağıdan göğe karşı saldırmak isteyenlerin durumlarını göstererek, ilâhî olan ilhamlardan bir kulak hırsızlığına ait şeytanlıklarla peygambere karşı rekabete kalkışan, dinler uydurmaya çalışan dinsizlerin maddî ve manevî yenilgi ve perişanlıklarını anlatmaktır.

11- Şimdi sor onlara. Bunları gösterdikten ve hepsini, yaratanın birliğini anlattıktan sonra, sor o seninkilere, o inkârcılara ki yaratılışça kendileri mi daha çetin, daha kuvvetli yoksa bizim yarattığımız o yaratıklarımız mı? O saf bağlayanlar, o zikir okuyanlar, o gökler mi? Hangisini yaratmak daha zor? Bunları yaratan Allah, hiç kendilerini bir yaratışla daha yaratamaz mı? Görülüyor ki burada Yâsin'in sonundaki

"Gökleri ve yeri yaratan Allah, onların benzerini yaratmaya kâdir değil midir?" (Yâsin, 36/81) âyetinin bir açıklama ile zihinlere yerleştirilmesi vardır. Bu sorunun cevabı da şunun içindedir: Çünkü biz kendilerini, cıvık, yapışkan bir çamurdan yarattık. Onlar yaratıldıktan sonra cıvık bir çamurun ne çetinliği olur? Bir cıvık çamur ki, en gelişmiş şekli nutfe (bir damla su)dir.

12-21- Fakat sen şaşırdın, Allah'ın kudretine ve onların inkârına. Onlar ise eğleniyorlar.

O fasıl (iyilerle kötülerin ayırt edilişi), o ayırış şöyle ki:

Meâl-i Şerifi

22-23- Toplayın mahşere o zulmedenleri, eşlerini ve Allah'tan başka taptıkları şeyleri. Toplayın da götürün onları sırata (cehennem köprüsüne) doğru.

24- Ve durdurun onları, çünkü sorguya çekilecekler.

25- (Onlara): "Ne oldu sizlere de yardımlaşmıyorsunuz?" (denilir.)

26- Hayır, bugün onlar teslim olmuşlardır.

27- Onlar, birbirine dönmüş soruşuyorlar.

28- Onlar: "Siz bize (uğurlu görünerek) sağdan gelir dururdunuz" derler.

29- (İleri gelenler de) derler ki: "Hayır, siz inanmamıştınız."

30- "Bizim de size karşı bir gücümüz yoktu. Fakat siz azmış bir kavimdiniz."

31- "Onun için üzerimize Rabbimizin azab sözü hak oldu. Şüphesiz azabımızı tadacağız."

32- "Evet biz, sizi kışkırttık. Çünkü biz azgındık."

33- O halde hepsi o gün azabda ortaktırlar.

34- İşte biz günahkarlara böyle yaparız.

35- Çünkü onlar, kendilerine: "Allah'tan başka ilâh yoktur" denildiği zaman kafa tutuyorlardı.

36- Ve: "Biz, hiçbir mecnun (deli) şair için ilâhlarımızı bırakır mıyız?" diyorlardı.

37- Hayır o, hak ile geldi ve bütün peygamberleri tasdik etti.

38- Elbette siz o acı azabı tadacaksınız.

39- Bununla beraber başka değil, hep yaptığınız amellerinizle cezalandırılacaksınız.

40- Sadece Allah'ın ihlaslı kulları müstesnadır.

41- İşte onlar için belli bir rızık vardır.

42-43- Meyveler (vardır), Naîm cennetlerinde onlara hep ikram edilir.

44- (Onlar) Karşılıklı tahtlar üzerindedirler.

45-46- İçenlere lezzet veren, pınardan doldurulmuş bembeyaz bir kadehle onların etrafında dolaşılır.

47- Onda ne bir zararlı sonuç vardır, ne de sarhoşluk verir.

48- Yanlarında iri gözlü, bakışlarını kocalarından başkalarına çevirmeyen hanımlar vardır.

49- Sanki onlar örtülüp saklanmış yumurta gibidirler.

50- Derken birbirine dönüp sorarlar:

51- İçlerinden bir sözcü der ki: "Gerçekten benim bir arkadaşım vardı."

52- Derdi ki: "Sen gerçekten inananlardan mısın?"

53- "Öldüğümüz ve bir toprakla bir yığın kemik olduğumuz zaman biz hakikaten cezalanacak mıyız?"

54- "Siz onu tanır mısınız?" der.

55- Derken bakınır ve onu cehennemin ta ortasında görür.

56- Ona şöyle der: "Allah'a yemin ederim ki, doğrusu sen az daha beni helak edecektin."

57- "Rabbimin nimeti olmasaydı, ben de bu tutuklananlardan olacaktım."

58-59- "Nasılmış bak. Biz ilk ölümümüzden başka bir daha ölmeyecek miymişiz? Biz azaba uğratılmayacak mıymışız?

60- İşte bu büyük kurtuluştur.

61- Çalışanlar işte böyle bir kurtuluş için çalışsınlar.

62- Nasıl, bu mu daha hayırlı konukluk için, yoksa zakkum ağacı mı?

63- Gerçekten biz onu zalimler için bir fitne (imtihan) yaptık.

64- O bir ağaçtır ki cehennemin dibinde çıkar.

65- Tomurcukları şeytanların başları gibidir.

66- Mutlaka onlar, ondan yiyecekler de karınlarını bundan dolduracaklardır.

67- Sonra üzerine onlar için kaynar bir içecek vardır.

68- Sonra da dönecekleri yer, şüphesiz cehennemdir.

69- Çünkü onlar, atalarını sapıklıkta buldular.

70- Şimdi de kendileri onların izlerinde koşturuyorlar.

71- Andolsun ki, onlardan öncekilerin çoğu sapıklıkta idiler.

72- Gerçekten biz onlara içlerinden uyarıcı peygamberler de gönderdik.

73- Sonra da bak o uyarılanların sonu nasıl oldu?

74- Ancak Allah'ın ihlas ile seçilen kulları başka.

22-27- Eşleriyle, yani dengi dengine; puta tapanı puta tapanla, yıldıza tapanı yıldıza tapanla, yahut zulmedenlerin erkeğini, dişisini yahut şeytanlardan olan arkadaşlarını.

28-40- Bize sağdan gelirdiniz. Sağdan gelmek, sağlam taraftan, iyi ve hayırsever bir şekilde gelmek.

41-47- Devamı, lezzeti gibi özellikleri belli ve yerleşmiş bir rızık, yani Meyveler. Bu tabirde iki nükte vardır. Birisi, cennet ehlinin yemeleri ve içmelerinin sırf zevk ve lezzet için olduğunu hatırlatmadır. Çünkü meyve sade lezzet için yenir. Diğeri de dünyadaki çalışmanın meyvesi olduğuna işarettir.

Naîm cennetlerinde, nimetten başka bir şey olmayan cennetlerde. Keis; dolu kadeh, boşuna "keis" denmez. menba suyu.

MAÎN: Aslında kaynağından çıkan, yahut göz önünde akan su demek olup, cennet içkisi bununla vasıflandırılmıştır ki Onda hiç bir gâile (keder, sıkıntı, zarar) yok. Dünya şarapları gibi sarhoş ediciliği, zararı, günahı yok.

48-49-50-(*} Ve ondan sarhoş da edilmezler.

Gamzelerini kocalarına tahsis etmiş, başkasına bakmaz dilberler.

51-61- Benim bir yakınım vardı. Yani dünyada beraberimde duran bir arkadaş. Buharî'de bu yakın (karîn), şeytan diye açıklanmıştır.

62- Bu mu hayırlı konukluk için?

NÜZÜL: Misafir gelir gelmez ikram için sunulan konukluk. Burada bu ifade gösteriyor ki, yukarıda cennetlikler için söylenen, henüz yeni gelene konulan ikramiye cinsinden olup, onlara onun ilerisinde öyle nimetler vardır ki, şimdi akıllar onu anlamaktan acizdir. İşte cehennemlikler için de zakkum ağacı, öyledir.

ZAKKUM: Tihame'de biten küçük yapraklı, acı ve fena kokar bir ağacın ismi olup, aşağıdaki şekilde tarif edilen ve meyvesi, cehennemliklerin konukluğu olan ağaç bununla isimlendirilmiştir.

63-Buyuruluyor ki: Çünkü biz onu zalimler için bir fitne (imtihan) kılmışızdır. Ona dünyada zalimler vurgun ve tutkun olur. Ahirette de sıkıntı ve azabını çekerler. Allah daha iyi bilir ya, halkı zulüm ile yemek için kurulan zalimler teşkilatı, o zalimler kurumu.

64-66- O cehennemin kökünde, dibinde çıkar da dalları tabakalarına dağılır. tomurcuğu, meyvesinin doğum noktaları, sanki şeytanların başları gibidir. Buna üç mânâ verilmiştir:

1- Son derece çirkinlikten kinaye olmak üzere hayalî bir benzetme.

2- Şeytanlar, çirkin suratlı korkunç yılanlar demektir.

3- "Ruûsü'ş-Şeyâtîn" (Şeytanların başları), çirkin manzaralı, bilinen bir otun meyvesiymiş ki Yemen'de Esten denilirmiş.

Biz de dördüncü bir mânâ anlamak istiyoruz ki, zalimleri en çok aldatan, meftun eden nokta, onun çiçek açıp meyvesini verecek olan noktalarıdır. Gelir kaynakları gibi görünen o noktalar öyle iğfal edicidir ki, sanki şeytanların başları, yahut reisleri gibi.

67-74- Sonra onların bunun üzerine hamîmden (kaynar sudan) bir haşlamaları da vardır.

ŞEVB: İçkiye karıştırılan katkı, aşlama veya haşlama.

HAMÎM: Esasen kaynar su demek olup, cehennemin bağırsakları parçalayan suyuna denir. Bununla haşlanan o içki de "gassâk", akan cerahat, irindir. Çünkü zalimler halkı bu hale getirirler. Ahirette de öyle haşlanırlar.

Meâl-i Şerifi

75- Andolsun ki Nuh bize seslenip dua etmişti de biz de ne güzel kabul etmiştik.

76- Biz hem onu, hem ailesini o büyük sıkıntıdan kurtardık.

77- Hem onun neslini bâki kalanlar kıldık.

78- Hem de sonradan gelenler içinde güzel bir namını bıraktık.

79- Bütün âlemler içinde Nuh'a selam olsun.

80- İşte biz iyilik yapanları böyle mükafatlandırırız.

81- Çünkü o bizim mümin kullarımızdandı.

82- Sonra diğerlerini suda boğduk.

83- Şüphesiz ki İbrahim de onun kolundandı.

84- Çünkü o, Rabbine tertemiz bir kalb ile gelmişti.

85- O babasına ve kavmine şöyle demişti: "Siz nelere tapıyorsunuz?"

86- "Yalancılık etmek için mi Allah'tan başka ilâhlar istiyorsunuz?"

87- "Siz âlemlerin Rabbini ne zannediyorsunuz?"

88-89- Derken yıldızlara bir baktı da: "Ben gerçekten hastayım" dedi.

90- O zaman arkalarını dönerek başından kaçışıverdiler.

91- Derken bir kurnazlıkla onların ilâhlarına vardı da, "Buyursanıza, yemez misiniz?" dedi.

92- (Cevap vermediklerini görünce de): "Neyiniz var da konuşmuyorsunuz?" (dedi).

93- Nihayet bir yolunu bulup onlara kuvvetli bir darbe indirdi.

94- Bunun üzerine birbirlerine girerek ona yürüdüler.

95- İbrahim dedi ki: "A, siz kendi yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?"

96- "Halbuki sizi de yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır."

97- Onlar: "Haydin onun için bir yapı yapın da onu ateşe atın." dediler.

98- Böylece ona bir tuzak kurmak istediler. Biz de kendilerini daha alçak düşürdük.

99- Bir de dedi ki: "Ben Rabbime gidiyorum, o bana yolunu gösterir."

100- "Ey Rabbim! Bana salihlerden (bir oğul) ihsan et!"

101- Biz de kendisine yumuşak huylu bir oğul müjdeledik.

102- Oğlu, yanında koşacak çağa gelince: "Ey oğlum! Ben seni rüyamda boğazladığımı görüyorum. Artık bak, ne düşünürsün?" dedi. Çocuk da: "Babacığım sana ne emrediliyorsa yap, inşaallah beni sabredenlerden bulacaksın" dedi.

103- Ne zaman ki ikisi de bu şekilde Allah'a teslim oldular, İbrahim oğlunu şakağı üzerine yatırdı.

104- Biz de ona şöyle seslendik: "Ey İbrahim! "

105- "Rüyana gerçekten sadakat gösterdin, şüphesiz ki, biz iyilik yapanları böyle mükafatlandırırız."

106- "Şüphesiz ki bu apaçık bir imtihandı." (dedik)

107- Ve ona büyük bir kurbanlık fidye verdik.

108- Kendisine sonradan gelenler içinde iyi bir nâm bıraktık.

109- Selam olsun İbrahim'e...

110- İşte biz iyilik yapanları böyle mükafatlandırırız.

111- Çünkü o bizim mümin kullarımızdandı.

112- Ona bir de salihlerden bir peygamber olmak üzere İshak'ı müjdeledik.

113- Hem ona hem İshak'a bereketler verdik. Her ikisinin neslinden de hem iyilik yapanlar var, hem de açıkça kendi nefsine zulmedenler var.

75-77-*} Tufan felaketi. Hem neslini, baki kalanlar kıldık. "O'nun üç oğlu; Sam, Ham, Ya'fes ve bunların eşlerinden başka, diğer gemide bulunanların hepsi nesil bırakmayarak vefat etti" demişlerse de biz bunu Hûd Sûresi'nde geçen "Denildi ki: Ey Nuh! Bizden sana ve seninle birlikte olanlardan gelecek ümmetlere selam ve bereketlerle gemiden in." (Hûd, 11/48) âyetine uygun bulmuyoruz. Çünkü "seninle birlikte olanlar" dan maksadın, "O'nunla beraber iman edenler pek azdı." (Hûd, 11/40) diye buyurulan az kişiler olduğu açıktır. O halde buradaki Kasrın (Tahsisin) gemidekilere değil, boğulanlara göre izafî olması daha uygundur. Bununla beraber denilebilir ki, bütün gemidekilerin nesilleri tağlib yoluyla (çoğunluk itibarıyla) onun zürriyeti hükmünde tutulmuş ve bu şekilde baki kalanların hepsi onun zürriyeti olarak sayılmış, ona ikinci Âdem denmiştir.

Taberî der ki: Arap Sam evladından, Sudan Ham evladından, Türk ve diğerleri Ya'fes evladındandır. Ebu Hayyan da "Bahr"de bunu naklettikten sonra şöyle kaydediyor: Bir grup da şöyle söylemiştir: "Allah Teâlâ Hz. Nuh'un zürriyetini baki bırakıp neslini uzatmıştır. Bununla beraber bütün insanlar onun nesliyle sınırlı değildir. Ümmetler içinde ona ait olmayan da vardır". Alûsî, de şu mütalaada bulunmuştur: Sanki bu grup, suda boğulmanın genel olduğunu söylemiyor. Nuh (a.s.) kâfirler aleyhinde dua etmiş, fakat dünya halkının hepsine gönderilmemiştir. Çünkü peygamber gönderilmenin genel olması ilk önce peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (s.a.v.)'in özelliklerindendir. Genel olduğunu söyleyip de kasrı, boğulanlara nispetle yapmış olması da caizdir.

78- Hem de ahirîn içinde, yani sonrakiler, geriden gelen bakiler içinde de kendine bıraktık. Burada iki şekil vardır. Birisi, mef'ul, hazfedilmiştir. Namına güzel bir anı, güzel bir övgü bıraktık demektir.

79-82-Bu durumda Bütün âlemler içinde Nuh'a selam, Allah Teâlâ tarafından bir selam olur. Diğeri de hikâye yoluyla bu selamın mef'ul olmasıdır ki, bu şekil daha açıktır.

83-84-85- Şüphesiz İbrahim de elbette onun kolundan (şiasından)dır.

ŞÎA: Bir kimsenin arkasında, izinde giden taraftarları, tabileri demektir. İbrahim (a.s.) da iman ve ihlas esnasında ve Allah yolunda müşriklere karşı cihad hususunda ve şeriatının teferruatında değilse de asıllarında onun izince gitmiştir. selîm kalb; tertemiz, her lekeden arınmış, Allah sevgisinden samimi, tamamen O'na teslim olmuş kalb.

86-87- "İfk" için mi Allah'tan başka ilâhlar istiyorsunuz?.

İFK: Yalan dolan, iftira demek ki, Allah'tan başka ilâh var demek, yalancılıktır, iftiradır, bühtandır.

88-89- Derken yıldızlarda bir bakış yürüttü, yahut bir bakıma baktı. Bundan bizce hemen akla gelen mânâ En'am Sûresi'nde "Üzerini gece bürüdüğü zaman bir yıldız gördü..." (En'am, 6/76) âyetinde geçen fikir ve bakıştır. Bu şekilde Baktı da "ben hastayım" dedi. Söz "Eğer Rabbim beni hidayete erdirmeseydi mutlaka sapıklar topluluğundan olacaktım." (En'am, 6/77) meâlinde olur. Fakat tefsirciler buna şöyle mânâ vermişlerdir: Kendileriyle beraber ibadet teklif ettikleri için yıldızlarda bir bakıma baktı da, yıldızların hükümlerine bakıyormuş gibi yerlerini, bağlantılarını gözden geçirdi, onlar müneccim oldukları için o da onlarla istidlal ediyormuş gibi görünerek ben keyifsizim, dedi. Onların tekliflerinden rahatsız olduğunu kastediyordu

90-100-Hastayım deyince Arkalarını dönerek başından kaçışıverdiler. Hastalıktan, taundan (vebadan) korkmuşlar. Bu ifade ne kadar nüktelidir. Hastayım deyince arka dönmek, sonra darbeyi vurunca da zifaf eder gibi birbirine girerek ona yöneldiler. Hücum ettiler. Yöneliş göstermeleri, adi insanların, umumi toplumların psikolojik durumlarını anlatır.

101- Bunun üzerine onu yumuşak huylu bir oğul ile müjdeledik. Bu uslu oğul, İsmail (a.s.)'dir.

102-İshak'ı müjdeleme bundan sonra ayrıca söylenecektir. Ne zaman ki beraberinde koşmak, yani çalışmak çağına erdi, ona Allah için yapılacak bir iş, bir itaat göstermek üzere ey yavrum! dedi, ben düşümde görüyordum ki ben seni boğazlıyorum. Artık bak ne görürsün? Ne dersin, ne görüşte bulunursun? Deniliyor ki, Hz. İbrahim, bunu Zilhicce'nin sekizinci, dokuzuncu, onuncu yani terviye, arefe, nahir geceleri sıra ile üç gece görmüştü. Peygamberlerin rüyası vahiy, tabirleri de vahiy olduğundan Hz. İbrahim böyle görmüş ve böyle tabir etmiş ve dolayısıyla böyle vahiy almış olmakla bu, yerine getirilmesi vacib hak, bir emir olmuş oluyordu. Bunun üzerine onu zorla yapmaya kalkışmayıp, önce yerine getirilme şeklini istişare etmek üzere böyle görüşünü sorarak tebliğ etti ki, bununla ilk önce onun itaat ve boyun eğmekle ecir ve sevaba ermesini temin etmek istedi. Düşünmeli, bunu söylerken "ey yavrucuğum!" diye hitab eden bir babanın kalbinde ne yüksek bir şefkat duygusu çarpıyor ve ona ne kadar büyük bir vazife aşkı, Allah sevgisi hakim bulunuyordu. Düşünmeli de duymalı ki, bu ne büyük bir bela, ne dehşetli bir ilâhî imtihandı! İşte bunun böyle ilâhî bir emir olduğunu anlayan ve Allah'ın sabredenlerle beraber olduğunu bilen o yumuşak huylu oğul ey babacığım! dedi, ne emrolunuyorsan yap. Beni inşaallah sabredenlerden bulacaksın.

103- Ne zaman ki böyle ikisi de teslim oldular; Allah'ın emrine kendilerini teslim ettiler. Ve İbrahim onu tuttu, şakağına yıktı.

CEBİN: Şakak, yani alnın yanlarıdır. Bu, Mina'da sahranın yanında veya mescide bakan yerde yahut bugün kurbanların kesildiği mevkide olmuştu, diye naklediliyor. Bıçağını çekip çekmediği hakkında iki görüş vardır.

104-105- Burada yalnız buyuruluyor ki, şakağına yatırdı. Biz de ona şöyle seslendik: Ey İbrahim! Rüyayı gerçekten tasdik ettin. Doğrulukla yerine getirdin, gördüğün gibi inandın, kararlılık ve doğrulukla yerine getirdin. Çünkü "boğazlıyorum" diye görmüş, "boğazladım" dememişti. Kararlılık ve ciddiyetle kesmeye teşebbüs etmekle de kalmayıp o tahakkuk etmişti. Taberî gibi bazı tefsirciler bu nün, nın cevabı ve "vâv"ın da daki "vâv" kabilinden olduğunu söylemişlerse de araştırmacı âlimlerin tercihine göre atıf vâvı olup, burada cevap, tefhim (bu işin büyüklüğünü anlatmak) için hazfedilmiştir. Şöyle demektir: Ve biz böyle seslenince; ne büyük bayram, ne tarife sığmaz neşe ve sevinç meydana geldiğini söylemeye hacet yok! Şu da cevabın tâlilidir (sebebinin açıklanmasıdır): Çünkü biz, iyilik yapanları böyle mükafatlandırırız.

106- Şüphesiz ki bu; İbrahim'in karşılaştığı bu oğlunu kurban etme işi elbette açık bela, parlak imtihandır. Öyle açık bela ve parlak imtihandır ki, gerek İbrahim'in ve gerekse oğlunun "İhsan, Allah'a kendisini görüyormuşsun gibi ibadet etmendir." hadis-i şerifinin ifadesince en yüksek ihsan mertebesinde bulunan ihsan edenlerden (iyilik yapanlardan) olduklarında hiç şüpheye yer bırakmaz. Onun için onların o ihsanlarını mükafat ile karşılayarak öyle seslendik.

107- Ve ona büyük bir kurbanlık ile fidye de verdik. Yani İbrahim'e oğlunun yerine kesilmek için büyük bir kurbanlık kurtuluş fidyesi de verdik. Boğazlamaya başlamakla rüya gerçekleştirilmiş olup da "Rüyayı tasdik ettin" diye nida edildikten sonra fidyenin mânâsı ne olabilir? Bunu en güzel açıklayan yön şudur: Deniliyor ki, İbrahim (a.s.) bir oğlu olursa, Allah yolunda kurban edeceğini adamıştı. Sonra unutmuş, rüya bunu hatırlatmıştı. Onun için nida olunduğu zaman rüya gerçekleştirilmiş olmakla beraber adak yerini bulmamış olduğundan bu fidye onu böyle hüküm değiştirmek suretiyle tamamlamış ve ayrıca bir nimet olmuştur. Bundan dolayı İmam-ı Azam demiştir ki: Çocuğunu kurban etmeyi adayana bir koyun kesmek vacib olur. Acaba o büyük kurbanlık ne idi ve büyüklüğü neresindeydi? Çokları cennetten gelme, beyaz ve bir rivayette emlah, yani alaca ve a'yen, iri gözlü bir koç idi demişler ki, yahudilerin görüşü de buna uygundur. Bazıları da Sebîr dağından inme bir va'l, yani dağ keçisi demişlerdir. Büyüklüğünü de bazıları maddî olarak, iri yapılı diye, bazıları da manevî büyüklük ve önemle tefsir etmişlerdir. Yalnız bir peygamber değil, belki baba ve oğul iki peygamberin sıkıntısını kaldıran ve özellikle neslinden peygamberlerin sonuncusu gelecek bir peygamberin fidyesi olan ve cennetten gelen bir kurbanlık elbette büyük olur. Bazıları da demişlerdir ki, büyüklüğü ondan sonra sünnet ve din olması itibarıyladır. Ebu Bekir Verrak, bir nesilden değil, doğrudan doğruya yaratılmış olması bakımındandır, demiştir. Fakat hatırlatmaya hacet yoktur ki, Kur'ân'ın "Büyük bir kurban" ifadesi bütün bunlardan daha kapsamlı ve daha büyüktür. En iyisini Allah bilir.

108- Sonrakilerde de namına bıraktık. Onu güzel bir anı ile yad eder ve sünnetini yerine getirmekle bayram yaparlar.

109- Selam İbrahim'e.

110- İşte iyilik yapanları böyle mükafatlandırırız. Burada "Biz" denilmemesi, biraz önce geçmiş olduğu için burada bir nevi tekit kastedildiğine işaret olmalıdır. Evet İbrahim iyilik yapanlardandı.

111- Çünkü o bizim mümin kullarımızdandır. Yahudiler bu kurban edilenin Hz. İshak olduğunu söylüyorlarmış. Muhammed b. İshak, Taberî gibi bazıları da buna taraftar olmuşlar, Muhyiddin Arabî de Fusûs'unda bu görüşe gitmiştir. Fakat burada şu atıf onları reddetmekte açıktır.

112-Çünkü "Biz ona yumuşak huylu bir oğul müjdeledik." ifadesi üzerine atıf ile buyuruluyor ki: Bir de onu İshak ile müjdeledik. Belliki bu şöyle demek oluyor:

"Ey Rabbim! Bana salihlerden (bir oğul) ihsan et." diyen İbrahim'i o boğazlama kıssası anlatılan halîm (yumuşak huylu) oğulla müjdelikten başka, bir de İshak ile müjdeledik. Ki salihlerden bir peygamber olmak üzere. Şu âyetin de bu ikisine ait kılınması daha uygundur.

113- Hem ona, o halîm oğula ve hem İshak'a bereketler de verdik. Yani ikisinin de nesillerini bereketlendirdik, çoğalttık. Burada zamirini İbrahim'e göndermek, zürriyet yönüyle İshak'a karşılığı gerektireceğinden yakışmaz. İshak ve zürriyeti, İbrahim'in zürriyetinden olduğu için İbrahim'in İshak'a karşılık olarak zürriyet ve bereketi ancak diğer oğlu itibarıyla olabilir. Onun için zamiri bu itibarla İbrahim'e gönderilse bile şu tesniye (ikil) zamirin, herhalde iki oğula gönderilmesi gerekir. İkisinin zürriyetinden de; İbrahim'in iki oğlunun ikisinin zürriyetinden de;halîm oğul olan İsmail'in zürriyetinden de, İshak'ın zürriyetinden de hem ihsan eden, hem de kendi nefsine açıkça zulmeden vardır. Bu "İkisinin zürriyetinden" maksadın İsmail evladı ile İshak evladı olduğunda hiç tereddüt edilmemesi gerekir. Çünkü zamir İbrahim ile İshak'a gönderildiği takdirde bile İshak zürriyetinin karşılığında İbrahim zürriyetinin, İshak zürriyetinden başka bir zürriyet olması gerekir. Bu da bilinmekte olan İsmail evladıdır. Ve hatta bu takdirde İbrahim zürriyeti ünvanının İshak evladından çok İsmail evladına daha uygun ve daha layık olduğuna bir işaret yapılmış olur. Kısaca; "Ben Rabbime gidiyorum" deyip de "Ey Rabbim! Bana salihlerden (bir oğul) ihsan et!" (37/100) diye yalvaran ve o apaçık bela ile imtihanı başarı ile geçen İbrahim'e, Rabbi öyle selam ve selametle güzel bir anı ihsan etti. Ve iki oğul müjdeleyerek, onlardan zürriyetine öyle bereket verdi ki, hâlâ ikisinin de zürriyeti o feyiz ve bereketle yaşamakta ve fakat hepsi salih ve iyi kimseler değil, kimisi iman ile ihsan mertebesinde, kimisi de küfür ve isyanla nefsine zulmetmekte. Bu şekilde İbrahim'e verilen bu zürriyet bereketi, Nuh'a verilen zürriyet bakiliğine benzemektedir. Ancak şunu unutmamalı ki, ataların salih oluşu, evladın da salih oluşunu gerektirmez. Onun için Nuh'un zürriyetinden putperestler, İbrahim'in zürriyetinden zalimler çıkmıştır.

Meâl-i Şerifi

114- Andolsun ki biz Musa ile Harun'a da nimetler verdik.

115- Hem kendilerini ve kavimlerini o büyük sıkıntıdan kurtardık.

116- Hem yardım ettik onlara da, galip gelenler onlar oldular.

117- Hem kendilerine o belli kitabı (Tevrat'ı) verdik.

118- Kendilerini doğru yola çıkardık.

119- Sonrakiler içinde onlara iyi bir nam bıraktık:

120- Selam olsun, Musa ile Harun'a.

121- İşte biz iyilik yapanları böyle mükafatlandırırız.

122- Çünkü onların ikisi de bizim mümin kullarımızdandı.

123- Şüphesiz İlyas da gönderilen peygamberlerdendir.

124-125-126- Hani o kavmine: "Siz Allah'tan korkmaz mısınız? Yaratanların en güzeli olan, sizin de Rabbiniz, daha önceki atalarınızın da Rabbi bulunan Allah'ı bırakıp da "Ba'l'e" (Ba'l ismindeki puta) mi yalvarıyorsunuz?" dedi.

127- Fakat onlar, onu yalanladılar. Bu yüzden onlar mutlaka (cehennemde) hazır bulundurulacaklardır.

128- Ancak Allah'ın ihlaslı kulları müstesna.

129- Ona da sonrakiler içinde şunu bıraktık:

130- Selam olsun İlyâsîn'e .

131- İşte biz iyilik yapanları böyle mükafatlandırırız.

132- Çünkü o bizim mümin kullarımızdandı.

133- Şüphesiz Lût da gönderilen peygamberlerdendir.

134- Hani biz onu ve ailesinin tamamını kurtarmıştık.

135- Ancak geride kalıp batanlar içinde kalan yaşlı bir kadın hariç.

136- Sonra diğerlerini helak etmiştik.

137-138- Ve siz elbette sabahleyin ve geceleyin onlara uğrar ve üzerlerinden geçersiniz. Hâlâ akıl edip düşünmez misiniz?

114-122- Belli kitap, yahut açıklaması, ifadesi güzel kitap, yani

123-136-Tevrat. İlyas da gönderilen peygamberlerdendir. Yani yukarıda "Gerçekten biz onların arasına uyarıcı peygamberler gönderdik." (Saffât, 37/72) buyurulduğu üzere, uyarı için gönderildiklerine yemin edilen peygamberlerden, o da İsrailoğulları peygamberlerinden (İlyas b. Yâsîn) ki Harun (a.s.)'un torunlarından denilmiştir. (En'am Sûresi, 6/85. âyetin tefsirine bkz.)

BA'L: Bir putun ismi ki yirmi arşın boyunda, altından ve dört yüzlü bir put olduğu söyleniyor. Kim bilir konduğu kaidesi ne kadardı? Hâlâ Şam'da Ba'lebek kasabası bu ad ile anılmaktadır. İlyasîn'e selam olsun.

İLYÂSÎN: İlyas, demektir. Bazı kırâetlerde okunduğundan her iki kırâete de uygun olması imlâsı için şeklinde yazılır.

YASÎN: İlyas (a.s.)'ın babası olmakla Âl-i Yâsîn yine İlyas demek olur. Yâsîn bir de Resul-i Ekrem'in isimlerinden olduğuna göre bazıları Âl-i Yâsîn'den maksadın, Muhammed ümmeti olduğunu söylemişlerdir. Herhalde denilmeyip buyurulması, bir tevriyeden uzak değildir. "Âl-i Yâsîn" kırâeti de bu tevriyede açıktır. İmlâda vasledilmeyip de iki kırâete uygun şekilde yazılması da bu tevriyenin birkaç yönden gerekli olduğuna işaret eder. Şu halde demek olur ki, burada "Selam İlyas'a" denirken; "Selam Muhammed âline" mânâsına bir de tevriye kastedilerek buyurulmuş ve bundan dolayı olmalıdır ki selam fıkraları da burada bitirilmiş, Lût ve Yunus kıssalarında daha çok "Bak uyarılanların sonu nasıl oldu?" (Sâffât, 37/73) ifadesine dikkat çekilmiştir. Bu tevriyeye göre "O mümin kullarımızdandır." İlyas'a ve Yâsîn'e ait olabilir demektir.

137-138- "Ve siz sabahleyin onlara uğrar, üzerlerinden geçersiniz." Kureyş, Şam'a ticarete giderlerken yolları, Lût kavminin yerlerine uğrar.

Meâl-i Şerifi

139- Şüphesiz Yunus da gönderilen peygamberlerdendir.

140- Hani o bir zaman dolu bir gemiye kaçmıştı.

141- (Oradakilerle) kur'a çekmiş de kaydırılanlardan (yenilenlerden) olmuştu.

142- Derken (denize atılmış ve) kendisini balık yutmuştu. (Kendi nefsini) kınıyordu.

143-144- Eğer çok tesbih edenlerden olmasaydı, yeniden dirilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı.

145- Biz onu hasta bir halde bir alana çıkardık.

146- Üzerine kabak cinsinden bir ağaç bitirdik.

147- Biz onu (Yunus'u) yüz bin veya daha çok insana peygamber olarak gönderdik.

148- O zaman ona iman ettiler de biz onları bir zamana kadar yaşattık.

149- Şimdi sor o seninkilere: Kızlar, Rabbinin de, oğlanlar onların mı?

150- Yoksa biz melekleri dişi yaratmışız da onlar şahit mi bulunuyorlarmış?

151-152- Ha!.. Onlar, şüphesiz uydurdukları iftiralarından dolayı: "Allah doğurdu" derler. Hiç şüphesiz onlar, yalancıdırlar.

153- (Allah) kızları oğullara tercih mi etmiş?

154- Size ne oldu? Nasıl hükmediyorsunuz?

155- Hiç düşünmüyor musunuz?

156- Yoksa sizin için açık bir delil mi var?

157- O halde, eğer doğru söylüyorsanız getirin kitabınızı.

158- Onlar, Allah ile cinler arasında bir neseb (hısımlık bağı) uydurdular. Oysa andolsun cinler bilirler ki, o yalancılar mutlaka cehenneme götürüleceklerdir.

159- Allah, onların yakıştırdıkları vasıflardan münezzeh ve yücedir.

160- Fakat Allah'ın ihlas ile seçilen kulları başka (onlar, Allah'ı böyle şirk ile vasıflamazlar).

161-162-163- Çünkü siz ve taptıklarınız, kendiliğinden cehenneme saldıran kimseden başkasını, Allah'a karşı kandırıp, saptıramazsınız.

164-165-166- (Melekler): "Bizden her birimizin belli bir makamı vardır. Biziz o saf saf dizilenler, biziz! Biziz o tesbih edenler, biziz!" derler.

167-168-169- (Müşrikler) şöyle diyorlardı: "Eğer yanımızda önceki (ümmet)lerden bir kitap olsaydı, elbette biz de Allah'ın ihlas ile seçilmiş kullarından olurduk."

170- Fakat şimdi onu inkâr ettiler. Ama ilerde bileceklerdir.

171-172-173- Andolsun ki peygamberlikle gönderilen kullarımız hakkında şu sözümüz geçmiştir: "Onlar var ya, elbette onlar muzaffer olacaklardır ve elbette bizim ordularımız mutlaka galip geleceklerdir."

174- Onun için sen, bir süreye kadar onlardan yüz çevir.

175- Onlara (inecek azabı) gözetle .Yakında onlar da göreceklerdir.

176- Ya şimdi onlar, bizim azabımıza uğramakta acele mi ediyorlar?

177- Fakat (azabımız) onların sahasına indiği zaman, (o acı sonuçla) uyarılanların sabahı ne kötüdür!

178- Yine sen, bir süreye kadar onlardan yüz çevir.

179- (İnecek azabı) gözetle! Yakında onlar da göreceklerdir.

180- Senin güç ve kuvvet sahibi Rabbin, onların yakıştırdıkları vasıflardan münezzeh ve yücedir.

181- Gönderilen bütün peygamberlere selam olsun.

182- Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.

139- Şüphesiz ki Yunus da gönderilen peygamberlerdendir. Yunus (a.s.)'un kıssasında Allah Teâlâ'nın bir peygamberini hapsedişinin bir ifadesi vardır. Bunun, burada anlatılması, daha çok peygamber efendimize bir hatırlatma olmaakımındandır.

140- Hani, düşün o zamanı ki Yunus, "İbak" suretiyle o dolu gemiye kaçmıştı.

İBAK: Bir kölenin, efendisinden kaçmasıdır. Enbiya Sûresi'nde "Ve Zünnûn'a (da lutfettik). Hani o (kavmine) kızarak gitmişti." (Enbiya, 21/87) buyurulduğu üzere Yunus (a.s.) öfkelenip, Allah tarafından izin gözlemeksizin çıkmış olduğundan "ibak" (kaçış) denilmiştir. Alûsî, tefsirinde der ki: "Yunus (a.s.) hakkında kitap ehlinin kitaplarında anlatılan şudur: Allah Teâlâ, onu Nînüvâ halkına gidip onları Hakk'a davet etmekle görevlendirmişti.

O zaman Nînüvâ çok büyüktü. Üç gün kadar bir müddet içerisinde katedilebilirdi. Kötülükleri büyümüş, bozgunculukları çoğalmıştı. İşi büyük gördü ve Tersis'e kaçtı. Onun için Yafa'ya geldi, bir gemi buldu. Sahipleri Tersis'e gitmek istiyorlardı. Kiraladı, ücretini verdi ve gemiye bindi. Derken büyük bir fırtına koptu, dalgalar çoğaldı. Gemi gark olacak hale geldi, gemiciler telaşe düştüler. Geminin hafiflemesi için bazı eşyaları denize attılar. O sırada Yunus, geminin içine inmiş, uyumuş, hatta nefesi yukarı çıkarmış. Kaptan ona vardı. "Ne uyuyorsun? Kalk, Rabbine dua et. Ola ki bizi bu durumdan kurtarır da helak etmez" dedi ve birbirlerine; "Gelin bu kötülük bize kimin yüzünden geldiğini bilmek için kur'a atalım" dediler. Kur'a attılar, Yunus'a düştü. Bunun üzerine: "Anlat bize sen ne yaptın? Nereden gelip, nereye gidiyorsun? Hangi köyden, hangi soydansın?" dediler. O zaman onlara: "Ben, karayı ve denizi yaratan, göklerin ilâhı olan Rabbin kuluyum." dedi ve olayını anlattı. Onun üzerine çok korktular ve niye öyle yaptın diye kınadılar. Sonra ona: "Bu denizin durması için biz sana ne yapalım?" dediler. "Beni denize atın, durur. Çünkü bu büyük fırtına benim içindir" dedi. Adamlar gemiyi geri karaya atmaya çalıştılar, yapamadılar. Nihayet Yunus'u tuttular, gemide bulunanların kurtulması için denize attılar. Derhal deniz durdu ve Allah balığa emretti. O'nu karaya bıraktı, sonra Allah Teâlâ büyük bir balığa da emretti, onu yuttu. Balığın kırnında üç gün üç gece kaldı. Karnında Rabbine dua ediyor, O'na yalvarıyordu. Derken yüce Allah balığa emretti. Onu karaya bıraktı, sonra Allah Teâlâ ona: "Kalk, Nînüvâ'ya var, bundan önce sana emrettiğim şekilde halkına çağrıda bulun!" buyurdu. Yunus (a.s.) da vardı, çağrıda bulundu ve "Nînüvâ üç gün içinde batacak" dedi. Bunun üzerine Nînüvâ halkı Allah Teâlâ'ya iman ettiler ve oruç ilan ettiler, hepsi eskiler giydiler, kral haber aldı, o da tahtından indi, süslü elbiselerini çıkardı ve bir çul giydi ve kül üzerine oturdu. Gerek insan ve gerekse hayvan, hiçbiri ne yiyecek, ne içecek tatmasın diye tellal çağırtıldı ve hepsi Allah Teâlâ'ya sığındılar, kötülük ve zulümden vazgeçtiler. Allah Teâlâ da kendilerine merhamet etti, azaba uğratmadı. Onlara azab etmeyince Yunus (a.s.) merak etti: "Allahım! İşte ben bundan kaçmıştım, çünkü biliyordum ki, sen çok merhamet edici, çok şefkatli, çok sabırlı ve tevbeleri çokca kabul edicisin. Ey Rabbim! Benim canımı al artık, ölüm bana yaşamaktan daha iyidir" dedi. Allah: "Ey Yunus! Çok üzüldün", dedi. Yunus: "Evet ya Rab!" dedi ve çıktı, şehrin karşısında beride bir gölgelik yaptı, altına oturdu. Şehirde ne olacağını gözetliyordu. Allah Teâlâ emretti, kendisine sıkıntısından gölge olması için başı ucundan bir kabak çıktı. O kabakla ferahlandı, büyük bir rahatlık duydu. Yine Allah Teâlâ bir kurda emretti, kabağı vurdu, kuruttu. Sonra sıcak bir samyeli esti, güneş de Yunus (a.s.)'un başına geçti, durum ağırlaştı. Ölüm sevilecek hale geldi. O zaman Allah: "Ey Yunus! Kabağa gerçekten acıdın mı?" buyurdu. O da: "Gerçekten acıdım ya Rabbi!" dedi. Allah Teâlâ da: "Ya sen o hiç üzerine yorulmadığın, bakıp büyütmediğin, belki bir gecede bitip, bir gecede yok olan kabağa acırsın da, ben o içinde on iki tepeden fazla insan oturan ve sağını solunu bilmez bir kavim ve birçok hayvanlar bulunan o büyük Nînüvâ şehrine merhamet etmez miyim?" buyurdu."

Alûsî, bunu naklettikten sonra: "Burada hakka muhalif noktalar bulunmakla beraber bilgi olması için naklettim" diyor. Onun için bu kıssaları okurken Kur'ân'ın ifadesindeki nezihliğe ve inceliğe dikkat ederek okumalıdır. Orada Yunus (a.s.)'u kavminin imanından sonra azab etmedi diye, balığın karnındakinden daha çok vicdan azabına düşmüş ve başında kabak da ondan sonra bitmiş gösteriyor. Halbuki Kur'ân Enbiya Sûresi'nde "Biz onun duasını kabul ettik ve onu tasadan kurtardık. İşte biz iman edenleri böyle kurtarırız." (Enbiya, 21/88) diye onun tasadan kurtarıldığını anlattığı gibi, burada da alana atılışını ve kabağın bitirilmesini, balığın karnından hasta olarak çıkarılması olayının peşinden anlatmış ve kıssanın sonunu da kavminin imanıyla istifadeleri gibi güzel bir sonuçla bağlamıştır. Yunus Sûresi'nde "Keşke (azabı gördükten sonra) inanıp da imanı kendisine fayda veren bir memleket olsaydı (ama olmadı). Yalnız Yunus'un kavmi (azab henüz inmeden) iman edince, dünya hayatında onlardan rezillik azabını kaldırmış ve onları bir süre daha yaşatmıştık." (Yunus, 10/98) buyurulduğu üzere böyle yeis (ümitsizlik) halindeki imanla kurtuluş yalnız Yunus kavmine nasib olmuştur. Azab, iman etmediklerinden dolayı vaad edilmiş olduğu için, kavmi iman ettikten sonra azab etmedi diye, bir peygamberin güya yalancı çıkmış olup da ölsem bundan iyi idi diye üzülmesinde bir mânâ yoktur. Bu üzüntü belki başlangıçta kızıp kaçtığı zaman olmuş olabilir.

141-142-Kısaca buyuruluyor ki: Hani o, dolu bir gemiye kaçmıştı da kur'a çekmişti ve kaydırılanlardan olmuştu. Yani kur'ada yenilmiş, gemiden atılmıştı. Burada kendi kendini attı diye bir söz varsa da (kaydırılan) deyiminin zahirine uygun değildir. Kendini atmış değil de kendi rızasıyla atılmış olabilir. Derhal balık onu lokma etti, yani yuttu. O halde ki, pişmanlık içindeydi, kendini kınıyordu, pişman oluyordu.

143- Eğer o çok tesbih edenlerden olmasaydı. Öteden beri Allah'ı tesbih ile çok zikrederdi. Bu karanlıklarda da "Senden başka ilâh yoktur, seni tesbih ederim, ben gerçekten haksızlık edenlerden oldum." (Enbiya, 21/87) diye nida ediyordu. Fakat sadece şimdi değil, öteden beri çok tesbih edenlerden olmasaydı yeniden dirilecekleri güne kadar elbette onun karnında kalırdı.

144- Eğer o çok tesbih edenlerden olmasaydı. Öteden beri Allah'ı tesbih ile çok zikrederdi. Bu karanlıklarda da "Senden başka ilâh yoktur, seni tesbih ederim, ben gerçekten haksızlık edenlerden oldum." (Enbiya, 21/87) diye nida ediyordu. Fakat sadece şimdi değil, öteden beri çok tesbih edenlerden olmasaydı yeniden dirilecekleri güne kadar elbette onun karnında kalırdı.

145-Fakat kalmadı, hemen biz onu alana, açık, boş bir sahaya fırlattık o halde ki, hastaydı.

146-Fırlattık ve üzerine yaktîn, yani bal kabağı cinsinden bir ağaç bitirdik. Gövdesiz, çabuk biter, çok çatallanır, uzar ve yaprakları büyük olduğundan gölgeliğe elverişli bir ağaç; gövdesi olmadığı halde buna ağaç denilmesi, çatallanıp yükselebilmesinden dolayıdır. Demek ki başında bu kabağın bitmesi, çıktığı sırada hasta halinde bir siper olması içindi. Bunun basit bir teşkilata işaret olması da düşünülebilir.

147- Ve onu, yani Yunus'u yüz bine gönderdik. Yani kaçtığı yere tekrar gönderildi ki, yüz bin nüfusa ulaşıyordu. Hatta artıyorlardı. Yani pek çok değillerse de az da değillerdi. Artmaya da hazırdılar. Bu ifade iki gönderme arasında artış bile olduğuna işarettir.

148- Bunun üzerine iman ettiler de biz de onları bir zamana kadar yaşattık. Yeis (ümitsizlik) halindeki iman fayda vermezken bu şekilde Yunus kavmine verdi. Bu bir fezlekedir (özetlemedir). Yani yukarıdaki "Bak o korkutulanların sonu nasıl oldu? Ancak Allah'ın ihlas ile seçilen kulları başka." (Sâffât, 37/73-74) emrinden buraya kadar açıklanan kıssaların bir özetini yaparak demek olur ki, şimdi bunlara bir göz atıp, nihayet

149-Yunus kıssasını da düşündükten sonra, peygamberliğin zorluklarından kaçınmayarak ey Muhammed! sen yine müşriklere sor; susturmak için de ki: Rabbine kızlar, onlara oğullar öyle mi? Bu ne biçim taksim? Cüheyne, Seleme oğulları, Huzaa, Melih oğulları gibi Arap müşrikleri; "Melekler Allah'ın kızlarıdır" diyorlardı. Halbuki kendilerinin kız evlatları olsa istemiyorlardı. Bir de meleklere kız demekle onlarda şiddet düşünmüyorlardı. Sûrenin başında onların anlatılan şiddetlerini duyurmak için "Sor onlara: Yaratılışça kendileri mi daha çetin..." (Sâffât, 37/11) buyurulduğu gibi, burada da inançlarını iptal için azarlanıyor.

150-Buna karşılık itiraz makamında, maksat dişi yaratıkları demektir, diyecek olurlarsa buyuruluyor ki Yoksa biz melekleri dişi olarak yaratmışız da onlar şahitler miymiş?

151-158- Ha bak! Bu yukarıki "sor!" emrinde dahil olmayarak doğrudan doğruya Alah tarafından yalancılıklarını ilan ile görüşlerini iptal ve bozma gibi açıkça yalan olduğu belli olan şeylere şahitlik etmeye kalkışanların, şahitliklerinin dinlenmeyeceğini hatırlatır. Bir de Allah ile cinler arasında bir neseb uydurdular. Bu cümle, "Onlar, 'Allah doğurdu' derler." sözü üzerine atfedilmiştir. Muhatabdan yine bu şekilde gaibe (2. şahıstan 3. şahısa) geçilmesi, sözlerinin kötülüğünden dolayı hitaba kabiliyetleri olmadığına dair bir hatırlatmadır. Yani iftiralarından bütün cinlerle Allah arasında bir neseb, ilâhlıkta ortaklığı ifade edecek şekilde bir münasebet, bir ortaklık uydurmaya kadar gittiler. Burada cin, melekleri de içine alan en genel mânâya bütün gizli mahluklar, metafizik güçler, bütün ruhanîler demektir. Mecusî mezheplerinde olduğu üzere, şeytan Allah'ın kardeşidir, melekler Allah'ın kızlarıdır, dedikleri gibi; bazıları da ruhanilerin, cinlerin, meleklerin Allah'a münasebeti, yakınlığı vardır, biz onların aracılığı olmadan Allah'a yaklaşamayız, Allah yanında şefaatçilerimiz olması için biz onlara ibadet etmekteyiz diyor, şirk koşuyor; biri kötülük yapar, biri iyilik diyorlardı. (En'am Sûresi'nde "Allah'a cinleri ortak koştular." (En'am, 6/100), "Böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kılmışızdır." (En'am, 6/112) âyetlerinin tefsirlerinde bu hususta bilgi verilmiştir, oraya bakınız.)

Halbuki o neseb isnad ettikleri ruhaniler, özellikle melekler bilir, şahitlik ederler ki, herhalde onlar, o iftirayı uyduran yalancılar mutlaka cehenneme götürüleceklerdir.

159-Yakalanıp cehenneme tıkılacaklardır. Allah, onların isnad ettikleri niteliklerden münezzehtir, çok yücedir. Bilirler, böyle tesbih ile tenzih ederler. Meleklerin tesbihinde şüphe olmadığı gibi "Beni ateşten yarattın." (Sâd, 38/76) diye yaratılmış olduğunu itiraf eden İblis bile, müşriklerin isnad ettikleri şirk vasıflarından Allah'ı tenzih eder. "Ben sizden uzağım." (Enfal, 8/48) der.

160- Fakat Allah'ın ihlas ile seçilen kulları başka. Onlar böyle isnadda bulunmazlar ve onun için azaba da hazır bulundurulmazlar.

161- Çünkü siz ne taptıklarınız; putlarınız ve şeytanlarınız Allah'a karşı kimseyi kandıramazsınız. Ancak cehenneme yaslanacak olanı aldatırsınız. Onun için Allah'ın ihlas ile seçilen kullarını bozamazsınız. Şu da o bilen cinlerin, yani meleklerin sözlerindendir.

162-163-*} Çünkü siz ne taptıklarınız; putlarınız ve şeytanlarınız Allah'a karşı kimseyi kandıramazsınız. Ancak cehenneme yaslanacak olanı aldatırsınız. Onun için Allah'ın ihlas ile seçilen kullarını bozamazsınız. Şu da o bilen cinlerin, yani meleklerin sözlerindendir.

164-166-*} Bizden ise başka değil, ancak onun için bilinen bir makam vardır. Yani her birimizin Allah Teâlâ'ya kulluk için durduğumuz belli bir makamı, muayyen bir sınırı vardır ki, onu geçemeyiz. Ve biz elbette o saf tutanlarız. "O saf tutup duranlara andolsun." (Sâffât, 37/1) Ve biz herhalde o tesbih edenleriz. Yani Allah Teâlâ'yı şanına layık olmayan vasıflardan tenzih ederiz. Dolayısıyla çocuk, neseb gibi iddiaları kesinlikle reddederiz. nin muhaffefidir.

167-170-Yani gerçekten kesinlikle diyorlar ki bizim yanımızda öncekilerden bir zikir (kitap) olsaydı. Onlarınki gibi Allah tarafından indirilmiş bir kitap, fikirler açıp ibret dersi veren ilâhî bir kitap olsaydı Allah'ın ihlas ile seçilen kulları olurduk. Kureyş, böyle demişlerdi. Fakat olunca onu inkâr ettiler. İhlas ile sarılmak şöyle dursun küfrettiler, zikirlerin en güzeli olan Kur'ân inince nankörlük edip tanımak istemediler. Artık ilerde bilecekler.

171- 179- Küfürlerinin sonunun neye varacağını görecekler, çünkü Allah'ın vaadi şöyledir: Andolsun ki, peygamber olarak gönderilen kullarımız için ezelde şu kelimemiz geçmişti. Elbette onlara yardım edilecektir. Önünde olmazsa sonunda yardım onlara olacaktır. Ve elbette bizim askerlerimiz, o gönderilen peygamberlere yardım edecek, onun yardımcıları olacak olan hak orduları mutlaka onlar galip geleceklerdir. Peygamberlerin gönderiliş hikmetleri sonunda gerçekleşecek, davaları zaferi kazanacaktır. Burada bu ilâhî söz, peygambere vaad, muhaliflerine tehdit yerindedir.

180-Bu vaad ve tehdit tekrar edildikten sonra, bu yüce sûre de şu âyetle bitiriliyor: O izzet sahibi Rabbin, onların isnad ettikleri vasıflardan münezzehtir, yücedir. Yani seni terbiye edip, peygamberlik görevi ile gönderen ve o kesin zafer ve galibiyeti vaad buyurmuş olup, vaadinden caymasına veya kuvvet ve kudretine karşı gelinmesine ihtimal bulunmayan izzet, güç ve kuvvet sahibi olan Rabbin, o müşriklerin, kâfirlerin isnad ettikleri eksik vasıflardan münezzehtir.

181- Bir de selam o peygamberlere. Muzaffer olacakları ezelde takdir edilmiş olan sana ve yukarıda birkısmının isimleri geçmiş olan bütün peygamberlere; bütün bu nimetlerden dolayı

182- hamd de âlemlerin Rabbi Allah'a. Bu âyet de çok anlamlı olan âyetlerdendir. İbnü Ebi Hatim'in Şa'bî'den rivayet ettiği bir hadiste Resulullah (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Her kimi, kıyamet günü sevabdan tam ölçekle ölçmek sevindirecekse bulunduğu meclisten kalkacağı sırada şöyle desin:







KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)


38-SAD:

1-4-Rivayet olunuyor ki, Ebu Talib hastalandığı zaman Kureyş'ten bir heyet geldi. İçlerinde Ebu Cehil de vardı. Yanına girdiler. "Kardeşinin oğlu bizim ilâhlarımızı kötülüyor, şöyle yapıyor, şöyle şöyle diyor. Ona haber göndersen de bundan men etsen" dediler. Haber gönderdi. Resul-i Ekrem (s.a.v.) geldi, odaya girdi. Ebu Talib'in yanında bir kişilik yer vardı, oraya oturmasın diye Ebu Cehil sıçradı, oraya oturdu. Resulullah, amcasının yakınında oturacak yer bulamayınca kapının yanında oturdu. Ebu Talib: "Ey kardeşimin oğlu! Kavmin yine senden şikayet ediyorlar, ilâhlarını kötülüyorsun, şöyle şöyle diyorsun, iddiasında bulunuyorlar" dedi. Onlar da birçok şeyler söylediler. Resulullah söz aldı: "Ey amca! Ben onları bir kelime üzere istiyorum. Bir kelime ki onunla Araplar, onlara boyun eğecek, Acemler, onlara cizye verecek" dedi. Bunun üzerine sevindiler, "Babanın aşkına ondan fazlasını veririz, ne o kelime?" dediler. "Bir tek kelime" dedi. "Ne o?" dediler. "lâ ilâhe illallah" dedi. Derdemez telaş ile kalktılar ve elbiselerini çırparak

5-7- "İlâhları bir tek ilâh mı kılmış? Bu gerçekten şaşılacak bir şey!" dediler. İşte (1-7. âyetler) bunun üzerine nazil oldu. Bunu âyet sayan rivayet yoktur. Yazılışı itibarıyla bir harf, okunuşu itibarıyla bir isim veya dan fiili mazî, veya dan emri hazır olabilir. Harf olduğuna göre diğer mukatta' harflerde geçtiği üzere meydan okuma ve icaz yoluyla söylenmiştir. Çoğunluğun görüşüne göre bu sûrenin ismidir. Sadece bir rumuz olması da düşünülebilir. Fâtiha'da bu harf ile ilgili "sırat" kelimesi vardır. Sıdk (doğruluk) maddesi de bu rumuzun ilk hatırlatacağı kelimelerdendir. "Allah doğru söyledi", sadıksın ey Muhammed!, ey sadık gibi. Hasen'den rivayet edildiğine göre "sadâ"nın müfaale babı olan "müsâdât"tan emirdir. Sada, karşılık vermektir. Onun için sesin aksettiği yerden verilen karşılığa "sadâ" denir. Buna göre "dal"ın kesresiyle "sâdı", seslen sen, Kur'ân sesine karşı aksettirici ol, sadâ gibi karşılık ver, yani muhtevası ile amel et, yerine getir, demek olur. İbnü Abbas'tan bir rivayete göre gece ve gündüz yokken Rahmân olan Allah'ın arşının, üzerinde bulunduğu denizin ismidir. ( "O'nun arşı su üzerindeydi." Hud, 11/7 âyetinin tefsirine bkz.) Said b. Cübeyr'den de şöyle rivayet edilmiştir: Allah Teâlâ'nın, sûra iki üfürüş arasında ölüleri dirilttiği denizin ismidir. Bu iki rivayet garip olmakla beraber güzeldir. Bunlarda yemin mânâsını da içerir. O şekilde atfoluyor. Zikir sahibi, zikirli, zikir dolu. Burada zikir, şu üç mânâdan her biriyle açıklanabilir:

ZİKİR: a) İsmi anılmak: Şeref ve şan mânâsına; "Gerçekten o Kur'ân, hem senin için, hem kavmin için bir şereftir." (Zuhruf, 43/44) âyetinde olduğu gibi.

b) Anmak, hatırlatmak; öğüt ve hatırlatma mânâsına; şeriat ve hükümler, vaad ve tehditler, geçmiş ümmetlerin olaylarından ibrete vesile olacak kıssalar ve haberler gibi.

c) Dinde ihtiyaç bulunan şeyleri anlatmak mânâsına; yani şanlı, öğütlü, din öğreten, ibret dersi veren Kur'ân'a yemin olsun ki...

Bu kasemin cevabı hazfedilmiştir. o hazfedilen cevaba matuftur. Yani sen peygamberliğinde doğrusun, sana söylenen gerçektir, o vaad ve tehdit mutlaka yerini bulacaktır. Fakat kâfirler bir gurur ve ihtilaf içindedirler. Kendilerini bir gurur, bir ihtilaf sarmış, kibirlerinden dolayı hakkı kabul etmiyorlar. Çeşitli maksatlarla türlü mabutlar peşinde boğuşuyorlar. Çağrıştılar, yani helaki gördükleri zaman tevbe edip, aman ya Rabbi diye bağrıştılar, feryat ettiler. Fakat o zaman, yahut o çağırışma, kurtulacak zaman değildi. Kaçma ihtimali kalmamıştı. , (yok) demektir. İlâhları hep bir ilâh mı kıldı? Yani diye hepsinden ilâhlığı kaldırdı da yalnız birine mi tahsis etti? Bu gerçekten çok acayip bir şey! Atalarından beri şirke alışmış olan cahiliye kafası, bu kadar çeşitli insanların, çeşitli emel ve duygularını yalnız bir mabudun nasıl tatmin edebileceğini düşünemiyor, onun, "her şeyin hükümranlığının elinde" (Yâsin, 36/83) olduğunu bilmiyor da tevhide şaşıyor. Biz, bunu millet-i ahirede işitmedik. Millet-i ahire, diğer millet yahut sonraki millet demektir. Bu durumda Hıristiyanlığa işaret olur. Çünkü İslâm gelmeden önce, o zaman için en son millet, Hıristiyanlıktı. O da teslisi (üçlü ilâh inancını) kabul ediyordu.

8-14- O zikir, yani Allah'ın zikir ve hatırlatmasını içeren Kur'ân, aramızdan ona mı indirilmiş? Benim zikrim, yani Kur'ân. demektir. Kesre ile yâ'dan iktifa olunmuştur. de böyledir. Onlar, burada çeşitli kabilelerden kalma, bozguna uğratılmış bir ordu döküntüsüdür. Yani eskiden peygamberlere karşı toplanmış, mahvolmuş, çeşitli gruplardan geri kalma, onlar gibi bozulmaya mahkum, bozuk, ruh birliği yok, maneviyatı perişan, derme çatma birkaç asker, ordu, askerler böyle askerler. Bu âyet çok dikkat çekicidir. Burada Kureyş'in "Bedir"den başlayan yenilgisine işaret edildiği gibi, başarıya ulaşacak düzenli bir ordunun, muntazam bir milletten çıkabileceğini anlatıyor.

Meâl-i Şerifi

15- Onlar da bir tek haykırışa bakıyorlar. Öyle ki onun gecikmesi de yoktur.

16- Bir de: "Ey Rabbimiz! Hesap gününden önce bizim azabdan payımızı acele ver" dediler.

17- Şimdi sen onların dediklerine sabret de kuvvetli kulumuz Davud'u hatırla. Çünkü o, zikir ve tesbih ile bize yönelmişti.

18- Biz, dağları onun emrine vermiştik. Akşam-sabah onunla birlikte tesbih ederlerdi.

19- Kuşları da toplu olarak onun emrine vermiştik. Hepsi de ona uyarak zikir ve tesbih ederlerdi.

20- Biz onun mülkünü kuvvetlendirmiş ve kendisine hikmet ve hakkı batıldan ayırt etme kabiliyeti vermiştik.

21- Bir de davacıların kıssası geldi mi sana? Hani surdan aşarak mihraba ulaşmışlardı.

22- Davud'un yanına giriverdiler de onlardan telaşe düştü. Ona "Korkma!" dediler, biz iki davacıyız. Birimiz, birimize haksızlık etti. Şimdi sen aramızda hak ile hüküm ver ve aşırı gitme de bizi doğru yolun ortasına çıkar.

23- Biri: "İşte bu benim kardeşim. Onun doksan dokuz dişi koyunu var, benim ise bir tek dişi koyunum var. Böyle iken: Onu da bana ver, dedi ve tartışmada beni yendi" diye anlattı.

24- Davud dedi ki: "Doğrusu senin bir koyununu kendi koyunlarına katmak istemesiyle sana zulmetmiştir. Gerçekten bir cemiyette yaşayanların çoğu mutlaka birbirlerine haksızlık ediyorlar. Ancak iman edip de salih amel işleyenler başka. Ama onlar da pek az." Davud, bizim kendisini imtihan ettiğimizi sanmıştı. Hemen Rabbinden mağfiret diledi, rüku ederek yere kapandı, tevbe ile Allah'a yöneldi.

25- Biz de o zannettiği şeyi kendisine bağışladık. Şüphesiz yanımızda onun bir yakınlığı ve güzel bir dönüş yeri vardır.

26- Ey Davud! Gerçekten biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. Artık insanlar arasında hak ile hüküm ver. Keyfe, arzuya uyma ki, seni Allah yolundan saptırmasın. Çünkü Allah yolundan sapanlar, hesap gününü unuttukları için kendilerine çok şiddetli bir azab vardır.

15-17- KITT: Aslında pusula, bahşiş pusulası demektir. Burada pay mânâsınadır. Hesap gününe, kıyamete kadar beklemeye lüzum yok, o azabdan bizim payımızı şimdiden peşin olarak ver, diye alay etmek istiyorlar.

Güçlü, kuvvetli. Rivayet edilir ki, Davud (a.s.) yıl boyunca bir gün oruç tutar, bir gün yerdi ve gece yarısı namaza kalkardı. Böylece kuvvetinin aslının, din kuvveti olduğu anlatılmak üzere şu sebebe bağlanıyor: Çünkü o bir evvabdır (Allah'a yönelmiştir).

EVVAB: "Tevvab" vezninde "evb"den mübalağalı ismi faildir. "Evb", Rağıb'ın açıkladığına göre, dönüşün bir çeşidi, iradeye bağlı olan kısmıdır. Dönülmesi gereken yere dönmek demektir. Bu mânâdan "evvab", "tevvab" gibi Allah'a çokça dönüp yönelen demek olur. Onun için burada "Allah'ın rızasına çokça dönüp yönelen" diye tefsir etmişlerdi. Ancak hem dan, hem de müteaddisi olan dan olabilir. ise döndürmek ve "terci" mânâlarına geldiğine ve seste terci, nağme ve ahenk yapmak veya ses vermek, demek olduğuna göre iyi terci yapan mânâsını da ifade etmiş olur. Nitekim "Ey dağlar! Onunla beraber çınlayın." (Sebe', 34/10) âyetinde bu mânâ açıktır. Bu münasebetle "evvab", Mücahid'den rivayet edildiği üzere, bir de "müsebbih" (çok tesbih eden) mânâsına tefsir edilmiştir ki, Ebu's-Suud, bunun izahında şöyle diyor: "İkinci evvab, müsebbih yerine konmuştur. Çünkü tesbihi sesli yapıyordu. Tesbihi sesli yapan da onu ahenkli yapıyor demektir. Çünkü ardı ardına fiiline döner durur." Evvab, Allah Teâlâ'ya çok dönen tevbekar demek olduğuna göre de çok tevbe edenin âdeti, çok zikir, tesbih ve takdis etmektir. Kamus'ta "evb", kasd ve istikamet mânâlarına da geldiğinden evvab, çok doğru ve azimli demek de olabilir. Şu halde evvab, birçok mânâlara ihtimali olan bir kelime olduğundan hepsini aynen bir kelime ile terceme mümkün olmayacaktır. Bir kere, Allah'a dönüş, sûfilerin "iradeye bağlı ölüm" dedikleri "fenâ fillah" (Allah'da fânî olma) makamıdır ki, tevbe ve inâbe (tevbe ile Hak yoluna dönme) bunun başıdır. Bu makamda meydana gelen her kuvvet ilâhîdir.

18-Onun için güç ve kuvvetinin sebebinde şöyle buyuruluyor: "Çünkü o bir evvab idi." Gerçekten biz dağları onunla birlikte emre âmâde kılmıştık. Öyle ki dağlar, Akşam ve işrak vakitleri tesbih ederlerdi. Bunun zahiri, onunla beraber sesle tesbih etmeleri, onun tesbihine ses ve nağme yoluyla cevap vermeleridir. Resulullah'ın avucunda taşların tesbihi gibi olduğu da söylenmiştir.

İŞRAK VAKTİ: Güneş doğup doğu ufkunda biraz yükselerek ışığının berrak bir şekilde parlamaya başladığı vakittir ki, ilk kuşluk vaktidir. Yani bayram namazlarını kıldığımız vakittir. İşrak namazı da sünnettir. Sonra kaba kuşluk vakti olur.

19- Kuşları da emre âmâde kıldık, toplu halde, toplanmış olarak. Hepsi, yani dağlar da, kuşlar da hep onun için, yani Davud için evvab idi, yani hep onun için seslenerek ahenk ile tesbih ediyorlardı. Ne hoştur ki burada "evvab" fasılasının nağmesiyle, mânâsındaki dönüş ve yönelişe bir misal de verilmiştir. Mesela Davud, "evvab" deyince, onlar da "evvab" diyorlar. Bununla beraber bu, sadece bir tekrardan ibaret değil, mânâları farklıdır. Demin hatırlatıldığı üzere birincisi, dönüşten çok dönen mânâsına, ikincisi de terci' (nağme ve ahenk) mânâsına kökünden nağme ve ahenk yapan mânâsına olmuş oluyor. Davud Allah'a dönüyor, onlar Davud'a seslenip nağme yapıyorlar. Bununla beraber şu mânâ da verilmiştir: Hepsi, yani Davud da, dağlar da, kuşlar da hep Allah için ahenk ile tesbih yapıyorlardı. Dini, ibadeti böyle kuvvetli olduğu gibi

20- hem mülkünü kuvvetlendirmiştik hem de kendisine hikmet, peygamberlik, ilim ve amelde sağlamlık yahut Zebur ve şeriat ilmi ve fasl-ı hitab, söz kesimi vermiştik. Yani hakkı batıldan ayırarak tartışmayı ayırt edip kesme kabiliyeti vermiştik. Kesip atan ayırt edici söz ve sözde iki kıssa arasını ayıran (Bundan sonra...) gibi ayırıcı söze de fasl-ı hitab denilir. İşte böyle güçlü ve kuvvetli bir tevbekar idi.

21-22-Bununla beraber bir de geldi mi sana? Bu şekildeki soru, kıssasının önemine dikkat çekmek içindir. Hasım kıssası. Hasım, aslında masdar olup, hasımlık yapan (davacı) mânâsına da kullanılır. Tekile, çoğula, erkeğe, kadına söylenebilir. Nitekim burada şöyle çoğul zamiri gönderiyor. Mihrabın sûrunu aştıkları zaman.

"Sûr" yüksek duvar; "Mihrab" da köşk, balkon, mânâlarına gelir. Davud'un huzuruna girdikleri zaman ki, birden bire onlardan telaş etti. Çünkü bunca muhafızlara rağmen sûr aşılmış, içeri girilmişti. Fakat girdiler de ne yaptılar? Dediler ki: Korkma, iki hasım, yani biz, birbiriyle davalı, iki alay davacıyız. Bazımız bazımıza tecavüz etti. Onun için sen aramızda hak ile hüküm ver. Ve aşırı gitme. Haktan uzaklaşıp, haksızlık etme de bizi düz yolun ortasına çıkar; adalet yap. Görülüyor ki, davadan önce bulunan bu sözlü arz-ı hâlin kelimeleri çok şüphe vericidir. Hele bu hitabında iğneleyip sataşmadan daha ileri giden bir ihtar vardır. Bunlar, sıradan davacılara benzemiyorlar.

23- O halde dava nedir? denirse İşte şu, mecliste hazır bulunan zat benim kardeşimdir. Melek olduklarına göre din kardeşi veya arkadaşı diye tefsir edilmiştir. Fakat zorunlu değildir. Onun doksan dokuz na'cesi var.

"Na'ce", dişi koyuna ve dişi sülüne denildiği gibi, kadına da istiare edilir. Benim ise bir tek na'cem vardır. Böyle iken onu benim nasibime bırak, dedi ve hitapta bana ağır bastı. Söyleşmede; yahut aday olmada hatırlı geldi, üstün çıktı.

24- Dedi ki Davud: Senin bir koyununu, kendi koyunlarına istemekle sana zulmetmiş vallahi ve gerçekten "halîtlardan" bir çoğu. Burada "huletâ"yı, yalnız ortaklar, diye tefsir etmek bize eksik geliyor. (kardeş) tabirinden de anlaşıldığına göre karışık halde bulunan, yani bir toplumda yaşayan insanlar, kardeşler, dostlar, arkadaşlar, yoldaşlardan birçoğu mutlaka birbirlerine tecavüz ediyorlar. Ancak iman edip, salih ameller işleyenler başka. Onlar da pek az ve Davud zannetmişti. Girdikleri zaman veya bu bağiy (tecavüz) sözünü söylerken sanmıştı ki, biz kendisini sırf bir fitneye düşürdük. Allah'ın sevki ile mülkünde bir ihtilal oluyor, kendine saldırı ile bir baskın yaptılar zannetti. Yahut sezmişti ki, kendisine sadece bir imtihan yaptık. Hemen Rabbinden bağışlanma diledi. Mağfiretini niyaz etti. Ve rüku ederek secdeye kapandı, ve tevbe ile Allah'a sığındı.

25- Biz de onun için kendisine onu, o zannını veya zannettiğini bağışladık. Demek mülkünün sağlamlığı ve kuvveti, surdan aşılıp, mihraba girilivermesine engel olmadığı gibi, öyle bir fitne manzarası görülünce de "evvab" olan Davud, derhal tevbe ve istiğfar ile Allah'a yönelmede gecikmemiş ve hemen Allah'ın mağfiretine ermiştir. Zannettiği fitne meydana gelmemiş, sadece bir ibret dersi olarak kapanmıştır. Bu kıssa münasebetiyle birçok sözler edilmiş, masallar söylenmiştir. onun için Hz. Ali'nin: "Her kim Davud hadisesini hikayecilerin rivayet ettiği gibi anlatırsa ona yüz altmış deynek vururum." dediği naklediliyor. Özellikle Cenab-ı Hak buyuruyor ki: Ve şüphesiz ki, ona yüce huzurumuzda mutlaka bir yakınlık ve bir dönüş yeri güzelliği, sonunda varacağı güzel bir merci, cennette güzel bir makam vardır.

26-Onun için kendisine şöyle hitab edildi: Ey Davud! Şüphesiz ki biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. Yani kendi keyfine göre asaleten hüküm vermek için değil, Allah Teâlâ'nın adına izafetle, O'nun hükümlerini yürütmekle görevli ki, Âdem'in yaratılışının hikmeti de bu idi. Şimdi insanlar arasında hak ile hüküm ver. Çünkü halifeliğin mânâsı budur. Ve hevaya tabi olma. Nefsin arzusu arkasından gitme, keyfe göre hükmetme ki, seni Allah'ın yolundan şaşırmasın. Çünkü Allah yolundan sapanlar; Firavunlar gibi hüküm kendilerinin zannederek Allah'ın hükümlerinden başkasını tatbike çalışanlar, hesap gününü unuttukları için kendilerine çok şiddetli bir azab vardır.

Bunun üzerine şu üç âyet, iki kıssa arasında fâsıla âyetleri, yani bir fasl-ı hitabdır. Bunların da Davud'a hitab olma ihtimali var ise de "sabret, hatırla!" gibi Hz. Muhammed (s.a.v.)'e hitab olması daha doğrudur.

Meâl-i Şerifi

27- Hem o göğü, yeri ve aralarındakileri biz boşuna yaratmadık. O, kâfirlerin zannıdır. Onun için vay ateşe girecek olan kâfirlerin haline!

28- Yoksa, iman edip de salih amel işleyenleri biz, o yeryüzündeki bozguncular gibi yapar mıyız? Yoksa o takva sahiplerini azgın günahkarlar gibi yapar mıyız?

29- Bu, sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır ki, insanlar onun âyetlerini düşünsünler ve temiz akıl sahipleri ibret alsınlar.

27-29- (Geniş bilgi için Âl-i İmran, 3/190. âyetin tefsirine bkz.) Kur'ân, yahut bu sûre, "düşünsünler diye..." Tedebbür (inceden inceye düşünme)ün, aklî; tezekkür (ibret alma)ün naklî yönlerde olması gerekir.

Meâl-i Şerifi

30- Bir de Davud'a Süleyman'ı bahşettik. Süleyman ne güzel kuldu. Çünkü o seslice tesbih edip Allah'a yönelirdi.

31- Hani kendisine bir zaman akşam üstü iyi cins ve rahvan atlar gösterilmişti.

32- "Ben, dedi, at sevgisini, Rabbimi anmaktan ötürü tercih ettim." Nihayet atlar perdenin arkasına gizlendi.

33- "Geri getirin onları bana!" dedi ve artık onların bacaklarını, boyunlarını silmeye başladı.

34- Andolsun ki Süleyman'ı imtihan da ettik ve tahtının üzerine bir ceset bıraktık. Sonra tekrar tevbe ile önceki haline döndü.

35- Süleyman: "Ey Rabbim! Beni bağışla ve bana öyle bir mülk ihsan et ki, ardımdan hiç kimseye yaraşmasın. Şüphesiz, bütün dilekleri veren sensin." dedi.

36- Bunun üzerine biz rüzgarı onun emrine verdik. Onun emriyle istediği yere yumuşacık akardı.

37- Dalgıç ve yapı ustası şeytanları da.

38- Ve daha diğerlerini de zincirlerde bağlı olarak (Onun emrine verdik).

39- "İşte bu, bizim ihsanımızdır. Artık sen dilersen başkalarına ver veya verme. Bundan hesaba çekilmeyeceksin" dedik.

40- Şüphesiz ki ona huzurumuzda bir yakınlık ve güzel bir makam vardır.

30-31-32- "Aşiy", öğleden sonra akşama kadar. Atın üç ayağını basıp, birinin tırnağını dikerek duruşuna "sufun" denir ki, en güzel duruştur. Genellikle halis Arap atlarında olurmuş. Öyle duran ata "sâfin", çoğulunda "sâfinât" denir. ın veya in çoğuludur. Koşuda süratli olan öğdül at. Demek ki "sâfinât", duruştaki güzelliği; "ciyad" da gidişteki güzelliği ifade ediyor. Şu halde arzda hem duruş gösterilmiş, hem koşuş.

Onun üzerine dedi ki, "Gerçekten ben, mal sevgisine sırf Rabbimi zikretmek için düştüm." Tefsircilerin çoğu buna şu mânâyı vermişlerdir: "Ben hayır, yani mal ve at sevmek için Rabbimin zikrinden kaldım." Nihayet güneş perdenin ardına gizlendi, yani battı. İkindi namazı geçti diye bu şekilde üzüldü ve bundan dolayı, getirin onları bana deyip, hepsini Allah için kurban etti diyorlar. Bu durumda da nin mekûlü cümlesinde dahil olarak zamir, "Şems"e gönderilmiş oluyor. Fakat diğer birtakım tefsircilerle beraber biz bunu şöyle anlıyoruz: Ben o hayır sevmeyi, at sevmeyi Rabbimin zikrinden dolayı sevdim dedi, yani namazını veya virdini geçirmedi, bilakis böyle diyerek atları bırakıp zikrini yerine getirmeye gitti. Nihayet o atlar perdenin ardına izlendi, ahırlara çekildi, yahut koşuda gözden kayboldu, o zaman namazını bitirdi.

33- Geri getirin onları bana, dedi. Artık bacaklarını, boyunlarını silmeye başladı. Okşadı, tımarlarına itina gösterdi, öncekiler buna kılıç ile silmek mânâsı vermişler ve namazı geçirtmeye sebep oldular diye Allah yolunda kurban edildiklerini söylemişlerdir ki, ikisi de Süleyman'ın çok zikir ve tesbih eden biri olduğunu anlatan birer misaldirler. Eğer bu kurban ediş, harbe gönderilmek suretiyle öldürülmüş olmaları ise güzel bir mânâdır.

34- Andolsun ki Süleyman'ı bir de fitneye düşürdük ve tahtının üzerine bir cesed bıraktık. Bu fitne hakkında da birtakım garib şeyler söylenmiştir. Bakara Sûresi'nde (Bkz. 2/102. âyetin tefsiri) işaret edildiği üzere anlaşılıyor ki, Süleyman (a.s.) Beytü'l-Makdis'i (Mescid-i Aksa) yaptırdığı sırada getirdiği sanatkarlar içinde sanatların hilelerini bilen birtakım şeytanların kurdukları bir ihtilal yüzünden bir süre nüfuzunu kaybetmiş, yahut tahtından ayrı kalmış;böylece tahtında ya kendisi kuvvetsiz bir cesed halinde hükümsüz kalmış yahut tahtı da işgal edilip, ona kırk gün kadar heykel gibi birisi oturtulmuştu. Mason tarihinde mason cemiyetlerinin Süleyman (a.s.) aleyhine olan bu ihtilal hareketlerini esas aldıkları ve başkanının hatırasına saygı gösterdikleri söylenir.

Bu fitne oldu sonra Süleyman, dönüş yaptı, tevbe ile Allah'a sığınıp tekrar tahtına döndü.

35-Şöyle ki: Ya Rab! dedi beni bağışla! Her ne kusur, hata meydana geldiyse, af ve cömertliğinle ört ve bana öyle bir mülk (hükümranlık) bağışla ki, benden sonra kimseye gerekmesin. Yani benim halime uygun, bana mahsus bir mucize olsun yahut bu defa olduğu gibi kimse onu benden çekip alamasın. Yukarılarda da geçtiği üzere Râzî, tefsirinin bir yerinde buna şöyle de mânâ vermiştir: Yani bana öyle şanlı bir mülk ver ki, ben ona kavuşup öldükten sonra "dünya mülkünün vefası olsaydı Süleyman'a olurdu" denilsin de kimsenin dünya saltanatına hırs ve rağbeti kalmasın. Bu da güzel bir anlamdır. Fakat biz öyle anlıyoruz ki, Süleyman (a.s.)ın asıl maksadı, fani olan dünya mülkünü değil, ahiret mülkünü istemektir. Çünkü "Her kim ahiret gelirini isterse ona, ondan veririz. Her kim de dünya gelirini isterse ona da ondan veririz. Ama onun için ahirette bir nasip yoktur." (Şûrâ, 42/20) buyurulmuştur ve ondan dolayıdır ki, kendisine fazlası verilmiştir. Nitekim şöyle buyuruluyor:

36-37 Biz de onun üzerine rüzgarı kendisinin emrine verdik. Bunda dünya mülkünün bir rüzgar gibi gelip geçici olduğuna da bir işaret vardır. O rüzgar ona öyle bağlandı, öyle boyun eğdi ki, bir memur gibi Onun emriyle yumuşak, yumuşak istediği yere akardı. eytanları da. Fitnenin başı olan şeytanları da onun emrine verdik. Burada bu şeytanların hem birtakım sanat dehalarını da kapsadığını ve hem üç derece üzere teşekküllerini anlatan şöyle bir "bedel" ile açıklanması ne kadar dikkate değer!. Her biri bina edici; her türlü yapıcı, bina yapmak sanatı olanların her türlüsü, her çeşit bina yapanlar ve yapıcıların her çeşidi: mimarı, ustası, kalfası. Corci Zeydan (tarihu'l-Masuniyeti'l-Âm ve'l-Benâ-ini'l-Ahrâr) adındaki genel masonluk tarihinde "bennâ" kelimesini "mason", "Fran mason" kelimesini de "hür bennâ" diye terceme etmiştir. ve dalgıç, denizlerin diplerine dalmakta maharetli olanları

38- ve daha diğerlerini, ki aşağı derecede bulunan bunlar, diğer sanatkarları içermekle beraber insan şeytanlarından cin şeytanlarına kadar varmaktadır. Bukağılarda, zincirlerde çatılı olarak emir altına alınmışlardır.

Asfâd , safed in çoğuludur ki, bukağı, bend demektir. Bir de bahşiş mânâsına gelir. Çünkü bahşiş de, alanı verene bağlayan bir bağdır. Fakat burada değil, yani "asfad ile çatılmış" değil, "asfadda birbirlerine çatılmış" denilmekle bukağı manasına olduğu anlaşılmaktadır. Demek ki kötülük ve bozgunculuklarına meydan verilmeyecek bir şekilde sıkı bir takip altına alınmışlardır.

39- Bu, yani emrine verdik de dedik ki, sana verilen bu saltanat, bu boyun eğdirme bizim ihsanımız, bahşişimiz, vergimizdir. Artık diler ikram et, dilediğine ver, bağışla, ihsan et diler tut, dilediğinden de men et ey Süleyman! Hesap yok.

40-Çünkü yetki sana havale edilmiştir. Yahut hesapsız çok bir vergi; dünyada böyle olmakla beraber şu da bir gerçektir ki, ona yüce huzurumuzda şüphesiz bir yakınlık ve güzel bir yer; cennette güzel bir mevki ve makam vardır.

Bir de:

Meâl-i Şerifi

41- Kulumuz Eyyub'u da an. Bir zaman o, Rabbine şöyle nida etmişti: "Meşakkat ve acı ile bana şeytan dokundu."

42- (Biz ona): "Ayağını yere vur! İşte sana yıkanılacak ve içilecek soğuk bir su" dedik.

43- Ve ona, bütün ailesini ve beraberlerinde bir mislini daha tarafımızdan bir rahmet olarak bahşettik ki, akıl sahipleri için bir ibret olsun.

44- (Bir de dedik ki): "Eline bir demet al da onunla (eşine) vur; yemininde durmamazlık etme." Doğrusu biz onu sabırlı bulduk. O ne güzel kul! O hakikaten daima Allah'a yönelmektedir.

41- Eyyub (a.s.) b. Iys b. İshak (a.s.) hani Rabbine nida ettiği, ya Rab! diye çağırdığı vakti an. Şöyle ki benim halim şu zahmet ve acı ile şeytan bana dokundu; vesveseye yol buldu.

42-43-"Nusb" meşakkat, bedende zahmet, azabda acı, mal ve evlat acısıyla tefsir edilmiştir. Debren ayağınla.

"Rekz" , özengi tepmek, kanat çırpmak tarzında olan harekettir. Ne kadar dikkate değer bir noktadır ki, Cenab-ı Allah Eyyub'un duasına cevap olan kurtuluş mucizesini verirken bile, önce ona böyle bir hareket emretmiştir ki, bu emir, tıpkı Meryem kıssasındaki "(hurmanın dalını kendine doğru) silkele!" (Meryem, 19/25) emrine benzer ve "O'na ancak güzel kelimeler yükselir. Onu da salih amel yükseltir." (Fâtır, 35/10) ifadesini de hatırlatır. Burada bu emir Hz. Eyyub'a söylendiği gibi hikâye edilerek "dedik" kelimesi hazfedilmiştir. Böylece âyet, arada Resul-i Ekrem'e hitab eden bir ara cümlesiymiş gibi bir telmih de yapılmıştır. Ayak vurmak, ayakla debrenmek, özengilemek, olduğu yerde tepinmeye, çabalamaya veya yolculuk veya hicret ya da harb etmeye yani mücahedenin mümkün olabilen her kısmına uygun olabileceğine göre bu telmih, kıssanın hisse noktalarından birini teşkil eder. "elinle... tut" ifadesi de böyledir. İbnü Cerir Taberî, tefsirinde Hz. Eyyub'un deprendiği bu yerin "Câbiye" olduğunu naklediyor.

İşte; yani deprenince bir kaynak çıktı, işte dedik sana bir yıkanacak sepserin ve içecek. Yıkan ve iç; için, dışın iyileşsin, yorgunluğun dinlensin, yüreğin soğusun. Bazılarına göre , ün sıfatı değil, ikinci bir haber yerinde ve soğuk içecek mânâsındadır. Bunlar, biri sıcak, biri soğuk iki menba çıkmış, sıcağıyla yıkanmış, soğuğunu içmiş olduğunu söylemişlerdir. Fakat âyetin zahiri birincisidir.

44- Ve elinle bir demet tut da vur onunla ve yeminini bozma, yemininde durmamazlık etme.

"Dığs" ; demet, deste. Deniliyor ki, bir hadise dolayısıyla eşine yüz deynek vurmaya yemin etmişti. Böylece bir demet yaparak vurmakla yeminin yerine geleceği kendisine ruhsat olarak gösterilmiş, şer'î ceza ve yeminlerde bu, "Eyyub ruhsatı adıyla baki kalmıştır." Âyette ne demeti olduğu açıkça belirtilmediği için daha geniş mânâlara ihtimali vardır. Bizim kanaatimizce bu emir, yalnız o ruhsatı göstermekle kalmıyor, eli altında bir cemaat kurulması gerektiğini de anlatmış bulunuyor. Nitekim şu hatırlatmada o yön daha açıktır:

Meâl-i Şerifi

45- Kullarımız İbrahim'i, İshak'ı ve Yakub'u da an. Onlar eller ve gözler sahipleri idiler.

46- Çünkü biz onları temiz bir hasletle, hâlis yurt (ahiret) düşüncesine ermiş has kullarımızdan kılmışızdır.

47- Çünkü onlar, nezdimizde seçilmiş en hayırlı kimselerdendir.

48- İsmail'i, Elyasa'yı, Zü'l-Kifl'i de an. Hepsi de en hayırlı kimselerdendir.

45- "Eller ve gözler sahipleriydiler." Amelde ve ilimde kuvvetleri: İcra ve istihbarat âletleri vardı.

46-47- Çünkü biz onları ihlaslılardan, ihlasa erdirilmiş has kullarımızdan kılmıştık. Bir halisa ile, yani temiz bir özellik, lekesiz bir haslet ile ki şudur: Yurt düşüncesi. Şüphe yok ki, düşünmek, sonucu düşünmektir. : Aslı dir. Yani Mustafalardan, güzîdelerden; süzülüp seçilmişlerden. en hayırlılar. Ömürlerini zevk ve safa ile geçirmişler değil, Allah yanında en hayırlı olarak seçilmişlerden ifadesince "İnsanların en hayırlısı, insanlara faydası olandır." İnsanların gerçek faydası da sonunda kötülük olmayan ahiret menfaatleridir.

48- İsmail'i, Elyasa'yı ve Zü'l-Kifl'i de an. İsmail'i, babası İbrahim ile kardeşi İshak'tan ayrı olarak anlatmak, bilhassa şanına itina göstermek içindir. Elyasa b. Uhtub b. Acuz (a.s.), İlyas (a.s.)'ın İsrailoğulları üzerine halifesi olup, sonra kendisine peygamberlik verilmiştir. Zü'l-Kifl de Eyyub (a.s.)'un oğlu Şeref olup, Şam'da tevhid inancına davet ettiği anlatılıyor. Hep bunlar da en hayırlı kimselerdendir. Allah için hayır ve fazilet neşredenlerdendir.

Meâl-i Şerifi

49- İşte bu bir öğüttür. Şüphesiz korunan müttakiler için herhalde güzel bir istikbal (güzel bir dönüş yeri) vardır.

50- Bütün kapıları kendilerine açılmış olan Adn cennetleri vardır.

51- İçlerine kurularak orada birçok yemişle, bambaşka bir içki isteyeceklerdir.

52- Yanlarında da bakışları yalnız kocalarına dönük hep aynı yaşta dilberler vardır.

53- O hesap günü için size vaad edilen işte budur.

54- İşte bu, bizim rızkımız; muhakkak ki ona hiç tükenmek yoktur.

49-54- Bu; geçen âyetlerle anılan güzellikler bir zikirdir. "Bu öğüt (zikir) dolu Kur'ân'a andolsun." (Sâd, 38/1) buyurulduğu üzere, Kur'ân'ın içerdiği zikirlerden bir zikir daima hatırda tutulup, ibret alınacak bir şeref hatırası "Eğer bizim yanımızda önce gelenlerinkinden bir zikir (kitap) olsaydı." (Sâffât, 37/168) diyenlerin istedikleri "öncekilerden bir zikir"dir.

Meâl-i Şerifi

55- Bu, böyledir. Şüphesiz azgınlar için de fena bir gelecek vardır.

56- Cehennem! Ona yaslanacaklar, fakat o ne çirkin döşektir.

57- İşte artık tatsınlar onu ki, o kaynar su ve irindir.

58- Ve o şekilden çifter çifter tadacakları diğer acılar da vardır.

59- İşte şunlar da sizin peşinize düşenlerdir. Onlara merhaba yok. Çünkü onlar cehenneme salınıyorlar.

60- (Arkadan gelenler öncekilere:) Derler ki: "Hayır, asıl size merhaba yok. Çünkü cehennemi bize siz takdim ettiniz. Bakın o ne kötü yatak!"

61- "Ey Rabbimiz! Bize bunu takdim edenin ateşteki azabını kat kat artır" derler.

62- Bir de derler ki: "Kötülerden saydığımız birtakım adamları (fakir müminleri) niye göremiyoruz?"

63- "Onları eğlence yerine tutmuştuk ha! Yoksa bu gözler onlardan kaydı mı?"

64- Şüphesiz ki bu haktır. Ateş ehlinin birbiriyle tartışması muhakkak olacaktır.

55-57- "Gassâk" yaradan akan sarı su, irin, cerahat akıntısı yahut şarap gibi, kaynar su olan "hamîm"in zıddı olmak üzere içilmez derecede gayet soğuk ve çok çirkin kokulu içki ki, "hamîm" sıcaklığı ile yakar, "gassâk" da soğukluğu ile.

58-61- Ve onun şeklinden, yani o tadılan azab veya içki cinsinden daha başkası da var. Çifte çifte, türlü türlü acılar, zehir zakkım içtiler. Şu sizinle beraber peşinizden gelen bir olaydır. Beraberlerindeki tâbileriyle birlikte cehenneme girdikleri sırada o azgınların önderlerine hikâye buyuruluyor.

İKTİHAM: Şiddete göğüs gerip saldırmaktır. Onlara merhaba yok, yahut merhaba olmasın. Bu da önderlerin onlara sözlerini hikâyedir. Merhaba demek takdirinde bir dua ile misafire bir iltifattır ki, "geniş olasın, genişlik içinde güle güle oturasın." demektir.

62-64- "Bize ne oluyor da kötülerden saydığımız birtakım adamları göremiyoruz? derler." Bununla müminlerin fakirlerini kastediyorlar.

Meâl-i Şerifi

65- De ki: "Ben ancak korkuyu haber veren bir peygamberim. O tek ve kahredici olan Allah'tan başka tanrı da yoktur."66- "O, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir. O çok güçlüdür, çok bağışlayıcıdır."

67- De ki: "Bu, bir büyük haberdir."

68- "Siz ondan yüz çeviriyorsunuz."

69- "Münakaşa ederlerken, benim melekler yüksek topluluğuna ait ne bilgim olabilirdi?"

70- "Ancak ben açıktan açığa korkutmakla görevli olduğum için o bilgi bana vahyediliyor."

71- Hani Rabbin meleklere demişti ki: "Ben çamurdan bir insan yaratmaktayım."

72- "Onu tesviye edip, düzeltip de ruhumdan ona üfledim mi derhal ona secdeye kapanın."

73- Bunun üzerine meleklerin hepsi toptan secde ettiler.

74- Yalnız İblis etmedi, büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.

75- Allah: "Ey İblis! O benim kudretimle yarattığıma secde etmene ne engel oldu? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yüksek derecelerde bulunanlardan mı oldun?" dedi.

76- İblis dedi ki: "Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın."

77- Allah: "Hemen çık oradan, artık sen kovuldun."

78- "Ve elbette lanetim ceza gününe kadar senin üzerindedir." buyurdu.

79- İblis: "Ya Rab! O halde insanların diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver." dedi.

80, 81- Allah: "Haydi belirli bir vakte kadar mühlet verilenlerdensin" buyurdu.

82- İblis: "Öyle ise izzet ve şerefine yemin ederim ki, ben onların hepsini mutlaka aldatır, saptırırım."

83- "Ancak içlerinden ihlas ile seçilmiş has kulların müstesna" dedi.

84- Allah buyurdu ki: "O doğru, ben hep doğruyu söylerim."

85- "Andolsun ki, cehennemi mutlaka senden ve onların sana uyanlarından, topunuzdan tıka basa dolduracağım."

86- Ey Muhammed! De ki: "Ben o Kur'ân'a karşı sizden bir ücret istemiyorum. Ve ben kendiliğimden bir şey de teklif etmiyorum. "

87- "O Kur'ân, bütün âlemler için bir zikir, bir öğüttür. "

88- "Herhalde onun haberini bir zaman sonra bileceksiniz."

65-69- De ki o bir büyük haberdir. Yani benim size verdiğim bu haber, benim böyle korkutmakla görevli peygamberliğimle Allah'ın ortaktan münezzeh olarak birliği haberi, çok önemli, azametli, büyük bir haberdir. Bir ucunda o bir olan Allah'ın hiçbir tarafından savunulması mümkün olmayan ebedî kahrı, bir taraftan da O'nun izzet ve bağışlaması var. Benim o melekler yüksek topluluğuna ait hiçbir bilgim yoktu.

"Mele-i a'lâ"; en yüksek heyet, melekler âlemi, demektir. Onlar münakaşa ederlerken.

70- Ancak ben sırf açıktan açığa bir korkutucu, korkutmakla görevli bir peygamber olduğum için o bilgi bana vahyediliyor da biliyorum. Şöyle ki:

71- Yani Rabbin şöyle dediği zaman ettikleri münakaşa ki Bakara Sûresi'nde açıklandığı üzere "Sen orada fesat çıkaracak ve kan dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" (Bakara, 2/30) demişlerdi. Bilinen bir hadis-i şerifte Mele-i a'lânın tartışması, keffaretler ve dereceler hakkındadır, diye açıklanması da bu mânânın tafsilatındandır. Şüphe yok ki en yüksek münakaşanın sırrı, Allah'ın nezdinde bağışlanma ve yüksek derecelere kavuşma meselesidir. Meleklerin "Biz seni hamdinle tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz." (Bakara, 2/30) diyerek halifeliğe rağbet göstermeleri de bundan olmuştur. Ben bir çamurdan bir insan yaratmaktayım. Beşeresinin, yani derisinin açık olması itibarıyla insana "beşer" denmiştir.

72- Dolayısıyla onu tesviye ettiğim "Yarattı ve tesviye etti." (A'lâ, 87/2) sözünden de anlaşıldığı üzere tesviye yaratmadan sonra olur. Demek ki, insan maddesi çamurdan yaratıldıktan sonra bir de insan suretini alması, insanlık seviyesine gelmesi için bir müddet de tesviye edilmiş, bedeninin parçaları kıvamına getirilmesi için düzeltilmiştir. Bu sebepledir ki, çeşitli âyetlerde çeşitli yaratılış kademelerine işaret edilmiştir. Nitekim Âl-i İmran Sûresi'nde topraktan (3/59), burada çamurdan, Müminun Sûresi'nde çamur hülasasından (23/12), Hıcr Sûresi'nde kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan (15/28); Enbiya Sûresi'nde aceleden yaratıldığı söylenmiştir. Ve içine ruhumdan üflediğim zaman, izafeti, cüziyet için değil, şeref içindir. Çünkü ruh, Allah'ın emrindendir. Üfleme tabiri de maddeye fiilen hayat başlangıcının akışını temsil eder. Hatta "Âdem'e isimleri öğretti." (Bakara, 2/31) ifadesinden anlaşıldığına göre yalnız cisme ait olan hayat değil, zihin ve ilim hayatının da başlangıcı olan şuur ruhunun, konuşan nefsin ilgisini ifade eder. Yoksa ruh üflemek, hayat belirtilerinden olan nefes alıp verme ile de tevil edilebilir. cezaiye, vuku'dan emri hazırının çoğuludur. Yani ruh üflenince onun için düşünüz secde edici olarak, her biriniz secde ederek. Saygı ve ikram secdesi, yahut Allah'ın emrine kıble secdesi.

73-83- Onun üzerine meleklerin hepsi secde ettiler. İşte o secdenin neticesidir ki, peygamber olanlara vahiy getirirler. İki elimle yarattığıma. Kur'ân'da Allah Teâlâ'ya bazan "Allah'ın eli" (Fetih, 48/10) gibi tekil olarak, bazan da "Ellerimizin yaptıklarından..." (Yâsin, 36)71) gibi çoğul olarak, bazan da böyle "iki elimle" gibi tesniye (ikil) olarak el nisbet edilmiştir. Bir hadiste "O'nun her iki eli de sağdır." buyurulduğundan her birinde Allah'ın şanına layık bir mânâ kastedildiğinde şüphe yoktur. (Mâide, 5/64. âyetinin tefsirine bkz.)

Birçokları burada iki elin ayrıca birer mânâsı kastedilmiş olmayıp, özel bir itina ile yaratmak mânâsından kinaye olduğu görüşüne sahiptirler. Çünkü Âdem bütün normal sebeplerin üstüne olarak en yüksek bir seçim ile yaratılmıştır. Bazıları da kudret, mânâsıyla tevil etmişler ve tesniyenin sadece tekit için olduğunu, çünkü Âdem'in yaratılışında Allah'ın kudretinin tecellilerinin tekitli ve kat kat bulunduğunu söylemişlerdir.

İbnü Ömer hazretlerinden rivayet olunur ki: Allah Teâlâ dört şeyi eliyle yaratmıştır: Arş, Adn cenneti, Kalem, Âdem. Sonra her şeye "ol!" demiş, olmuştur. Burada açıktır ki, el, hiçbir sebep araya girmeksizin doğrudan doğruya Allah'ın kudreti ile demektir. Âdem'de ise bu mânâ kat kat vardır. Bizce burada en yakın yorumun, biri tesviyeye, biri de ruh üflenmesine işaret olmasıdır. Çünkü böyle olunca insanın yaratılışında cisim âlemi ile ruh âleminin bir araya gelişini ve dolayısıyla insanın toplayıcı bir varlık olduğunu anlatmış olur.

Büyüklük taslamak mı istedin, yoksa yüksek derecelerde bulunanlardan mı oldun? Yani hiç hakkın olmayarak sırf büyüklük mü tasladın, yoksa zannınca gerçekten yüksek, üstün mü bulunuyorsun? Nitekim İblis cevabında bu ikinci şıkka tutunarak Ben ondan hayırlıyım... dedi. (A'raf, 7/11 ve müteakip âyetlerin tefsirine bkz.)

Bu açıklamaya göre buradaki "Yüksektekilerden" deyimi "Yaratanların en güzeli" (Müminun, 23/14) âyetindeki "hâlikîn" (yaratanlar) gibi farazî ve takdirîdir. Fakat Muhyiddin Arabi bunu gerçeğe yorumlayarak buradan delil göstererek şu görüşe sahip olmuştur ki, Âdem'e secde ile emredilmeyen melekler de vardır. Bunlar "âlîn" (yüksek)dir. "Müheyyemûn" denilen birkısım melekler vardır ki, Allah Teâlâ'nın cemal ve celalini düşünmeye dalmışlardır. Hiçbiri, Allah Teâlâ'nın ondan başkasını yaratmış olduğunu bilmez, bunlar Âdem'e secde ile emrolunmamışlardır. "Yüksek olanlar", bunlar, yahut gök meleklerinin hepsidir. Onlar da Âdem'e secde ile emrolunmamışlardır. Âdem'e secde ile emrolunan melekler hep yeryüzü melekleridir. Ancak Şeyh'in bu fikri, insanın toplayıcı bir varlık olması hakkındaki görüşüne uygun düşmemiştir.

84- Allah Teâlâ buyurdu ki o, hak, yani ihlaslı kullarımı şaşırtamayacağın sözü doğrudur. "Kullarım üzerinde senin asla bir hükmün yoktur." (Hıcr, 15/42). Yahut o halde hakkı, yani şaşırttığın takdirde hakkı, hak cezası nedir bilir misin? O hakkı, o gerçeği de ben söyleyeyim, yahut ben hep hak söylerim.

85- "Andolsun ki cehennemi senden ve onların sana tabi olanlarından, topunuzdan dolduracağım."

86- De ki: Ona karşı, yani Kur'ân'dan, o büyük haberden dolayı sizden bir ücret istemiyorum. Ben o tekellüfçülerden de değilim. Kendinde olmayan bir şeye özenerek zorla ve yapmacık hareketlerle satmaya çalışan iddiacılardan değilim. Yani böyle ciddiliğim, samimiyetim sizce bilinmektedir. Yok yere peygamberlik iddia etmeyeceğimi, Kur'ân'ı uydurmaya kalkışmayacağımı kabul etmeniz gerekir.

İbnü Adiy, Ebu Berze'den şöyle rivayet eder: "Demiş ki: Resulullah 'Size cennet ehlini haber vereyim mi?' buyurdu. 'Evet, ey Allah'ın Resulü' dedik. Buyurdu ki: 'Onlar, aralarında merhametli olanlardır.' 'Size cehennem ehlini haber vereyim mi? dedi. 'Evet ey Allah'ın Resulü' dedik. Buyurdu ki: 'Onlar, ümitsizliğe düşenler, ümidi kesenler, yalancılar, tekellüfçü olanlardır.' Tekellüfçünün belirtisi de Beyhakî'nin "Şüabü'l-İman"da İbnü Münzir'den rivayetine göre üçtür. Kendisinden üstün olan kimse ile yarışmak, yetişemeyeceği şeye el uzatmak ve bilmediği şeyi söylemek. Buharî ve Müslim'de rivayet edildiği üzere İbnü Mesud (r.a.) demiştir ki: "Ey insanlar! İçinizden her kim bir ilim bilirse söylesin, bilmeyen de 'Allahü a'lem' (Allah daha iyi bilir) desin. Allah Teâlâ Resulüne şöyle buyurdu:

87- O Kur'ân başka değil, bütün âlemler için bir zikirdir. Bütün akıllılar âlemi için ilâhî bir hatırlatma, bir öğüttür.

88- Ve yemin ederim ki, onun haberini, dünya ve ahiretle ilgili olarak haber verdiği vaad, tehdit ve diğerlerini bir zaman sonra muhakkak bileceksiniz. Kimi dünyada, kimi ahirette.






KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)


39-ZÜMER:

1- Bu kitabın indirilişi Allah'tandır. Başkası veremez. Zorlama ile yapmacık hareketlerle yapılamaz. Peygamberlik, kazanma ile elde edilemez ve zorla alınamaz. Çünkü Allah öyle azîz, öyle hakîmdir.

"Azîz" iki mânâya gelir: Birisi mağlup olmaz, galip ve kadir, bir de ortağı ve benzeri yok, yalnız demektir. Allah Teâlâ hakkında ikisine de uygun düşecek bir mânâ kastedilmesi lazım gelir. Bilhassa bu iki vasfın söylenmesiyle hem Kur'ân'ın azîz, hakîm bir kitap olduğuna dikkat çekmek, hem de anlatılacak tevhide bir hazırlıktır.

2- Hakkıyla; hak ile, hak olarak. mülabese, musahabe veya sebebiye olmak üzere bunda birkaç yön muhtemeldir. Mülâbese olduğuna göre hakka mülâbis, yani haklı olarak, hak olarak, iniş veya kitabın tam hakkı verilerek demek olur. Sebebiyet olduğuna göre de bu hak sebebiyle, hakkı açıklamak için veya hak hikmeti ile demek olur ki, yerine göre bu mânâlardan biri tercih olunur.

3- 9- İyi bil ki, hâlis din ancak Allah'ındır. Hiçbir şirk karşılığı olmaksızın temiz ve halis tevhid dini, tam mânâsıyla şüphesiz din. Halis ibadet ve taat ancak Allah'a yapılır ve yapılmalıdır. Bunun doğruluğunu meydana çıkarmak için buyuruluyor ki O'nun berisinden birtakım veliler edinenler de, Allah denince kendisinden daha ilerisi, daha yükseği, daha ötesi mümkün olmayan en mükemmel zat denilmiş olduğu için, Allah'ın üstünde bir ilâh iddiasına kalkışılması bahis konusu olamaz. Şirk koşanlar, hep O'ndan aşağılardan birtakım veliler, koruyucular tutmak isterler. İsterler ama O'ndan başka velilere, emir sahiplerine tutunanlar, gerek "İlahları, bir tek ilâh mı yapmış?" (Sâd, 38/5) diyenler gibi putlara, gerek meleklere ve gerekse İsâ gibi şerefli kullara ilâh diye sarılanlar "Biz onlara ancak, bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz." demektedirler. Böyle diyerek tutunmaktadırlar. Demek ki şirk batıldır. Mabudluk, yalnız Allah'ın hakkıdır. Halis din ancak Allah'ındır. (Maide, 5/69. âyetin tefsirinde sâbiîn hakkında geçen açıklamaya bkz.)

Üç karanlıkta: Batın karanlığı, rahim karanlığı, döl yatağı karanlığı

Meâl-i Şerifi

10-21- 10- Ey Muhammed! Tarafımdan söyle: "Ey iman eden kullarım! Rabbinizden korkun. Bu dünyada güzellik yapanlara bir güzellik vardır. Allah'ın yeryüzü geniştir. Ancak sabredenlere mükafatları hesapsız ödenecektir."

11- De ki: "Bana, dini sadece kendisine halis kılarak Allah'a ibadet etmem emredildi."

12- "Hem O'nun birliğine teslim olan müslümanların ilki olmam da bana emredildi."

13- De ki: "Eğer Rabbime isyan edersem, büyük bir günün azabından korkarım."

14- De ki: "Ben dinimi kendisine halis kılarak yalnız Allah'a kulluk ederim."

15- "Siz de O'ndan başka dilediğinize kul olun." De ki: "Asıl hüsrana düşenler, kıyamet günü kendilerine ve mensuplarına ziyan edenlerdir. Evet, işte asıl açık hüsran budur."

16- Onların üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında yine ateşten tabakalar vardır. İşte Allah, kullarını bundan korkutuyor, "Ey kullarım! benden korkun." (diyor).

17- Tağuttan, ona kulluk etmekten kaçınıp da tam gönülle Allah'a yönelenlere gelince, müjde onlaradır. Haydi müjdele kullarımı.

18- O kullarımı ki, onlar sözü dinlerler, sonra da en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah'ın kendilerine hidayet verdiği kimselerdir. İşte temiz akıllılar da onlardır.

19- Ya üzerine azab kelimesi hak olmuş kimse de mi (böyledir)? Artık o ateşteki kimseyi sen mi çıkaracaksın?

20- Fakat o Rablerine sığınarak korunanlar için altlarından ırmaklar akan, üzerlerinden şehnişinler yapılmış, şehnişinli (balkonlu) köşkler vardır. Bu, Allah'ın vaadidir. Allah vaadinden caymaz.

21- Allah'ın gökten bir su indirip de onu bir yoluyla yeryüzündeki menbalara koyduğunu görmedin mi? Sonra onunla türlü renklerde bir ekin çıkarır, sonra onun olgunlaşıp sarardığını görürsün. Sonra da onu bir çöpe çevirir. Elbette bunda temiz akıllılar için bir ihtar vardır.

Meâl-i Şerifi

22- Allah, kimin bağrını İslâm'a açmış ise işte o, Rabbinden bir nur üzerinde değil midir? Artık Allah'ın zikri hususunda kalpleri katılaşmış olanların vay haline! İşte bunlar, apaçık bir sapıklık içindedirler.

23- Allah, kelamın en güzelini ikizli, ahenkli bir kitap olarak indirdi.

Ondan Rablerine saygısı olanların derileri ürperir. Sonra derileri de, kalpleri de Allah'ın zikrine karşı yumuşar. İşte bu Allah'ın rehberidir. Allah, onunla dilediğini doğru yola çıkarır. Her kimi de Allah şaşırtırsa, artık ona doğru yolu gösterecek yoktur.

24- O halde kıyamet günü zalimlere: "Tadın bakalım kazanıp durduklarınızı!" denilirken, o kötü azabdan yüzü ile korunacak kimse ne olur?

25- Onlardan öncekiler de yalanladılar da kendilerine, hatırlarına gelmez yönden azab geliverdi.

26- Allah, onlara dünya hayatında zilleti tattırdı. Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür. Keşke bilselerdi!

27- Yemin ederim ki, bu Kur'ân'da insanlar için her türlüsünden temsil getirdik. Gerek ki iyi düşünsünler.

28- Pürüzsüz Arapça bir Kur'ân (indirdik ki, Allah'ın azabından) korunsunlar.

29- Allah, şöyle bir misal vermiştir: Bir adam ve birtakım ortakları var, hırçın hırçın çekişip duruyorlar. Bir de yalnız bir kişiye bağlı selamet içinde olan bir adam var. Bu ikisinin hali hiç bir olur mu? Hamd Allah'ındır, fakat pek çokları bilmezler.

30- Sen elbette öleceksin, onlar da elbette öleceklerdir.

31- Sonra siz muhakkak kıyamet gününde Rabbinizin huzurunda birbirinizden davacı olacaksınız.

22-31- Kimin haklı, kimin haksız çıkacağına ve neticenin ne olacağına gelince:

Meâl-i Şerifi

32-41- 32- Allah'a karşı yalan söyleyen ve doğru kendisine geldiği zaman onu yalan sayandan daha zalim (daha haksız) kim olabilir? Kâfirlerin yeri cehennemde değil midir?

33- Doğruyu getiren ve onu tasdik edene gelince, işte onlar kötülükten korunan müttakilerdir.

34- Onlara, Rablerinin yanında ne dilerlerse vardır. İşte bu, iyilik yapanların mükafatıdır.

35- Çünkü Allah, onların önceden yaptıkları amelin en kötüsünü bile keffaretle örtüp, işlemekte bulundukları güzel amellerin en güzeline göre mükafatlarını kendilerine verecektir.

36- Allah, kuluna kâfi değil midir? Durmuşlar da seni O'ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Her kimi ki Allah şaşırtırsa, artık ona hidayet edecek yoktur.

37- Her kime de Allah hidayet verirse artık onu da şaşırtacak yoktur. Allah aziz (çok güçlü) ve intikam sahibi değil midir?

38- Andolsun ki onlara: "O gökleri ve yeri kim yarattı?" diye soracak olsan: "Elbette Allah!" diyeceklerdir. O halde gördünüz ya Allah'tan başka çağırdıklarınızı! Eğer Allah bana bir zarar vermek isterse, onlar O'nun zararını giderebilirler mi? Yahut bana bir rahmet dilerse, onlar O'nun rahmetini tutabilirler mi? De ki: "Allah, bana yeter." Tevekkül edenler, hep O'na dayanırlar.

39- De ki: "Ey kavmim! Haliniz üzere çalışın. Ben de kendi halime göre çalışıyorum. Artık ileride bileceksiniz."

40- "Kendisini rezil edecek azabın kime geleceğini ve sürekli bir azabın kimin üzerine konacağını."

41- Biz bu kitabı sana, insanlar için hak ile indirdik. O halde kim doğru yola gelirse kendi lehinedir. Kim de saparsa, sırf kendi aleyhine olarak sapar. Sen onların üzerine vekil değilsin.

Meâl-i Şerifi

42- Allah, o canları öldükleri zaman, ölmeyenleri de uyuduklarında alır. Sonra haklarında ölüm hükmü verdiklerini alıkor, diğerlerini de takdir edilmiş bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için nice ibretler vardır.

43- Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: "Onlar hiçbir şeye güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi (böyle yapacaksınız)?"

44- De ki: "Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra hep döndürülüp O'na götürüleceksiniz."

45- Böyle iken, Allah bir olarak anıldığı zaman ahirete inanmayanların yürekleri burkulur da, O'ndan başkaları anıldığı zaman derhal yüzleri güler.

46- De ki: "Ey gökleri ve yeri yaratan, görüleni ve görülmeyeni bilen Allah'ım! Kulların arasında, o ihtilaf edip durdukları şeyler hakkında sen hüküm vereceksin."

47- Eğer bütün yeryüzündekiler ve bir o kadarı da beraber o zulmedenlerin olsaydı, kıyamet günü azabın kötülüğünden kurtulmak için onu mutlaka feda ederlerdi. Ancak ne var ki, hiç hesaba katmadıkları şeyler, Allah tarafından karşılarına çıkarılır.

48- Öyle ki, yaptıkları amellerin kötülükleri karşılarına çıkmış ve alay edip durdukları şeyler, kendilerini sarmıştır.

49- Fakat insana bir sıkıntı dokunuverince bize yalvarır, sonra kendisine tarafımızdan bir nimet bahşettiğimiz zaman da: "O bana bir bilgi üzerine verildi." der. Belki bu bir imtihandır, fakat pek çokları bilmezler.

50- Onu, bunlardan öncekiler de söyledi. Fakat o kazandıkları, kendilerini kurtarmadı.

51- Neticede kazandıklarının kötülükleri, başlarına geçti. Şunlardan o zulmedenlerin de kazandıkları kötülükleri başlarına geçecektir. Onlar da bunu atlatacak değillerdir.

52- Hâlâ bilmediler mi ki; Allah, rızkı dilediğine açar ve kısar. Şüphesiz ki bunda iman edecek bir kavim için nice ibretler vardır.

42- Allah, o nefisleri ölümleri zamanı kabzeder, alır. Bu âyetin gelişi, yukarı ile üç noktadan alâkalıdır.

Birincisi; "kasır" ile sondaki "Sen onların üzerinde bir vekil değilsin." sözüne bakmaktadır. Yani vekil sen değilsin, Allah'tır. Çünkü o canları ancak Allah alır. Bu nokta daha ileride "O, her şeyin üzerinde bir vekildir." (Zümer, 39/62) diye açıkça da söylenecektir.

İkincisi; hidayet ve sapıklığın, hayat ve ölüm ile bir temsilini bildirir.

Üçüncüsü; ta yukarıdaki "Sen elbette öleceksin, onlar da elbette öleceklerdir. Sonra siz muhakkak kıyamet gününde Rabbinizin huzurunda birbirinizden davacı olacaksınız." (Zümer, 39/30-31) âyetini bir nevi açıklama ile "Kim doğru yola gelirse, kendi lehinedir. Kim de saparsa, sırf kendi aleyhine olarak sapar." (Zümer, 39/41) hatırlatmasını zihinlere yerleştirmek ve ispat etmektir. Keşşaf sahibi, burada "nefisler"den maksadın, ruh ile beden toplamı olduğunu söyleyerek demiştir ki: "Nefisler olduğu gibi cümlelerdir (insanların kendileridir). Alınması da öldürülmesidir ki, hisseden, anlayan bir hayat sahibi olmasının sebebi olan parçalarının sağlık ve esenliği cinsinden sebep ve şartların çekilip alınmasıdır. Çünkü sağlığı yok edilince sanki kendisi yok edilmiş gibi olur. Çünkü Allah Teâlâ, almayı, ölümü, uykuyu hep nefislere bağlamıştır. Halbuki akıl ve temyiz kabiliyeti, ölüm ve uykunun kendisi ile vasıflanmış değildir. Ölen ve uyuyan, ancak cümle (zat) mânâsına nefistir." Nefis, beden karşılığı olarak ruh mânâsına da geldiği ve özellikle rûh-ı emrî (Allah'ın emrinden olan ruh) denilen konuşan nefis yerinde kullanıldığı için, diğer tefsirciler burada İbnü Abbas hazretlerinden gelen bir rivayete göre akıl ve temyiz nefsi denilen konuşan nefisler ile tefsir etmişler ve almayı da bedenle olan ilgi ve tasarrufunu kesmek suretiyle kabzedip almak diye beyan etmişlerdir. Ölümde dıştan ve içten, uykuda da yalnız dıştan ilgisinin kesildiğini söylemişlerdir. İbnü Abbas hazretleri demiştir ki: Âdemoğlunda bir nefis, bir ruh vardır. Aralarındaki fark güneş ile ışığı gibidir. Nefis, kendisiyle akıl ve temyiz yapılan, ruh da teneffüs ve hareket yapılandır. Ölümde ikisi de alınır, uykuda ise yalnız nefis alınır. Ruh denilince genellikle hayatın aslı anlaşılageldiği gibi, hayat da çoğunlukla cismanî görünüş ile anlaşıldığından, manevî hayatın e sası olan ruha nefis denmiştir. Güneş ile ışığını misal getirmesi, gösterir ki, aralarında bir cevher farkı anlatmak istememiştir. Bizim anladığımız şudur: Nefis, kendini duyan, kendine ve kendindekine vicdanı olan, yani "ben" şuuruna sahip olan zattır. Her nefiste böyle duyan ve duyulan olmak üzere çifte bir yön vardır. Âyette geçen "teveffî" kelimesi, bir şeyi yeterli olarak, yani kamilen ve tamamıyla almak, çekip çıkarmaktır. Bundan dolayı ruhun Allah tarafından tamamıyla kabzedilip alınmasına "teveffî" ve ölüme "vefat" denilmiştir. Emaneti yerine teslim ile tamamen vefa etmek (yerine getirmek) gibidir. Nefislerin varlıkları, zorunlu değildir. Onun için kendilerine dair bilgileri, kendi zatlarıyla olsa bile, zatlarından dolayı değildir, Allah'tandır. Allah onları kendilerinden alıp, kendilerinden geçirir. Bu mânâ "Allah kişi ile kalbi arasına girer." (Enfal, 8/24) âyetindeki gibidir. İşte nefsin alınması, ölüm ve uyku hallerinde olduğu gibi kendinden geçirilip, akıl ve temyiz gücünün kendisinden alınmasıdır. Bu durumda mânâ şu oluyor: "O nefisleri, konuşan nefisleri başkası değil, ancak Allah kendilerinden alır, kabzeder, yok etmeksizin kendilerinden geçirir, şuur ve temyiz güçlerini alır." Öldükleri zaman, yani bedene ait tasarrufları ve ilgileri kesildiği zaman ölmeyenleri de uyudukları zaman alır da üzerine ölüm hükmünü verdiklerini alıkor, tekrar dirilinceye kadar tutar diğerlerini, henüz ölüm hükmü verilmemiş olan uykudakileri salıverir belirli, takdir edilmiş bir süreye kadar ki, ölecekleri zamandır. İşte böyle hem ölüm halinde, hem de uyku halinde o nefisler, Allah Teâlâ'nın elinde bulunur. Burada şu soru hatıra gelir: Yukarıda Secde Sûresi'nde "De ki: Üzerinize vekil edilen ölüm meleği, canınızı alır, sonra Rabbinize döndürülürsünüz." (Secde, 32/11) buyurulmuş, daha yukarıda, En'am Sûresi'nde: "Sonunda birinize ölüm geldiği zaman onu gönderdiğimiz melekler vefat ettirirler. Onlar vazifelerinde kusur etmezler. Sonra insanlar hak olan mevlâlarına döndürülürler." (En'am, 6/61-62) buyurulmuş olmakla bunlarda, alma, Allah'ın elçilerine ve ölüm meleğine isnad edilmişti. Şu halde burada kasır ile "Allah alır" buyurulması, bunlara aykırı olmaz mı?

Fahrüddin Râzî tefsirinde buna şöyle bir cevap verilmiştir: Gerçekte nefisleri alan (öldüren) ancak Allah Teâlâ'dır. Şu kadar var ki, Allah Teâlâ sebepler âleminde her türlü işi, meleklerden bir meleğe görev olarak vermiş, böylece ruhların alınmasına da ölüm meleğini memur kılmıştır ki, o başkandır. Beraberinde tabileri ve hizmetçileri vardır. Onun için o âyetlerde alma onlara nisbet edilmiş, burada da gerçek olarak Allah Teâlâ'ya nisbet olunmuştur. Bunun özü, Allah'ın görevlendirip gönderdiği elçilerin alması, Allah'ın alması demektir. Yahut Allah'ın alması, doğrudan doğruya veya melekleri vasıtasıyla olmaktan daha geneldir, demek oluyor. Bu cevap, aslında doğru ve "Kullarının üstünde galip olan O'dur. Ve O, üzerinize muhafaza melekleri gönderir. Sonunda birinize ölüm geldiği zaman onu gönderdiğimiz melekler vefat ettirirler." (En'am, 6/61) diye "hatta" ile kasrına bir bölüm oluşu da buna şahit ise de, burada daha önemli bir nükte vardır: Dikkat edilmesi gerekir ki, zikredilen âyetlerin birinde ölüm meleğinin alışından sonra "Sonra O'na döndürülürsünüz." buyurulduğu gibi, diğerinde de "Sonra hak olan Mevlalarına döndürülürler." buyurulmuştur. İşte buradaki alma işi, o döndürülme anını açıklamaktır. Bunun izahı da şu olur: Ölüm meleği, bedenden hayvanî ruh denilen cismanî hayat ruhunu alır, akıl ve temyiz ruhu denilen konuşan nefisleri, Rabbin emri olan insanî ruhu ise "Ben ruhumdan ona üfledim." (Sâd, 38/72) âyetinin ifadesince doğrudan doğruya Allah üflediği gibi "Allah nefisleri alır" ifadesince, kabzedilip alınması da doğrudan doğruya Allah'a aittir. buyurulması da bu tahsisi bildirir. Şüphesiz ki bunda; bu olma, tutma ve salıvermede düşünecek bir kavim için elbette ibretler vardır. Ki, Allah'tan başka mabud olmayacağına ve sonunda hep Allah'a gidileceğine ve tekrar dirilip, huzurunda muhakeme olunacağına ve Allah'a karşı yalan söylemiş, zulmetmiş, küfretmiş haksızların, kâfirlerin varacakları yerin cehennem olup; sadık, mümin, müttaki olup iyilik yapanların en güzel mükafata ereceklerine, kısaca "Biz Allah'ınız ve yalnız O'na döneceğiz." (Bakara, 2/156) meselesine delalet eder. (En'am, 6/60. âyetin tefsirine bkz.)

Nefislerin, uykudaki gibi kendilerinden geçirilmesi, azabı duymamak itibarıyla kâfirlerin lehine olmaz mı? diye bir soru hatıra gelebilir. Keşşaf sahibi bu soruya meydan vermemek için, konuşan nefsin, ölümle vasıflanamayacağını söylemişti. Fakat bunun asıl cevabı Hz. Ali'ye nisbet edilen şu kıt'adadır:

"Eğer biz öldüğümüz zaman bırakılmış olsaydık, ölüm her canlının rahatı olurdu. Fakat bizler öldüğümüz zaman tekrar diriltileceğiz de ondan sonra her şeyden sorguya çekileceğiz."

Demek meselenin asıl düşünülecek çözüm noktası bu alıp tutmak ve salıvermekten Allah Teâlâ'nın mutlak tasarruf kudretini anlayarak bu tutuşun, bu hapsedişin onları kaçırmayıp yeniden dirilmek için bir hapis ve durdurma olduğu sonucunu çıkarmak ve tekrar diriliş ile Allah'a kavuşmanın dehşetini, celal (büyüklük) ve cemalini (güzelliğini) düşünebilmektir. Onun için Yâsin Sûresi'nde geçtiği üzere sûr'a üfürülünce kâfirler "Bizi mezarımızdan kim diriltip kaldırdı?" (Yâsin, 36/52) diyeceklerdir ki, aşağıya doğru bu mânâ burada da açıklanacaktır. Yine bundan dolayıdır ki kâfirler "(Ey Rabbimiz!) Sen bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin." (Mümin, 40/11) diyeceklerdir.

43-52-Bütün bu uyarılara karşı müşriklerin yegane tutundukları tutamak şefaat davası olduğu için buyuruluyor ki: Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? Allah'a karşı yalan söyleyen, "Biz onlara ancak bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz." (Zümer, 39/3) diyen, Allah çocuk edindi diyen o müşriklere "De ki: Onlar hiçbir şeye güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi (böyle yapacaksınız)?" (Zümer, 39/43) Bu önce putların şefaati davasını iptaldir. Diğerleri hakkında da şöyle buyuruluyor: Bütün şefaat Allah içindir. Onun da sahibi O'dur. O'nun izni olmaksızın huzurunda kimse şefaat edemez. Şefaat izni verilenler de hep O'nun rızasını düşünerek şefaat edebilirler. Çünkü "Göklerin ve yerin mülkü O'nundur..."

Meâl-i Şerifi

53- De ki: "Ey haddi aşarak nefislerine karşı israf etmiş olan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümid kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir."

54- Onun için ümidi kesmeyin de başınıza azab gelmeden önce tevbe ile Rabbinize yönelin ve O'na teslim olun. Sonra kurtulamazsınız.

55- Haberiniz olmayarak ansızın başınıza azab gelmeden önce (halis müslüman olun da) Rabbinizden size indirilenin en güzelini takib ve tatbik edin.

56- (O günden sakının ki günahkar) nefis şöyle diyecektir: "Allah'ın yanında yaptığım kusurlardan dolayı yazık bana! Doğrusu ben alay edenlerdendim."

57- Yahut şöyle diyecektir: "Allah bana doğru yolu gösterseydi, her halde ben müttakilerden olurdum."

58- Veya azabı gördüğü zaman şöyle diyecektir: "Bana bir geri dönüş olsaydı da ben de o iyilik yapanlardan olsaydım."

59- (Ona): "Hayır sana âyetlerim geldi de onlara yalan dedin, kibirlenmek istedin ve kâfirlerden oldun." (denir.)

60- Hem o kıyamet günü görürsün ki, Allah'a karşı yalan söyleyenlerin yüzleri kararmıştır. Kibirlenenlerin yeri cehennem değil mi?

61- Kötülükten sakınan müttakileri ise Allah başarılarından dolayı kurtuluşa çıkarır. Onlara fenalık dokunmaz ve onlar üzülecek de değillerdir.

62- Allah, her şeyin yaratıcısıdır. Her şey üzerine vekil de O'dur.

63- Bütün göklerin ve yerin kilitleri O'nundur. Allah'ın âyetlerini inkâr edenlere gelince, işte onlar, kendilerine yazık edenlerdir.

53- De ki; yani Allah tarafından şu hitabı tebliğ et. Ey kendi nefislerine karşı israf etmiş olan kullarım!

İSRAF, mal sarfında meşhur ise de insanın yaptığı herhangi bir fiilde haddini aşmaktır. Burada cinayet mânâsı da ilave edilerek ile sılalanmıştır. Yani günahta aşırı giderek kendi nefislerine karşı cinayet yapmış olan kullarım! "Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin." Bu âyetin, Kur'ân'da en ümitli âyet olduğu söylenir. Bununla beraber dikkat edilmesi gerekir ki, bu ümit, günaha teşvik için değil, en günahkar kimseleri bile bir an önce tevbe edip Allah'a yönelmeye teşvik için olduğu, hemen peşinden gelen iki âyetten açıkça anlaşılmaktadır. Bunun iniş sebebi hakkında birkaç rivayet vardır. Atâ b. Yesar'dan olan rivayete göre Hz. Hamza'nın katili Vahşi hakkında Medine'de inmiştir. İbnü Ömer'den rivayet olunduğuna göre de, demiştir ki, Ayyaş b. Ebi Rebia, Velid b. Velid ve daha birkaç kişi müslüman olmuşlardı. Sonra da kendilerine işkence edilmiş, fitneye düşmüşlerdi. Biz bunlar hakkında, Allah artık bunlardan ebedî olarak hiçbir şey kabul etmez; müslüman oldular, sonra da bir azab ile cezalandırıldıkları için dinlerini terkettiler diyorduk ki, bu âyetler indi. Ömer b. Hattab katib idi, bunları kendi eliyle yazdı, Ayyaş b. Ebi Rebia'ya ve Velid b. Velid'e ve diğer birkaç kimseye gönderdi, onlar da müslüman olup hicret ettiler.

İbnü Abbas'tan rivayet edildiğine göre de Mekkeliler şöyle demişler: "Muhammed, iddia ediyor ki, putlara tapan, Allah ile beraber diğer bir ilâha dua eden ve Allah'ın muhterem kıldığı (öldürülmesini haram ettiği) bir insanı öldüren kimseler bağışlanmaz, o halde biz nasıl hicret eder, müslüman oluruz? Putlara tapınmış, adam öldürmüşüz, şirk ehliyiz."(1) Bunun üzerine Allah Teâlâ "De ki: Ey kendi nefislerine karşı israf eden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin." âyetini indirdi. Bununla birlikte âyetin iniş sebebi, kâfirlerin İslâm'a girmesi meselesi ise de, mânânın asilerin tevbesine de şamil olduğunda şüphe yoktur. O haydi haydi sabit olur. Demek ki "Şüphe yok ki Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz." (Nisâ, 4/48) âyeti gereğince şirkin bağışlanmaması, tevbe edilmediği takdirdedir.

54-63- "Azab size gelmeden önce" buyurulması da ümitsizlik halindeki imanın fayda vermeyeceğini anlatır. Bir nefis diyeceği için, yani dememesi için. "Ve O, her şey üzerine vekildir." Bu ifade, ta yukarıdaki "Sen onların üzerine vekil değilsin." (Zümer, 39/41) hitabına karşılıktır. Yani üzerlerinde tasarruf yetkisi kendisine ait olan, yahut görüp gözetecek, menfaat veya sorumluluklarını tatbik edecek olan ancak O'dur. "Göklerin ve yerin kilitleri O'nundur."

MEKÂLÎD, "Mıklid" veya "mikled"in çoğuludur ki, kilit veya anahtar demektir. "Kilid"in Arapçalaşmışı olan "ıklîd"in çoğulu olduğu da söylenmiştir. Burada kilit veya anahtarlardan maksat, yer ve gök hazineleri ve onlarda dilediği gibi tasarruf etmektir.

Meâl-i Şerifi

64- De ki: "Ey cahiller! Şimdi bana o Allah'tan başkasına mı kulluk etmemi emrediyorsunuz?"

65- Andolsun ki, sana da, senden öncekilere de şu vahyedildi: "Yemin ederim ki, eğer şirk koşarsan bütün çalışmaların boşa gider ve mutlaka kendine yazık edenlerden olursun."

66- Hayır, onun için yalnız Allah'a kulluk et ve şükredenlerden ol.

67- Allah'ı hakkıyla takdir edemediler. Halbuki bütün yer kıyamet günü O'nun avucundadır. Gökler de kudretiyle dürülmüştür. O, onların ortak koştuklarından münezzeh ve çok yüksektir.

68- Ve sûra üflenmiştir. Göklerde kim var, yerde kim varsa çarpılıp yıkılmıştır. Ancak Allah'ın dilediği müstesna. Sonra ona bir daha üflenmiştir. Bu defa da hep onlar kalkmışlar bakıyorlardır.

69- Yer, Rabbinin nuru ile parlamıştır. Kitap konmuş, peygamberler ve şahitler getirilmiş ve aralarında hak ile hüküm verilmektedir. Hem onlara hiç haksızlık yapılmaz.

70- Herkese ne amel yaptıysa karşılığı tam olarak ödenmiştir. O (Allah), onların yaptıklarını en iyi şekilde bilmektedir.

64-68- Yer, kıyamet günü O'nun avucundadır.

Gökler de kudretiyle dürülmüştür. Zemahşerî, Beydâvî, Ebu's-Suud gibi belagatta tanınmış olan tefsirciler diyorlar ki, bu âyet-i kerime, yüce Allah'ın son derece büyüklüğüne, kudretinin kemaline ve zihinlerin hayret ettiği büyük fiillerin, O'nun kudretine nispet edilince, çok küçük ve değersiz kalacağına bir tenbih ve kainatı yıkıvermenin O'na göre pek kolay bir şey olduğunun, temsil ve tahyil (hayal ettirme) yoluyla bir ifadesidir ki, "kabza" (avuç) ve "yemîn" (sağ el) kelimelerinin hakikat veya mecaz olmaları yönü düşünülmeksizin "gecenin zülfüne kır düştü" deyimi gibi topyekün bir tasvirdir. Diğer bazıları da demişlerdir ki, kelamda asıl olan hakikattir. Fakat hakikatin imkansız olduğuna bir delil bulununca da mecaza yorumlanması vacib olur. "Avuç" ve "sağ el" kelimeleri, organlarda hakikattir. Allah Teâlâ'ya âzâ ve organ isnadının imkansız bulunduğuna da aklî delil vardır. O halde mecaza yorumlanması vacibdir. Çünkü "filan, filanın avucundadır." denir. Onun yönlendirmesi ile emri altında demektir. "Sağ ellerinin malik olduğu..." (Ahzab, 33/50) ifadesinden maksat da kendilerinin milki olmasıdır. Şu ev filanın elinde, filanın avucunda ve filanın eline geçti derler ki, halis milki olduğunu söylemek isterler. Hem bunlar, kullanılan ve meşhur olan mecazlardır. İbnü Atiyye de demiştir ki, kabza (avuç) kudretten ibarettir. Dilimizde de pek çok kullanılan kabza kelimesi esasında "kabız"dan "masdar bina-i merre"dir. Bir kabız, bir sıkma veya bir tutma demektir. Avuçla tutulan mikdara da "kaf"ın zammesiyle "kubza" (tutam veya sıkım) denildiği gibi, "kaf"ın fethasıyla "kabza" da denir. Demek ki kabza, bir sıkım, bir tutam veya bir avuç mânâlarına olabiliyor. Burada "bir sıkım" diye ifade edilmesi, kıyametin sıkıştırmasını anlatması itibarıyla daha açık olur.

YEMİN, sağ demektir. Kuvvet ve kasem (yemin etmek) mânâlarına da gelir. Burada kuvvet veya kasem demek olabileceği de söylenmiştir. "O gün biz göğü, kitapların sayfalarını dürer gibi düreceğiz." (Enbiya, 21/104) âyetinin ifadesince göğü dürmeye ahdetmiş olduğu için tahkik itibariyle bu mânâ doğru ise de, önceki mânâ ile kuvvet ve kudretin tasvir ve temsilinin daha kuvvetli, daha büyük bir mânâ ifade ettiğini hatırlatmaya hacet yoktur. Sahih-i Müslim'de Hz. Aişe'den rivayet edildiğine göre, yer ve göklerin bu sıkımı ve dürümü sırasında insanların nerede olacağı Resulullah'tan sorulmuş, "sırat üzerinde" buyurulmuştur.

Kıyameti tasvir edip anlatmak için de buyuruluyor ki "sûra üfürülmüştür." "Sûr"un mânâsı Neml Sûresi 87. âyetin tefsirinde geçmişti. Görülüyor ki burada iki üfürüş açıklanıyor. Birincisi, yıkan "nefh-ı saik"tir ki bu, birinci veya orta üfürüştür. İkincisi, kaldıran "nefh-ı kıyam"dır ki, bu da ikinci veya üçüncü üfürüştür. Ve kıyamet kelimesi, bu ikincideki kıyam (kalkış) mânâsından olmakla beraber, birinciyi de başlangıcı olmak üzere kapsamaktadır. Onun için kıyametin kopması en büyük yıkımı ifade eder. Buna saat, vâkıa, hâkka da denir.

69-70-SAİK, yıldırım çarpmasında olduğu gibi bayılıp düşmeye ve ölmeye denilir. Bu kalkıştan sonra din günü ve fasıl günü denilen safhayı açıklamak üzere buyuruluyor ki: Ve yer parlatılmıştır. Bu parlayacak olan yer kabızdan sonra "O gün yer, başka yere çevrilir." (İbrahim, 14/48) ifadesi üzere, değişecek olan mahşer yeridir. Bir hadisi şerifte şöyle gelmiştir: "İnsanlar, halis elenmiş un çöreği gibi beyaz bir yer üzerinde haşrolunacaktır ki, üzerinde kimsenin bayrağı yoktur." Rabbinin nuru ile, Kur'ân'ın birçok âyetlerinde Kur'ân'a, bürhana (delile), hak ve adalete nur dendiği gibi, burada da nurun, hak ve adaletin tecellisi demek olduğu söylenmiştir. Fakat Ebu Hayyan'ın naklettiği üzere İbnü Abbas demiştir ki, burada nur, güneş ve ayın nuru değil, diğer bir nurdur ki, Allah Teâlâ yaratacak da onunla yeri aydınlatacaktır. Bu rivayet bizi öbüründen daha güzel bir mânâ ile aydınlatmaktadır. Çünkü elektrik ile bir misalini tasavvur edebileceğimiz parlak bir nurun, ilâhî bir nurun yaratılacağını bize önceden haber vermiş oluyor. Bu nur ki, onunla büyük mahkemenin kurulacağı mahşer yeri aydınlatılacaktır. Kitap ortaya konmuş. Burada kitap, amel defteri ile tefsir edilmiştir. Ve peygamberlerle şahitler getirilmiş, "O gün Allah, peygamberleri toplayacak ve: 'Size ne cevap verildi?' diyecek." (Maide, 5/109), "Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onların üzerine şahit getirdiğimiz vakit, bakalım onların hali nasıl olacak?" (Nisâ, 4/41) "O gün bütün insanları önderleriyle çağıracağız." (İsrâ, 17/71) ifadeleri ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte burada "Nebiyyîn" kelimesi, muhbirler mânâsını da ifade edebilir.

Meâl-i Şerifi

71- İnkâr edenler bölük bölük cehenneme sevkedilmektedir. Nihayet oraya vardıklarında kapıları açılır ve bekçileri onlara: "İçinizden size Rabbinizin âyetlerini okuyan, bu gününüzle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?" derler. Onlar da: "Evet geldi" derler. Fakat kâfirler üzerine azab kelimesi hak oldu.

72- (Onlara): "Ebedî olarak içinde kalmak üzere girin cehennemin kapılarından" denir. Bak, büyüklük taslayanların yeri ne kötüdür!

73- Rablerinden korkanlar da bölük bölük cennete sevk edilmektedir. Nihayet oraya vardıkları zaman kapıları açılır ve bekçileri onlara: "Selâm sizlere, ne hoşsunuz! Ebedî olarak içinde kalmak üzere haydi girin oraya!" derler.

74- Onlar da: "Hamdolsun o Allah'a ki, bize vaadini doğru çıkardı ve bizi cennet arzına varis kıldı. Cennette istediğimiz yerde oturuyoruz" derler. Bak ne güzeldir mükafatı o iyi amel işleyenlerin!

75- Meleklerin de arşın etrafını kuşatarak, Rablerine hamd ile tesbih ettiklerini görürsün. Artık halk arasında hak ile hüküm icra edilip "âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun" denilmektedir.

71-75-Ya Rab! Bizi de bu hamde eren kullarından eyle.

Burada Zümer Sûresi bitti. Bunu Mümin Sûresi takip ediyor.








KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)


40-MÜ'MİN:

1-6- gibi ne kastedildiğini Allah bilir. (Oraya bak!)

Gerçi muhkem muhkemat ümmülkitab-ı sînede

Kim bilir 'den maksûdı Rahmânım nedir?

"Hâ mîm", "Rahman, rahim" harflerinden olduğu için o iki isme işaret veya yemin olduğu söylenmiş ve "elif, lâm, râ", "Ha mim", "Nûn"un, "Er-Rahmân" okunduğu da söylenmiştir. Bundan dolayı olmalıdır ki bazıları "Ha mim"in, "Havamim" veya "ha mimât" "Hâ mîm"ler diye çoğul yapılmasını caiz görmemiş, sûrelerin birden çokluğuna işaret kastolunduğu zaman "Âlü Hâ mîm" denilmesini tercih eylemişlerdir. Bu yüzden "Ha mim" sûreleri, rahmânî ve rahimî rahmetten birer örnektirler. Bununla birlikte "Ha mim" harfleri Hamd'in başı, Muhammed isminin de ortasıdır. "Ey Muhammed" demek de olabilir. Fakat çokları Kur'ân'ın veya sûrenin ismi olduğunu söylemekle yetinmişlerdir. Bundan dolayı "alemiyet" (özel isimlik) ve te'nis (dişilik) veya özel isimlik ve yabancı dilden gelme kelimeye benzemesi sebepleriyle "Gayrı munsarıf" (okunurken cer ve tenvin kabul etmeyen kelimelerden) olduğunu da söylemişlerdir.

7-8-9- Bu kelimenin açıklamısı Sâd Sûresi'nde (11, 13. âyetler) geçmiştir. "Arş"ı taşıyanlar. "Arş" hakkında "Âyetü'l-Kürsî" (Bakara, 2/255) ve A'raf Sûresi'nde "Sonra Arş üzerinde hükümran oldu." (A'raf, 7/54) âyetine bakınız. "Hamele-i Arş" (Arşı taşıyanlar), büyük meleklerdir ki el-Hâkka Sûresi'nde "O gün Rabbinin arşını üstlerinde bulunan sekiz (melek) yüklenir." (Hâkka, 69/17) âyetinde sekiz oldukları açıkça ifade edilmektedir. Bazı eserlerde bugün dahi sekiz oldukları rivayet edilmiş ise de bazıları bugün dört olup, kıyamet günü diğer dört melek ile desteklenerek sekiz olacakları görüşünü ileri sürmüşlerdir. Ki Muhyiddin Arabi de böyle der. Ve etrafındakiler. "Melekleri görürsün ki Rablerine hamd ile tesbih ederek Arş'ın etrafını kuşatmışlardır." (Zümer, 39/75) buyurulduğu üzere Arş'ın etrafını donatan melekler ki bunlar çok, pek çoktur, sayılarını ancak Allah bilir. Arş'ı taşıyan melekler ile bunlara "Kerubiyyun" derler ki, kâf'ın üstün okunması, râ harfinin ötresi ve şeddesiz okunması ile "Kerubî" kelimesinin çoğuludur. Şeddeli okumak hatadır. Fakat öyle yayılmıştır.

KERUB, "Kurb (yakınlık) mânâsına, kurb (yakınlık) mastarından "Feul" ölçüsünde fiilimsidir. Allah'a en yakın melekler demek olur. Onun için bazıları "Kerubiyyun" yalnız Arş'ı taşıyan meleklerdir demişlerdir. İbnü Sina da Melaike Risalesi'nde şöyle demiştir: Kerubiyyun melekler, "Tih-i a'lâ arasatının" (en yüce meydan olan arasat meydanının) amirleri zümre zümre en şerefli yerde durmaktalar, en güzel manzaraya bakmaktalar ki, bunlar Mukarrebun melekler ve temiz ruhlardır. Fakat Amilûn melekler, Arş'ı, Kürsi'yi ve gökleri taşıyan meleklerin amirleridirler. İşte bütün bunlar tesbih ve hamd ile Rablerine iman etmişler ve müminler için öyle bağış dilerler ve dua ederler.

Meâl-i Şerifi

10- O kâfirlere mutlaka şöyle bağırılacaktır: "Elbette Allah'ın buğzu, sizin nefislerinize buğzunuzdan daha büyüktür. Çünkü siz imana davet ediliyordunuz da inkâr ediyordunuz."

11- Kâfirler diyecekler ki: "Ey Rabbimiz! Sen bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Şimdi günahlarımızı anladık. Fakat çıkmaya bir yol var mı?"

12- (Onlara şöyle cevap verilir): "Bu azab size şu sebeptendir: Siz tek Allah'a davet edildiğiniz zaman inkâr ettiniz. Ama O'na ortak koşulunca inandınız. Artık hüküm, o yüce ve büyük Allah'ındır."

13- Size âyetlerini gösteren, sizin için gökten bir rızık indiren O'dur. Fakat onları ancak gönül verip düşünenler anlar.

14- O halde siz, dini Allah için halis kılarak hep O'na yalvarın. İsterse kâfirler hoşlanmasınlar.

15- O dereceleri yükselten Arş'ın sahibi Allah, o buluşma gününün (kıyametin) dehşetini haber vermek için kullarından dilediği kimseye emrinden ruh (melek) indiriyor.

16- O gün onlar kabirlerinden meydana fırlarlar. Kendilerinin hiçbir şeyi Allah'a karşı gizli kalmaz. "Bugün mülk kimindir?" (diye sorulur. Cevaben): "Tek ve kahhar olan Allah'ındır." (denir).

17- Bugün her nefis kazandığı ile cezalanacaktır. Bugün zulüm yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir.

18- Yaklaşmakta olan o felaket (kıyamet) gününü de onlara haber ver. O dem ki yürekler gırtlaklara dayanmıştır, yutkunup dururlar. Zalimler için ne ısınacak bir dost vardır, ne de sözü dinlenecek bir şefaatçi.

19- Allah, gözlerin hain bakışını da bilir, gönüllerin gizlediğini de.

20- Allah hakkı yerine getirir. Onların O'ndan başka yalvardıkları ise hiçbir şeyi yerine getiremezler. Çünkü hakkıyla işiten ve gören ancak Allah'tır.

10- O inkâr edenler, Allah'ın âyetleri hakkında mücadele eden, cehennemlikler oldukları beyan buyurulan kâfirlerin cehenneme girdikten sonraki halleri anlatılıyor. Onlara şöyle bağırılacak: Allah tarafından cehennemde zebaniler bağıracaklar! Elbette Allah'ın makti -makt, buğzun, kinin şiddetlisidir sizin kendinize buğzunuzdan daha büyüktür. Kâfirler kendi kendilerine üç sebepten kızacaklar. Bir kere, kıyameti, cenneti, cehennemi gördükleri zaman bunları inkârda ısrar ettiklerinden dolayı kendi kendilerine kızacaklar; sonra başkasına tabi olanlar, tabi oldukları başkanlara kızacaklar; daha sonra cehenneme girdiklerinde İblis kendilerine seslenip de, "Benim sizin üzerinizde bir otoritem yoktu, yalnız sizi davet ettim de beni dinlediniz, "O halde kusuru bana yüklemeyin, kendinizi kınayın." (İbrahim, 14/22) dediği zaman da kendilerine kızacaklardır.

11- Diyecekler ki: Ey Rabbimiz! Bizi iki öldürdün, iki de dirilttin, yani iki ölüm öldürdün, iki dirim dirilttin. Buradan kabir azabının varlığına delil getirilmiştir. Deniliyor ki, birinci öldürme, dünya hayatını bitiren ilk ölüm; ikinci öldürme kabirdeki birinci diriltmeyi takip eden ölüm; ikinci diriltme de ölümden sonra kıyametteki dirilmedir. Şu halde dünya hayatı dikkate alınmamıştır. Çünkü dünyada inkâr ettiklerini kabul ve itiraf ile günahlarını itiraf ediyorlar. Buna karşılık müminler Saffât Sûresi'nde "Biz ilk ölümümüzden başka bir daha ölmeyecek... değil miyiz?" (Saffât, 37/58) demişlerdi. Duhan Sûresi'nde de müttakiler hakkında "Orada ilk ölümden başka ölüm tatmazlar." (Duhan, 44/56) buyurulacaktır. Bu münasebetle bunlardan birincinin bedene ait ölüm ve hayat, ikincinin de ruha ait ölüm ve hayat diye düşünülmesi ve değerlendirilmesi ve mümin ruhunun "Allah'ın diledikleri kimseler müstesna" ifadesindeki zümrenin arasına dahil olarak doğrudan doğruya baki kalacağına, ölmeyeceğine işaret olması da ihtimal dahilindedir. Burada kâfirlerin sözlerindeki "iki"yi, "Sonra gözünü iki kere daha çevir." (Mülk, 67/4) âyetindeki "ikil (tesniye) gibi sırf tekrar ve çokluk mânâsına alanlar da olmuştur, güya şöyle demişlerdir: Sen bizi kaç kereler öldürdün, kaç kereler dirilttin, bunları görüp kudretinin, büyüklüğünü ve dolayısıyla iadeyi de yapabileceğini anladık.

Şimdi günahlarımızı itiraf ettik, tanıdık, anladık. Fakat çıkmaya bir yol var mı? Bu ateşten, gerek dünyaya dönmek ve gerek başka bir yere gitmek yahut bir daha ölmek gibi herhangi bir şekilde olursa olsun çıkmaya bir yol var mı? Yok diye ümitsizliklerini dile getiriyorlar veya sen istersen ona da yol bulursun demek istiyorlar.

12- Buna karşı redd ile cevap olmak üzere şöyle buyuruluyor: Bu içinde bulunduğunuz azab şu sebepledir ki bir olarak Allah'a çağırıldığı zaman inkâr ettiniz de O'na şirk koşulursa iman ediyordunuz. O şirk koşanların hepsi yok olup gittikleri, hiçbirinin hükmü olmadığı için İşte hüküm Allah'ın O ulu, büyük Allah'ın. Ululuğun ve büyüklüğün son sınırı ile sıfatlı olup, zatında sıfatında ve fiillerinde "Onun benzeri gibi hiçbir şey yoktur." (Şura, 42/11) diye anlatılan, ilâhlık yalnız kendisinin hakkı bulunan Allah'ın. İşte O, size ebedî azabı hükmetti. O'nun hükmünden kurtuluşa imkan yoktur. Müşriklere kini büyüktür, şirki bağışlamaz. Bu şekilde o kâfirlerin hallerini beyandan sonra buyuruyor ki

13- O, O'dur ki size, siz insanlara âyetlerini gösteriyor. İlâhlıkta ortaksız bir olduğunu ve büyüklüğünü anlatan âyetlerini gösteriyor, onunla birlikte sizin için gökten bir rızık da indiriyor, yani cismanî rızkınıza sebep olan yağmur, manevî rızkınıza sebep olan ilim ve Kur'ân indiriyor. Bununla birlikte o âyetleri herkes anlamaz, ancak O'na dönen, gönül veren, düşünen anlar. O halde siz gönlünüzü veriniz de

14- Allah'a dini halis kılarak ibadet ve dua edin ey müminler! İsterse kâfirler hoşlanmasınlar.

15- Dereceleri çok yüksek. Meleklere ve sevdiği kullarına bahşeylediği dereceler çok yüksek, yahut dereceleri yükselten O arşın sahibi, o saltanatın sahibi, kullarından dilediğine öyle yüksek dereceler veriyor ki kullarından dilediği kimseye emrinden ruh indiriyor, yani melek indirip vahiy veriyor o telâki (kavuşma) gününü ihtar etmek için, O'nun korkunçluğunu haber vermek için.

16-19-TELÂKİ GÜNÜ: Kıyamet günüdür. Çünkü o gün ruhlar ve cisimler, göktekiler ve yerdekiler, ameller ve amel edenler, tapılan mabudlar ve kullar buluşacaklar, birbirlerine kavuşacaklar, yani o gün ki halk hep meydana çıkmıştır, kabirlerinden çıkmış açığa fırlamışlardır. Nefislerini örten, amellerini gizleyen hiçbir şey kalmamış, Allah'a karşı hiçbir şeyleri gizli değildir. Ne kendileri, ne amelleri, ne de halleri hiçbir şey, hiçbir zaman Allah'a gizli kalmaz. Fakat dünyada gizliyoruz zannedenler, o gün kendileri de bir şey gizlemeye çalışmazlar, bütün uryanlıklarıyla Hakk'ın huzurunda bulunurlar. Buyurulur ki Kimin mülk bu gün? Buna şöyle cevap verilir. Bir olan ve kahredici bulunan Allah'ın.

VAHİD, zatında hiç ortaklığa, çokluğa ihtimali yok, parçaları da yok, parçacıkları da yok.

KAHHÂR, bir ortağı olmak şöyle dursun, her şey O'nun kahrına mahkum "Onun zatından başka her şey helak olacaktır." (Kasas, 28/88) herşeye istediğini yapacak şekilde galip ve hakim "Bu gün herkes kazandığının karşılığını görür." Bu ifade, mülk ve kahrın eserini beyandır. Onları o felaket gününden de korkut.

ÂZİFE, yaklaşmakta olan felaket, ölüm saati yahut ölümü aratan o kıyamet saati veya hesap görülüp ceza kesilip de cehenneme girilmek üzere bulunulduğu saat ki kıyametin en acı saatidir.

20- Hem Allah hak ile kaza buyurur. Hak ile hükmeder ve hükmünü tamamen icra eyler, hakkı gerçekleştirir, yerine getirir. O'ndan başka tapınıp yalvardıkları ise, gerek cansız putlar, gerek diğerleri hiçbir şeyi kaza edemezler. Kendiliklerinden hiçbir şeye kesinlikle hüküm verip tamamıyla icra ve infaz edemezler, çünkü hepsi Allah'ın hükmü altında boyun eğmektedirler. Onun için hiçbir şeyi yerine getiremezler. Çünkü Allah'tır ancak hakkıyla işiten ve gören. İyi işitip görmeyen ise hakkı yerine getiremez, hüküm veremez.

Allah'ın âyetlerinde mücadele eden o kâfirler:

Meâl-i Şerifi

21- Yeryüzünde bir gezmediler mi? Baksalar ya kendilerinden öncekilerin sonları nasıl olmuş? Onlar yeryüzünde gerek kuvvetçe ve gerek eserce kendilerinden daha üstündüler. Öyle iken Allah onları günahları sebebiyle tutup alıverdi. Kendilerini Allah'ın azabından koruyacak biri bulunmadı.

22- O, şundandı: Onlara peygamberleri apaçık delillerle geliyorlardı. Ama onlar inkâr ettiler. Allah da tuttu kendilerini alıverdi. Çünkü O'nun kuvveti çok, azabı şiddetlidir.

23- Andolsun Musa'yı âyetlerimizle ve açık bir delil ile gönderdik.

24- Firavun'a, Hâmân'a ve Karun'a da onlar: "Bu bir sihirbaz, bir yalancıdır" dediler.

25- Bunun üzerine Musa, kendilerine tarafımızdan hakkı getirince de: "Onunla beraber iman etmiş olanların oğullarını öldürün, kadınlarını diri tutun." dediler. Fakat o kâfirlerin tuzağı da hep boşa çıkmaktadır.

26- Bir de Firavun: "Bırakın beni, öldüreyim Musa'yı da o Rabbine dua etsin. Çünkü ben onun, dininizi değiştirmesinden veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmasından korkuyorum" dedi.

27- Musa da: "Ben hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a sığınırım" dedi.

21-27- "Firavun: 'Bırakın beni öldüreyim Musa'yı da o Rabbine dua etsin." Bununla yukarıda geçen "Her ümmet kendi resullerini yakalamak kastinde bulundu." (Mümin, 40/5) sözüne bir örnek gösterilmiş de oluyor. Anlaşılıyor ki Hz. Musa'nın mucizeleri karşısında Firavun'un istibdadı, baskısı kırılmış, dilediğini yapamaz olmuş ve şaşırmıştı. A'raf Sûresi'nde geçtiği üzere mesele cemiyetin yalnız görüşüne müracaattan, başvurmaktan ibaret kalmamış, bir müdahale mahiyetini almış olmalı ki bırakın beni diye bağırıyor. Demek ki o cebbar, zorba Firavun, zorlamasını yürütemez olmuş ve şaşırmış idi, şaşkınlığından saçma sapan konuşuyordu. Bir taraftan o Rabbine dua etsin diye Allah'ı inkâr etmek veya hafife almak istiyor, bir taraftan da dininizi değiştirecek diye dindarlık gösteriyor. Belki onun Allah dediği kendi saltanatıdır.

Meâl-i Şerifi

28- Firavun ailesinden imanını saklayan bir adam da şöyle dedi: "Bir adamı, Rabbim Allah dediği için öldürecek misiniz? Halbuki o size Rabbinizden delillerle gelmiştir. Hem o bir yalancı ise çok sürmez, yalanı boynuna geçer. Fakat doğru ise size yaptığı tehditlerin birkısmı olsun başınıza gelir. Şüphe yok ki Allah aşırı giden bir yalancıyı doğru yola çıkarmaz."

29- "Ey kavmim! Bugün mülk sizindir. Dünyada yüze çıkmış bulunuyorsunuz. Eğer gelecek olursa Allah'ın hışmından bizi kim kurtarır?" Firavun: "Ben size görüşümden başkasını göstermiyorum ve herhalde ben size doğru yolu gösteriyorum" dedi.

30- O iman etmiş olan kimse de: "Ey kavmim! Doğrusu ben sizin hakkınızda Ahzab (önceki çeşitli toplumlar)ın günleri gibi bir günden korkuyorum."

31- "Nuh Kavmi'nin, Âd'ın, Semud'un ve daha sonrakilerin maceraları gibi (bir günün geleceğinden korkuyorum). Allah, kulları için bir zulüm istemez."

32- "Ey kavmim! Ben size gelecek o çağrışma gününden (kıyamet gününden) korkuyorum."

33- "O gün arkanıza dönüp kaçacaksınız. Fakat sizi Allah'tan koruyacak olan yoktur. Her kimi Allah şaşırtırsa, artık ona bir yol gösterici bulunmaz."

34- Bundan önce size delillerle Yusuf gelmişti. O zaman da onun size getirdiği hakikatte şüphe edip durmuştunuz. Nihayet vefat ettiğinde de "Bundan sonra Allah asla peygamber göndermez" dediniz. İşte aşırı şüpheci olanları Allah böyle şaşırtır.

35- Onlar, kendilerine gelmiş bir delil olmaksızın, Allah'ın âyetleri hakkında mücadele ederler. Bu durum, Allah katında ve iman edenler yanında büyük bir buğzu gerektirir. İşte Allah, her böbürlenen zorbanın kalbini öyle bir tabiat ile mühürler.

36- Firavun dedi ki: "Ey Hâmân! Bana bir kule yap, belki ben o yollara ulaşabilirim."

37- "Göklerin yollarına ulaşabilirim de, Musa'nın ilâhının ne olduğunu anlarım. Ben onu mutlaka yalancı sanıyorum." İşte böylece Firavun'a kötü ameli süslü gösterildi de yoldan çıkarıldı. Çünkü Firavun düzeni hep boşa çıkar.

28-35- Bir de Firavun ailesinden bir mümin adam ki imanını gizliyordu, şöyle dedi: Bazıları bu adamın İsrailoğullarından olduğunu zannetmişlerse de "Firavun ailesinden" sıfatından anlaşılan mânâ bunun daha çok Mısırlılardan ve belki Firavun'un kendi ailesinden olduğunu anlatıyor. Nitekim Süddî bunu Firavun'un amcası oğlu diye rivayet eylemiştir. Veliahdi ve "Sahib-i Şurtası" yani polis şefi olduğu da söylenmiştir. Firavun'un Musa'yı öldüreyim derken Allah, kendi adamlarından böyle bir kahramanı başına dikmiş, karşısına çıkartmıştı; bu sebeple Firavun ailesinin mümini diye bilinmiş ve tanınmış olan bu adamın Firavun'a ve Firavun ailesine karşı olan konuşmalarını ve mücadelesini Cenab-ı Allah burada özellikle hikaye buyurduğu için, bu sûreye onun adına izafe olarak "Mümin Sûresi" denilmiştir. Bu kişi önceleri imanını gizleyerek gizliden gizliye tedbirlerle bir süre Firavun'u avutmuş ise de, nihayet Hz. Musa'nın kesin kararı karşısında meydana çıkmak gereğini hissederek önce yavaş yavaş nasihata başlamış, sonra da açıktan savaş meydanına atılmıştır. Onun için önce yine belli etmemek üzere diyor ki A! Bir adamı, Rabbim Allah diyor diye öldürecek misiniz? Rabbinizden size delillerle gelmiş iken, sonra da yavaş yavaş imanını açıklamaya kadar gitmek üzere ihtiyat ve tedbir ile delil getirmeye kuvvet vererek ekliyor: Hem eğer yalancı çıkarsa yalanı sırf kendi üzerine, kendi boynuna geçer, vebalini, cezasını kendi çeker, size zararı olmaz. Dolayısıyla yalancılığı ortaya çıkmadan öldürmeye ihtiyacınız yok. Buna karşılık ve eğer doğru çıkarsa size yapmakta olduğu tehditlerin bazısı, hiç olmazsa bazısı başınıza gelir, size isabet eder. Yani ahirete inanmıyorsanız dünyada azabı gelir. Şüphe yok ki Allah yalancı, müsrif kimseyi doğru yola çıkarmaz, başarılı kılmaz. Bu iki anlamlı, bir başka delil getirme biçimidir. Birincisi, o aşırı bir yalancı olsa idi, Allah ona o delilleri vermez, o mucizelerle desteklemezdi. İkincisi, eğer aşırı bir yalancı ise, toplum içinde yeri olamayacağından şüphe yoktur. Öldüreceğiz diye uğraşmaya ne gerek var? Bu iki mânâ ile asıl maksat da Firavun'a dokundurma ve taş atmadır. Yani sen bu kadar kan döken müsrif bir yalancısın, Allah seni onu öldürmek gayesine erdirmez, kendin zarar edersin.

"Ey kavmim! Bugün mülk sizin." Bu şekilde doğrudan doğruya kavme seslenmesinden anlaşılıyor ki bu konuşmalar özel bir mecliste değil, genel bir ortamda geçmiştir, cereyan etmiştir. (A'raf Sûresi, 7/103 vd. bkz.) Böyle olduğu özellikle şundan anlaşılır: "Firavun: Ben size görüşümden başkasını göstermiyorum ve herhalde ben size doğru yolu gösteriyorum dedi." Çünkü Firavun bu kelamı ile yalnız görüşünü anlatmış oluyor. Doğrudan doğruya icra emiri vermiyor. O iman eden zat, önce dünya azabı ile tehdide girişiyor ki, bunlar o vaad edilenlerdir. TENAD GÜNÜ: Tenâdî günü, çağrışma, bağrışma günü demektir ki kıyamet gününün ismidir. Çünkü o gün birbirlerine feryat ve figan ile bağırıp çağırıp inleyecekler, yetişen yok mu diye imdat dileyecekler veya "Cennettekiler cehennemliklere: Rabbimizin bize vaad ettiğini gerçek bulduk... diye nida ederler." (A'raf, 7/44) âyeti gereğince cennetlikler cehennemliklere, cehennemlikler de cennetliklere nida edecekler. "Size Yusuf gelmişti." Bazıları buradaki "Yusuf"tan maksat, Hz. Yusuf'un torunu Yusuf b. Efrayim b. Yusuf demişlerse de doğrusu Yusuf b. Yakub (a.s.)'dur. Ancak Kurtubî Tefsiri'nde belirtildiği üzere Hz. Musa'nın Firavun'u, Hz. Yusuf'un Firavun'u değildir. Yusuf'un Firavun'u Amâlik'dan idi, Musa'nın Firavunu ise Kıbtî'dir.

36-37- Yine Firavun dedi ki: Ey Hâmân, bana bir kule yap belki ben o sebeplere, o göklerin sebeplerine, yollarına ererim de Musa'nın ilâhına muttali olurum, ne olduğunu anlarım. Bununla birlikte ben onu mutlaka yalancı zannediyorum ya... Firavun bir gözetleme kulesi yaptırarak teknik bir teşebbüste bulunmak ve bu şekilde Hz. Musa'yı güya yalancı çıkarmak için bir şarlatanlık etmek istiyordu ki, bunda iki düşüncenin birisi vardı: Ya halka diyecekti ki, Bakınız, işte gökleri de gözetledik oralarda Musa'nın dediği ilâhı göremedik. Olsa idi görünmesi gerekirdi veya diyecekti ki, bakınız biz bu kadar mali imkanlarımızla ve sınaî teşebbüsümüzle göklere çıkmanın yolunu bulamadık; o halde Musa nereden çıktı da bize, onların Rabbi tarafından memur olduğunu söylüyor. Ve işte Firavun'a kötü ameli böyle tezyin edildi süslü gösterildi de bunları siyaset adına iyi bir şey yapıyormuş gibi yapıyordu. Ve yoldan saptırılıyordu. Çünkü gökte bir yıldız arar gibi gözetleme ile cismanî bir yoldan Allah aramaya kalkmak, Allah'ı aramak yolu değil; halkı bu şekilde iğfale çalışmak da başarılı olacak bir siyaset yolu değildi. Gökler ve yer, göklerde ve yerde her şey Yaratıcısının varlığını gösterip durmakta iken ve Allah'ı eserinden anlamak için yerin gökten bir farkı olamayacağı da aklı olanlarca malum olması gerekirken, Hz. Musa'nın Tâhâ Sûresi'nde "Bizim Rabbimiz her şeye biçimini (hilkatini) veren, sonra da doğru yolu gösterendir." (Tâhâ, 20/50), Şuara Sûresi'nde de "O meşrıkla mağribin ve ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbidir." (Şuara, 26/28), "O sizin de, önceki atalarınızın da Rabbidir." (Şuara, 26/26) diye herkese öğrettiği açık yolu bırakıp da yetişemeyeceği uzaklara gitmeye kalkışmak elbette çıkar yol değildir. Bununla birlikte Firavun bunu ciddi olmak için değil, halkı aldatmak için bir hile, bir dalavere olmak üzere yapıyordu. Fakat Firavun'un dalaveresi, hilesi, düzeni sırf hasar içinde sonuçsuzdur, verimsizdir. Onun böyle yanlış yolda entrika çevirmeye kalkışması, kendisini başarılı kılmak şöyle dursun, aksine, aleyhine olmuştur. Çünkü:

Meâl-i Şerifi

38- O iman etmiş olan kimse dedi ki: "Ey kavmim! Bana uyun ki size doğru yolu göstereyim."

39- "Ey kavmim! Bu dünya hayatı ancak geçici bir menfaatten ibarettir. Ahiret ise durulacak karar yurdudur."

40- "Her kim bir kötülük yaparsa, ona ancak yaptığının bir misli ile ceza verilir. Erkek veya kadın, her kim de mümin olarak iyi bir amel işlerse, işte onlar cennete girerler. Orada kendilerine hesapsız rızık verilir."

41- "Hem ey kavmim! Niçin ben sizi kurtuluşa davet ederken, siz beni ateşe davet ediyorsunuz?"

42- "Siz beni Allah'ı inkâr etmeye ve bence hiç ilimde yeri olmayan şeyleri O'na ortak koşmaya davet ediyorsunuz. Ben ise sizi o çok güçlü ve çok bağışlayıcı olan Allah'a davet ediyorum."

43- "Hiç inkâr edilemez ki, gerçekten sizin beni davet ettiğiniz şeyin dünyada da, ahirette de bir davet hakkı yoktur. Hepimizin dönüşü Allah'adır. Şüphesiz haddi aşanların hepsi cehennemliktir."

44- "Siz benim söylediklerimi sonra anlayacaksınız. Ben işimi Allah'a havale ediyorum. Şüphesiz Allah, kullarını görür, gözetir."

45- Allah o mümini, onların kurdukları tuzakların kötülüklerinden korudu. Firavun'un adamlarını ise, o kötü azab kuşattı.

46- Onlar, sabah akşam ateşe arzolunurlar. Kıyamet kopacağı gün de: "Firavun hanedanını azabın en şiddetlisine tıkın!" (denilecektir).

47- Hele ateş içinde birbirlerini protesto ederlerken, zayıf olanlar, büyüklük taslayanlara: "Hani bizler size tabi idik. Şimdi siz bizden bir ateş nöbetini savabiliyor musunuz?" derler.

48- Büyüklük taslayanlar da şöyle derler: "Evet, hepimiz onun içindeyiz. Allah kulları arasında hükmünü vermiştir."

49- Ateştekiler, cehennem bekçilerine derler ki: "Rabbinize dua edin de bir gün olsun bizden azabı biraz hafifletsin."

50- Bekçiler de: "Size peygamberleriniz mucizelerle gelmiyorlar mıydı?" diye sorarlar. Onlar: "Evet" derler. Bekçiler: "Öyle ise kendiniz dua edin" derler. Kâfirlerin duası ise hep çıkmazdadır.

38- O iman etmiş olan kişi, önceleri imanını gizlemiş olan mümin adam dedi ki Ey Kavmim! Bana uyun, ardımca gelin, size "Reşad" yolunu, murada erdirecek doğru yolu göstereyim. O doğru yol, Firavun'un gösterdiği yol değil, benim göstereceğim yoldur. Bu söz gösteriyor ki bu kişi, Hz. Musa'ya yardım etmek için Firavun'a karşı isyan etmiş, kavmini kendisine uymak için davete başlamıştır. Bundan dolayı bazıları bunu Musa zannetmişlerse de bu tercih âyetin ifadesinden çıkan mânâya terstir. Murad Bey'in Tarih-i Umumî'sinde de Mısır kâhinlerinden "Uzarsif" adında birisinin Hiksüsler tarafına geçerek önemli bir ordu ile Firavun aleyhine isyan etmiş olduğu Mısır tarihlerinden nakledilmiş ve tarihçilere göre bu adamın Hz. Musa olduğu hakkında bir dereceye kadar görüş birliği var gibidir diye bir değerlendirme de ileri sürülmüş ise de, bu adamın Hz. Musa değil, Firavun ailesi mümini olan bu kişi olması daha doğrudur. Şu halde bu söz artık istişare meclislerinde değil, eline silah alarak karşıya çıkan bir mücahidin tebliği halinde geliyordu. İbnü Abbas'tan rivayet olunduğuna göre, bu zat yardımcıları ve destekçileri ile bir dağa çekilmişti.

39- Ey kavmim! Bu dünya hayatı bir metadan ibarettir. Durup eğlenecek, istirahat edecek bir yer değil, kullanılıp yararlanılacak bir kazançtan, gelip geçici bir kazanç fırsatından ibarettir." "Dünya ahiretin ekinliği, çiftliği, tarlasıdır" hadisince, ahirette biçilip yararlanılmak için çalışılması lazım gelen bir kâr, bir yararlanma vasıtası veya bir mesai saatidir. Ahiret ise, işte karar yurdu odur, durulacak, istirahat edilecek yurt ancak O'dur. Orada kazanmak çalışmak yoktur. Onun için dünyada eğlenceye bakmayıp çalışmaya, kazanmaya bakmalıdır ki ahirette istifade edilsin.

40-Bunun, bu nimetlenmenin beyanı şöyle ki: Her kim bir kötülük yaparsa başka değil, ancak onun kadar cezalanır. Yani kötülüğün cezası, layık olduğu karşılığı iyilik olamaz. Onun gibi kötülük olur. Kötü amel yapanın güzel ecir beklemeye hakkı yoktur. Onun bekleyebileceği karşılık ancak bir kötülüktür. Gerçi kısmen veya tamamen affolunanlar olabilir. Fakat bağışlanmak, o kötülüğün cezası değil, başkaca bir ihsandır. Adalet kanunu, kötülüğün kendisi gibi bir kötülük ile cezalanmasıdır. Her kim de salih bir amel, iyi bir iş yaparsa gerek erkekten olsun, gerek dişi işte onlar cennete girerler. Orada kendilerine hesapsız rızıklar verilir. İyiliğin karşılığı da iyiliktir. Adalet kanunu bunun da kendisi gibisinin olmasını isterse de "ihsan" kanunu onun on mislinden, hesapsız katlarına kadar çıkar. Arazisine, yerine iyi bir tane eken, on tane alabilir. Yüz, yedi yüz, daha fazlasına kadar da katlanıp gidebilir. Onun için Firavun'a karşı mücadele ederek iyiliği yerleştirmeye çalışmalıdır.

41-44- "Ey kavmim! Ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz beni ateşe çağırıyorsunuz." Bu sesleniş de Firavun'a karşı yapılan bir çıkış ve davetin azgınlık olmayıp meşru ve muhakkak bir kurtuluş meselesi olduğunu beyandır.

45- Bu şekilde Allah onu, Firavun ailesinin kurduğu hilelerin fenalıklarından korudu. Onlar Firavun ailesinin düştükleri kötü amellere düşmedikleri gibi, Firavun ailesinin onlar hakkında kurdukları fena tuzaklara da düşmediler. Firavun'un takipleri ilâhî koruma sayesinde kendilerine bir zarar vermediği gibi Azabın kötüsü Firavun ailesinin başına indi. İbnü Abbas'tan rivayete göre Firavun'un, onu takip etmek için gönderdiği askerler telef olmuştu. Sonra da kendisi ve askerleri bilindiği üzere suda boğulmuşlardı.

46-50- Ateş. Bu kelime mübtedadır, yani dilbilgisi açısından öznedir, bu cümlenin haberi, yani yüklemi şu: Onlar ona sabah ve akşam sunulup durmaktadırlar. Yani Firavun ailesinin dünyada kötü azab ile mahvoldukları gibi, ahirete kadar Berzah âleminde de akşam sabah ateşe sunulmak ile azap olunmaktadırlar. Sonra da "Kıyamet kopacağı gün de: 'Firavun hanedanını azabın en şiddetlisine tıkın!' denilecektir."

Şimdi "Kıssanın hisse"si beyan olunarak buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

51- Biz peygamberimize ve inananlara hem dünya hayatında hem de şahitlerin şahitlik edecekleri günde (kıyamette) elbette yardım ederiz.

52- O gün zalimlere özür dilemeleri fayda vermez. Onlara lanet vardır, onlara yurdun kötüsü (cehennem) vardır.

53- Andolsun ki biz Musa'ya o hidayeti verdik ve İsrailoğullarına o kitabı miras kıldık.

54- (Bunu) Aklı başında olanlara bir yol gösterici ve bir hatırlatma olsun diye (böyle yaptık).

55- O halde sabret. Çünkü Allah'ın vaadi haktır. Hem günahından dolayı istiğfar et ve akşam sabah Rabbini hamdiyle tesbih et.

56- Kendilerine gelmiş kesin bir delil olmaksızın, Allah'ın âyetleri hakkında mücadele edenlerin göğüslerinde ancak yetişemeyecekleri bir kibir vardır. Sen hemen Allah'a sığın. Çünkü her şeyi işiten ve gören O'dur.

57- Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyüktür. Fakat insanların çoğu bilmezler.

58- Kör ile gören bir olmaz, iman edip salih ameller işleyen kimseler ile kötülük yapan da bir değildir. Ne kadar da az düşünüyorsunuz!

59- Herhalde o saat (kıyamet) muhakkak gelecektir. Onda şüphe yok. Fakat insanların çoğu inanmazlar.

60- Halbuki Rabbiniz: "Bana yalvarın, dua edin ki size karşılık vereyim. Çünkü bana ibadet etmekten kibirlenip yüz çevirenler yarın horlanmış olarak cehenneme gireceklerdir." buyurdu.

51- Biz gönderdiğimiz peygamberlerimizi ve iman edenleri elbette "mansur" kılarız, yardım eder, delille, zaferle ve kâfirlerden intikam ile murada erdiririz. Hem dünya hayatında hem de şahitlerin şahitliğe duracakları gün. Kıyamet günü, yani hem dünya, hem ahiret, ikisinde de bazı hallerde bir süre için onların meşakkatlere uğrayarak imtihan geçirmeleri bu vaadin kesinliğini çürütmez. Çünkü göz önüne alınması gereken, sonuç ve neticedir. Bununla birlikte peygamberin ve müminlerin zafer elde etmeleri yalnız ahirete de kalmayacaktır. Musa'nın ve o iman eden kişinin Firavun'a üstün gelmesi gibi dünyada da gerçekleşecek, ahirette de...

EŞHAD: "Şahit" kelimesinin çoğuludur. "Sahib" kelimesinin "Eshab" olması gibi. Bunlar kıyamet günü insanlara karşı şahitlik edecek olan melekler, peygamberler ve müminlerdir.

52- O günkü zalimlere mazeretleri yarar sağlamaz. Çünkü mazeretleri geçersizdir. Veya "Onlara da izin verilmeyecek ki özür dilesinler." (Mürselat, 77/36) âyetinin mânâsınca özür dilemek için kendilerine izin verilmez, ağız açtırılmaz. Ve onlara lanet vardır. Allah'ın rahmetinden koğulmak, uzaklaştırılmak vardır. Ve onlara yurdun kötüsü vardır: Cehennem.

53-54- Şanım hakkı için Musa'ya o hüdayı verdik. Firavun'a karşı dünyada o başarıyı verdik, arkasından İsrailoğullarına o kitabı yani Tevrat'ı miras bıraktık. Aklı başında, selim, halis akıl sahibi olanlara bir irşad ve hatırlatmak için. Yani Allah'ın peygamberlerine ve müminlere dünya ve ahiret yardımının muhakkak olduğunu ve Firavun gibi zalimlere karşı mücadelenin gerekliliğini hatırlatmak için.

55- O halde sabret müşriklerin eziyetlerine katlanarak dayan. Çünkü Allah'ın vaadi haktır, yardımı muhakkak olacaktır. Onun için sabret ve günahına istiğfar et, gideremediğin eksiklikleri örtmesi için Rabbinin mağfiretini iste. Ve Rabbinin hamdiyle tesbih et, akşam ve sabah. Bu deyim,her zaman demek gibi devam ifade eder. Allah'a hamd ve şükrederek tenzihe devam et, ne dil, ne kalp hiç zikirden gafil olmasın demek olur.

56- Kendilerine gelmiş bir "sultan": Bir yetki ve delil olmaksızın Allah'ın âyetleri hakkında mücadele eden kimseler, Allah'ın âyetleri, Allah'ın varlığına, birliğine ve herhangi bir hususun gerçekliğine dair koymuş olduğu deliller, indirmiş olduğu kitaplar ve peygamberlerin de ortaya koyduğu mucizelerden daha geniş anlamlıdır. Bunlarda mücadele için imkan verecek bir delil ve hüccet düşünülemeyeceğinden burada "Kendilerine gelmiş bir delil olmaksızın" kaydının muhalif mefhumu kastedilmiş değildir. Ancak din işinde söz söyleyebilmek için hüccet ve delile dayalı bir yetki gerekli olduğuna dair bir uyarıdır. Bununla birlikte "nesih", "tahsis" ve "takyid" kabilinden olan meselelerde olduğu gibi, Allah'ın âyetlerini yine Allah'ın âyetleriyle karşılaştırarak bahsetmek caiz olduğuna işarettir denilebilir. Fakat hiç böyle bir salahiyet, yetki ve delil olmaksızın Allah'ın âyetleri hakkında mücadele edenlere gelince, Onların sinelerinde, gönüllerinde kibirden başka bir şey yoktur. Hakkı kabule tenezzül etmek istemeyen bir büyüklük davası, kuru bir azamet kuruntusu, fakat bir kibir ki onlar, ona yetişecek değillerdir. Hadlerinden çok aşkın ne şimdi, ne ilerde, gereğine erişmeleri ihtimali bulunmayan bir kibir, çünkü Allah'ın âyetlerinin üstüne çıkılmaz. Allah'ın vermediği değer ve mertebe zorla alınmaz. Peygamberliğe çalışıp çabalamakla yetişilemediği gibi, Allah vergisinden fazla, bir selahiyete de erilmez. İşte Allah'ın âyetleri hakkında mücadele edenler, sırf böyle bir kazanç ile mücadele ediyorlar. Delili ortada olan Hakk'a karşı, taassup, bağnazlık, ile mücadele edenlerin hepsi bu hükme dahildirler. Hepsi böyle sinelerinde yetişemeyecekleri bir kibir taşıdıklarından dolayı mücadele ederler. Bu âyetin iniş sebebi konusunda iki rivayet vardır:

1- Kureyş müşrikleridir ki "Şu Kur'ân iki memleketin birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf, 43/31), "Eğer bir hayır olsaydı bizden önce ona koşmazlardı." (Ahkaf, 46/11) diyorlardı.

2- Âyetin iniş sebebi diğer görüşe göre, yahudilerdir. Mukatil demiştir ki, haklarında bu âyet inen mücadele edenler, yahudilerdir. Deccal'e saygı gösterdiler, bu âyet indi. Ebu'l-Âliye de bu görüşe varmıştır. Alûsî'nin nakline göre, Abd b. Humeyd ve İbnü Ebi Hatim sahih sened ile ondan şöyle rivayet etmişlerdir: Yahudiler, Hz. Peygamber'e geldiler de "Deccal dediler, ahir zamanda bizden olacak ve işte olacaklar o zaman olacak ve şöyle yapacak böyle yapacak diye büyüttüler de büyüttüler." Bunun üzerine Allah Teâlâ, bu sûrenin 56. âyeti olan yukarıdaki "Kendilerine gelmiş bir yetki ve burhan olmadan Allah'ın âyetleri hakkında mücadele eden kimseler..." âyetini indirdi. Buna göre sûredeki bu âyetin Medine inişli olması yakışır. Ebu's-Suud bunu şöyle nakleder: "Bir de denildi ki mücadele edenler yahudilerdir. Diyorlardı ki, bizim Tevrat'ta zikrolunan sahibimiz sen değilsin. O Mesih b. Davud, yani Deccal ahir zamanda çıkacak, saltanatı karaya ve denize erecek, ırmaklar beraberinde gidecek, Allah'ın âyetlerinden (delillerinden) bir âyet olacak, o zaman hükümranlık tekrar bizim elimize geçecek." İşte yüce Allah onların bu temennilerine (ideallerine) "kibir" ismini verdi ve kuruntularına eremeyeceklerini ifade buyurdu. Yani yahudiler İsrailoğulları'ndan başkasında peygamberlik görmek istemedikleri için, gerek Kur'ân'dan ve gerek diğer kitaplarda peygamberin peygamberliğine delalet eden âyetleri sırf kibir ve kıskançlık yüzünden mücadele ederek peygamberlerin en sonuncusunu bırakıp Deccal'a sarılmışlar ve onun zamanında saltanatın kendilerine geçeceğini bir temenni halinde ileri sürmüşler ise de, Deccal çıktığı zaman dahi mülk ve saltanat kendilerine geri dönmeyecektir. Alûsî der ki: "Bu mücadelede yahudiler iki yönden yalan söylediler. Önce Resulullah'a 'Sen bizim muteber olan sahibimiz değilsin' sözleriyle yalan söylediler. İkinci olarak, Deccal'ı kastederek o Mesih b. Davud'dur diyerek yalan söylediler. Çünkü hangi peygamber gönderildiyse ümmetini mutlaka Deccal'den tahzir buyurmuş, yani sakındırmıştır. O bir 'bişaret', yani müjde değil, fitne ve imtihan aracıdır. Onlar ise onu peygamber yerine tutarak 'sahibimiz' demişlerdir ki bunun, Allah'ın âyetleri ile 'bir yetki bir delil olmaksızın' mücadele olduğunda şüphe yoktur."

Hadislerde "Eşrat-ı saat"ten, yani kıyamet alametlerinden olmak üzere iki Mesih zikrolunur. Birisi: Mesih İsa'nın yeryüzüne inmesi, birisi de Mesih Deccal'ın ortaya çıkmasıdır. Müseylime gibi yalan yere peygamberlik iddiasıyla çıkacak otuz kadar Deccal zikredilmiş, en büyük fitne olan Mesih Deccal'ın ise ilâhlık iddiasıyla ortaya çıkacağı haber verilmiştir. Ancak Mesih Deccal'e, Mesih b. Davud denilmiş olduğunu da bu âyetin tefsirinde işitmiş oluyoruz. Halbuki Matta İncili'nin başında görüldüğüne göre hıristiyanlar bu ismi "İsa el-Mesih b. Davud" diye Hz. İsa'ya vermektedirler.

Buna sebep olarak da Meryem'in nişanlısı dedikleri Yusuf'un Hz. Davud neslinden olduğunu söylemektedirler. İsa'nın doğumu, Meryem'le Yusuf'un biraraya gelmelerinden önce Rûhu'l-Kudüs'ten oldu diye açıklanmış iken, Yusuf babası imiş gibi onun vasıtası ile Hz. Davud'e nisbet edilmesi bir çelişki teşkil eder. Fakat Matta İncili her nedense bu çelişki ile birlikte Hz. İsa'ya Mesih b. Davud demekte ısrar etmiştir. Aynı zamanda Hz. İsa'yı tanımadıkları malum olan yahudiler de ahir zamanda çıkacak Deccal'e bu ismi vermişler, bu açıdan aralarında bir kaynaktan çıkmış olması düşünülen garip bir bakış açısı benzerliği meydana gelmiştir. Biz bundan şunu anlamış oluyoruz ki Mesih-i Deccal, yalancı Mesih demektir. Gelen haberlere göre Deccal, yalancı, insanları aldatmakta hünerli bir sahtekardır ki, kâfirliği, sahtekarlığı yüzünden belli olduğu halde birtakım harikalar göstererek ilâhlık iddia edecek ve en büyük fitne olması da bundan olacaktır. Bilginler demiştir ki: Yüce Allah peygamberlik iddia eden bir yalancıya onu tasdik ihtimali bulunan bir mucize vermez, çünkü bu, şüpheye düşürme olur, Allah'ın âyetleri ile mücadeleye "sultan" (delil) verilmiş olur. Fakat ilâhlık iddia eden bir yalancıya imtihan için her türlü harikayı verebilir. Çünkü kendisi hâdis olan (sonradan olan) yaratığın Allah olmadığına aklî delil daima var olduğu için, onun yalancılığı haddi zatında ortadadır. Ondan dolayı Allah'ın âyetleri ile mücadeleye herhangi bir "sultan" (delil) verilmiş olmaz. Deccal'in bu şekilde yalancı bir Mesih olması, onun Hıristiyanlık taklidi altında ortaya çıkacağını anlatır. Gerçek Mesih olan İsa'ya ve peygamberlerin sonuncusuna kibir ve kıskançlıkla inkâra dalarak bütün ümitlerini yalancı Mesih olan Deccal'a bağlamaları ne acaib bir bedbahtlık, ne acı bir mahrumiyettir. Bu son senelerde yahudilere Filistin'de bir hükümet yapıvermek isteyen İngiltere acaba onlara gözledikleri yalancı Mesih rolünü oynayıverecek midir? Fakat yüce Allah, buyuruyor ki, "Onlar ona yetişecek değillerdir." (Mümin, 40/56), Onun için sen hemen Allah'a sığın. Öyle kibirden ve kibirli kıskançlardan veya Deccal'ın şerrinden Allah'a sığın. Çünkü işitecek O'dur, görecek O. Yani senin ve onların bütün dediklerinizi işiten ve işitecek olan ve bütün yaptıklarınızı gören ve görecek olan ancak O'dur. Bu bir taraftan vaad, bir taraftan tehdittir.

57- Elbette göklerin ve yeryüzünün yaratılması o insanların yaratılmasından daha büyüktür. Bu âyetin terkibinde birkaç mânâ vardır. Bir kere, insanların Allah'a ve Allah'ın âyetlerine karşı kibirli olması ve mücadelesinin haddini bilmemek olduğunu hatırlatmaktadır. Yani o kibredenlerin kibir, ne haddinedir ki, göklerin ve yerin yaratılışı onların yaratılışından daha büyük, daha azametlidir. Öyle ki insan onların içinde bir zerrecik gibi kalır, hatta insan yeryüzünün üzerinde bir mikrop, yer küre bütün alemin içinde bir zerre mesabesindedir. O halde insanın yere göğe karşı bile büyüklenmek haddi değilken, onları yaratan Yaratıcıya karşı kibir taslamaya kalkması ne büyük cehalettir. İkincisi, yeniden dirilmeye ve yeniden ruh verilmesine işaretle bir tehdit olmak üzere şöyle demektir: İlkin gökleri ve yerküreyi yaratmak, yoktan var etmek insanları tekrar yaratmaktan daha büyük bir iştir; o gökleri ve yeri hiç yok iken yaratan, ölen insanlara tekrar hayat verip de yaratamaz mı? Yeniden hayat verme ilk yaratmadan elbette kolaydır. Zemahşeri bu mânâyı tercih etmiştir. Üçüncüsü Nakkaş gibi bazı tefsir bilginlerinin verdiği mânâya göre "Halkunnas" deyimini Arapça dilbilgisi kurallarına göre öznesine (failine) muzaf olarak; gökleri ve yeri yaratmak insanların yaptığı şeylerden elbette büyüktür, demek olur. Bundan çıkan, gökler ve yerküre ile insanları mukayese değil, Allah'ın yaratması ile insanların yapmasını mukayesedir, bu mukayesenin sebebi de mücadele edenlerin sanatlarına güvenerek kibirleridir. Yani insanlara nisbet olunan keşifler, sanatlar iddialarınca icatlar, yaratışlar, her ne olursa olsun hiçbir zaman Allah'ın yaratışına benzeyemez. Göklerin, yerin yaratılışı gibi olamaz. Dolayısıyla mücadele edenlerin deccallerin gösterecekleri harikalar insanları aldatmamalıdır. Fakat insanların çoğu bilmez de aldanırlar, kendilerini veya eserlerini göklerden ve yerden büyükmüş gibi varsayar gururlanırlar. Veya insanların yaptığını Allah'ın yaptığından büyük zannederler, kibirlenirler. Mesela Allah bir kulak yaratmıştır insan onunla uzak yakın mesafeden ses işitir, sonra insanlar bir de radyo keşfetmişlerdir. Fakat ilmi olmayan insanların birçoğu radyoyu insanın yaratması ve kulaktan daha önemli bir sanat zanneder. Düşünmez ki kulak olmayınca radyo hiçtir. Ve bilmez ki gerçekte radyo da Allah'ın yaratmasıdır. Muhyiddin-i Arabî, "Fütühat-ı Mekkî"sinde der ki: Bu, "Elbette göklerin ve yeryüzünün yaratılması o insanların yaratılmasından daha büyüktür." (Mümin, 40/57) âyetinde "büyüklüğü" cisim ve sayı büyüklüğü sanma, çünkü o göz ve basireti olan herkes için bellidir. O büyüklük yüce Allah'ın onlarda icra eylediği bir mânâdan dolayıdır ki o insanda yoktur. "Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ve teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler." (Ahzab, 33/72) âyeti ondandır. Onların yüz çevirmesini ve çekinmesini cahilliklerinden sanma, aksine emaneti üstlenmek cahilliktendir. Onun için yüce Allah, "Çünkü o çok zulümkar ve çok cahildir." (Ahzab, 33/72) diye insanı nitelemiştir. Demek ki gökler, yerküre ve dağlar, emanetin değerini ve onu üstlenenin tehkilede olduğunu, çünkü onu asıl sahibine vermeye kesin bilgisi bulunmadığını bilmişler ve Allah'ın teklif ile maksadının aklı teraziye vurmak olduğunu anlamışlardı. Demek ki yeryüzünün, dağların, gökyüzünün aklı insanın aklından çok idi. Onlar kendilerini Allah'ın üzerlerine vacip kılmadığı şeye sokmadılar, çünkü o bir teklif idi, bir emir değildi ki, Allah'ın emrine ta'zim, saygı gereğine göre ister istemez uymak gereksin. Halbuki "İkiniz de ister istemez gelin." (Fussilet, 41/11) Yani size bırakılacak şeyleri ister istemez kabule amade, hazır olun dediği zaman, "İsteye isteye geldik" (Fussilet, 41/11) dediler. Hakk'ın kendilerine yapmak istediği her şeyi kabule hazır olduklarını söylediler.

Şeyh Muhyiddin-i Arabî'nin bu sözü insanı büyük bir nüsha ve toplayıcı bir nüsha sayan sözlerine aykırı görünür. Çünkü göklerin ve yerkürenin cismanî yönden bilinen büyüklüğünden başka aklî yönden de büyüklükleri tesbit edilince insan için hiç büyüklük yönü kalmamış demektir, bunu "O göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini kendi yanından sizin hizmetinize verdi." (Câsiye, 45/13) âyeti ile bağdaştırmak lazım gelir ki, birinde maddiyat, birinde maneviyat yönü açıktır. Bununla birlikte Şeyh'in bu ifadesi bize fizyolojik açıdan bir karşılaştırma hatırlatmaktadır, garîzî, yani fizyoloji açısından bakıldığı zaman da gökler ve yerküre, Hakk'ın emrine aykırı hiçbir şey yapmaz. Teklif ile seçmeli emanet görevini kabul etmemiş, fakat emir ile verilen emaneti hakkı ile saklar. Halbuki insan hem hata eder, hem isyan eder emanetlerine zulüm de eder, yanılır da; bunun için gökler ve yerküre Hakk'ın emrine itaat açısından insandan büyüktür, demek ki kibirlenenler cahilliklerinden kibirlenirler.

58- Kör de gören ile bir olmaz, yani başında ve sonunda Hakk'ı tanımaz olan kör kalpli ile Hakk'ı bilen ilim sahibi ve basiret sahibi eşit olmaz. İlmi olup da gereğiyle amel etmeyenler, görüp de görmezlikten gelenler de görmez hükmündedir. Onun için misalden gerçeğe geçilerek buyuruluyor ki: İman edip salih ameller işleyenlerle de kötülük yapan. Bunlar da eşit olmaz. O halde insan, "ahsen-i takvim" (en güzel yaratılış) de olur, vücud açısından küçüklüğe karşılık "O göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini kendi yanından size ram etti, emrinize verdi."(Casiye, 45/13) âyetinin mânâsınca hepsini toplayıcı olur. Siz pek az düşünüyorsunuz.

59- Ey insanlar veya ey mücadele edenler herhalde o saat, o ceza saati olan kıyamet, muhakkak gelecek. Onda şüphe yok, şüpheye yer yok. Fakat insanların çoğunluğu iman etmezler,

60-halbuki Rabbiniz buyurdu ki; yalvarın bana ki size karşılık vereyim. Hem dua, hem ibadet zikredilmiş olduğu için, ya duanın ibadet ile yahut da ibadetin dua ile tefsir edilmesi gerektiği için, tefsir bilginleri iki şekilde açıklamışlardır. Birincisi, Kur'ân'ın birçok yerlerinde olduğu üzere dua, ibadet mânâsına olarak; bana ibadet ve kulluk edin ki size sevap ve mükafat vereyim demek olur. İbnü Abbas, Dahhak ve Mücahid'den rivayet edilen bu tefsire göre "isteme" dil ile değil, bunun yanında "fiilen talep" şart edilmiş demektir. Bu şekilde şu açıklama bu mânâya uygun olur: Çünkü ibadet etmekten yüz çevirenler, yani kibirlerinden bana ibadet etmek istemeyenler, muhakkak yarın hor ve hakir olarak cehenneme gireceklerdir. İkincisi, "Yalvarın bana ki size karşılık vereyim." demek, isteyin benden vereyim size demektir ki, Süddi'den rivayet olunan ve ilk bakışta anlaşılan da budur. Fakat buna göre de ibadetin dua ile tefsir edilmesi gerekir. Bunu böyle iki şekilli olarak ifade etmedeki incelik, ibadetin duayı, duanın da ibadeti gerektirdiğini ifade içindir; bir taraftan dua ibadetin iliği mesabesinde olduğu gibi, ibadet de duanın kabulünün şartlarındandır.

Bu dua emri çok önemli ve dikkate değerdir. Burada önce insanın cüz'î iradesinin bir ifadesi ile cebr'in reddi vardır. Gerek ibadet mânâsına olsun, gerek sadece dua, ikisinde de istemek emredilmiş ve Allah'ın karşılık vermesi için kulun istemesi şart kılınmıştır. Hem öyle şart kılınmıştır ki şartın yokluğundan, şarta bağlanan şeyin yokluğu gerekeceğinden terkine "cehenneme girecekler" diye tehdit getirilmiştir. Şu halde emir vücub içindir ki, her duanın kabul edilip edilmemesi konusuna gelince, "Hayır ancak O'nu, çağırırsınız, O da kendisine çağırdığınız herhangi bir şeyi dilerse açar." (En'am, 6/41) âyetinden anlaşıldığına göre, dileme ile kayıtlıdır. Yani buradan anlaşılan kazıyye-i şartıyye (şart önermesi) külliye (tümel) değil, mühmeledir. "Güzel kelimeler ancak O'na yükselir, onu da iyi amel yükseltir." (Fâtır, 35/10) âyetin mânâsınca bazı kabul şartları ile de şartlıdır. Onun için burada ibadet ile birlikte zikredilmiştir. Keşşaf'ta Ka'b'dan şöyle nakledilir: "Yüce Allah bu ümmete üç özellik vermiştir ki onları geçmişte kendi katından göndermiş olduğu peygamberlerden başkasına vermemiştir. Her peygambere "Sen benim halk üzerine şahidimsin" demişti, bu ümmete de "İnsanlara karşı şahitler olasınız." (Bakara, 2/143) buyurdu.

"Peygamberin üstüne Allah'ın farz ettiği herhangi bir şeyde hiçbir vebal yoktur." (Ahzab, 33/38) âyetinin mânâsınca "sana meşakkat yok" demişti, bu ümmete de: "Allah sizin üzerinize bir güçlük yapmayı dilemez." (Maide, 5/6) buyurdu."Bana dua et, sana karşılık vereyim" demişti. Bu ümmete de "Bana yalvarın ki size karşılık vereyim." (Mümin, 40/60) buyurdu."(1)

"Bana yalvarın size karşılık vereyim" şöyle demek de olur: Çağırın bana ki size cevap vereyim. Bu şöyle demek olur: Benden beni talep edin size icabet ederim, beni bulursunuz, beni bulan da her şeyi bulmuş olur. Çünkü "O'nun emri bir şeyi dilediği zaman ona ancak 'Ol' demesinden ibarettir. O da oluverir." (Yâsin, 36/82) denilmiştir ki işte hiç reddolunmayan dua budur. Nitekim bazı haberlerde "Beni talep eden, beni bulur" diye varid olmuştur. Bana ibadetten, yani bana dua ile beni talepden kibirlenenler benden uzak kalarak mahrumiyet cehenneminde zelil ve hakir olacaklardır.

Meâl-i Şerifi

61-68- 61- İçinde dinlenesiniz diye geceyi, göz açıcı bir aydınlık olarak da gündüzü sizin için yaratan Allah'tır. Gerçekten Allah insanlara karşı bir lütuf sahibidir. Fakat insanların çoğu şükretmezler.

62- İşte Rabbiniz, her şeyin yaratıcısı olan o Allah'tır. O'ndan başka ilâh yoktur. O halde (haktan) nasıl çevrilirsiniz?

63- İşte Allah'ın âyetlerini inkâr edenler böyle çevriliyorlar.

64- Allah, O'dur ki sizin için yeri bir karargâh, göğü de bir bina yapmıştır. Size şekil vermiş, sonra şekillerinizi güzelleştirmiştir. Hoş nimetlerden size rızık vermiştir. İşte Rabbiniz o Allah'tır. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir!

65- Daimî bir hayat sahibi ancak O'dur. O'ndan başka ilâh yoktur. Onun için dini halis kılarak O'na, hep O'na yalvarın. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.

66- De ki: "Bana Rabbimden apaçık deliller geldiği zaman, ben o sizin Allah'ı bırakıp taptıklarınıza ibadet etmekten kesinlikle men edildim ve bana âlemlerin Rabbine teslim olmam emredildi."

67- "Sizi (önce) bir topraktan, sonra bir damla sudan, sonra bir aleka (embriyo)dan yaratan, sonra sizi bir bebek olarak çıkaran, sonra güçlü kuvvetli bir çağa erişmeniz, sonra da ihtiyarlar olmanız için yaşatıp büyüten O'dur. İçinizden kimi de daha önce vefat ettiriliyor. (Bunları Allah) belirli bir süreye ulaşasınız ve aklınızı kullanasınız diye (böyle yapıyor)."

68- O, hem yaşatır, hem öldürür. O, bir şey yapmak isteyince ona sadece "ol!" der, o şey de hemen oluverir.

Meâl-i Şerifi

69-78-69- Bakmaz mısın şimdi Allah'ın âyetleri hakkında mücadeleye kalkanlara! (Haktan) nasıl döndürülüyorlar?

70- Kitaba ve Resullerimizi gönderdiğimiz şeylere yalan diyenler, artık ilerde bilecekler.

71- O zaman boyunlarında halkalar ve zincirler olduğu halde sürükleneceklerdir.

72- Kaynar suda, sonra da ateşte kaynatılacaklardır.

73- Sonra da onlara: "Nerede o ortak koştuklarınız?" denilecek.

74- O Allah'tan başkaları (nerede denilecek). Onlar da diyecekler ki: "Hepsi bizden uzaklaşıp gittiler. Daha doğrusu biz bundan önce hiçbir şeye ibadet etmiyormuşuz." İşte Allah, o kâfirleri böyle şaşırtır.

75- Bunun sebebi şudur: Çünkü siz yeryüzünde haksız yere seviniyor ve güveniyordunuz.

76- İçlerinde ebedî olarak kalmak üzere cehennemin kapılarından girin. Bak ne kötü o kibirlenenlerin yeri?

77- Ey Muhammed! Sen sabret, şüphesiz Allah'ın vaadi haktır, mutlaka gerçekleşecektir. Onlara yaptığımız tehdidin bir kısmını sana göstersek de veya seni vefat ettirsek de onlar mutlaka döndürülüp bize getirileceklerdir.

78- Andolsun ki biz senin önünden nice peygamberler göndermişizdir. Onlardan kimini sana anlatmışız, kimini de anlatmamışızdır. Hiçbir peygamber, Allah'ın izni olmaksızın bir mucize getiremez. Allah'ın emri gelince de hak yerine getirilir. Batıl bir dava peşinde koşanlar, işte bu noktada hüsrana uğrarlar.

Meâl-i Şerifi

79- Kimine binesiniz, kimini de yiyesiniz diye sizin için o yumuşak başlı hayvanları yaratan Allah'tır.

80- Sizin için onlarda daha nice menfaatler vardır. Onların üzerinde gönüllerinizdeki bir arzuya erersiniz. Hem onlar üzerinde, hem de gemiler üzerinde taşınırsınız.

81- Allah size âyetlerini gösteriyor. Şimdi Allah'ın âyetlerinin hangisini inkâr edersiniz?

82- Daha yeryüzünde gezip de bir bakmazlar mı? Kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuş? Onlar kendilerinden hem daha çok, hem de kuvvetçe ve yeryüzündeki eserlerinin sağlamlığı bakımından daha çetindiler. Öyle iken o kazandıkları şeyler, kendilerini kurtaramadı.

83- Çünkü onlara peygamberleri, delillerle geldikleri zaman, kendilerinde bulunan ilme güvendiler de o alay ettikleri şey onları kuşatıverdi.

84- O zaman hışmımızı gördüklerinde: "Allah'ın birliğine inandık ve O'na şirk koştuğumuz şeyleri inkâr ettik" dediler.

85- Ama hışmımızı gördükleri zamanki imanları kendilerine fayda verecek değildi. Allah'ın, kulları hakkındaki geçe gelen kanunu budur. İşte kâfirler bu noktada hüsrana düştüler.

79-85- "Onlardan kimine binesiniz diye o yumuşak başlı hayvanları sizin için yaratan Allah'tır." Bu beyan ve nimeti hatırlatma, özellikle yolculuğa teşvik için bir giriştir ki aşağıda 82. âyette "Yeryüzünde gezip de bir bakmazlar mı" hatırlatması buna bir tefri olacaktır. Peygamberleri kendilerine delillerle geldikleri zaman onlar ilim adına kendilerinde bulunana güvendiler. Sanatlarına, felsefelerine güvenerek peygamberlerin mucizelerini, haber verdikleri açık âyetleri tanımamak istediler ki bunlar her zaman vardır.






KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)


41-FUSSİLET:

1-4- Âyetleri "tafsîl olunmuş" hem lafzı itibarıyla fâsılaları ve sûrelerinin başları ve sonları ayırt edilmiş, hem de mânâsı itibarıyla vaad ve tehdit, kıssalar ve ahkâm ve diğer kısımlara ayrılarak açıklanmış ve izah olunmuştur. (Hud Sûresi'nin başındaki Hud, 11/1 âyetinin tefsirine bkz.) "Kalblerimiz örtüler içinde..." Bunu söyleyenler Ebu Cehil ile yanında bulunan Kureyş'ten bir topluluktu. Hz. Ömer'den rivayet olunmuştur ki Kureyş Resululallah'a doğru bakmışlardı. Resulullah onlara "Sizi İslâm'a gelip de Araplara efendilik etmekten alıkoyan nedir?" buyurdu. Dediler ki: "Ya Muhammed, biz senin söylediğini anlamıyoruz, işitmiyoruz, kalplerimizde gılîf var". Ebu Cehil de tuttu kendisiyle Resulullah'ın arasına bir perde çekip ya Muhammed dedi.

5-8- "Kalplerimiz senin bizi çağırdığın şeyden örtüler içinde, kulaklarımızda da bir ağırlık var ve seninle bizim aramızdan bir perde çekilmiştir" dedi. dedi. Fakat ertesi gün onlardan yetmiş kişi Resulullah'a gelip "Ya Muhammed bize İslâm'ı anlat" dediler, arzedip anlatınca İslâm'a girdiler. Resulullah gülümseyip "Elhamdülillah, dün benim davetime karşı kalplerinizde gılîf, kabuk olduğunu, kulaklarınızda ağırlık bulunduğunu söylüyordunuz, bugün müslüman oldunuz" buyurdu. "Ya Resulallah, biz dün yalan söylemişiz, öyle olsa idi asla hidayet bulamazdık" dediler.

Meâl-i Şerifi

9- De ki: "Siz yeri iki günde yaratanı gerçekten inkâr edip duracak mısınız? Bir de O'na eşler koşuyorsunuz ha? O bütün âlemlerin Rabbidir."

10- O, yerin üstünde sabit dağlar yarattı. Orada bereketler meydana getirdi. Orada araştırıp soranlar için rızıkları tam dört günde belli bir seviyede takdir edip, düzene koydu.

11- Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi. Ona ve yerküreye: "İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin." dedi. Her ikisi de: "İsteyerek geldik" dediler.

12- Böylece Allah onları iki günde yedi gök olmak üzere yerine koydu. Her göğe kendi işini bildirdi. Biz en yakın göğü kandillerle süsledik ve koruduk. İşte bu çok güçlü ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir.

13- Eğer onlar, yine yüz çevirirlerse de ki: "Ben sizi Âd ve Semud'un başına gelen yıldırıma benzer bir yıldırıma karşı uyardım."

14- Onlara Allah'tan başkasına kulluk etmeyin diye önlerinden ve arkalarından peygamberler geldiği zaman: "Eğer Rabbimiz dileseydi mutlaka melekler indirirdi. Biz sizin tebliğ için gönderildiğiniz şeylere inanmayız." dediler.

15- Âd kavmine gelince onlar yeryüzünde büyüklük tasladılar ve: "Bizden daha kuvvetli kim vardır?" dediler. Onlar kendilerini yaratan Allah'ın kendilerinden daha kuvvetli olduğunu görmediler mi? Onlar bizim âyetlerimizi bile bile inkâr ediyorlardı.

16- Bu yüzden biz de onlara dünya hayatında rezillik azabını tattırmak için o uğursuz günlerde dondurucu bir kasırga gönderdik. Ahiret azabı ise elbette daha çok rezil edicidir. Onlara yardım da edilmeyecektir.

17- Semûd kavmine gelince, biz onlara doğru yolu gösterdik. Fakat onlar körlüğü doğru yola tercih ettiler. Bunun üzerine kazandıkları kötülük yüzünden alçaltıcı azabın yıldırımı onları çarpıverdi.

18- Biz iman edenleri ve kötülükten sakınanları ise kurtardık.

9- Bu kaydında iki ihtimal vardır. Birisi "Yarattı" fiiline bağlı olarak mef'ulün fîh olmak, ikincisi zarf-ı müstekar olarak "arz" kelimesinden "Hal-i mukaddere" olmaktır. Birinci cümle analizine göre mânâ, yeryüzünü iki günde yarattı demek olur. Yeryüzü yaratılırken henüz bildiğimiz "gün" bulunmayacağından "yevm" (gün) mutlak zaman, mânâsına, yani iki nöbette demek olur ki Allah en iyisini bilir. Birisi "Göklerle yer bitişik halde iken, bizim onları birbirinden yarıp ayırdığımızı... görmediler mi?" (Enbiya, 21/30) ifadesi gereğince, yeryüzünün gökten, ayrıldığı gün, birisi de "O yeri uzatıp döşeyendir." (Ra'd, 13/3) buyurulduğu üzere, yeryüzünün "medd" olunduğu, yani yerkürenin kabuğunun kaymak halinde döşenmeye başladığı gündür. İkinci tahlile göre, mânâ yerküreyi iki günde olmak üzere yarattı demek olur. Bu şekilde yerkürenin kaç günde yaratıldığı söylenmiş olmayarak yaratıldıktan sonra iki gün içinde bulunması hali anlatılmış olur ki, bu da bir seneyi ikiye bölen iki gün dönümü nöbetidir. Çünkü yeryüzü bu iki zaman içinde deveran etmek, dönmek üzere yaratılmıştır.

10- Hem onda üstünden baskılar yaptı; dağlar, yeryüzünün kabuğunu tabanına çiviler gibi kazıklar. Bu "vav", istinafiyedir, fiiline atıf değildir, çünkü fasıl vardır. Ve onda bereketler meydana getirdi. Yeryüzünde hayır ve hayrata elverişli şeyler, sular madenler, doğma ve gelişme kuvvetleriyle bitkiler ve hayvanlar gibi feyz ve bereket kaynaklarını yetiştirdi. Ve onda azıklarını da takdir buyurdu, yani bitkilerin ve hayvanların yaşamak için muhtaç oldukları yağmur ve diğer hasılatı da miktar ve sayılarıyla tayin buyurup yeryüzünde biçimine koydu. Dört gün içinde, yani bütün bunları dört gün içinde yaptı. Yahut dört gün içinde olarak yaptı. Önceki "iki"de içinde dahil olmak üzere, "dört" ki, bunda da gösterdiğimiz şekilde öbürleri gibi iki mânâ vardır. Birisi, madenlerin ve dağların yaratılması nöbeti, biri de bitkilerin ve hayvanların yaratılması nöbeti ki iki önceki ile dört olur. Birisi de dan hal olmasıdır ki, dört mevsimi göstermiş olur, bu şekilde önceki iki burada dahil olmuş bulunur. Benim aciz anlayışıma göre burada bu mânâ, öbüründen daha ön plânda, ifadenin akışına daha uygundur. Çünkü yeryüzünün bereketleri ve rızıkları her sene bu dört mevsim içinde yetişir. Sayısı ve miktarı ile biçimini bunlar içinde alır, bu sebepten dolayı nin, ve fiillerine bağlanması dahi aynı mânâyı ifade edebilir. Ve bu mânâca şu kayıt da açık olur. Bütün araştıranlar için eşit olmak üzere dört gün, çünkü her yerde rızık isteyenlerin hepsinin rızkı bu dört mevsim içinde yetişir, rızıklar eşit olmazsa da günler eşittir. Dört mevsim hepsi için dörttür. Burada ye müteallık (bağlı) olmaması ve meseleyi soranlar mânâsına olması da düşünülebilir.

Bu dört günü, önceki "iki"ye ekleyerek, toplamını "altı" olmak üzere tefsir etmeyi uygun görmüyorlar, çünkü bu şekilde gökyüzünün zikrolunacak iki günüyle günlerin toplamı sekize ulaşıyor. Oysa birçok âyetlerde "O gökleri ve yeri altı günde yarattı." (A'raf, 7/54) buyurulmuş olmakla bu günler, o altı günün beyanı olduğuna göre o sayıyı aşmamak gerekir.

(Bu nokta için A'raf Sûresi'ndeki "Şüphesiz ki Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra (emri) Arş üzerinde hükümran olan Allah'tır." (A'raf, 7/54) âyetine bkz.)

11- Sonra "sema"ya (göğe) doğru doğruldu, yani ilâhî inayetini, ilgisini dosdoğru göğe yöneltti. Kelimesi ile kullanıldığı zaman "istikamet almak", "dosdoğru yönelmek" mânâsınadır ki, yüce Allah hakkında doğrudan doğruya "irade" ile tefsir olunur. Yani ilâhî inayetini, iradesini göğe doğru yöneltti. O bir duman halinde idi. İrade buyurdu da ona ve yeryüzüne dedi ki ikiniz de ister istemez gelin. İkiniz birden emrime boyun eğin, huyunuza gerek uygun olsun, gerek olmasın, yahut ikiniz de vücuda gelin, yoktan var olun.

Dediler ki ikimiz de isteyerek geldik. Buradaki yi, Râzî ve Kâdı Beydâvî gibi tefsir bilginlerinin bir kısmı "zamanî" değil, "rütbî terahî" (sonralık) ile anlamışlar, yani göğün yaratılışı, yeryüzünün yaratılışından önce olup, yalnız burada yeryüzünün yaratılmasını beyandan sonra açıklanmıştır. Bu şekilde demek, "vücuda gelin" (var olun) mânâsına gelen "tekvin"den ibarettir. "Dühan" (Buhar) da ilk maddenin yaratıldığı haldir. İlk önce, ilk madde yaratılmış ve onda henüz bir ışık olmadığı, karanlık bir halde bulunduğu veyahut madde tabiatı esas itibarıyla karanlık bulunduğu için "duhan" denilmiştir. Bu güzel bir mânâdır. Fakat cümlesinin hal cümlesi olarak, ya, bitişmesi ve emrinden önce olması gerekeceğine göre, bu tefsirin maddenin "kıdem"ini (ezelî oluşunu) ifade etmek gibi, bir kusur ve lekesi vardır. Buna karşılık çoğu tefsir bilginleri ise nin "terahisi" (sonralığı)nin zamanî olduğu kanaatine varmışlar ve yeryüzünün ilk yaratılışı gökyüzünden önce olup, ancak "Bundan sonra da yeri yayıp döşedi." (Naziat, 79/30) âyetinin ifadesince döşenmesinin sonra olduğunu söylemişlerdir. Acizane ben de bunu cumhurun üslubu üzere anlamayı tercih ediyorum. Şu kadar ki gökten murad, "Biz gökten de su indirdik." (Lokman, 31/10) âyetinde olduğu gibi, yeryüzünün yukarısı, hava tarafı demek olduğu kanaatine varıyorum. Bu şekilde "Sonra göğe doğru doğruldu" âyeti yukarıdaki ya atfedilmiş olarak şöyle demek olur: İlk kez yeryüzünü yarattıktan sonra doğrudan doğruya yukarısını yaratmayı irade buyurdu, bir duman olarak. Demek ki yeryüzü ilk yaratılışında ilkin gökten ayrıldığı sırada ateş halinde idi, sonra bu ateşten onun yukarısına doğru seması olarak duman halinde gazlar püskürüyordu. Bu halde bu duman halindeki göğe ve yeryüzüne

"İkiniz de ister istemez gelin. Tabiatınıza uygun gelse de gelmese de ikiniz birlikte, birbirinize uyarak, bir nizam üzere hareket edin" dedi. Bütün gökyüzü içinde, yeryüzünün ve havasının birlikte hareket etmesini emreyledi. "İkimiz de isteyerek geldik" dediler. Bazıları bu emri ve isteyerek boyun eğmeyi şuurî mânâda anlamak istemişlerse de mutlak emre uyma ve boyun eğme mânâsına olması daha ağır basmaktadır. Yani verilen emirde, icra edilen tesirde her biri tabiatındakinin aksine bir fiil ve harekete dahi sevkedilseler, onlar onun kabulünü bir tabiat, bir huy edinmişlerdir. Onun için hareket ve hareketsizlik gibi çeşitli tabiatta tesirleri tabiî gibi kabul ederler. İlâhî emre karşı hiçbir muhalefetleri meydana gelmez. Onun için "atalet" kanunu denilen bu boyun eğme ve kabiliyet ile bütün gök cisimlerinin ve yeryüzü cisimlerinin olayları tabiî imiş gibi açıklanabilir. Burada eserden olmak üzere şöyle bir (söz) de naklederler: Denilmiş ki gökler ve yeryüzü yaratılmadan arş su üzerinde idi, sudaki sıcaklıktan bir kaymak ve bir duman çıktı, kaymak suyun yüzünde kaldı, ondan kuraklığı yarattı ve ondan yeryüzünü meydana getirdi. Duman da yukarı yükseldi ondan da gökyüzünü yarattı. Fahrü'r-Râzî der ki: Bu hikaye Kur'ân'da yoktur. Yahudilerin Tevrat dediği kitabın başında vardır. Bir delil delalet ederse kabul olunabilir. Zemahşerî garip bir fıkra daha nakleder de kuraktan bir yeryüzü yaptı, sonra da onu ayırdı, iki yeryüzü yaptı der. Ayrılan bu iki yeryüzü nedir? Ya yeryüzünden ayın ayrılması olacak, yahut da Amerika'nın ayrılması olacaktır.

12- Şimdi asıl, göklere geçilerek buyuruluyor ki Kısacası onları iki günde sağlam yedi göğe tamamladı. Bu iki günün birisi yeryüzünün de yaratılmasından önceki ilk maddenin yaratılması, birisi de cisimlerin teşekkülü günleridir ki A'raf Sûresi'nde beyan olunduğu üzere altı günden ikisini teşkil eder. Yahut birisi yerin yaratılmasından önce, birisi de yerin yaratılmasından sonradır. Çünkü Ay, Zühre (Venüs) ve Utarid (Merkür) gibi bazı gök cisimlerinin yaratılması, yeryüzünün yaratılmasından sonradır. Buna göre deki, nın takip mânâsı da saklı kalmış olur. (Bakara Sûresi'nde "Onları yedi gök halinde düzenledi." Bakara, 2/29 âyetinin tefsirine bkz.) Benim acizane fikrime göre, bu iki gün, göklerden hâl-i mukaddere olmak üzere birisinin dünya, birisinin ahiret olması da muhtemeldir. Bunları böyle sağlam yaptı ve tamamladı. Her gökte ona ait emri de vahyetti. Her "sema"nın meleklerine orada cereyan edecek işlerin emrini de telkin buyurdu ki bu da "tamamlama" cümlesindendir. Bütün bunların bu yolda ortaya çıkmasından ve tamamlanmasından yüce Yaratıcının kudretinin delilleri tecelli edip ortaya çıktığı için bu noktada "gıyab"dan (üçüncü tekil şahıs) "tekellüm"e, (birinci şahsa) dönülüyor ki ve dünya göğünü mısbahlar, yani parlak kandillerle donattık, süsledik. "En yakın göğü bir zinetle, yıldızlarla süsledik." (Saffât, 37/6) . Hem de korunmuş kıldık. Şeytanlar yanaşamazlar. İşte o, o azîz ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir.

13- Siz onu hep inkâr mı edip duracaksınız, de. Yine yüz çevirir aldırmazlarsa, o zaman de ki size bir yıldırım tehlikesi haber veriyorum. Yani yıldırım gibi bir çarpışta helak edecek şiddetli bir azap "Âd ve Semud'un uğradığı yıldırım gibi". Delailü'n-Nübüvve'de Beyhakî ve İbnü Asâkir Cabir b. Abdullah'tan rivayet ederler. O demiştir ki: Ebu Cehil ile Kureyş'in ileri gelenlerinden bir topluluk şöyle dediler: "Muhammed'in işi bizi şüpheye düşürdü, sihir, kehanet, falbakıcılık ve şiiri bilen bir adam arasanız, onunla konuşsa da bize onun durumunu bir anlatsa." dediler. Bunun üzerine Utbe b. Rebia: "Ben vallahi şiiri, fal bakmayı, sihri dinlemişim, ona dair bir ilim edinmişimdir. Eğer öyle ise Muhammed bana gizli kalmaz." dedi ve vardı: "Ya Muhammed, sen mi daha hayırlısın, Haşim mi; sen mi hayırlısın, Abdulmuttalib mi?" dedi. Resulullah cevap vermedi. "Ya sen bizim ilâhlarımızı kötülüyor, atalarımızı sapık olarak gösteriyorsun, eğer başkanlık senin olsun istiyorsan bayraklarımızı sana dikelim ve eğer mal istiyorsan sana mallarımızdan senin ve arkandakilerin ihtiyaçlarını giderecek mal toplayalım ve eğer kadın ihtiyacın varsa Kureyş kızlarından beğeneceğin on tanesini seninle evlendirelim." dedi. Resulullah susuyor söylemiyordu. Utbe sözünü bitirdiği zaman, Resulullah (s.a.v.) "Bismillahirrahmanirrahim" deyip, diye okudu. "Bunun üzerine yine başlarını çevirirlerse o zaman de ki: Size Ad ve Semud yıldırımı gibi bir yıldırım haber veriyorum." âyetine gelince, Utbe hemen Resulullah (s.a.v.)ın mübarek ağızlarını tuttu "Rahime" yemin vererek vazgeçmesini rica etti. Kureyş'e çıkmadı, birkaç gün görünmeyince Ebu Cehil "Ey Kureyş topluluğu!" dedi. "Utbe neden görünmüyor? Zannederim Muhammed'e saptı, galiba onun yemeği hoşuna gitti, bu mutlak ihtiyacından olmalı, kalkın gidelim bakalım" dedi. Vardılar. Ebu Cehil "Ey Utbe" dedi. "Sen Muhammed'e saptın o galiba hoşuna gitti, bir ihtiyacın varsa seni Muhammed'e muhtaç etmeyecek mal toplayabiliriz." Bunun üzerine Utbe kızdı ve bundan sonra Muhammed'e ebediyyen bir şey söylemeyeceğine billahi diyerek yemin etti de dedi ki: "Bilirsiniz, ben Kureyş'in malca en zenginiyim, fakat ben ona vardım.." diye hikayeyi anlattı. "Bana" dedi, "bir şey ile cevap verdi ki: Vallahi o sihir değil, şiir de değil, fal bakıcılık da değildir" O, okudu: âyetine gelince, ben ağzını tuttum ve Rahîm'e yemin verdim, bunun üzerine kesti. Vallahi bilirsiniz ki Muhammed bir şey söylediği zaman yalan çıkmaz, onun için başınıza bir azap inmesinden korktum."

14-18- Önlerinden ve arkalarından, yani her taraflarından geldiler ve her yönden her şekilde çalıştılar, uğraştılar yahut ilerisini gerisini, geçmişi geleceği anlattılar, korkuttular, uyarıda bulundular. "Sarsar" rüzgarı, soğuğunun şiddetinden yakıp kavuran veya gürültüsü çok olan fırtına uğursuz günlerde, müneccimler buradan bazı günlerin uğursuz olduğuna delil getirmişlerdir. Fakat kelam bilginleri demişlerdir ki günlerin "uğurluluk" ve "uğursuz"lukla nitelenmeleri zatî değil, izafîdir. Yani gün bir adama göre uğursuz, diğer bir adama göre de uğurlu olabilir. Elem gören bir adam için uğursuz, nimet gören bir adam için uğurlu olur. Denilir ki bu günler Şubat'ın sonundan "Berdü'l-acûz" (kocakarı soğuğu) denilen günleri idi. Şevval'in sonunda çarşambadan çarşambaya olduğu da rivayet edilmiştir.

Meâl-i Şerifi

19- O gün Allah'ın düşmanları cehennem ateşine sürülmek üzere hep bir araya toplanırlar.

20- Nihayet oraya vardıkları zaman kulakları, gözleri ve derileri yaptıkları şeyler hakkında onların aleyhinde şahitlik ederler.

21- Onlar derilerine: "Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?" derler. Derileri de: "Bizi her şeyi konuşturan Allah konuşturdu, sizi ilk defa yaratan O'dur ve siz yine O'na döndürülüyorsunuz" derler.

22- Siz kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin aleyhinizde şahitlik edeceğinden korkarak kötülükten sakınmıyordunuz. Fakat yaptıklarınızdan birçoğunu Allah'ın bilmeyeceğini zannediyordunuz.

23- İşte Rabbiniz hakkında beslediğiniz bu zannınız sizi helak etti de zarara uğrayanlardan oldunuz.

24- Şimdi eğer dayanabilirlerse onların yeri ateştir. Yok eğer hoşnutluğa dönmek isterlerse bile artık onlar hoşnut edileceklerden değildirler.

25- Biz onlara birtakım arkadaşlar musallat ettik de onlar kendilerine önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini güzel gösterdiler. Böylece kendilerinden önce gelip, geçmiş olan cin ve insan toplulukları hakkındaki, azab sözü onlar için de hak oldu. Doğrusu onların hepsi de kendilerine yazık etmişlerdir.

19- Kulakları, gözleri ve derileri aleyhlerine şahitlik ederler. Kendilerinin duyu, idrak, kavrama ve ezberleme araçları olan organları ve âletleri şahitlik ederler ki değişikliklerin en dehşetli ve korkunç safhalarından biridir. Kâdı Beydâvî şöyle diyor: Allah'ın onları konuşturması ile veya üzerlerinde kazançlarını gösterecek birtakım eserler, izler ortaya çıkarmasıyla ki, bu şekilde lisan-ı hâl (durumlarının dili) ile söylemiş olurlar. Fakat biraz sonra "Bizi her şeyi söyleten Allah şöyle söyletti" diye açıkça ifade edilecektir. Hadiste yer almıştır ki "İnsanda ilk söyleyen fahz-i yüsra sol oyluktur, sonra organlar söyler." Bunun üzerine kahrolası der, ben seni savunuyorum.

20-25- Ve işte bu sizin Rabbinize karşı beslediğiniz zannınızdır ki sizi helak etti. Bu zann Allah hakkında yanlış olan kötü zandır ki helak edicidir. Demişlerdir ki "Zann iki çeşittir. Biri kurtarıcı, biri de helak edicidir." "Ben kulumun hakkımda beslediği zanna göre olurum." kudsi hadisinin mânâsını yanlış anlamamalıdır. Hasan Basri hazretleri bu âyeti okumuş da demiştir ki: İnsanların amelleri Rablerine karşı besledikleri zanna göredir. Mümin Allah'a güzel zan besler, güzel amel yapar, kâfir ve münafık da kötü zanda bulunur, kötü amel yapar. Artık onlar arzularına erdirilecek, döndürülecek değillerdir. Bir hadis-i şerifte, "Öldükten sonra geri çevrilecek yoktur" buyurulmuştur. Ve onlara birtakım arkadaşlar takdir ettik, sardırdık. Şeytanlardan kendilerine yakın olup yanaşan birtakım arkadaşlar ki, kabuğunun yumurtayı sarması gibi onları sarmışlar, başlarına dolanmışlardır. Çünkü "Kim o çok esirgeyici (Allah)nin zikrinden göz yumarsa, biz ona şeytanı musallat ederiz. Artık bu onun (ayrılmaz) bir arkadaşıdır." (Zuhruf, 43/36) buyurulmuştur. Ve üzerlerine o söz, hak oldu. O söz, azab kelimesi, yani Hak Teâlâ'nın İblis'e şu sözüdür: "İşte bu doğru. Ben şu gerçeği söyleyeyim: Andolsun cehennemi senden ve onların sana tabi olanlarından, topunuzdan tıka basa dolduracağım." (Sâd, 38/84-85).

Meâl-i Şerifi

26- İnkâr edenler: "Bu Kur'ân-ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın, belki üstün gelirsiniz" dediler.

27- Biz mutlaka inkâr edenlere şiddetli bir azab tattıracağız. Ve onlara yaptıkları amellerin en kötüsünün cezasını vereceğiz.

28- İşte Allah'ın düşmanlarının cezası ateştir. Âyetlerimizi bile bile inkâr etmelerinin cezası olarak, onlar için orada ebedî olarak kalacakları cehennem yurdu vardır.

29- İnkâr edenler: "Ey Rabbimiz! Cinlerden ve insanlardan bizi doğru yoldan saptıranları bize göster de onları ayaklarımızın altına alalım, böylece cehennemin en altında kalanlardan olsunlar." diyeceklerdir.

30- "Rabbimiz Allah'tır" deyip, sonra da doğrulukta devam edenlere gelince, onların üzerine melekler iner ve derler ki: "Korkmayın, üzülmeyin, size vaad edilen cennetle sevinin."

31- "Biz dünya hayatında da, ahirette de sizin dostlarınızız. Cennette sizin için canınızın çektiği ve istediğiniz her şey vardır."

32- Bunlar çok bağışlayıcı ve çok merhametli olan Allah tarafından bir ağırlamadır.

26-29- Bir de dedi ki o inkâr edenler: Şu Kur'ân'ı dinlemeyin ve onun hakkında yaygara, gürültü yapın. Rivayet olunduğuna göre Resulullah (s.a.v.) Mekke'de iken yüksek sesle Kur'ân okuduğu zaman müşrikler etraftan dinleyen insanları kovar, dağıtırlar; dinlemeyin şu Kur'ân'ı ve asılsız yaygara, gürültü yapın derler ve ıslık çalar gürültü ederlerdi.

30-Cenab-ı Allah kâfirlere olan tehdit ve uyarıdan sonra müminlere vaad ve müjde ile buyuruyor ki: Onlar ki Rabbimiz Allah'tır dediler, sonra istikamet üzere bulundular, doğru gittiler, yani Allah'ın birlik ve Rabliğini tasdik ve ikrar edip şirke dönmeksizin o ikrarda sabit olarak gereğince gittiler. Keşşaf tefsirinde denilir ki: Âyet metnindeki "sonra" istikametin mertebede ikrardan terahisi (sonralığı) ve onun üzerine üstünlüğü dolayısıyladır. Çünkü bütün mesele istikamettedir." "Müminler ancak o kimselerdir ki Allah'a ve Resulüne iman ettikten sonra şüpheye sapmayıp..." (Hucurat, 49/15) ifadesi de bunun benzeridir. Mânâ: "Sonra o ikrar ve gereği üzerinde sebat ettiler" demektir. Hz. Ebu Bekir'den bir rivayette: "Sözde doğru yolda oldukları gibi fiilde de doğru yolda oldular." Diğer bir rivayette de yine Ebu Bekir Sıddık (r.a.) bu âyeti okuyup "Ne dersiniz?" dedi. "Günah işlemediler" dediler. "Pek zor ihtimale tefsir ettiniz, ibadeti yaparlarken putlara dönmediler" dedi. Hz. Ömer (r.a.) bir hutbesinde bu âyeti tefsir edip demiştir ki: "Allah'a itaatte istikamet yaptılar, tilkiler gibi hilekarlığa sapmadılar." Hz. Osman (r.a.)dan, "Amelde ihlas yaptılar." Hz. Ali (k.v.)den: "Farzları eda ettiler." Süfyan-ı Sevri'den: "Dediklerine uygun amel ettiler." Rebi'î b. Enes'ten: "Allah'ın masivasından (Allah'tan başka her şeyden) yüz çevirdiler." Süfyan b. Abdillahi's-Sakafî (r.a.) hazretleri de demiştir ki: "Ya Resulallah! Bana tutunacağım bir iş haber ver." dedim. Resulullah buyurdu ki "Rabbim Allah de, sonra da, dosdoğru ol." Bunun üzerine, "Benim hakkımda en korkacağım şey nedir?" dedim. Resulullah (s.a.v.) kendi dilini tutup "işte bu" buyurdu. Üzerlerine peyderpey Allah'ın elçileri melekler iner. Kâfirlere şeytanlar arkadaş olduğu gibi, bunlara da melekler iner. Mücahid ve Süddî demişlerdir ki: Ölüm anında; Mukatil: Yeniden dirilme anında; bazıları da hem ölüm, hem kabir, hem yeniden dirilme anında demişler. Bununla birlikte âyet mutlaktır. Dünyada hayatın her anına da uyar. fiili Hem "müzari" kipi olmakla, "istimrar" süreklilik, hem "tefe'ul" kalıbından olmakla tekellüf (kendini zorlama) ve tevali (peşi peşine olma) ifade eder. Özellikle biraz sonra hem dünya ve hem ahiret açıkça belirtilecektir. Yani sürekli olarak iner iner dururlar. Şöyle diye korkmayın, gelecekten endişe etmeyin, hüzünlü de olmayın, yani geçmişe de merak etmeyin. Çünkü "Haberiniz olsun ki Allah'ın velileri için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir." (Yunus, 10/62). Vaad olunup durduğunuz cennet ile müjdelenin, neşelenin,

31- biz sizin evliyanız, dostlarınızız, hem dünyada, hem ahirette. Bu kayıt gösterir ki meleklerin inişi hem dünya, hem ahirete şamildir. Ancak bazıları bunun doğrudan doğruya ilâhî kelam olduğu kanaatine varmışlardır ki "Allah iman edenlerin yardımcısıdır." (Bakara, 2/257) gibi "veliyyülemir" (işlerini üstlenen), "veliyyünnimet" (nimet veren), koruyucu ve muhafaza eden demek olur. Fakat açık olan ihtimal bu sözün meleklerin sözlerinden olmasıdır. Cennet ile sevinecek ne var derseniz, Orada size canlarınız ne arzu ederse var, hem orada size ne isterseniz var, yani her neye gelsin derseniz hemen gelir.

32- Bir ağırlama, yani konukluk, ikramiye olarak çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici Allah'tan. Mutluluk mertebeleri tam ve tamüstü olmak üzere ikidir. Tam mutluluk zatında mükemmel olacak üstün nitelik kazanmaktır. Bu dereceyi geçip de noksanları mükemmelliğe erdirmek için çalışmak da tamüstüdür. Birinciye işaret olmak üzere "Rabbimiz Allah deyip sonra istikamet edenler..." buyurulduğu gibi, ikinciyi anlatmak üzere de buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

33- Allah'a davet eden, salih amel işleyen ve: "Ben gerçekten müslümanlardanım" diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?

34- Hem iyilik de bir değildir, kötülük de. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. O zaman seninle kendi arasında bir düşmanlık olan kişinin, sanki samimi bir dost gibi olduğunu görürsün.

35- Bu olgunluğa ancak sabredenler kavuşturulur, buna ancak hayırdan büyük bir pay sahibi olan kavuşturulur.

36- Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa hemen Allah'a sığın. Çünkü O her şeyi işitir ve bilir.

37- Gece ile gündüz ve güneş ile ay Allah'ın kudretinin delillerindendir. Güneşe ve aya secde etmeyin. Eğer sadece Allah'a kulluk yapmak istiyorsanız, onları yaratan Allah'a secde edin.

38- Eğer onlar büyüklük taslarlarsa bilsinler ki, Rabbinin yanındaki melekler gece gündüz O'nu tesbih ederler ve hiç usanmazlar.

39- Senin yeryüzünü boynu bükük, kupkuru görmen de Allah'ın kudretinin delillerindendir. Biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir ve kabarır. Şüphesiz ki ona hayat veren Allah mutlaka ölüleri de diriltir. Doğrusu O'nun her şeye gücü yeter.

40- Âyetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp inkâra sapanlar bize gizli kalmazlar. O halde ateşe atılacak olan mı daha hayırlıdır, yoksa kıyamet günü güven içinde gelecek olan mı? İstediğinizi yapın. Şüphesiz ki Allah, yaptığınız şeyleri hakkıyla görür.

41- Kur'ân kendilerine geldiğinde onu inkâr edenler, mutlaka cezalarını çekceklerdir. O gerçekten çok değerli bir kitaptır.

42- Ona ne önünden, ne de ardından batıl gelemez. O hüküm ve hikmet sahibi, öğülmeye layık olan Allah tarafından indirilmiştir.

43- Ey Muhammed! Sana senden önceki peygamberlere söylenenden başka bir şey söylenmiyor. Şüphesiz ki senin Rabbin hem mağfiret sahibidir hem de acı verecek bir azap sahibidir.

44- Eğer biz onu yabancı dilden bir Kur'ân yapsaydık onlar mutlaka: "Bu kitabın âyetleri genişçe açıklanmalı değil miydi? Arap bir peygambere yabancı dil, öyle mi?" derlerdi. Sen de ki: "O, iman edenler için bir hidayet ve şifadır." İman etmeyenlerin kulaklarında ise bir ağırlık vardır. Kur'ân onlara göre bir körlüktür. Sanki onlar uzak bir yerden çağrılıyorlar (da duymuyorlar).

33- Ve kimdir o kimseden daha güzel sözlü ki, yani sözü ve görüşü o kimseden daha güzel hiçbir kimse olamaz ki, Ben şüphesiz müslümanlardanım deyip, yani ihlas ile Allah'a yüz tutup, İslâm yoluna seve seve girip hayır ve düzeltmeye çalışarak Allah'a davet etmektedir. Sûrenin başında geçtiği üzere "Kalplerimiz senin bizi çağırdığın şeylerden örtüler içinde." (Secde, 41/5) diyen kâfirlerin sözlerine karşı ne güzel bir cevaptır. Allah'a davet peygamberlerin ve peygamber varisleri olan ermişlerin gittikleri yoldur. "De ki: 'İşte bu benim yolumdur. Ben Allah'a bir basiret üzere davet ediyorum. Ben de, bana tabi olanlar da böyleyiz." (Yunus, 12/108) buyurulduğu gibi, bu âyet de başta peygamber olmak üzere onun izinden giden ve basiret ile Allah'a davet edenlerin hepsini kapsamaktadır. Bu sebepledir ki İbnü Abbas'tan bir rivayette bunun Resulullah hakkında, bir rivayette de ashabı hakkında nazil olduğu nakledilmiş, Hz. Aişe'den de müezzinler hakkında nazil olduğu rivayet olunmuştur. Bununla birlikte nüzul sebebi özel olsa bile, bu niteliklerle vasıflı bulunan, yani İslâm'a inanan samimi bir tevhidçi ve hayra, düzelme etkeni olarak Allah'a davet eden, her davetçinin bu kavrama dahil olduğunda şüphe yoktur. Sûrenin Mekkî, yani Mekke inişli olması, ezanın ise Medine'de meşru bulunması dolayısıyla müezzinler hakkında indiği rivayetini, hükmün onlara da şümulü, yani onları da kapsaması mânâsına anlamak gerekir. Ezanın da en güzel sözlerden olduğu söz götürmez. Demek olur ki Allah'a davet yalnız imana davet etmek demek değildir. Müminleri amel etmeye davet etmek de bu mânâya dahildir. Bundan dolayı Allah'a davet, tevhid ve itaatine davet demektir ki, bunun neticesi de Allah'a kavuşmaya davete varır. Kısacası Allah'a davet en güzel sözdür, ancak böyle olması iki şart ile şartlıdır. Birisi o davet yalnız kuru bir laftan ibaret kalmamalı, durumu sözüne aykırı olmamalı, sözü ile birlikte salih ameli de olmalıdır. Yani önce kendini düzeltmeli, kendisi ilâhî ahlak ile ahlaklanmalı, başkalarını davete layık ve sözüne kendi fiili şahid olacak şekilde çalışarak, güzel iş yaparak davet etmeli ki, basiret üzere bulunmak ve icabında kılıca sarılmak bu salih ameldendir. Birisi de İslâm'dır. Davetçi müslümanlardan olmalı, davetine hiç şirk karıştırmayarak "Rabbimiz Allah deyip sonra istikametle giden" samimi müslümanlardan bulunmalıdır. İslâm olmayınca amelde tam düzgünlük bulunmaz ve Allah'a davet edilmiş olmaz. Ebu Hayyan Bahr'da der ki: "Zeyd b. Ali "Allah'a kılıçla davet eden..." demiştir. Kendisini Emevî hükümdarlarından bazı zalimlere karşı kılıçla ayaklanmaya sevkeden de bu olsa gerektir. Adı geçen Zeyd Allah'ın kitabını bilirdi. Hişam b. Abdülmelik'in hapsinde iken kendisinden not tutanlara açıklamış olduğu tefsirinden bir kısmını gördüm ki, ilimde ve Arap kelamı ile delil getirmede çok büyük bir ilmî nasibi vardır. Denilir ki kardeşi Muhammed Bakır ile ikisi tartıştıkları münazara ettikleri zaman herkes mürekkep şişelerini alıp toplanır, onların ilimlerinin ürünlerini yazarlardı. Allah her ikisine de rahmet etsin ve onlardan razı olsun."

34-Allah'a davetin mertebeleri ve mertebesine göre zahmetleri, çileleri ve yorgunlukları bulunduğundan dolayı da buyuruluyor ki: Bununla birlikte güzellik de eşit olmaz, kötülük de. Güzellik ile kötülük eşit olmak şöyle dursun, her iyilik de bir olmaz, her kötülük de. Hem güzel huyların, iyi amellerin eserlerde ve hükümlerde mertebeleri çeşitlidir; hem de kötülüklerin, kötü huyların mertebeleri çeşitlidir. Mesela kötülüğe karşı kötülükle iyiliğe karşı kötülük bir olmayacağı gibi, iyiliğe karşı iyilikle, kötülüğe karşı iyilik de bir olmaz. Onun için en güzel olan davete karşı yapılan kötülükler, o inkârlar, nankörlükler, eziyetler de kötülüklerin kötüsüdür. Bununla birlikte o kötülüklerin de çeşitli mertebeleri vardır. O halde ne yapmalı? Emri bi'l-ma'ruf ve nehyi ani'l-münker ile Allah'a davet yapılırken kötülüklerin şiddetlenmesine sebep olmayarak en güzel hasene olan muamele ile veya Allah'a davetin en güzel biçimi ile sav. O çeşitli mertebelerdeki kötülüğü savmak için en güzel yol, Allah'a davet yolu; Allah'a davetin en güzel tarzı, İslâm ile birlikte salih amel işleyerek olanı; salih amelin en güzeli de kötülüğe karşı iyiliktir ki, sadece bağışlamadan, sabırdan daha güzelidir.

O durumda bir de bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse şefkatli bir hısım, akraba gibi olmuştur. Denilmiştir ki nitekim Ebu Süfyan öyle oldu.

35- Ona ise, kötülüğü en güzel iyilikle savmak huyuna, karakterine ancak sabredenler, sabrı huy edinenler erdirilir. Çünkü nefsi intikam duygusundan alıkoymak, ancak gerçek sabır ile olur. Ve ona ancak büyük nasip sahibi erdirilir. Ruhî kuvvetlerden ve nefsî faziletlerden yüksek bir derece ile ilâhî nimetten büyük bir paya erişmiş olan bahtiyar kimseler erişir.

36- Ve şayet seni şeytandan bir dürtme dürtecek olursa ona uyma da şerrinden hemen Allah'a sığın. "Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım." deyip Allah'ın korumasını iste. Şüphesiz ki her şeyi işiten ve bilen O'dur. Senin sığınmanı işitir, niyetini ve her halini bilir.

37-39-Allah'a davetin amellerin ve sözlerin en güzellerinden olduğu beyan olunduktan sonra, onun büyüklük ve kudretini en göz kamaştırıcı âyetlerle göstermek üzere buyuruluyor ki: Ve O'nun âyetlerinden, varlık ve kudretinin, ilim ve hikmetinin delillerinden ve alametlerindendir gece ile gündüz. Âlemdeki bu olaylar zamanın akışındaki bu değişiklikler, gösterir ki, yukarıda yaratıldıkları beyan olunan yeryüzü ve seması ile bu âlem bir kararda, bir tabiatta durup kalmaz, ân'dan ân'a, halden hale değişir, bugünü yarın izler; bu şekilde bütün bu değişiklikler yaratıcısının yaratmasını ve kudretini ve bu dünyanın bir ahireti bulunduğunu gösterir. Gaflet etmemek gerekir ki gece ile gündüzün bu hatırlatılmasında mağrurlara bir korkutma ve uyarı, kederli ve üzgünlere bir teselli vardır.

Böyle gece ile gündüz O'nun âyetlerinden olduğu gibi, ve güneşle ay da, biri gündüz sultanı olan ışık, biri de gece sultanı olan nur, ikisi de yüce Allah'ın sanat ve kudretinin, dünya semasını süsleyen en güzel tecellilerindendir. Gece ile gündüze karşılık güneş ile ayın birbirine ters bir tertip içinde ifade edilmesinde birkaç fayda vardır. Birincisi: Güneşin gündüze bitişik olmasını korumak. İkincisi: Güneşin aya göre, asil olduğuna işaret etmek. Üçüncüsü: Geceden gündüze geçildiği gibi, gündüzden de geceye olan değişimi vurgulamak. Dördüncüsü de leylü nehar (gecegündüz) ile şems ve kamer (güneş ve ay) arasında "râ" harfinde bir denge hoşluğu vermektir. Güneş ve ayın bu tecellilerinden dolayı ne güneşe, ne de aya secde etmeyin. Çünkü onlar da sizin gibi yaratıklardır. Bütün onları yaratmış olan Allah'a secde edin. Eğer siz gerçekten O'na ibadet edecekseniz, başkasına secde etmezsiniz, çünkü secde ibadetin en özelidir. fiilinde zamiri Zemahşerî'nin ifadesine göre, "...." âyetler te'vili ile gece ve gündüzün, güneş ve ayın yerine geçmek üzere müennes ve çoğul getirilmiştir. Bununla birlikte "Hepsi de birer yörüngede yüzerler." (Yâsin, 36/40) gibi, güneş ve ayla birlikte bütün yıldızların yerine kullanılmış olması da düşünülebilir. İmam Şafiî'ye göre, secde bu âyetinde yapılır. Fakat İmam Azam Ebu Hanife Hazretlerine göre ikinci âyetin sonunda (41/38) de yapılmalıdır. Çünkü söz orada tamam oluyor. İbnü Abbas, İbnü Ömer, Ebu Vâil ve Bekir b. Abdullah da bu kanaate varmışlardır. Mesruk, Sülemî, Nehaî, Ebu Salih ve İbnü Sîrîn'den de böyle naklolunmuştur.

Yine âlemin değişikliklerine işaretle buyuruluyor ki ve onun âyetlerindendir ki sen yeryüzünü boyun eğmiş görürsün. Boynu bükük bir zelil gibi kuraklıktan çökmüş, perişan bir hale düşmüştür. Yeryüzünün hüsran ve kuraklık halindeki perişanlığı, zillete düşmüş bir kimsenin boynunu büktüğü huşu, yani perişan halinde benzetilmiştir. Bu benzetme bir taraftan secde etmek istemeyen kibirli kimselerin nihayet toprak olup zelil olduklarını hatırlattığı gibi, bir taraftan da alçak gönüllü olanların yükseleceklerine işaret için buyuruluyor ki derken onun üzerine o suyu indirdiğimiz zaman titrer, deprenir ve kabarır şüphe yok ki ona o hayatı veren, o yeryüzünü öyle dirilten elbette ölüleri de diriltir. Ruhsuz cesetlere ruh verir. Şüphesiz ki O, her şeye kadirdir. İradesinin yöneldiği her şey vücuda gelir, kâfirler yıkılır, müminler yükselir. Onun için şu andan itibaren yılmayıp davete atılmalıdır.

40-Bu ifadeden sonra istikametin zıddına giden inkârcıları tehdit ile buyuruluyor ki: Bizim âyetlerimizde ilhad edenler (inkâra sapanlar).

İLHAD: Aslında lahde (mezara koymak) demek olup, doğruluktan eğrilmek, haktan batıla sapmak mânâsına da gelir. Rağıb der ki: İlhad iki türlüdür.) "Birisi Allah'a şirk ilhadı, birisi de esbabda (sebeblerde) şirk ilhadıdır." Birincisi imana aykırı olur onu yok eder.(3) İkincisi ise, onu yok etmezse de tutanaklarını zayıflatır. Âyetlerde ilhad, doğru mânâ vermeyip istikametten ayrılarak eğrisine çekmek demek olur ki yalanlamayı, inkârı, yanlış tevili ve tahrifi kapsar. "Âyetler", zikrolunan gece ve gündüz, güneş ve ay gibi kâinata dair âyetler ve mucizelerle, Kur'ân gibi indirilmiş olan ve hüküm getiren âyetlerden daha geniş kapsamlıdır. Her ikisine de aykırı gitmek "ilhad"dır. İlhadın da cezası ateşe atılmaktır. Çünkü ilhad ateşe gülistan diye atılmak gibidir. Onun için buyuruluyor ki: "Ateşe atılan mı daha hayırlıdır, yoksa kıyamet günü güven içinde gelecek olan mı?" Dilediğinizi yapın." Bu âyet tehdittir.

41- "Kendilerine geldiği zaman zikri (Kur'ân'ı) inkâr edenler." ifadesi yukarıki "Âyetlerimizde ilhada sapan sapkınlar..." (Fussilet, 41/30) âyetinden bedeldir. Bundan dolayı haberi, de geçen "Elbette bize gizli kalmazlar." (Fussilet, 41/30) âyetidir. Âyette geçen "zikir" kelimesinden maksat, Kur'ân olduğu için mutlak "âyetlerden" sonra, özellikle Kur'ân'ın değerine ve önemine özen gösterme ifadesidir. Demek ki "âyetler" Kur'ân'dan daha genel olduğu gibi, "ilhad"da inkârdan daha geneldir. Aziz bir kitap, yani bir kitap ki eşi bulunmaz

42-43 ne önünden, ne ardından O'na batıl yanaşamaz. İçindekiler hiçbir şekilde iptal edilemeyecek derecede doğru ve sağlam, ona karşı yapılan asılsız gürültü, inkâr ve ilhad onun haddi zatındaki delil ve sağlamlığına hiçbir eksiklik veremez, öyle aziz hamîd, yani bütün kâinatın üzerindeki nimetleriyle hamd ve medhettiği bir hikmet sahibinden indirilmiştir.

Ey Muhammed! Sana senden önceki peygamberlere söylenenden başka bir şey söylenmiyor. Kâfirler tarafından sana söylenen sözlerin bütün özeti, "Biz sizin gönderildiğiniz şeyleri inkâr etmekteyiz." (Sebe', 34/34) diye önceki peygamberlere karşı söylenen inkâr, yalanlama ve ilhaddan başka bir şey değildir. Dolayısıyla üzülme de onlar gibi sabret. Şüphe yok ki Rabbin muhakkak mağfiret sahibi, hem de acı verecek bir ceza sahibidir. Peygamberlerine ve tevbekar olanlara bağışlaması büyük olmakla birlikte, düşmanlarına ve günahkarlara vereceği ceza çok elem vericidir. Günü gelir o yola gelmek istemeyen kâfirlerin, inkârcıların belalarını verir. Yukarıda, "Öz Arapça bir Kur'ân olmak üzere âyetleri ayırt edilmiş bir kitaptır, bilecek bir kavim için." (Fussilet, 41/3), burada da, "Bütün kainatın övdüğü bir hikmet sahibinden indirilmedir." (Fussilet, 41/42) buyurulmasına karşı o yapılan ilhaddan olmak üzere demişler ki "O öyle indirilmiş bir kitap ise neden Arapça olmuş, başka bir dil ile indirilse de mucizeliği daha açık olsa ya".

44-Ona cevaben isti'naf vav'ı ile buyuruluyor ki ve eğer biz onu A'cemî bir Kur'ân yapsaydık. Yani fasih Arapça'nın dışında başka bir dil ile indirseydik muhakkak diyeceklerdi ki âyetleri tafsil edilse, anlaşılacak bir dil ile ayırt edilip anlatılsa. Veya diğer bir mânâ ile her dilden ayrı ayrı olarak bazısı Arapça bazısı A'cemî (yabancı dilde) olsa ne vardı? Arab'a Acemce mi? Arap bir peygambere Acemce (yabancı dilde) bir Kur'ân olur mu? Yahut bir Arab'a yabancı dilde söylenir mi? derlerdi ve o zaman "Kalplerimiz, senin bizi çağırdığın şeyden örtüler içinde." (Fussilet, 41/5) demelerinin bir mânâsı olurdu. (İbrahim Sûresi'nde "Biz hiçbir peygamberi kavminin dilinden başkası ile göndermedik ki onlara apaçık anlatsın." İbrahim, 14/4 âyetine bkz.)

A'cemî, Acem cinsine mensup olan. Acem Arab'ın dışında, Türk, Fars, Hindli, Avrupalı vs. Hangi cinsten olursa olsun fasih olmayan, iyi söyleyemeyen, gerek tutukluktan ve gerek dilinin yabancılığından dolayı, dediği anlaşılmayana A'cemî denir ki biz bunu her hususa genelleme yaparak acemi deriz, A'cem de aynı mânâdadır. Onun için A'cemînin sı nisbet mi, mübalağa (abartma) mı diye münakaşa edilmiştir. Bununla birlikte Kamus'un işaret ettiği üzere A'cem, bir de Arap'dan olmayana denilir, tekil ve çoğulu birdir. "Yabancı bir adam, yabancı bir topluluk" denilir. Arap değil demek olur. Şu halde A'cemî, nisbet olarak Arapların dışında Acemî mânâsına da gelebilecektir. Nitekim âyette de A'cemî, Arapların dışında diye tefsir edilmiştir.

De ki: O Arapça Kur'ân iman edenler için -ki gerek Arap olsun, gerek Arap'tan başkaları- hidayetin kendisi, doğru yolu gösteren rehber ve sırf şifadır. Kalplerinizdeki hastalıklara: Cehalet, ahlaksızlık, şüphecilik gibi dertlere devadır. İman eden ondan yararlanmanın yolunu da bulur, hiç olmazsa "Eğer bilmiyorsanız zikir ehline (bilenlere) sorun." (Enbiya, 21/7) emri gereğince bilen ehlinden sorar. İman etmeyenlere gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır. Arap olsalar da iyi işitmezler. Hem de o, onlara karşı bir körlüktür. Onun güzelliğini, hikmetlerini, inceliklerini göremezler, aksine üzüntü duyarlar. Onlara uzak bir mekandan bağırılır. Bu ifadede birkaç mânâ vardır. Birincisi, hitaba kabiliyetleri olmadığını "O inkâr edenlerin hali bağırıp çağırıştan başka birşey duymayıp haykıranın haline benziyor." (Bakara, 2/171) ifadesi üzere bir temsildir. İkincisi "Gerek ufuklarda, gerek kendi nefislerinde âyetlerimizi yakında onlara göstereceğiz." (Fussilet, 41/ 53) buyurulacağı üzere, İslâm'ın sesinin ve gücünün ufuklara dağılıp uzaklara kadar yayıldıktan sonra, onun değerini takdir etmeyen Araplara uzaktan sesleneceğine işarettir. Üçüncüsü, Mümin Sûresi'nde geçtiği üzere, "İnkâr edenlere nida edilir: Allah'ın buğzu sizin kendinize olan buğzunuzdan elbet daha büyüktür. Çünkü siz imana davet ediliyorsunuz da küfrediyorsunuz." (Mümin, 40/10) âyeti uyarınca kendilerine nida olunacağına da işaret olur.

Meâl-i Şerifi

45- Andolsun ki biz Musa'ya Tevrat'ı vermiştik de onda ihtilafa düşmüşlerdi. Eğer Rabbin tarafından azabın ertelenmesine dair bir söz geçmeseydi mutlaka aralarında hüküm verilirdi. Gerçekten onlar Kur'ân hakkında bir şüphe ve tereddüt içindedirler.

46- Her kim iyi bir iş yaparsa, kendi lehine yapmış olur. Kim de bir kötülük yaparsa, kendi aleyhine yapmış olur. Rabbin kullara zulmedecek değildir.

45- Andolsun ki Musa'ya o kitabı verdik de onda ihtilaf edildi; kimi inandı, kimi inanmadı, sonra inananlar da türlü çekişmelere düştüler. Bu âyetin, üst tarafı ile iki yönden ilgisi vardır. Birincisi, "Sana, senden önceki peygamberlere de söylenmiş olandan başka bir şey söylenmiyor." (Fussilet, 41/43) ifadesini bir örneği ile gerçekleştirmektir. Yani inkâr ve muhalefet ilk defa sana ve Kur'ân'a karşı oluyor değil, Musa'ya ve Tevrat'a karşı da olmuştu. İkincisi, Kur'ân'ın Arapça, Acemce (yabancı dilde), her dilden ayrı ayrı aralıklarla inmiş olması tasavvurundaki sakıncasını açıklamaktır. Yani Tevrat bir dilde inmiş iken, onun aslında türlü ihtilaf çıkarıldı. O halde onları tevhide davet için inen bu Kur'ân'ın çeşitli dillerde indirilmesi daha çok ihtilafa sebep olmak gibi bir çelişki olmaz mıydı? Ve eğer Rabbinden ezelde bir kelime (hüküm) geçmiş olmasa idi -ki azabın bir ecel-i müsemma (belirli bir süre) ile vakit ve saatine geri bırakılması, yani kıyamet vaadi takdir edilmiş bulunmasa idi- o ihtilaf edenler arasında, yani iman edenlerle etmeyenler arasında iş bitiriliverirdi. Fakat o kelimenin hükmüyle, saatine geri bırakılmıştır. Bununla birlikte onlar, o iman etmeyenler herhalde ondan (yani o Kur'ân'dan) kuşkulu bir şüphe içindedirler. İman etmemekle birlikte hallerinden emin de değildirler. Şüpheler içinde ızdırap içindedirler.

46- "Her kim iyi bir iş yaparsa kendi lehine yapmış olur. Kim de bir kötülük yaparsa kendi aleyhine yapmış olur." Fakat o saat ne zaman denecek olursa;

Meâl-i Şerifi

47- Kıyamet zamanını bilmek ancak Allah'a havale edilir. Onun bilgisi dışında hiçbir meyve kabuğundan çıkmaz, hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz. Allah onlara: "Bana koştuğunuz ortaklarım nerede?" diye seslendiği gün, onlar: "Senin ortağın olduğuna dair bizden hiçbir şahit olmadığını sana arz ederiz." derler.

48- Önceden tapmakta oldukları şeyler, kendilerinden uzaklaşıp kaybolmuştur. Onlar da kendileri için kaçacak bir yer olmadığını anlamışlardır.

49- İnsan hayır istemekten usanmaz, fakat kendisine bir kötülük dokununca üzülür ve ümitsizliğe düşer.

50- Andolsun ki kendisine dokunan bir zarardan sonra, biz ona tarafımızdan bir rahmet tattırsak, O: "Bu benim hakkımdır, kıyametin kopacağını da sanmıyorum, Rabbime döndürülmüş olsam bile mutlaka O'nun yanında benim için daha güzel şeyler vardır" der. Biz o inkâr edenlere yaptıkları şeyleri mutlaka haber vereceğiz ve onlara ağır bir azap tattıracağız.

51- Biz insana bir nimet verdiğimiz zaman o yüz çevirir, yan çizer. Ona bir kötülük dokunduğu zaman da uzun uzun yalvarır.

52- Ey Muhammed! De ki: "Ne dersiniz? O Kur'ân Allah tarafından gelmiş olup da sonra siz onu inkâr etmişseniz, o takdirde Hak'tan uzak bir ayrılığa düşenden daha sapık kim olabilir?"

53- Biz onlara hem ufuklarda ve hem kendi nefislerinde delillerimizi göstereceğiz ki, Kur'ân'ın hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Senin Rabbinin her şeye şahit olması kafi değil mi?

54- İyi bilin ki onlar Rablerine kavuşmaktan bir şüphe içindedirler, yine iyi bilin ki, Allah her şeyi ilmiyle kuşatmıştır.

47-52-"(O'nun bilgisi olmadan) meyvelerden hiç biri tomurcuklarından çıkmaz." Saatin arkasından böyle meyvelerle hamile kalmaktan ve doğurmaktan bahsedilmesi, ahiret hallerine de bir işareti kapsaması itibarıyla mânâlıdır. Çünkü dünya ahiretin tarlası olduğu için kıyamet, meyvelerin toplanıp koparılacağı bir hasat zamanını andıracaktır. Aynı zamanda "Ey insanlar, Rabbinizden sakının. Çünkü o saatin zelzelesi büyük bir şeydir. Onu göreceğiniz gün emzikli her kadın emzirdiğini unutup geçer, yüklü her kadın yükünü düşürür." (Hacc, 22/1-2) âyetinin mânâsına da bir işaret vardır.

53- İlerde biz onlara, o inkâr edenlere âyetlerimizi, Kur'ân'ın hakikatine delalet edecek delillerimizi göstereceğiz, hem ufuklarda, kendilerinin bulunduğu Harem hududu dışında hem de kendi nefislerinde. Mekke ve Harem içinde, İslâm'ın ileride cihanın her yanına yayılacağını böyle kesin bir dil ile haber veren bu âyet, Kur'ân'ın hak, Allah kelamı olduğunu açık açık isbat etmiş gayb mucizelerindendir. Bunun Mekke'de iken nazil olduğu bir düşünülür, bir de ondan sonra peygambere ve halifelerine Allah Teâlâ'nın nasip ettiği şerefli fetihleri ve İslâm'ın şark ve garba yayılmasındaki olağanüstülük düşünülürse, bunun ne yüksek bir âyet ve mucize olduğu ortaya çıkar. İlmî açıdan bir gerçeğin ispatı için delil ya objektif (âfâkî) olur, ya sübjektif (enfüsî); ya gözlerden dış gözlemden, ya gönülden iç gözlemden gelir; varlık bu iki pencereden görülür. Yüce Allah bu âyette bu taksimi gösterdikten sonra, Kur'ân'ın gerçek yüzünü, peygamberin peygamberliğinin doğruluğunu, İslâm'ın yüceliğini ispat için, bu iki çeşit âyetlerin ikisini de göstereceğini vaad buyuruyor. Öyle ki Onun hak olduğu o kâfirlerce ortaya çıkıncaya kadar, "Bedr"den Mekke'nin fethine kadar, Mekke müşrikleri bunu hem kendi nefislerinde, hem dış dünyada gördüler. Ondan sonra diğerleri görmeye başladılar. Bunlar görüldükten, bu gerçek ortaya çıktıktan sonra sanki hiç görülmemiş gibi hâlâ inkârda devam eden sonraki kâfirler de ilerde göreceklerdir. Buna şahit istersen Rabbinin her şey üzerine şahit olması yeterli değil midir? O halde kâfirler şüphe ederse de, sen etme.

54- İyi bil ki onlar, o inkâr edenler Rablerine kavuşmakta şüphe içindedirler. Kıyamet günü Hakk'ın huzuruna varacaklarına imanları yok, onunla birlikte şüpheden de muzdariptirler. Fakat iyi bil ki O, her şeyi ihata etmiştir ilmiyle, kudretiyle herşeyi kuşatmıştır. Onlar, O'nun cezasından kurtulacak değillerdir. Allah'a kavuşmak haktır, muhakkaktır. İşte Secde Sûresi'nin sonu budur. Bunu da Şûra Sûresi izleyecektir.

"(O'nun bilgisi olmadan) meyvelerden hiç biri tomurcuklarından çıkmaz." Saatin arkasından böyle meyvelerle hamile kalmaktan ve doğurmaktan bahsedilmesi, ahiret hallerine de bir işareti kapsaması itibarıyla mânâlıdır. Çünkü dünya ahiretin tarlası olduğu için kıyamet, meyvelerin toplanıp koparılacağı bir hasat zamanını andıracaktır. Aynı zamanda "Ey insanlar, Rabbinizden sakının. Çünkü o saatin zelzelesi büyük bir şeydir. Onu göreceğiniz gün emzikli her kadın emzirdiğini unutup geçer, yüklü her kadın yükünü düşürür." (Hacc, 22/1-2) âyetinin mânâsına da bir işaret vardır. İlerde biz onlara, o inkâr edenlere âyetlerimizi, Kur'ân'ın hakikatine delalet edecek delillerimizi göstereceğiz, hem ufuklarda, kendilerinin bulunduğu Harem hududu dışında hem de kendi nefislerinde. Mekke ve Harem içinde, İslâm'ın ileride cihanın her yanına yayılacağını böyle kesin bir dil ile haber veren bu âyet, Kur'ân'ın hak, Allah kelamı olduğunu açık açık isbat etmiş gayb mucizelerindendir. Bunun Mekke'de iken nazil olduğu bir düşünülür, bir de ondan sonra peygambere ve halifelerine Allah Teâlâ'nın nasip ettiği şerefli fetihleri ve İslâm'ın şark ve garba yayılmasındaki olağanüstülük düşünülürse, bunun ne yüksek bir âyet ve mucize olduğu ortaya çıkar. İlmî açıdan bir gerçeğin ispatı için delil ya objektif (âfâkî) olur, ya sübjektif (enfüsî); ya gözlerden dış gözlemden, ya gönülden iç gözlemden gelir; varlık bu iki pencereden görülür. Yüce Allah bu âyette bu taksimi gösterdikten sonra, Kur'ân'ın gerçek yüzünü, peygamberin peygamberliğinin doğruluğunu, İslâm'ın yüceliğini ispat için, bu iki çeşit âyetlerin ikisini de göstereceğini vaad buyuruyor. Öyle ki Onun hak olduğu o kâfirlerce ortaya çıkıncaya kadar, "Bedr"den Mekke'nin fethine kadar, Mekke müşrikleri bunu hem kendi nefislerinde, hem dış dünyada gördüler. Ondan sonra diğerleri görmeye başladılar. Bunlar görüldükten, bu gerçek ortaya çıktıktan sonra sanki hiç görülmemiş gibi hâlâ inkârda devam eden sonraki kâfirler de ilerde göreceklerdir. Buna şahit istersen Rabbinin her şey üzerine şahit olması yeterli değil midir? O halde kâfirler şüphe ederse de, sen etme. İyi bil ki onlar, o inkâr edenler Rablerine kavuşmakta şüphe içindedirler. Kıyamet günü Hakk'ın huzuruna varacaklarına imanları yok, onunla birlikte şüpheden de muzdariptirler. Fakat iyi bil ki O, her şeyi ihata etmiştir ilmiyle, kudretiyle herşeyi kuşatmıştır. Onlar, O'nun cezasından kurtulacak değillerdir. Allah'a kavuşmak haktır, muhakkaktır. İşte Secde Sûresi'nin sonu budur. Bunu da Şûra Sûresi izleyecektir.






KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)


42-ŞURA:

1-8- Bunların iki isim olması gerektir. Onun için araları ayrılmış ve iki âyet sayılmış gibi bir isim olduğuna göre ayırılması, başında diğer "Hâ-mîm"lere uygun olması için denilmiştir. Böyle, bu vahiy tarzı ile veya ilerde gelecek mânâ ile vahiy veriyor ve verir sana ve senden önceki peygamberlere. Keşşaf sahibi burada şöyle der: "Yani bu sûrenin kapsadığı mânâlar öyle mânâlardır ki yüce allah onun aynısını hem bu sûrenin dışında sana vahy etmiştir, hem de senden önceki peygamberlere vahyetmiştir. Bu şekilde yüce Allah bu mânâları Kur'ân'da ve semavî kitapların hepsinde tekrar buyurmuştur. Çünkü bunlarda eninde sonunda kullarına beliğ bir uyarı ve büyük bir lütuf vardır." "Vahyetti" buyurulmayıp da muzari (şimdiki zaman) lafzı ile "vahyediyor" buyurulması da böyle vahyetme âdeti olduğuna delalet içindir. Bundan başka burada bir de şu mânâ vardır. Yüce Allah'ın sana ve senden önceki peygamberlere vahyinin tarzı bu vahyi gibi, yani bu sûrede beyan ve tarif olunduğu gibidir. Çünkü vahyin çeşitleri bu sûrenin sonunda "Bununla birlikte hiçbir beşer için mümkün değildir ki Allah ona başka suretle kelam söylesin, ancak vahiy ile veya bir perde arkasından veyahut bir elçi gönderip de izniyle ona dilediğini vahyetmesi müstesna." (Şûrâ, 42/51) diye beyan olunacaktır." ın da bu üç tarza rumuz olması muhtemeldir. (Nisâ Sûresi'ndeki "Nuh'a, ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz ve İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, evlatlarına, İsa'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyettiğimiz ve Davud'a Zebur verdiğimiz gibi şüphesiz sana da vahyettik biz." (Nisâ, 4/163) âyetin tefsirine bkz.) "Nerde ise gökler üstlerinden çatlayacak gibi titreşiyorlar." Bu ifade yüce Allah'ın yüceliğini, eserlerini anlatmaktadır. Yani Allah öyle yüksek ve öyle büyük ve azametlidir ki cismanî yükseklik ve büyüklüğün timsali olan semalar, o yüksek gökler, O'nun celal ve azametinin heybeti altında üstlerinden çatlayıverecek gibi ezilip titremektedir. "Üstlerinden" denilmesi Allah'ın yüksekliğinin semaların yüksekliğinin üstünde olmasındandır. Zemahşerî'nin dediğine göre; çünkü yüce Allah'ın celalini ve azametini gösteren âyetlerin en büyükleri semaların üstünde Arş ve Kürsî ve arşın etrafında tesbih ve takdis ile çalkalanan meleklerin safları ve daha nasıl olduğunu Allah'tan başkasının bilemeyeceği büyük saltanat eserleridir.

Ve yeryüzündekiler için mağfiret isterler. Şefaat, ilham ve itaate sevkeden sebepleri ortaya koyma gibi araçlara koşarlar. Bu mânâ ise genellikle mümini ve kâfiri kapsar. Hatta "istiğfar" eksiği örtmek mânâsına tefsir olunursa hayvanı ve cansız varlıkları bile kapsar. Tekabül (karşılık olarak getirme) karinesiyle müminlere tahsis olunduğu takdirde ise maksat şefaattır.

9-Meâl-i Şerifi

10- Hakkında ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şeyin hükmü Allah'a aittir. İşte benim Rabbim olan Allah budur. Ben yalnız O'na güvendim ve yalnız O'na yöneliyorum.

11- O göklerin ve yerin yaratıcısıdır. O sizin için kendi nefsinizden eşler ve hayvanlardan da çiftler yaratmıştır. O, sizi bu düzen içerisinde üretip çoğaltıyor. O'nun benzeri olan hiçbir şey yoktur. O, her şeyi işitir ve görür.

12- Göklerin ve yerin kilitleri O'na aittir. O dilediğine rızkı genişletir ve daraltır. Şüphesiz ki O, her şeyi hakkıyla bilir.

13- Allah dinden Nuh'a tavsiye buyurduğu şeyi sizin için de bir kanun yaptı ve (Ey Muhammed!) sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye buyurduğumuzu da şeriat kıldı. Şöyle ki: Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin. Fakat senin kendilerini davet ettiğin şey, müşriklere ağır geldi. Allah dilediğini kendine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir.

14- Onlar kendilerine bilgi geldikten sonra, ancak aralarındaki, çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer Rabbin tarafından azabın ertelendiğine dair bir söz geçmemiş olsaydı aralarında mutlaka hüküm verilirdi. Kendilerinden sonra Kitab'a vâris kılınan kitap ehli de Kur'ân hakkında bir şüphe ve tereddüt içindedirler.

15- Ey Muhammed! İşte bunun için insanları tevhide davet et ve sana emredildiği gibi dosdoğru ol. Onların keyiflerine uyma ve de ki: "Ben Allah'ın kitaptan indirdiğine inandım ve bana aranızda adaleti gerçekleştirmem emredildi. Allah bizim de rabbimiz sizin de Rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size aittir. Sizinle bizim aramızda hiçbir tartışmaya yer yoktur. Allah hepimizi biraraya toplayacaktır. Dönüş yalnız O'nadır.

16- Allah'ın davetine uyulduktan sonra, hâlâ O'nun dini hakkında mücadele edenlerin, getirdikleri deliller Rableri yanında batıldır. Onların üzerinde bir gazab ve kendileri için şiddetli bir azab vardır.

17- Bu kitabı ve ölçüyü hakla indiren Allah'tır. Ne bilirsin, belki de kıyamet saati yakındır!

18- O'na inanmayanlar kıyametin çabuk gelmesini istiyorlar. İnananlar ise O'ndan korkarlar ve O'nun hak olduğunu bilirler. İyi bilin ki, kıyamet saati hakkında tartışanlar derin bir sapıklık içindedirler.

19- Allah kullarına çok lütufkârdır. Dilediğine rızık verir. O çok kuvvetlidir, çok güçlüdür.

10- Sizin ve gavurların gerek dine ve gerek dünyaya dair, hakkında ihtilaf ettiğiniz herhangi bir şey ki onun hükmü, o ihtilafı kesip atacak hüküm Allah'a aittir. Onu başkası değil, o halleder. O bir araya toplanma günü haklıyı haksızı O ayıracak. "Bir fırkayı cennette, bir fırkayı da cehennemde." (Şûrâ, 42/7) O yapacaktır. Burası Resul'ün peygamberliğinden hikayedir veya yukardaki "Vahyettik." karinesiyle bir "De!" emri, takdiren vardır. Yani de ki işte o hikmet sahibi Allah'tır. Benim Rabbim, malikim, sahibim, ben O'na tevekkül etmişim. Bütün işlerimde yalnız O'na dayanmışımdır. Ve hep O'na yüz tutarım. Başımın sıkıldığı her zor işte O'na müracaat eder, O'na sığınır, O'na yalvarırım.

11- O gökleri ve yeri yaratan, sizin için kendilerinizden, yani kendi cinsinizden yine insan olarak çiftler, dişiler yaratmıştır. Hakkınızda minnete layık bir nimet, bununla birlikte bu insanlara mahsus değil Hayvanlardan da çiftler, yani hayvanların içinde de cinslerinden çiftler yaratmıştır. Yahut sizin menfaatleriniz için hayvanlardan da erkekli dişili sınıf sınıf eşler yaratmıştır. Bu fıkranın zikrinde insanların hayvanlara "ortaklığı" özelliğini hatırlatma vardır. Çünkü eşleşme ve üreyip çoğalma esas itibarıyla hayvanî bir özelliktir. Sizi onun içinde, yani zikrolunan bu yapı, bu eşleşme tedbiri içinde zürriyetlen-dirip üretiyor. Bu şekilde sizin eşleriniz, emsalleriniz evlatlarınız oluyor, çoğalıyorsunuz. Fakat O'nun misli gibi bir şey yok, doğrudan doğruya O'nun misli, aynısı bir şey bulunması şöyle dursun, O'na benzer bir şey bile yoktur. Bu şerefli söz Allah'a benzer olmadığını ifade ile tevhid ve tenzihde sağlam, belâgatlı bir delildir. Allah gibisinin olmadığını ifade etmekten maksat, kendine benzer olmadığını ifadede mübalağadır. Nitekim "Senin gibi bir kimse cimrilik etmez." derler. Bununla onun zatında, şahsiyetinde cimriliğin olmadığını ifade etmek isterler, bunun olmadığını ifadede mübalağa etmiş olmak için kinaye üslubuna giderler. Bu mânâ dilimizde de çok yaygındır. Mesela senin gibi bir kimse ona tenezzül eder mi? desek sen ona tenezzül etmezsin demiş oluruz. Bunda mübalağa ile birlikte bazen ta'zim de kastedilir. Dolayısıyla, bu niteliğin olmadığında doğrudan doğruya kendine nisbeti tasavvur bile caiz olamayacağına işaret gibi bir incelik vardır. Bazen de bu bir istidlal (delil getirme) neşesi verir. Hatta bu kinaye mânâsı o kadar kuvvetlidir ki burada gerçek mânâsı üzere "Allah'a benzer bir şey yok." denilse idi, kinaye yolu ile zatının olmadığını ifade şüphesi ve kusuru bulunacağından dolayı güzel olmazdı. Keşşaf sahibi der ki: "Bunun kinaye olduğu bilinince 'Allah gibi bir şey yok' demekle misli gibi bir şey yok demek arasında kinayenin verdiği faydadan başka bir mânâ farkı olmadığı anlaşılır ki ikisinin de mânâsı zatında benzerliğin olmadığını ifadedir. Allah'ın misli yok demektir."

MÜMASELET: (Benzerlik), hakikatte ortaklık, yani zatî sıfatta benzeyiştir. "Yerini tutabilecek şekilde özel sıfatta ortaklıktır." diye tarif edilmiştir. Bu açıklamaya göre asıl mânâ, Allah'ın benzeri olması suretiyle bir başkasına benzetilmesinin mümkün olmadığının ifade edilmiş olmasıdır. Bununla birlikte benzerliğe yakın bir şekilde benzetmenin olmadığı ifade ediliyor denilmesi daha uygundur. Alûsî, der ki: "Bu âyet her açıdan Allah'ın başkasına benzerliğinin olmadığını ifade etmektedir." Bu hükme herhangi bir şeyin O'na eş olamayacağının ifadesi de dahildir. Bu âyetin öncesine bağlanma yönü de budur. Bu açıklama, İhlâs Sûresi'ndeki "Hiçbir şey O'nun dengi değildir." (İhlâs, 112/4) ifadesinin mânâsıdır. Ebu's-Suud'un açıklamasına göre âyetin irtibatı şu mânâ iledir: "Bu göz kamaştırıcı eşsiz idarenin içine dahil işlerden hiçbir işte O'nun misli yoktur. Yani O'nun yaptığı gibisini yapacak yoktur." Ragıb'ın ifade ettiği diğer bir mânâya göre, O'nun sıfatı gibi sıfat yoktur, denilmesi de buna yakındır. Gerçi yüce Allah'ın ahlak ve niteliklerinden ilim ve irade gibi bazıları ile insanın da nitelendiği varsa da o sıfatların yüce Allah'taki niteliği ve gerçek yüzü insanlardaki gibi değildir. Buna özellikle işaret için de buyuruluyor ki: Ve O, öyle Semî öyle Basîr'dir. Yani misli olmayan işitici ve görücüdür. İşitilmeye uygun olan şeylerin bazısını değil hepsini işitir görülenlerin ve varlıkların hepsini görür, hem insanlarda olduğu gibi dış dünyadan duyu organlarının etkilenmesi yolu ile değil, sonradan olma durumundan hayal kurma ve vehmetmeden uzak ve ezeli bir idrak ile bilerek işitir ve görür. Gerçi "Gerçekten biz insanı birbiriyle karışık bir damla sudan yarattık. Onu imtihan ediyoruz. Bu sebeple onu işitici, görücü yaptık." (İnsan, 76/2) buyurulduğu üzere, insanı işiten ve gören bir yaratık yapmıştır. Fakat O, böyle yaratılmış ve "Sizi bu şekilde zürriyetlendirip üretiyor." (Şûrâ, 42/11) âyetinin mânâsınca yaratılıp duran işitici ve görücü değil; O, kulakları ve gözleri yaratan ve onları mülkünde tutup idare eden, benzeri bulunmayan, ezelî ve her şeyi kuşatan gerçek bir işitici ve görücüdür. Edilen inabeleri, kendisine yönelişleri, yapılan niyazları işitir, bütün ihtiyaçları görür ve gözetir.

12- O'nundur bütün göklerin ve yerin kilitleri. Hiç kimsenin erişemediği, el süremediği hazineleri, gizli servetleri dilediğine rızkı açar, kısar da, kimisine bol verir, kimisine dar, aynı kimseye de bazı bol verir, bazı dar. Çünkü O her şeyi bilendir. Hepsini her yönüyle pek iyi bilir, her yaptığını gereği gibi bilerek yapar, her dileyişinde, dar vermesinde de bir hayır ve hikmet vardır. Bu cümle, böyle öncesine göre bir sebep, sonrasına da bir hazırlıktır ki "Şüphesiz ki Allah ne dilerse ona hükmeder." (Maide, 5/1) ifadesince iradeye bağlı bir emir olan teşriin (şer'î kanun koymanın) mükemmel bir ilimle de alakasını gösterir.

13-Yani sırf bir dileme ve irade değil, her şeyi bilen bir ilim ile birlikte bir hüküm ve hikmet ile Sizin için meşru kıldı. Ey Muhammed ve ümmeti! Sizin iyiliğiniz ve yararınız için şeriat olmak üzere koydu ve kararlaştırdı, açık yol, genel kanun yaptı. Dinden Nuh'a tavsiye buyurduğunu ve sana vahyettiğimizi. Sûrenin başında "İşte böyle vahyediyor sana, senden öncekilere de." (Şûrâ, 42/3) buyurulduğu üzere ta Nuh'tan sana gelinceye kadar geçmiş ulu'l-azm peygamberlere ve özellikle İbrahim'e ve Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi şöyle ki dini ikame edin, dürüst, doğru kılın, doğrultun, doğru tutun, doğru din tutun ve doğru tutun.

DİN: İhtiyarî fiillerin (serbest irade ile yapılan fiillerin), iyiliğine veya kötülüğüne göre, sonunda iyi veya kötü bir neticeye varacağına, sevap veya ceza, bir akıbete sebep olacağına inanarak Hak Teâlâ katında en güzel akıbete ermek için tutulacak yoldur. Bu şekilde din, insanları tabiatta cereyan eden cebir (zorlama) ve ıztırar (mecbur kalma, zorda kalma) baskılarının üstüne istekleriyle yükseltecek olan bir hürriyet yolu, yani hürriyet ve iradenin başarı ve sorumluluğu kanunudur. Onun için bütün tabiatların üstünde her şeyin yaratıcısı, "Onun misli gibi bir şey yoktur." (Şûra, 42/11), her şeyi bilen yüce Allah'ın hüküm ve iradesine yükselmeden doğru din bulunamaz. Dinin doğrusu "Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet." (Fatiha, 1/6) diye beyan buyurulan doğru yol, tevhid ile yüce Allah'ın hükmüne iman ve itaat, yani İslâm'dır. Onu "doğru tutmak" da erkânını ihlal etmekten muhafaza ederek âyetlerinden ve delillerinden doğrusunu anlayıp iman ve amelde ihlas ile tatbik etmektir. Doğru tutun, ve onda tefrikaya (ayrılığa) düşmeyin. Çeşitli heveslere veya çeşitli ilâhlara tabi olup da asıl dini ayakta tutmakta ihtilaf çıkarmayın, dağılmayın. İşte bu emir ile bu yasak da Nuh (a.s.)'dan, Muhammed (s.a.v.)'e kadar gelen şeriat sahibi peygamberlerin hepsine emir ve tavsiye olunan bir din "Kanun-ı Esasî"si (anayasası), bir şeriatıdır ki bütün peygamberler bunu tatbik için gönderilmiş; hepsi, zamanındaki din bozukluklarını düzeltmek için doğru din ile gelmiş, tefrikayı (ayrılığı) kaldırmak için tevhide davet eylemişlerdir. Her birinin zamanına göre şeriatlerinin ayrıntılarında bir diğerini yürürlükten kaldıran çeşitli hükümler bulunmakla birlikte Muhammed ümmetine şeriat yapılan bu esasta, bu İslâm temelinde hepsi birdir.

Muhyiddin Arabî, Futuhat-ı Mekkiye'sinin sonunda vasiyyet bölümünde bu âyetten başlayarak der ki: Yüce Allah vasiyyet-i âmme'de (genel tavsiyesinde, emrinde) "(Allah) Sizin için dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahiy eylediğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye kıldığımızı kanun yaptı. Şöyle ki: Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin." (Şûra, 42/13) buyurdu. Şimdi, Hak Teâlâ, dini ayakta tutmayı, -ki o, her zaman ve millette o zamanın şeriatidir- onun üzerinde bir araya gelmemizi ve onda ayrılık çıkarmamızı emreyledi. Çünkü "Allah'ın eli cemaatle beraberdir." Kurt da sürüden ayrılan koyunu yer ki o da topluluğun bulunduğu yerden kaçıp uzaklaşarak yalnız kalandır. Bunun hikmeti şudur: Allah Teâlâ'nın mabud bir ilâh olarak düşünülmesi ancak esma-i hüsnası sebebiyledir. Bu esma-i hüsnadan uzak olması sebebiyle değildir. Onun için "esmâ"nın çokluğu ile birlikte zatını birleştirmek lazımdır. O, bunların tümü ile ilâhtır. Bundan dolayı "Yedullah" yani kuvvet, cemaat iledir. Hakimlerden (bilge kişilerden) birisi vefat ederken evladına vasiyyet etti. Onlar bir topluluk idiler, "Bana bir kucak değnek getirin." dedi. Getirdiler, tuttu onları toplayıp bir deste yaptı, "Bunu böyle toplu olarak kırın." dedi, kıramadılar. Sonra dağıttı "Birer birer kırın." dedi kırdılar, "İşte dedi, siz de benden sonra böylesiniz, toplu olduğunuz sürece mağlup olmaz yenilmezsiniz. Ayrıldınız mı düşmanınız fırsat bulur sizi mahveder." İşte dini tutacak olanlar da böyledir. Dini ayakta tutma hususunda bir araya gelip de dağılmadıkları takdirde düşman onlara kahredemez. İnsan kendi nefsinde de böyledir. Nefsinde kendini toplayıp da Allah'ın dinini yerine getirmeye azmettiği zaman, ne insanlardan ne cinlerden bir şeytan, vereceği vesvese ile onu imanın ve meleğin yardımı karşısında yenemez."

Müşriklere ağır geldi, o senin kendilerini davet edip durduğun şey, o putlardan, o şirk ve ayrılıktan vazgeçip tevhid ile İslâm'a girmek, dini doğrultmak işi. Allah ona, dinine veya kend sine dilediğini seçer, derer, ve kim gönül verirse ona onu başarılı kılar. O doğru yola onu çıkarır.

14- O ayrılanların ayrılmaları ise, gerek peygamberlere karşı ayrı baş tutarak muhalefet etmeleri, gerekse onların arkasından ümmetlerinin dinde tefrika çıkararak birbirleriyle uğraşmaları, başka bir sebeble değil, ancak kendilerine ilim geldikten sonra, tefrikanın zararlı ve sonu kötü olduğu peygamberlerin tebliğiyle ve hatta tecrübe ile malumları olduktan sonra aralarındaki azgınlıktan dolayıdır. Kıskançlık, çekememezlik, dünya hırsı ile haksız istekler, aşırı sevdalar yüzündendir. Demek ki ilim insanların düzelmesi için yeterli değildir. Nefs-i emmârenin öyle kötü hisleri vardır ki insanları bildiklerinin tersine açık açık fenalıklara sürükler, onun için insanlığın ahlâkının düzeltilmesi konusunda ilimden başka hislerin süslenmesi, geliştirilmesi için pratik bir terbiye daha lazımdır. Dinî terbiyenin bu özelliği ile de özel bir önemi vardır. Madem ki ilim böyle idi: Bu kadar peygamberlere "Onda tefrikaya (ayrılığa) düşmeyin." buyurulmuş idi. O halde bunu dinlemeyip o ayrılıkları çıkaranlar hemen ilmin gereği olan cezalarını görmeleri gerekmez miydi? denilirse ve eğer Rabbinden bir kelime geçmiş olmasaydı, azab için ezelde bir vakit ve saat takdir edilmiş bulunmasaydı belirlenmiş bir süreye kadar diye, "Bir zümrenin cennette, bir zümrenin cehennemde." (Şûra, 42/7) olacağı kıyamet gününe bırakılmış olmasaydı aralarında hüküm yerine getirilirdi. Hemen ayrıldıkları sırada cezaları verilir, işleri bitirilirdi. Fakat Allah, "Onlara vaad olunan asıl vakit, o saattir." (Kamer, 54/46) buyurmuş, o hükmün yerine getirilmesini belirli bir süre ile ceza gününe ertelemiştir. Onlardan sonra kitaba vâris kılınanlar ise, o peygamberlerin arkasından kitaba varis kılınan, yani şimdi Muhammed'in asrında bulunan kitap ehli de ondan yani kitaplarından muhakkak bir şüphe içinde, kararsız bulunuyorlar, kıvranıyorlar.

15- şimdi onun için, yani şeriatın emri, öyle dini ayakta tutma, şu an da böyle "bağy" (çekememezlik, kıskançlık, dünya hırsı) ile tefrika (ayrılık), şüphe ve tereddüt içinde olduğundan dolayı ey Muhammed! sen hemen davet et, o doğru dine tevhid ve İslâm dinine çağır, ve emrolunduğun gibi doğruluk et, doğru git, de onların -yani gerek müşriklerden ve gerek ehli kitaptan davet eylediğin halkın- heveslerine uyma. Onların çeşitli, hakka aykırı batıl arzularına tabi olma, çünkü dinin eğilmesi, tefrikanın sebebi hep heveslere tabi olmaktır. Onlara uyma ve de ki ben Allah'ın indirdiği her kitaba iman ettim, bazısına inanıp da bazısına inanmamazlık etmem ve şüphe üzere değilim. Ve emrolundum ki aranızda adalet yapayım. Allah'ın hükümlerini ve şeriatini adalet ile tebliğ ve icra eyliyeyim. O zulüm kaynağı olan, şunun bunun hevesi ile yapılan şirk ve azgınlık hükümlerini atıp, Hak hükmüyle Allah için herkes arasında adalet edeyim. Bundan anlaşılır ki dini doğrultmanın en önemli görüntülerinden birisi zulüm hükümlerini kaldırıp adalet etmekti. Bu da Allah'ı bir bilip dinine, doğru sarılmakla olur. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Hepimizin yaratıcımız, hakimimiz, mevlamızdır. Bizim amellerimiz bizim, iyiliğinden kötülüğünden siz sorumlu olmazsınız, karşılığında sevabı veya cezası bize aittir. Sizin amelleriniz de sizindir. Onun da sorumluluğu sizin, kâr ve zararı, cezası size aittir. Sizinle bizim aramızda "huccet" yok, tartışmaya ve birbirimize delil getirmeye gerek yok ey Kitap ehli! Çünkü bu açıklama ve ispat ile Hak ortaya çıkmış, başkaca münakaşaya ihtiyaç kalmamıştır. Allah aramızı birleştirecek, toplanma günü olan kıyamet günü hepimizi bir araya toplayıp hükmünü verecek. Ve hep O'na gidilecektir. Her neye tapılır, her ne emele hizmet edilirse edilsin nihayet herkesin varıp hesap vereceği merci yalnız Allah'tır. "Sizinle bizim aramızda hüccet yok." ifadesinin mânâsını açıklamak için buyuruluyor ki:

16- O'na uyulduktan sonra, yani Allah'a uyulduktan, bu beyan gereğince bütün indirdiği kitaba iman edilip, emri dosdoğru tutulduktan sonra, Allah hakkında, veya Allah'ın dini hakkında münakaşaya kalkışacak olanların delilleri Rableri katında çürüktür. Ne teorik, ne pratik, ne naklî ne aklî hiçbir tutanakları kalmaz. Delil ancak eğriliğe ve eğrilere karşı yönelik olur. İlmî ve amelî açıdan ortada olan "Hak" ve "İstikamet" karşısında yapılan münakaşa, sırf bir azgınlık ve haksızlık ilanından ibaret kalır. Onun için Allah katında delilleri çürük olmaktan başka hem aleyhlerine bir gazab hem de haklarında şiddetli bir azab vardır.

17- Allah odur ki hem hakkıyla kitap indirmiştir, Hakkı, hakkın hükmünü beyan için hakk olarak, hak peygamberlik ile kitap cinsini, özellikle Kur'ân'ı indirmiştir, hem de mizan, denge kanunu, adalet ki bu sayede eşya tartıldığı gibi ameller de tartılır, akılda ve nakilde hakkın hükmü ortaya çıkar ve ona göre cezası verilir. Ve ne bilirsin belki kıyamet saati yakındır, amellerin tartılıp hesabın görüleceği o kıyamet günü gelmek üzeredir.

18-Çünkü Ona imanı olmayanlar onun acele ile gelmesini isterler. Çabuk oluversin diye acele ediyorlar. Ki bu acele etmek hâlen (tutum ve davranışla) ve kâlen (dil ile) olmak üzere iki şekildedir. Birisi olacağına inanmadıkları için doğru ise, hani ne zaman o vaad? "Siz doğru söyleyenler iseniz bu tehdit ne zaman?" (Yâsin, 36/48) diye eğlenmek suretiyle, dilleriyle acele ederler. Bir de imanları olmadığı için küfürle, haksızlıkla dengenin, adaletin bozulmasına, alemin nizamının (düzeninin) ihlaline sebep olmak suretiyle fiilen acele ederler. İman edenler ise ondan kaçınırlar, mizanlarının (terazilerinin) hafif gelmesinden korkarlar da iyilik ve hasenatlarını artırmak, daha çok sevap elde etmek için korunurlar. Ve bilirler ki o haktır, muhakkak olacaktır. iyilik belki o "saat" hakkında şüphe uyandırmaya kalkışanlar herhalde uzak bir sapıklık içindedirler. Haktan uzağa sapmışlardır. Âlemin faniliği delillerine rağmen kıyamet saatinin meydana gelmesi hemen hemen gözle görülür elle tutulur denecek kadar kuvvetli iken onun caiz olduğuna yol bulamayan, ondan ötesine hiç bulamaz.

19- Allah kullarına karşı lütuf sahibidir. Kulluğunu bilen, vazifesini doğru yapan kullarına çok lütufkârdır. Onları çeşitli lütuflarla öyle mutlu kılar ki akıllar onu kavramaktan acizdir. Her dilediğini bir şekilde rızıklandırır. Kullarından her birini büyük hikmeti içeren "dilemesi"ne göre bir çeşit lütuf ile seçkin kılar. Ve öyle güçlü, öyle azizdir ki her şeye ve herkese karşı dilediği gibi iradesini uygulamaya, vaadini yerine getirmeye kadir ve hiçbir sebep ve şekilde mağlup edilmez, her yönden galiptir. Onun için dinini doğru tutan kullarını o korkunç "saat" geldiği zaman perişan etmez, kuvvet ve izzetiyle türlü lütuflarından nasiplendirir. Bu lütfun "saat"tan sonra zikredilmesi, "ibtidaî" (cümle başlangıcı) değil, onun arkasından tertiplenmiş bir vaad olduğuna işaret eder. Burada kulların Allah'a izafe edilerek "Allah'ın kulları" denilmesi ya şeref için olarak "İman edenler ise ondan çekinirler." (Şûra, 42/18) buyurulan müminleri gösterir veya kelime "kul" kelimesinin çoğuludur. Bu şekilde hem bu vaadin iman ve kulluğa gerekli olduğunu ima eder, hem de esas itibarıyla bu sonucun zorunlu olmayıp lütuf ve ilâhî dileme eseri olduğunu anlatır.

Din ilminin konusunun iradî fiiller olduğuna dikkat çekmek ve bu lütuf ve vaadin niyyet ve iradeye bağlı olduğunu açıklamak için de buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

20- Her kim ahiret kazancını isterse, biz onun kazancını artırırız, her kim de dünya kazancını isterse ona da ondan veririz, ama onun ahirette hiçbir nasibi yoktur.

21- Yoksa onların, Allah'ın dinde izin vermediği şeyi kendilerine meşru kılacak ortakları mı vardır? Eğer azabın ertelenmesine dair kesin yargı sözü olmasaydı, aralarında hemen hüküm verilir, işleri bitirilirdi. Gerçekten zalimler için acı bir azab vardır.

22- Sen kıyamet günü kazandıkları şeyin cezası başlarına gelirken zalimlerin korkudan titrediklerini görürsün. İman edip salih amel işleyenler ise cennet bahçelerindedirler. Rablerinin yanında onlar için istedikleri her şey vardır. İşte büyük lütuf budur.

23- İşte Allah iman edip salih amel işleyen kullarını bununla müjdeler. Ey Muhammed! De ki: "Ben bu tebliğime karşı sizden akrabalıkta sevgiden başka hiçbir ücret istemiyorum." Her kim bir iyilik yaparsa biz onun iyiliğini artırırız. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcıdır, şükrün karşılığını verir.

24- Yoksa onlar, senin hakkında: "Allah'a karşı yalan uydurdu." mu diyorlar? Eğer Allah dilerse senin de kalbini mühürler; batılı yok eder ve sözleriyle hakkı gerçekleştirir. Şüphesiz ki O kalplerde bulunan şeyleri hakkıyla bilir.

25- Kullarının tevbesini kabul eden, kötülükleri affeden ve sizin yaptıklarınızı bilen O'dur.

26- Allah iman edip, salih amel işleyenlerin tevbesini kabul eder, onlara lütfundan daha fazlasını verir. Kâfirler için ise şiddetli bir azap vardır.

27- Eğer Allah rızkı kullarına bol bol verseydi, mutlaka yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Fakat O dilediğini belli bir ölçüye göre indiriyor. Şüphesiz ki O, kullarından haberdardır, onları hakkıyla görür.

28- İnsanlar ümitlerini kestikten sonra yağmuru indiren ve rahmetini her tarafa yayan O'dur. Övülmeye layık olan gerçek dost O'dur.

29- Gökleri yeri ve her ikisinde yaydığı canlıları yaratması da Allah'ın kudretinin delillerindendir. O'nun dilediği zaman onları biraraya toplamaya da gücü yeter.

20- Her kim ahiret "hars"ı murad ederse, isterse. HARS, aslında sözlük anlamı olarak yeri onarıp tohum atmak demektir. Kamus şerhi sahibinin hatırlatmasına göre "zer'" (ekin ekmek) fiilinden daha geniş anlamlıdır. "Hars" sürmek mânâsına da gelir. Ragıb'ın dediği gibi "mahrus"a yani ekilen tarlaya ve ondan meydana gelen ekine de "hars" denilir. Kelimenin asıl mânâsı olan bu iki mânâyı, "ekim" ve "ekin" diye ifade edebiliriz. Bu mânâlardan istiâre yoluyla ilerde kazanmak için yapılan çalışmalar, çabalarla onların meyveleri ve sonuçları hakkında da kullanılır ve örf olmuştur, nitekim bu âyette de böyledir. Amel veya sevabı demektir. Bu âyet bize gösteriyor ki din işi bir "hars" yani ucunda hasılat almak, kazanmak maksadıyla yapılan bir ekim, bir kültür işidir. Bu da ucunda istenilen yani niyet olunan gaye ve maksatla uyumludur. Bu yönüyle "hars" iki kısımdır. Birisi ahiret gayesi, ahiret sevabı diğeri de dünya yararı ve menfaati arzu edilendir. Her kim din adına yaptığı ameli sırf ahiret sevabına niyyet ederek yaparsa biz ona kazancında fazlalık veririz. Ekinini, hasılatını artırırız, yani ahirette kat kat fazlasıyla vereceğimiz gibi dünyasından da veririz, o lütuf ve rızık o şekilde artar. Her kim de dünya harsini isterse, dünya kârı için, yani ölmezden önce dünya hayatında ereceği bir maslahat ve gaye için çalışırsa Ona da ondan, o geçici dünyadan veririz. "Hûd" ve "İsrâ" sûrelerinde geçtiği üzere istediği kadar değil, amelinin haddizatında değerinden aşağı olmamak üzere Allah'ın dilediği kadar dünyadan verilir. Ve fakat ona ahirette hiçbir nasip yoktur. Buharî-i Şerif'in başında da rivayet olunan niyet hadisi bu âyetin bir tefsiri gibidir. Şöyle ki "Ameller sırf niyetlerdedir. Ve her kişiye niyet ettiği vardır. Mesela her kimin hicreti Allah'a ve Resulü'ne ise onun hicreti Allah'a ve Resulü'nedir. Her kimin hicreti ereceği bir dünyaya veya nikah edeceği bir kadına ise onun hicreti de hicrete kalkıştığınadır." Bundan şu da anlaşılır ki murat çeşitli fiillerin mukayesesi değil, aynı fiilin çeşitli niyetlere göre hüküm ve sevabını göstermektir. Şu halde yaptığı fiili, hangi fiil olursa olsun sırf dünya maksat ve gayesine ermek niyetiyle yapan kimsenin ahirette onun için bir nasip, bir ecir ve sevap beklemeye hiç hakkı yoktur.

21- Yoksa onlar için birtakım ortaklar mı var? Bu âyetin yukarıya üç yönden bağlantısı ve ilgisi vardır. Bir kere, ahirette nasibi olmayan dünya ehlini sakındırma ve hakir kılma olmak üzere öbür âyetin sonuna bağlanır. İkincisi Allah'ın izin vermediği şeyleri meşru kılmak için şeriat yapmaya kalkışmak dünya kazancı adına yapılan fenalıkların, şirklerin başında sayılması gerekeceğini hatırlatır. Üçüncüsü de ta yukarıdaki "Sizin için dinden Nuh'a tavsiye ettiğini ve sana vahyettiğimizi..." (Şûra, 42/13) âyeti karşılığında müşriklerin cinayetlerini ele alıyor. Yani Allah'ın şeriatına karşı gelmek için yoksa o müşriklerin, o çağdaş kâfirlerin birtakım ortakları, Allah'a ortak olmak için ortaklık kurmuş inkâr ortakları şeytanlar var ve istedikleri gibi şeriat koyma yetkisini ellerinde bulunduruyorlar da dinden Allah'ın izin vermediği şeyleri onlara meşru mu kıldılar? Mesela müşriklik, çeşitli hükümlere uyma, ahireti inkâr, zulüm, verdiği sözü çiğnemek, güç yetirilmesi imkansız şeylerin yapılmasını istemek gibi Allah'ın izin vermediği, meşru kılmadığı birtakım şeyleri meşru kılıyorlar, diledikleri gibi din yapıyorlar öyle mi? Fakat Allah'ın meşru kılmadığını meşru kılacak hiçbir kuvvet yoktur. İnsanların teşrideki (kanun yapmadaki) çalışıp çabalaması Allah'ın izin verdiği sınırı aşmamalıdır.

Ve eğer "fasıl" kelimesi olmasaydı aralarında hüküm yerine getirilmiş, bitirilmişti. "Fasıl kelimesi" azabın belirli bir süreye geri bırakılmasına dair ezelde önceden kararlaştırılan kelimedir. Burada "fasıl" hüküm veya "beyan" veya "tefrik" (ayırma) mânâlarına olabilir. Tefrik mânâsında: Müminlerle kâfirler arasında "Bir zümre cennette, bir zümre cehennemde." (Şûra, 42/7) hükmü veya müşriklerle taptıkları ortakların aralarının açılması veya dünya kazancı hükmünün ahiret kazancı hükmünden ayrılması mânâları düşünülebilir. Gerçi mânânın aslı cezanın saatine geri bırakılması meselesidir ki "Şüphesiz zalimler için can yakıcı bir azab vardır." ifadesiyle tamama erdirilip beyan buyuruluyor. Yani hak dinin gereği Allah şeriatının hükmü olan fasıl ve kaza ezelde vakit ve saatine geri bırakılmakla icrasız kalmayacaktır. Bütün zalimlere elemli bir azab muhakkaktır.

22-O fasıl günü gelecek. Göreceksin o zalimleri, Allah'ın izin vermediği şeyleri meşru tanıtmak için yol açarak, hüküm koyarak, ceza vererek zulmeden ve onlara uyan o zalimleri göreceksin ey muhatap! Yaptıkları zulümlerle kazandıkları vebalin dehşetinden korkular içinde titrerlerken; o ise tepelerine inmektedir. İman edip iyi ameller yapan kimseler ise cennetlerin hoş ravzalarında, en hoş, en latif yerlerindedir.

RAVZA: Sulu, yeşillik yerler olup bağların, bahçelerin en güzel oturulacak yerlerine denir. Öyle ki onlara Rablerinin katında ne dilerlerse var. Yani o cennet bahçelerinde olduktan başka Rablerinin huzurunda bulunacaklar, cemalinin şerefiyle şereflenecekler ve işte orada bütün dileklerine erecekler, ne isterlerse hazır bulacaklar. İşte bu müminlerin ereceği bu ikbal, böyle her dilediğini ve dileyeceğini hazır bulma mutluluğu o büyük lütuftur. Kadrini, değerini belirleme ve tayin mümkün olmayan ve sonuna ulaşma ihtimali bulunmayan büyük ilâhî lütuftur. Bunun yanında bütün dünya küçük, pek küçük kalır.

23- İşte bu, bu dinlediğiniz lütuf o müjdedir ki Allah o iman edip salih salih, güzel güzel ameller yapan kullarına müjdeliyor. Allah, kullarına böyle lütufkârdır.

De ki bu tebliğ ve müjdelemeye karşı ben sizden bir ücret istemem. Ancak buna üç mânâ vermişlerdir. Birincisi: Akrabalıkta sevgi, yani hiç olmazsa size akrabalığımdan dolayı haklarıma saygı göstermenizi isterim. Buharî, Müslim, Tirmizî ve daha başkaları rivayet etmişlerdir ki: İbnü Abbas hazretlerine bu âyeti sorulmuş. Said b. Cübeyr: Âl-i Muhammed akrabalığı deyivermiş, bunun üzerine İbnü Abbas demiştir ki: Acele ettin, Kureyş'ten hiçbir soy yoktur ki Peygamber (s.a.v.)'e akrabalığı olmasın, hiç olmazsa sizinle aramdaki akrabalığa saygı gösterin. Bunun sonucu şöyle demek olur: Peygamberliğim, risaletim, âlemlere rahmet olmam dolayısıyla olan hukukumu tanımıyorsanız bari aramızdaki akrabalık hukukuna saygı gösterin de söylediklerimi dinleyin, düşmanlık etmeyin. İkincisi: Bana yakınlığı olanları, yani akrabamı sevmenizi isterim diye mânâ verenler de olmuştur. Nitekim Said b. Cübeyr'in sözü bunu gösteriyordu. Bazıları bu akrabalığı Hz. Ali ve Fatıma çocuklarına özel kılmak istemişlerdir. Üçüncüsü: Alûsî'nin naklettiği gibi Abd b. Hamid'in Hasen'den rivayet ettiği üzere yakınlıkta sevgi, yani güzel amellerle Allah'a yakınlık hususunda sevgi demektir ki "kurbâ" nesep, soy yakınlığı değil, "kurbet" yani Allah'a yakınlık mânâsınadır. Ve bu mânâ hem daha geneldir, hem de âyetin öncesine ve sonrasına daha da uygundur. Çünkü buyuruluyor ki Her kim bir hasene, güzel bir amel kazanırsa biz ona onun hakkında daha fazla güzellik veririz, daha güzel sevap veririz ve o sebeple hem o iyiliğin güzelliği artmış olur, hem de daha güzelini yapmak yeteneği ihsan edilir. Çünkü Allah Gafur'dur, bağışlayıcıdır, günahları örter. Şekûr'dur, güzel amellere, güzel sevap ve mükafat ile karşılıkta bulunur. İyiliklerin ecrini zayi etmez.

24- Yoksa Allah'a karşı bir yalan uydurdu mu diyorlar? Bu Kur'ân'ı yalan uydurup Allah'a isnad ile iftira etti, diye iftira mı ediyorlar? Allah dilerse senin de kalbini mühürler. Yani Kur'ân'a, uydurma yalan diyenler, sana yalan isnad edenler kalpleri mühürlenmiş, hakkı duyacak yetenekleri kalmamış kimselerdir. Yüce Allah dilerse senin kalbinin üzerini de mühürleyiverir, vahyini, lütfunu kesiverir. Şu halde sen onların dediklerine keder etme de Allah'ın lütfuna şükret. Hem Allah bâtılı mahveder de kelimeleri ile hakkı yerine getirir, gerçekleştirir. Onun için günden güne o yalan diyenlerin batıl sözleri mahvolur da senin hak olan peygamberliğin gerçekleşir ve pekişir ve Kur'ân'ın vaadleri yerine gelir. Kur'ân yalan olsaydı Allah onu gerçekleştirmez çok sürmeden mahvederdi. Şüphesiz O bütün kalplerin içinidışını bilir. Senin kalbindekini de bilir. Onların kalplerindekini de.

25-29- Bununla birlikte "O, kullarının tevbesini kabul edendir." Bundan dolayı o günahkârlar da hemen tevbe edip o günahlardan vazgeçmelidirler.

Ve bu ikisinde, yani göklerde ve yerde yaymış olduğu debelenen canlı (da Allah'ın kudretinin delillerindendir.) Bu âyetin ilk okunuşta anlaşılan mânâsına göre göklerde de canlılar vardır. Mücahid de aynı kanaate varmıştır. Diğer bazıları ise göklerdeki "Dâbbe"den maksat havada uçuşan canlıların olduğu kanaatine varmışlarsa da böyle bir te'vile gerek yoktur. Bunları böyle yaratıp yayan o Allah, dileyince hepsini toplayıvermeye de kadîr, tamamıyla kadirdir. Onun için haşir ve neşir (herkesin dirilip mahşere geleceği kıyamet) gününde tereddüde yer yoktur.

Meâl-i Şerifi

30- Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizle kazandıklarınız yüzündendir. Bununla beraber Allah yine de çoğunu affeder.

31- Siz yeryüzünde (O'nu) aciz bırakamazsınız. Sizin Allah'tan başka bir dostunuz ve yardımcınız da yoktur.

32- Denizlerde yüce dağlar gibi gemilerin yürümesi de O'nun kudretinin delillerindendir.

33- Eğer O dilerse rüzgarı durdurur da yelkenle giden gemiler denizin üzerinde duruverirler. Şüphesiz ki bunda sabırlı olan ve çok şükreden kimseler için nice ibretler vardır.

34- Yahut da Allah kazandıkları günahlar yüzünden onları helâk eder ve birçoğunu da bağışlar.

35- Âyetlerimiz hakkında mücadele edenler bilsinler ki kendileri için kaçacak bir yer yoktur.

36- Size verilen herhangi bir şey sadece dünya hayatının geçici bir menfaatidir. Allah katında bulunanlar ise iman edip sadece Rablerine güvenen kimseler için daha hayırlı ve daha kalıcıdır.

37- O iman edenler, büyük günahlardan ve hayasızlıktan kaçınırlar. Onlar öfkelendikleri zaman da kusurları bağışlarlar.

38- Onlar, Rablerinin davetini kabul ederler ve namazı dosdoğru kılarlar. Onların işleri de kendi aralarında bir istişare iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan onlar Allah yolunda harcarlar.

39- Onlar, bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman birbirleriyle yardımlaşırlar.

40- Bir kötülüğün cezası yine onun gibi bir kötülüktür, ama kim affeder, bağışlarsa onun mükafatı Allah'a aittir. Şüphesiz ki Allah, zalimleri sevmez.

41- Zulme uğradıktan sonra hakkını alan kimseye gelince, işte onların aleyhinde ceza vermek için herhangi bir yol yoktur.

42- Yol ancak insanlara zulmedenler ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenler aleyhinedir. İşte onlar için acı bir azap vardır.

43- Her kim de sabreder ve kusuru bağışlarsa, işte bu elbette azmedilecek işlerdendir.

30- Başınıza ne musibet geldiyse kendi ellerinizin kazanması sebebiyledir. Bu hitap ve sesleniş günahkârlaradır. Çünkü sabır ile sevaba veya yüksek derecelere ulaştırılmak gibi diğer birtakım sebeplerle günahkâr olmayanların başlarına gelen musibetler de yok değildir. "Andolsun sizi biraz korku, biraz açlık biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenlere müjdele." (Bakara, 2/155) Halbuki birçoğundan affediyor da dünyada hesaba çekmiyor. Çünkü "Eğer Allah insanları zulümleri yüzünden hesaba çekecek olsaydı yer üstünde hiçbir canlı mahluk bırakmazdı." (Nahl, 16/61)

31- Ve siz yeryüzünde Allah'ı aciz bırakacak değilsiniz. Yani siz ne olsanız bu yeryüzündesiniz ve her ne yaparsanız ne kuvvetler kazansanız başınıza gelmesi takdir edilmiş olan musibetlerden yakanızı kurtaramazsınız. Ve sizin için Allah'tan başka ne direkt olarak kurtaracak bir velî, bir koruyucu vardır, ne de yardım edip onu savuşturacak bir yardımcı. Onun için Allah'a sığınıp O'nun emirlerine, kanunlarına göre görev yapmaktan başka şekilde korunmanın çaresi yoktur.

32-*} Ve O'nun âyetlerindendir denizde akan dağlar gibi ğemiler, sizin de yeryüzünde haliniz o gemidekilerin hali gibidir.

33-Allah dilerse o rüzgarı yani o gemileri hareket ettiren, hareket sağlayan gücü durduruverir, o zaman o gemiler denizin sırtı üstünde durakalırlar. şüphe yok ki bunda, gemilerin denizin sırtı üzerinde duraklamasında çok sabırlı, çok şükreden her kimse için birçok âyetler vardır ki insanların acizliğini ve gerçekte Allah'tan başka ne bir velî, ne de bir yardımcı olmadığını ispat eder. Fakat sabrı olmayanlar bu gemilere binip de bu olayları müşahade ve üzerinde düşünmeye çalışamazlar, şükrü olmayanlar da bu gözlem ve tefekkür nimetinin değerini bilip de neticelerini ortaya çıkaramazlar onun için demişlerdir ki imanın yarısı sabır, yarısı şükürdür.

34- Yahut da içindekilerin kazandıkları günahları sebebiyle veya mallarıyla birlikte o gemileri telef eder, rüzgarı durdurmaz fakat şiddetli fırtına vererek batırır, parçalar. Bununla birlikte birçoğundan da affeder, bağışlar, batırmadan kurtarır.

35- Hem bunları bir de şunun için yapar ki âyetlerimiz hakkında mücadele edenler bilsin anlasınlar kendilerine kaçamak, kurtuluş yoktur. Kurtuluş, ancak Allah'ın âyetlerini kabul ederek onların gösterdikleri çerçevede çalışmakladır.

36-Ey Allah'ın âyetleri hakkında mücadele eden kâfirler bütün bunlardan anlaşılır ki şimdi size verilmiş bulunan şeyler her ne olursa olsun hep dünya hayatının geçici metaıdır, geçimidir. Allah yanındaki ise hem daha hayırlı hem daha kalıcıdır. Hem şer karışığı olmaksızın katıksız hayır ve menfaattir, hem de devamlıdır, ebedidir. Fakat o kimseler için ki iman etmişlerdir ve yalnız Rablerine tevekkül ederler. Ancak O'na işlerini bırakırlar ve O'nun kudretine, vaadlerine ve tehditlerine güvenerek emri dairesinde görevlerini yaparlar ve her vesile ile rızasını ararlar. Hz. Ali'den rivayet olunur ki Hz. Ebu Bekir malının hepsini tasadduk etmiş, birtakım kimseler onu kınamışlardır. Bu âyet o sebeple nazil oldu. İman ve güven, gerek bir kişinin ve gerek bir topluluğunun ruhunda dinin, başarının temeli olan iki temel özelliktir. Bu iki özelliğin bazı dışa vuran görüntülerini açıklayan aşağıdaki özellikler de bir millet için ne güzel düsturlardır.

37- Ve onlar ki günahın "Kebâir"ine ve "Fevâhiş"e uzak dururlar.

KEBÂİR: Üzerine tehdit gerçekleşen veya haddi (şer'î cezayı) gerektiren yahut açıkça yasaklanmış olan günahlar.

FEVÂHİŞ de onların içinde özellikle çirkinliği açık ve aşırı olan günahlardır. Ne zaman da gazaplanırlarsa onlar bağışlarlar. Suçu onlar örterler, kusuru bağışlarlar. Burada "onlar" zamiri "kasr" (ancak, sadece, yalnız) anlamı ifade eder. Bu "kasr"ın da yönü, sebebi şudur: Gazab (kızgınlık) halinde kusur ve günah bağışlayabilmek gayet nadir olan yüksek bir ahlaktır. Bu sebeple şöyle denilmiş oluyor ki, işte kızgınlık halinde kusur örtmek, kızgınlığı yutmak gibi büyük özellik ancak onlara yakışır ve onlar ona lâyıktırlar. "Öfkelerini yutanlar, insanlar(ın kusurların)dan af ile, geçenlerdir." (Âl-i İmran, 3/134) övgüsüne layıktırlar.

38- Ve onlar ki Rableri için davete uymakta ve namazı dürüst kılmaktadırlar. Allah iman ve itaat için Peygamber tarafından yapılan davete Ashab-ı Kiram'ın bey'atları ve uymaları gibi bey'at ve dinin direği olan namazı kılmakla cemaat ve toplumu sağlam tutanların İşleri de aralarında Şûrâ'dır. İşleri, buyrukları zorbalıkla değil, aralarında danışıkla, görüşlerine başvurma iledir. Kendi işlerine kendileri sahiptir, başkalarının elinde esir değil, aralarında dayanışmasız, toplumsuz, darmadağınık ayrı da değil, toplanıp sözü bir etmesini bilirler. Birbirlerinin görüşlerine başvurmalarının şekli de görüş ileri sürmek yeteneği olan, toplumun görüşlerini temsil edebilecek ictihad sahibi "hall ü akd" erbabının (meseleleri düşünüp çözüme bağlayacak kimselerin) toplanıp müzakere etmesiyledir. Resulullah (s.a.v.) "İş hususunda onlarla müşavere et." (Âl-i İmran, 3/159) âyetinin mânâsı uyarınca, savaşla ilgili meselelerde müşavere ederdi. Ondan sonra da ashab gerek onda gerek hükümlere dair meselelerde müşavere ettiler. Hz. Peygamber'in vefatı üzerine halife seçimi, ehli riddetle (dinden dönenlerle) savaş, dedenin mirastan pay alması, şarap içenlere vurulacak "had cezasının" sayısı ve Irak'ta fetholunan arazilerin ahkamı vs. gibi meseleler hep bu kabildendir. Şüphe yok ki hükümlere dair müşavere, hakkında kesinlik ifade eden bir nass bilinmeyip az çok ictihada elverişli olan veya tatbikatı çalışmaya bağlı hususlardadır. Şûra müzakereleri (görüşmeleri) icmâ meselelerinin aslını teşkil eder. İslâm tarihinde ve fıkıh usulünde (metodoloji) malesef bu "Şûrâ" düsturu sahabe devrinden sonra Kur'ân'ın verdiği bu önem ile uyumlu bir biçimde geliştirilememiştir. Şûrâ aslında "Fütyâ" gibi "büşra" ölçüsünde masdar olup "teşavür" yani birbirinin görüşünü almak demektir. Kelimenin aslı arıdan bal almak mânâsı ile ilgilidir. "Zû şûrâ" (Şûra sahibi) mânâsına da gelir. Nitekim bu mânâ ile şûra heyetine de denilir. Ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak da ederler. Belli ki bu infak şûrâ ile verilen kararın yerine getirilmesi için gereken masrafı temin mânâsını anlatmaktadır.

39-O münasebetle bu da gereğine göre şûrâ ile halledilmesi gerekir. Şu âyet de bunu hissettirir: Ve onlar ki kendilerine "bağy" isabet ettiği, yani haklarına saldırı olduğu zaman yine kendileri yardımlaşır, öclerini alırlar. Haklarını savunur, haksızlığa boyun eğmez, zilletten hoşlanmaz, azgınlık ve saldırıda bulunanın cezasını verirler, aşırı gitmeyerek adaletle öclerini alırlar. Bunun için başka bir milletin himayesine sığınmazlar, kendi toplum ve milletlerinin bağımsızlığı, izzet ve yardımı, birliği ile zalim ve azgının hakkından gelirler. Görülüyor ki burada bağy "onlar" zamiri ile çoğula gönderilmiştir. Bu ise bağyin herkesle ilgili olduğunu ifade eder. Bundan dolayı bazıları bunu yalnız dışardan gelen saldırıya özel zannetmişler de bir müşrik bir müslümana saldırdığı takdirde intikamını alanın övgüsüyle tefsir etmişlerdir. Fakat gerek Allah hakkı olsun, gerek kul hakkı olsun mutlak hakkın korunması Allah hakkı, yani Hukuk-i amme (kamu hakkı)den olduğu ve dolayısıyla her mümin kişinin haklarının toplumun taahhüdü altında bulunması açısından ona karşı saldırı âmmenin (toplumun) hakkına saldırı demek olduğundan gerek dıştan ve gerek içten genel ve özel olarak yapılan saldırının savuşturulması ve cezanın verilmesi toplumun görevi yani en azından farz-ı kifayedir. İçten olanlarda mahkemelerin adaletini temin, dıştan olanda da siyasi tedbirlerle bu yardımın yapılması ve yapılabilmesi bir milletin yüksekliğini ve yaşama hakkını gösteren en yüce faziletlerdendir. Onun için diğer tefsir bilginleri demişlerdir ki: "İleri giden her azgına karşı öc alma övülmüştür." İbnü Cerir et-Taberî tefsirinde der ki: "Bu ikinci görüş doğruya daha yakındır. Çünkü Cenab-ı Allah, bir mânâyı tahsis buyurmamış, azgınlık edenden hakkı ile öcünü alan her galibi övmüştür. Buna karşı birisi şöyle diyebilir: İntikamda övülecek ne var? Denilir ki zalime hak ettiği ve layık olduğu cezayı vermekte onu hak yoluna doğrultmak, bunda ise en büyük övgü vardır."

Kısacası bu sıfat yukarda "Bana aranızda adalet yapmam emrolundu." (Şûra, 42/15) diye beyan buyurulan adalet emrinin tatbiki açısından son derece önemli olan yüksek bir ahlakın, kuvvetli bir toplumsal ruhun ortaya çıkmasını ifade etmektedir ki bunu karşıtı olan "Onlar gazablandıkları zaman bağışlarlar." (Şûra, 42/37) nitelemesi ile birlikte düşünmek, gerek kasırların (yalnız, ancak, sadece ifadelerinin) mânâsını düşünmek ve gerek önemini takdir etmek için daha faydalı olur. Yani af da ederler, intikam da alırlar. Fakat her ikisini de kendi bağımsızlıklarıyla yaparlar, ne bağışlamalarında ne intikamlarında başka bir millet ve cemaatin etkisine mahkum olmazlar.

40-Böyle galibiyet ve intikamın niçin ve nasıl meşru olduğu ve güzel görüldüğüne gelince kötülüğün cezası da aynı dengi bir kötülüktür. Bu düstur (prensip) Fıkıh'ta Ukubât (cezalar) ahkamına büyük bir temel olan ve genel olarak ceza kanunlarına esas alınması gereken genel bir kanundur. Yani azgınlık zulümdür, kötülüktür, kötülüğe meydan vermeyip ceza vermek de güzel bir iştir. Fakat bunun güzel olması iki şarta bağlıdır. Birincisi: Suça, ceza olabilmesi için onun gibi bir "seyyie" (kötülük) yani suçlunun hoşuna gitmeyecek bir fiil olmalıdır. Yoksa o bir ceza değil, cürüm ve zulme teşvik olur, yerine düşmeyen güzellik ise çirkin olur. İkincisi; ceza suçun dengi ve ona eşit olmalıdır, yoksa adalet olmaz. Bu mânâ adalet kelimesinin kavramında da dahildir. Onun için azgınlığa karşı öc alınırken haddini aşıp da tecavüz etmemelidir. Her kim de affedip ıslah ederse, kendine kötülük eden kimsenin suçunu affedip onunla arasındaki düşmanlık halini düzeltirse Onun da ecri Allah'a aittir. Allah'ın nezdindedir. Yani Allah ona çok büyük ecir ihsan eder. Burada "Kim bağışlarsa" diye bağışlamanın tekil kipi ile getirilmesi bunun kamu hakkı olan meselelerde değil, şahsî haklarda cereyan edeceğine dair bir uyarı gibidir. Muhakkak ki o (Allah), zulmedenleri sevmez. Yani gerek doğrudan doğruya zulmedenlerin, gerekse cezada ileri gitmek suretiyle zulmedenlerin hiçbirini sevmez. Cezada misil ve eşitliğe uyma zor olan meselelerde zulüm ihtimali fazla olacağı için cezalandırmaya gücü yettiği halde bağışlayarak ıslah yapan kimselere Allah büyük sevap verir.

41- Zulüm olunduktan sonra öcünü alan kimseler var ya, elbette öyleler üzerine yol yoktur. Bağışlama daha uygun olmakla birlikte bağışlamayıp da misli ile aynen karşılık veren kimselere karış ceza için bir yol yoktur.

42- Zulüm olunduktan sonra öcünü alan kimseler var ya, elbette öyleler üzerine yol yoktur. Bağışlama daha uygun olmakla birlikte bağışlamayıp da misli ile aynen karşılık veren kimselere karış ceza için bir yol yoktur.

43- O yol ancak zulmedenlere, doğrudan doğruya zulmeden veya karşılık vermede ileri giden, cezada haddi aşanlara ve yeryüzünde haksızlıkla azgınlık edenlere, tekebbür ve tecebbür yapanlara (kibirlenip azgınlık edenlere)dır. İşte onlar, öyle haksız yere zulüm ve azgınlık ile nitelenenler için de elemli bir azap vardır.

44-52- Çünkü O, her şeyi bilir ve O'nun her şeye gücü yeter. Onun için her ne yaparsa hikmet ile (yerli yerinde) isteyerek, bile bile yapar ve her ne isterse yapar. Bununla birlikte hiçbir beşer için mümkün değildir ki Allah ona -şu üç şekilden- başka türlü söz söylesin. Ancak vahy halinde, doğrudan doğruya vahyederek, gayet hızlı ve gizli bir işaret halinde anlatarak ve birden bire kalbe bırakıp ilham suretiyle ki sözün sırf ruhanî olarak vasıtasız içe doğması ve alınmasıdır. Şiddet ve zayıflık ile çeşitli mertebelerde gelebilir. Hem peygamberlere hem de Hz. Musa'nın annesine olduğu gibi diğer insanlara dahi gerek yakaza (uyanıklık) halinde ve gerek uykuda olur. Gıyabdan da olur, rü'yet (görme) halinde de nitekim İsra gecesi Resulullah'a öyle olmuştu, onun için bunun karşılığında buyuruluyor ki: Veya perde arkasından söylemekle ki bazı cisimlerde ve kulaklarda kelam, söz yaratıp işittirir de, işiten kimin söylediğini görmez. Nitekim Hz. Musa'ya böyle olmuştu. Bu doğrudan doğruya kalbe değil, kulaktaki işitme gücüne söylenmiş olduğundan perde arkasından olmuş oluyor. Resulullah (s.a.v.); "Bazan bana çan sesi gibi gelir." dediği kısmın da bu kabilden sayılması gerekir. Veya bir resul yani tebliğ aracı bir melek gönderip, mübelliğ (tebliğci) olduğunu tanıttırıp da izniyle, başarılı kılması ve yardımı ile dilediğini vahyettirmek suretiyle ki peygamberlere çoğu zamanlarda vaki olan böyle vahyetmedir. "dilediğini" buyurulmasından da anlaşılacağı üzere vahyetme ile meleğin vahyi gerek kalbe doğdurulma ve gerek sesle veya sessiz söz ile olabileceği gibi meleğin gelişi dahi cismanî bir biçimde şekillenip şekillenmemekten daha geneldir ve daha geniştir. Meleğin kuvvet ve mertebesinin de ayrıca özel bir önemi vardır. Mesela Cebrail ile olan vahyin ifade ettiği zorunlu bilgi hepsinden yüksek olur. Sonra peygamberler vasıtasıyla diğer insanlara olan tebliğler ve telkinler de bu kısma dahildir, resul göndermektir. Bu kısımda Resul tebliğe vasıta olurken aynı zamanda gönderen ile kendilerine gönderilenler arasında bir şahit demek olması bakımından bu çeşit vahyin, bilgi ifade etmesinde diğerlerinden fazla bir pekiştiricilik var demektir. Peygamberlere çoğunlukla bu şekilde vahiy gelmesi de bundan olsa gerektir. Vahiy hakkında yukarılarda bazı sözler geçmişti. Bu âyet, mümkün olan bütün çeşitlerini özetlediği için, vahiy kelimesinin sözlükteki mânâsına bir daha göz atalım: Alûsî'nin kaydettiği üzere İmam Ebu Abdullah Teymî el-Isbahânî demiştir ki: "Vahyin aslı anlatmaktır. Kendisiyle bir şey anlatılabilen, mesela ilham, işaret yazı hep birer vahiydir." Ragıb da Müfredat'ında der ki: Vahyin aslı hızlı işarettir. Vahiy, sürati de kapsadığı için denilir. Çok çabuk emir demektir, bu bazen işaret, simge ve sözle dokundurma yollu konuşmakla olur. Bazen kelime ve cümle olmaksızın ses ile de olur. Nitekim "Onlara 'sabah akşam tesbihte bulunun' diye işaret etti." (Meryem, 19/11) âyeti o mânâya yorumlanmıştır. Remiz denilmiştir, itibar denilmiş, yazı denilmiştir. "Şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına mutlaka telkinlerde bulunurlar." (En'am, 6/121), "Onlardan kimi kimine, aldatmak için yaldızla birtakım söz telkin eder." (En'am, 6/112) âyetinde bu çeşitler üzere "O sinsi şeytanın şerrinden." (Nâs, 114/4) ifadesi ile işaret olunan "vesvese" tarzındadır. Bir de özellikle Allah Teâlâ'nın peygamber ve velilerine verilen ilâhî kelimeye "vahy" denilir, bu da "Hiçbir beşer için mümkün değildir ki Allah ona başka suretle kelam söylesin, ancak vahiy ile..." (Şûra, 42/51) âyetiyle beyan buyurulduğu üzere birkaç türlüdür. Ya müşahede olunan bir elçi ile olur ki zatı görülür, kelamı işitilir, Cebrail (a.s.)'in belirli bir suretle peygambere tebliği gibi, veya görülmeksizin kelamını işitmekle olur. Musa (a.s.)'nın Allah'ın kelamını işitmesi gibi. Yahut da kalbe doğdurulmak suretiyle olur. Resulullah (s.a.v.)'ın "Ruhu'l-Kudüs, kalbime üfledi." buyurduğu gibi, veya ilham ile olur. "Musa'nın anasına 'onu emzir' diye vahyettik." (Kasas, 28/7) gibi veya teshir (emre âmade kılma) ile olur. "Rabbin bal arısına, dağlardan, ağaçlardan ve çardaklardan evler edin, sonra meyvelerin herbirinden ye de... diye ilham etti." (Nahl, 16/68) âyetinde olduğu gibi, veya rüyada olur. Nitekim Resulullah buyurmuştur ki "Vahiy kesildi, mübeşşirat (müjdeleyen ilhamlar) kaldı, o da müminin rüyasıdır." İlham, teshir, rüya bu üçüne "ancak vahiy halinde" ifadesi işaret ediyor. Sözü işitmeye "Yahut perde arkasından" sözü delalet ediyor. Cebrail'in tebliğine de "Yahut da tebliğ vasıtası melek gönderip" ifadesi işaret ediyor.

Lügate göre vahiy, sülasi (üç harfli) fiilden gelir ise de, Kur'ân'da hep "if'al" ölçüsünde (dört harfli) gelmiştir. İf'al babından "iyha" kelimesi, sülasisi (üç harflisi) gibi vahyetmek, vahiy vermek mânâsına gelmekle birlikte müteaddî (geçişli) olarak vahyettirmek göndermek mânâsına dahi gelir. Burada vahyin çeşitlerini birbirinden ayırmak için doğrudan doğruya olan öncekine "vahiy", elçi aracılığı ile olan üçüncüye "iyha" denilmiştir. Kısacası yüce Allah hiçbir peygambere, ne Musa'ya ne de diğerlerine bu üç çeşitten başka bir şekilde kelam söylememiştir ve hiçbir insanoğluna başka türlü söylemez. İnsanın insanla konuşması gibi karşı karşıya ve apaçık belirli bir şekilde konuşmaz. Çünkü O çok ulu, çok yücedir. Onun için insanoğlu O'nun yüksekliğine yetişip de kadîm (ezelî) olan kelamını olduğu gibi almaya dayanamaz. Fakat hüküm ve hikmet sahibidir. Onun için hikmetine göre "vahiy" veya "iyha" ile söyler. Bu âyetin tefsirinde Şeyh Abdulvehhab Şa'ranî'nin kayda değer bazı ifadeleri vardır; Alûsî, bunları şöyle nakleder: "Şunu bil ki, Hakk'ın kelamını işitmekten men eden (buna engel olan) ancak insanlıktır. Kul ondan (insanlık seviyesinden) yükseldiği zaman ona yüce Allah vücudsuz ruhlara söylediği gibi söyler. İnsanlığa "Beşer" denilmesi de ruhun derecesine ermekten alıkoyan işlere bulaşması dolayısıyladır. Eremeyince de yüce Allah ona eşyada söyler ve onlarda tecelli eder. Peygamberler gibi ona erenler ise öyle değildir. Onun için onların dışındakilere Hak Teâlâ perde olan vücutları içinde tecelli eyler. Eğer yüce Allah'ın kuluna hidayeti (yol göstermesi) olmasa idi onun Rabbi olduğunu tanıyamazdı. Şunu da bil ki yüce Allah'ın kendisinin başkasına söylemesine yahut kendisinin başkasına işittirmesine insan gerçekten dayanamaz, o halde kuluna işittirmek üzere seslendiği zaman onun bütün güçlerinin olması gerekir.(2) Çünkü münacat sırasında yüce Allah onun bütün kuvvetleri olmaksızın hâdisin (sonradan olan ezeli olmayan) bir varlığın Kelam-ı kadimi (ezelî kelamı) işitmeye güç yetirebilmesi mümkün değildir. Onun için Musa (a.s.) düştü, bayıldı, çünkü o makama layık olan tecelliyi kabul edecek yeteneği yoktu. Fakat Peygamberimiz (s.a.v.) sebat etti. Hakk'ın kuluna kulağı, gözü ve bütün kuvveti olduğu o muhabbet derecesi dağda bulunmadığı için "Cebel" (dağ) dahi hitabı işitmeye dayanamadı da hurdahaş oluverdi. Şunu da bil ki yüce Allah'ın yaratıklarla konuşması ebediyyen devam etmektedir. Şu kadar ki insanlardan kimisi onun hadîs (konuşma) olduğunu bilir, Hz. Ömer (r.a.) ve ona varis olan evliya gibi, kimisi de onu tanımaz da bana şöyle zuhur etti der durur ve onun kendisine Hak Teâlâ'nın bir sözü olduğunu bilemez."

Şeyhimiz der ki: Hz. Ömer mutlak olarak duyanlardan idi ki Allah Teâlâ onlara her şeyde söyler, fakat söylemenin lakabları vardır: Eğer onunla yüce Allah'a cevap veriyorlarsa ona "Hadis" denir ve eğer birbirlerine cevap veriyorlarsa buna "muhadese", "muhavere" (karşılıklı konuşma) denilir ve eğer yüce Allah'ın sözünü dinliyorlarsa o kendileri hakkında "Hadis" değil, bir "hitab" veya "kelam"dır. Teheccüd namazını kılanlar hakkında Onlar müsamere ehlidir, diye bir rivayet etmiştir. Demek oldu ki vahiy, yüce Allah'ın özel kullarının kalplerine "hadis" tarzında vermiş olduğudur ki ondan onlar için herhangi bir durum hakkında bilgi meydana gelir. Eğer böyle olmazsa ne vahiy ne hitap olmaz. Çünkü insanların katındaki zorunlu bilgiler gibi bazı insanlar kalplerinde bir işe dair bir bilgi duyabilirler ve bu sahih bir bilgidir. Fakat hitapdan doğmuş bir bilgi değildir. Sözümüz ise vahiy denilen ilâhî hitap hakkındadır. Çünkü yüce Allah vahyin bu çeşidini kendisine gelen kimsenin bir bilgi elde edebileceği bir kelam yapmıştır. Şunu da bilmeli ki evliyanın kalplerine ilham vahyinden inebilen ancak meleklere mahsus ruhlardan uzanan bazı ince sırlardır, yoksa bizzat melekler değildir. Çünkü melek peygamberlerden başkasına asla vahiy ile inmez ve kesinlikle ilâhî bir emir ile emretmez. Çünkü şeriat tebliğ edilmiş yerine oturmuş, yalnız mübeşşirat (birtakım müjdeler) vahyi kalmıştır ki bu, vahyin en genelidir. Yüce Allah'tan kula olur, vasıtasız da olur vasıta ile de olur, vasıta peygamberliğe aittir. Vasıtalı vahiyde meleğin aracılık etmesi kaçınılmaz, gerekli olur. Fakat melek vahiy indirme halinde görünmez. Halbuki peygamberlerde öyle değildir. Çünkü onlar meleği söylerken görürler. Velî ise meleği ancak vahiy indirme halinin dışında müşahede edebilir ve görebilirler. Kelamını işitirse göremez, görürse melek söylemez. Demek ki arifler kendilerinden önce geçmiş olan peygamberlik payelerine eremezler, bununla birlikte haklarında "mübaşşirat" bakidir. Ancak onda da insanlar bir değil, birbirlerinden farklı farklıdır. Kimisi vasıta beşaretinden ileri geçemez, kimisi de yükselir. Fertler gibi onlar için vasıtaların yükselmesi ile mübeşşirat vardır. Bununla birlikte peygamberlik yine yoktur. Onun için ahkâmda inkâr olunurlar. Çünkü Hakk'ın kendilerine tanıtımlarından gördükleri ile dış dünyada başlı başına bir şeriat imiş gibi amel etmeleri bakımından peygamberlere benzemek isterler. Fakat o bir şeriat değil, onu beyandır. Dolayısıyla kesilmiş olan vahiy ancak teşri' (hukukî düzenlemeler getiren) vahiydir. Sünnette mücmel olan şeylerin tarifine gelince, bu ümmet için o bakidir ki insanları davet ettikleri konularda basiret üzere bulunsunlar, çünkü o ilâhî bir haberdir. Yüce Allah'ın ilham eylediği kuluna görünmeyen bir melek aracılığı ile ihbardır, haber vermedir. İlham ancak hayır hususunda olur. "Sonra da ona kötülüğü ilham etti." (Şems, 91/8) âyetinde kötülüğün ilhamı, sakınılması mânâsınadır. İlhamın en mükemmeli şeriata uymak ve ilâhî kitaplara bakmak ve onun sınırları içinde durmak ve emirlerini tutmak hususlarının ilham olunmasıdır, ta ki tabiatın pası silinsin de onda âlemin suretleri nakşolunsun, kazınsın. Fakat "Perde gerisinden" ifadesi kalbe değil, kulağa verilen ilâhî hitaptır ki verilen kimse onu kavrar da işittirenin gayesinin ne olduğunu anlar. Bu bazen tecelli biçiminde hasıl olur da o şekilde ona hitap eder. Halbuki o bizzat perdenin kendisidir. Fakat o hitaptan delalet ettiği bilgi anlaşılır ve bilinir ki o bir "hicabdır", konuşan onun gerisindedir. "Veya bir resul, yani tebliğ aracı bir melek gönderir." âyetine gelince: Bu da meleğe indirilen veya insan olan peygamber ile bize getirilen. İkisi de yüce Allah'ın kelamını okuyanlar gibi özellikle naklettikleri zamandır, yoksa kendi nefislerinde buldukları bir bilgiyi nakil ve açıklarlarsa o ilâhî kelam değildir. Velilerden kimisi her insana özel olan vahiy ve vahiy verme halinde yüce Allah'tan terceme verir. Bunda söylenen veya yazılan harflerin biçimleri, terceme edenin; o biçimlerin ruhu ise Allah'ın kelamı olur. Bazı kere de veli: "Kalbim bana Rabbimden şöyle konuştu." der ki özel biçimde demek ister. Bunları öğren ve iyi düşün.

Şa'ranî (k.s.) bu son hatırlatma ile "Peygamberlerden başkasının ilhamı umum için bilgi sebeplerinden değildir." diye akaid ve usulde bilginler arasında bilinen esasa uyarı yapmış oluyor. Şundan da gaflet edilmemek gerekiyor ki vahiy sırf sübjektif olan mücerred bir duygu (vicdan) olayı olarak da kalmıyor, haktan haber alan bir deneme, nefsin ötesinde meydana gelen, duyuran bir ilm-i yakîn ve hatta ayn-ı yakîn olma özelliği taşıyor. Bunda göze, kulağa, kalbe ait üç özellik vardır. İhtimal ki "ayn sîn kâf" buna işarettir. Bu şekilde sûrenin başında"İşte vahiy veriyor sana, senden öncekilere de." (Şûra, 42/3) buyurulduğu gibi burada da buyuruluyor ki: Ve işte böyle, bu zikrolunan üç çeşit vahiy ile veya sûrenin başında geçtiği üzere önceki peygamberlere vahyedildiği gibi bu üç tarz ile Sana emrimizden bir ruh vahyettik. Yani ilim, irade prensibi gibi bir manevî hayat prensibi olan Kur'ân'ı vahyettik, diğer bir mânâ ile ruh-u emîn olan Cebrail'i vahiy ile gönderdik. Yoksa Sen, ne kitap nedir bilirdin, ne de iman. Kitap sahibi olmak şöyle dursun, kitabın nasıl bir şey olduğunu bile bilmezdin ve sırf kendi dirayetinle iman etmenin gerekliliğini, rükünlerini ve şartlarını kitapta olduğu gibi bilemezdin. Çünkü imanın şartları arasında yalnız akıl yeterli olmayıp vahiy ile alınması gerekli olan noktalar vardır. Hatta şeriat gelmeden Tevhid bilinse de imanın vacip oluşu yani mükellef tutulma ve görev, aklın değil, şeriatın gereğine tabi olduğundan vahiysiz bilinemezdi. Kitabın ne olduğunu bilmeyen bir kimsenin diğer bir şeriat ile ibadeti olabilirse de bilgisi ve taklitsiz kesin bilgisi olamaz.

52- "Onların içinde ümmîler de var ki Kitab'ı bilemezler. Bildikleri bir sürü kuruntu ve yalandan başkası değildir. Onlar başka değil yalnız zanda kalmış bulunuyorlar." (Bakara, 2/78) ifadesince bir zan ve taklidden ibaret olur. Fakat biz onu, -o sana vahy ettiğimiz ruhu- bir nur kıldık. Bir nur ki onunla kullarımızdan dilediğimiz kimselere doğru yolu göstereceğiz, onları murada erdireceğiz. Ve emin ol ki sen herhalde bir doğru yola kılavuzluk ediyorsun. Yani Allah'ın yoluna, eğri ve dolambaçlı yollara değil, doğrudan doğruya Allah'tan gelen ve Allah'a götüren yola.

53-Bu yolun, bu gayenin şanındaki büyüklüğü tescil ve her murada ermek için istiklal ve istikametinin yönünü anlatmak ve onu görmenin gerekliliğini pekiştirme noktasında son söz olarak şu vasıf getirilmiştir: O Allah ki Göklerde ne var, yerde ne varsa hep O'nundur. Her yönü ile O'nundur, O'nun mülküdür. Bütün tasarruf hakkı O'nun, hüküm O'nundur. Onun için her ne istenecekse O'ndan istenilmesi ve O'nun iradesi, şeriatı ve kanunu dairesinde istenilmesi en doğru yoldur. Bazı şeylerin O'ndan beride bazı kimselerin, kişilerin veya toplumların emir ve iradeleri altında olmasına gelince, iyi bil ki bütün işler döne dolaşa nihayet yalnız Allah'a varır. O geçici tasarruflar ortadan kalkar ve bütün hüküm Allah'a ait olur. Onun için başka yola giden, başkalarına tapanlar sonunda şaşkın ve perişan olurlar. Allah yolunu tutanlar ise sonunda her murada erer, bağışlanmaya ve yüce Allah'ın hoşnutluğuna kavuşurlar.

Şûra Sûresi burada son buldu. 30 Receb 1354. Şimdi aynı ruhu Zuhruf Sûresi takip edecektir. "Allah'ım! Bizi doğru yoluna ulaştırdığın kimselerden kıl."






KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)


43-ZUHRUF:

1-3- O apaçık kitap hakkı için. "Hâ-mîm"de yemin mânâsı bulunduğuna göre (vav) atıf vavı olmadığına göre yemin içindir, o açık kitap, Allah yolunu apaçık gösterir bir nur olan o parlak kitap, yani Kur'an. Kur'ân'ın şanını beyan ederken yine Kur'ân'a "beyan" vasfı ile yemin edilmesi onun kendini tanıttırmak için başka delile muhtaç olmayıp bizzat "beyyin" (açıklayıcı) olan bir nur olduğunu ifade içindir. Aynı zamanda ona yemin edilmesi hakkına tazim emrini gerektirdiğinden meâlde bu lazım mânâyı gösterdik.

4- Kitabın aslı, ana kitap, yani Levh-i mahfuz yahut onun da aslı olan Allah'ın ilmi, herhalde çok yüksek, indirilmiş olan kitapların hepsinden yüksek, çok hikmetli veya çok hakim veya çok muhkem (sağlam).

5- ya şimdi sizden o zikri yana mı atacağız? Müsrif bir kavim olduğunuz için? Yani inkârda, haksızlıkta ısrarlı, cinayette iler gitmeyi âdet etmiş müşrikler olduğunuz için Peygamber'e bir zararınız dokunur diye çekinip de size nasihat ve ihtarda bulunmaktan, bir hatırlatma olan o kitabı indirmekten vaz geçeceğiz, halinize bırakıvereceğiz mi zannediyorsunuz?

6- Oysa öncekilerde yani sizden daha müsrif, daha sert olan önceki kavimler içinde biz ne kadar Peygamberler gönderdik.

7-8- "Kendilerine (peygamber) geldiğinde..." ifadesi, öncekilerin de israfını beyandır. Nihayet gönderdik de öyle eğlenerek inkar ettikleri için netice olarak yumruğu onlardan, yani o müsrif kavimden daha güçlü olanları helak ettik. Burada "onlardan" zamiri, önceki geçenler yerine değil, muhatab olan kavim yerine kullanılmıştır. Onun için buna göre "sizden" denilmesi gerekirdi. Fakat bunda Peygamber'e de bir işaret ihtimalinden dolayı "hitab"dan (ikinci şahıstan) "gıyab"a, (üçüncü şahısa) geçilerek ifade, iltifat biçiminde yalnız Peygamber'e yöneltilmiştir ve bu şekilde ona özel bir değer vermekle teselli yapılmıştır. Nasıl helak edildi denilirse ve öncekilerin "mesel"i geçti. Nasıl helak edildiklerine dair "mesel" haline gelmiş, akıllara hayret verecek kıssaları Kur'ân'da geçti.

9-Yukarılarda zikrolundu, ey Muhammed! "Onlara gökleri ve yeri kim yarattı? diye soracak olsan, elbette onları çok güçlü ve her şeyi bilen Allah yarattı derler." Yani Allah'ın yarattığını itiraf ederler, bu ise O'nun gücünü, ilmini ve daha zikrolunan diğer niteliklerini gerektirir.

10- "O, sizin için yaptı..." Bu nitelemeler Yüce Allah tarafından açıklamadır.

11-Böyle olduğuna karine olmak üzere "gıyab"dan (üçüncü tekil şahıs) "tekellüm"e (birinci çoğul şahsa) geçilerek şöyle buyuruluyor: Onunla ölü bir beldeye yeniden hayat verdik ve işte siz de böyle çıkarılacaksınız. Bir ruh olan bu Kur'an ile siz de yepyeni bir hayata çıkarılacaksınız. Veya kabirlerden çıkarılacaksınız. Bunu yapan güç ve kudret bunu da yapar.

12- "Ve O, bütün çiftleri yarattı." Burada "ezvac" eşyanın çeşitleri ve sınıfları veya genel olarak birbirine karşılık olanlarla tefsir edilmiştir. Râzî'nin naklettiği üzere bazı tahkikçi bilginler demişlerdir ki, Allah'tan başka ne varsa hep çifttir. Yalnız Hak Teâlâ zıt ve misilden menezzeh olarak tektir. Şu da hatıra gelir ki, herşey, bir zihnî sureti, bir de dış dünya sureti olmak itibariyle çifttir. Yalnız yüce Allah zihnî suret ile sınırlanamaz. Onun kendisini bilmesi de özel biçimle değil, huzurîdir. O herşey değil "leyse kemislihi şey" (benzeri yok) olarak birdir.

13- "Bunları bizim hizmetimize veren Allah'ı tesbih ederiz, yoksa bizim bunlara gücümüz yetmezdi" diyesiniz." Rivayet olunur ki, Resul-i Ekrem (s.a.v) ayağını üzengiye koyduğu zaman "Bismillah" der, hayvanın üzerine doğrulduğunda "Her halükârda Allah'a hamd olsun. Tenzih ederim o Allah'ı ki, bunu bize müsahhar kılmış, yoksa biz bunu yanaştıramazdık ve her halde biz dönüp dolaşıp Rabbımıza varacağız." (Zuhruf 43-14) der ve üç tekbir alır, üç de tehlil (La ilahe illallah). Yine rivayet olunmuştur ki, Resulullah (s.a.v) yolculuğa çıkacağı zaman binitine bindiğinde üç tekbir alır, sonra "Bunu bize musahhar kılanı tesbih ederim." der sonra da şöyle dua ederdi: "Allah'ım! Ben bu yolculuğumda senden iyilik, takva ve hoşnut olacağın bir amel istiyorum. Allah'ım! Bu yolculuğu bize kolay kıl, yerin uzaklığını bize yakın kıl. Allah'ım! Yolculukta sahip, ailem hakkında vekil sensin. Allah'ım! Yolculuğumuzda bizimle beraber ol. Ailemiz içinde bizim vekilimiz ol."Sonra da ailesine döndüğü zaman "Biz, Rabbimize tevbe ve hamd ederek dönüyoruz." derdi.

14- Ve herhalde biz Rabbımıza döneceğiz. Bütün dönüşlerimiz, dönüp dolaşmamız O'na doğrudur, nihayet O'na varacağız. Bu âyet de mânâsı üzere İslâm'ın en büyük gayesini, en büyük ruhunu, en büyük tesellisini ifade eder. Bu, burada şu ince mânâya işaret ediyor ki bir binite binen bir kimse yolculuğun bir değişim olduğunu düşünmeli, ondan da asıl büyük yolculuğu Allah'a olan yürümeyi ve gidişi düşünmeli de o düşünceye göre hareket etmeli. Bundan çıkan sonuç ise binmenin sırf meşru bir iş için olmasıdır.

15- Öyle iken tuttular da O'na kullarından bir parça isnad ettiler. Bu âyet, yukarıdaki "Celalim hakkı için sorsan onlara o gökleri ve yeri kim yarattı? Elbette diyecekler: Onları o güçlü ve herşeyi bilen yarattı." (Zuhruf, 43/9) âyeti ile ilgilidir. Allah'ın bütün göklerin ve yeryüzünün yaratıcısı olduğunu ikrar ve itiraf ederlerken çelişkiye bak ki bir de tutarlar Allah'a kullarından bir parça yaparlar. Burada birkaç mânâ vardır. Önce bu, "Hulûl"ü (Allah'ın kulların cesetlerine girdiğini) ibtaldir. Çünkü Hulûliyye Allah'ı kullarından bir cüz yapmış olur. İkincisi "veled" (çocuk) isnad edenleri kınamadır. Çünkü çocuk, babasının parçasından hasıl olduğu için onun parçasıdır. Üçüncüsü müşrikler her mabuda bir hisse vermekle Allah'a kullarının bütünü değil, yalnız bir parçasını tanımış, yalnız bir hisse vermiş oluyorlar. Diğer hisseler diğer taptıklarının sayılmış olur. Çünkü insan apaçık çok nankördür, çünkü inkar ve şirk nankörlüğün en açığıdır. Allah'ın hepsini yaratmış olduğu malum iken sonra dönüp yaratıcıyı yaratılmıştan veya yaratığı yaratıcıdan parça yapmak veya yaratıcının yaratığını tamamen kendinin saymayıp şirk koşmak apaçık küfür ve nankörlüktür.

Meâl-i Şerifi

16- Yoksa O, yarattıklarından kendisine kızlar edindi de erkek çocukları size mi seçti?

17- Onlardan biri Rahman olan Allah'a isnad ettiği kız çocuğu ile müjdelendiği zaman yüzü simsiyah kesilir de öfkesinden yutkunur durur.

18- Yoksa onlar, süs ve zinet içerisinde yetiştirilip de mücadelede erkek gibi kendisini savunmaya açık olmayan kızları mı O'na isnad ediyorlar?

19- Onlar Rahman olan Allah'ın kulları olan melekleri de dişi saydılar. Onlar meleklerin yaratılışını gördüler mi? Onların şahitlikleri yazılacak ve onlar sorguya çekileceklerdir.

20- Onlar: "Eğer Rahman olan, Allah dileseydi, biz o meleklere tapmazdık." dediler. Onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece yalan söylüyorlar.

21- Yoksa biz kendilerine bundan önce bir kitap verdik de onlar, ona mı sarılıyorlar?

22- Hayır, onlar sadece: "Biz babalarımızı bu din üzerinde bulduk, biz de onların izinde gidiyoruz." dediler.

23- Ey Muhammed! Yine böyle biz senden önce de hangi memlekete bir uyarıcı göndermişsek, mutlaka oranın şımarık varlıklı kimseleri: "Biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız." dediler.

24- Gönderilen uyarıcı; "Eğer size babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmişsem de mi bana uymazsınız?" deyince, onlar: "Gerçekten biz sizin tebliğ için gönderildiğiniz şeyi tanımıyoruz." dediler.

25- Biz de onlardan intikam aldık. Bak peygamberleri yalanlayanların sonu nasıl oldu!

16- Ümmet, arkasına düşülecek bir topluluk veya tarikat, millet demektir.

Meâl-i Şerifi

26- Hani İbrahim babasına ve kavmine: "Gerçekten ben sizin taptığınız şeylerden uzağım.

27- Ben ancak beni yaratana taparım. Şüphesiz ki O, beni doğru yola iletecektir." dedi.

28- İbrahim, bu sözü, ardından gelecek olanlara devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki, onlar doğru yola dönsünler.

29- Doğrusu ben bunları da babalarını da kendilerine hak olan kitap ve gerçeği açıklayan bir peygamber gelinceye kadar faydalandırıp geçindirdim.

30- Kendilerine hak geldiği zaman onlar: "Bu bir büyüdür doğrusu biz onu tanımıyoruz." dediler.

31- Yine Onlar: "Bu Kur'an, şu iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?" dediler.

32- Ey Muhammed! Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz taksim ettik. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye biz onların bir kısmını diğerlerinden derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.

33- Eğer insanlar küfre sapan bir ümmet haline gelmeyecek olsalardı, biz O Rahman olan Allah'ı inkâr eden kimselerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerine çıkacakları merdivenler yapardık.

34- Onların evleri için gümüşten kapılar, üzerine yaslanacakları koltuklar yapardık.

35- Daha nice altın ziynetler verirdik. Çünkü bunların bizce hiçbir kıymeti yoktur. Bütün bunlar dünya hayatının geçici menfaatinden başka bir şey değildir. Ahiret ise Rabbin katında takva sahipleri içindir.

17-25- Ümmet, arkasına düşülecek bir topluluk veya tarikat, millet demektir.

26-32- Ve Tevhid kelimesini İbrahim'in arkasında yani neslinde sürekli kalıcı bir kelime kıldı. "İbrahim bunu oğullarına da tavsiye etti, Yakub da." (Bakara, 2/132) Veya Allah o kelimeyi onun neslinde kararlı kıldı. Onun için onun çocukları arasında Allah'ı tevhid eden hiç eksik olmadı ki dönsünler, yani sapıklığa, şirke düşenler tevhide bağlı olanların uyarısı ile o kelimeye dönsünler. Fakat dönmediler. Şunlar, Resulullah (s.a.v)'a çağdaş olanlar, bunların arasında olan Kureyş ne olurdu bu Kur'an iki şehirden büyük bir adama indirilseydi dediler.

KARYETEYN, Mekke ile Taif. Demek ki Kur'ân'ın güzelliğini hissediyorlar da onu Peygamber'e yakıştıramıyorlar, zavallılar büyüklüğü dünya malı, dünya makamı ile sanıyorlar. Mekke'de Velid b. Muğire, Taifte Urve b. Mes'ud es-Sakafî gibi, dünyaca zengin gördükleri kimseleri Peygamber'den büyük sayıyorlar da Kur'ân'ı da onlara layık görüyorlar. Yüce Allah da red ve azarlama ile buyuruyor ki "Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar?"

33- Bütün insanlar bir ümmet oluverecek olmasaydı, yani insanları hep kâfir edecek derecede inkâra teşvik eylemek gerekmeseydi, Rahman'ı inkâr eden kimseler için herhalde yapardık,

34- evlerine gümüşten tavanlar ve üzerlerinde çıkacakları miraçlar: asansörler ve odalarına kapılar, hep gümüşten veya altından ve serirler, kanepe, koltuk, sandalye, ki üzerlerine kurulurlar.

35- Hem de zuhruf, yani altın yaldızlı, nakışlar, ziynetler yapardık. Bunlar ise gerçekte hiçbir şey değil, ancak dünya hayatının aldatıcı metalarıdır, mallarıdır. Oysa Rabbının katında ahiret hayat ve mutluluğu müttakilere mahsustur. Bir gün gelip Allah'a gidileceğini sayarak, inkâr ve günah işlemekten korunup faziletlerle donanmış, bezenmiş olanlarındır. Büyük, işte korunup da o ahireti kazanandır.

Meâl-i Şerifi

36- Her kim Rahman olan Allah'ın zikrinden yüz çevirirse biz ona bir şeytan musallat ederiz. Artık o şeytan onun yakın dostudur.

37- Şüphesiz ki bu şeytanlar onları yoldan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.

38- Nihayet kıyamet günü bize gelince, arkadaşına: "Keşke seninle benim aramda doğu ile batı arasındaki kadar bir uzaklık olsaydı. Sen ne kötü arkadaşmışsın!" der.

39- Onlara: "Bugün pişmanlık duymanız size hiçbir fayda sağlamayacaktır. Çünkü siz zulmettiniz. Şimdi de hepiniz azapta ortaksınız." denir.

40- Ey Muhammed! O halde sağırlara sen mi işittireceksin? Yahut körlere ve apaçık bir sapıklık içinde bulunanlara sen mi doğru yolu göstereceksin?

41- Eğer biz seni onlara azap gelmeden önce alıp götürsek bile onlardan intikam alırız.

42- Yahut da onlara vaad ettiğimiz azabı sana gösteririz. Çünkü bizim onlara azap etmeye gücümüz yeter.

43- Öyleyse sen, sana vahyedilen Kur'an'a sarıl. Şüphesiz ki sen doğru bir yol üzerindesin.

44- Doğrusu o Kur'an, senin için de, kavmin için de bir öğüttür ve siz ondan sorguya çekileceksiniz.

45- Ey Muhammed! Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize de sor, biz Rahman olan Allah'tan başka kendisine ibadet edilecek ilâhlar yapmış mıyız?

36-44- "Kim körlük ederse" AŞÂ, gözde bir çeşit zayıflık ve tavukkarası denilen görmemezlik, bir çeşit körlüktür. Fakat burada maksat öyle körlük edip de görmemezlikten gelmektir. Rahmân'ın zikri, Kur'ân, yani her kim Kur'ân'dan göz yumup görmemezlik eder, onun irşadını dinlemezse ki Kureyş böyle yapmıştı. "Ne olur da şu Kur'ân (iki memleketten bir büyük adama) indirilseydi." (Zuhruf, 43/31) demişlerdi.

45- "Resullerimizden, senden önce gönderdiklerimize sor..." Bundan maksat peygamberlerin icmaı ile Tevhide delil getirmedir. Ki bununla hem o icma haber verilmiş, hem desteklenmesi için araştırılması emredilmiştir. Yani haberin olsun ki peygamberlerin hepsi Allah'tan başka ilah olmadığı hususunda sözbirliği içindedirler. Hiçbirisi müşrikliği, putperestliği kabul etmemiştir. İsterse ümmetlerinin mümin bilginlerinden, eserlerinden ve ruhlarından sor, veya ictihat ile inceleyip delil getir. İbnü Abbas'tan Ata şöyle rivayet etmiştir ki: Resulullah Mescid-i Aksa'ya götürüldüğü zaman yüce Allah bütün peygamberleri diriltti, Cebrail ezan okudu, kamet getirdi. Ya Muhammed, geç öne bunlara namaz kıldır dedi. Resulullah (s.a.v) namazı bitirdikten sonra Cebrail Ya Muhammed dedi, "Senden önce gönderdiklerimize sor, resullerimizden. Biz Rahmân'dan başka ibadet olunacak ilâhlar yapmış mıyız?" (Zuhruf, 43/45) dedi. Resulullah (s.a.v.) da sormam, çünkü şüphe etmiyorum, buyurdu.

Meâl-i Şerifi

46- Andolsun ki, biz Musa'yı mucizelerimizle Firavun'a ve ileri gelen adamlarına gönderdik. Musa: "Ben gerçekten âlemlerin Rabbi olan Allah'ın peygamberiyim." dedi.

47- Musa onlara mucizelerimizi getirince onlar hemen bu mucizelere gülüverdiler.

48- Bizim onlara gösterdiğimiz her bir mucize diğerinden daha büyüktü. Belki doğru yola dönerler diye biz onları azapla yakaladık.

49- Onlar azâbı görünce: "Ey sihirbaz! Sende olan ahdi hürmetine bizim için Rabbine dua et. Biz gerçekten doğru yola gireceğiz." dediler.

50- Fakat azabı kendilerinden kaldırdığımız zaman hemen sözlerinden dönüverdiler.

51- Firavun kavmine seslenerek dedi ki: "Ey kavmim! Mısır hükümdarlığı ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?

52- Yoksa ben, nerede ise meramını anlatamayan şu zavallıdan daha hayırlı değil miyim?

53- Eğer O'nun dediği doğru ise üzerine altın bilezikler atılmalı veya kendisiyle beraber onu tasdik eden melekler gelmeli değil miydi?"

54- Firavun kavmini küçümsedi. Onlar da O'na itaat ettiler. Çünkü onlar fâsık bir kavimdi.

55- Nihayet bizi gazaplandırdıkları zaman onlardan intikam aldık. Hepsini suda boğduk.

56- Onları sonradan gelecekler için ibret ve örnek kıldık.

46-56- "Biz Musa'yı âyetlerimizle... göndermiştik." Bu hikâyenin getirilmesinde konu ile iki yönden ilişki vardır. Kureyş, Peygamber'in dünya serveti olmadığından dolayı büyüklüğünü takdir etmedikleri gibi Firavun da Hz. Musa'ya karşı "Mısır mülkü benim (ve hep şu nehirler benim altımdan akıyor) değil mi?" (Zuhruf, 43/51) diye öyle gururlanmıştı, bu şekilde bu hikâye Peygamber'i teselli ve destekleme; düşmanlarını ise uyarı makamındadır. Bir de "Senden önce gönderdiklerimize sor..." (Zuhruf, 43/45) isteği üzerine, bir cevabı da kapsar. Buna göre asıl gaye, hikâyenin tekrarı değil, bu cevapların verilmesidir. Bununla birlikte hikâyenin bizzat kendisinde de diğer yerlerde bulunmayan ince mânâlar eksik değildir.

Meâl-i Şerifi

57- Meryem oğlu İsâ bir misal olarak anlatılınca, senin kavmin hemen ondan bir delil bulduklarını sanarak bağrışmaya başladılar.

58- Onlar dediler ki: "Bizim ilâhlarımız mı daha hayırlıdır, yoksa İsâ mı?" Bu misâli sırf seninle tartışmak için ortaya attılar. Doğrusu onlar çok kavgacı bir topluluktur.

59- İsâ, ancak kendisine nimet verdiğimiz ve İsrailoğullarına örnek kıldığımız bir kuldur.

60- Eğer biz dileseydik, sizden yeryüzünde yerinize geçecek melekler yaratırdık.

61- Gerçekten o, (İsâ'nın yere inişi) kıyâmetin yaklaştığını gösteren bir bilgidir. Sakın kıyâmet hakkında şüpheye düşmeyip, bana uyun, bu doğru yoldur.

62- Sakın şeytan sizi doğru yoldan alıkoymasın. Gerçekten o sizin için apaçık bir düşmandır.

63- İsâ mucizelerle indiği zaman dedi ki: "Ben size hikmeti getirdim ve hakkında ihtilâfa düştüğünüz şeylerin bir kısmını size açıklamak için geldim. O halde Allah'tan korkun, ve bana itaat edin.

64- Gerçekten benim de Rabbim sizin de Rabbiniz Allah'tır. Öyle ise O'na kulluk edin. Bu doğru bir yoldur.

65- Fakat aralarından çıkan gruplar, İsâ hakkında ihtilâfa düştüler. Acı bir günün azâbından dolayı vay zulmedenlerin hâline!

66- Onlar kendileri farkına varmadan ansızın kıyâmetin başlarına gelmesini mi bekliyorlar?

67- O gün Allah'tan korkanlar hariç dost olanlar birbirlerine düşmandırlar.

57- Meryemin oğlu bir mesel olarak ortaya atılınca, yani "Senden önce gönderdiklerimize sor Resullerimizden! Biz Rahmân'dan başka ibadet olunacak ilahlar yapmış mıyız?" (Zuhruf 43/45) buyurulmasına karşı, hristiyanların İsa'ya "ilah" ve "Allah'ın oğlu" dedikleri bir itiraz örneği olarak ileri sürüldüğü zaman birdenbire kavmin, yani Kureyş ondan keyiflenerek hah hah diye haykırışıyorlardı.

58- Ya, bizim ilahlarımız mı daha hayırlı yoksa o mu? dediler. Bunlar sûrenin başında geçtiği üzere, meleklere "Allah'ın kızları" diyorlar ve onları ilah kabul edip adlarına putlar dikerek ibadet ediyorlardı. Şimdi hristiyanların İsa'ya ilâh dedikleri söz konusu olunca keyiflenerek bir yaygara ile diyorlar ki: Bizim ilah deyip ibadet ettiğimiz melekler Meryem'in oğlundan daha hayırlı değil mi? O ilâh oluyor da bizimkiler niye olmasın. Onu sana sırf bir tartışma olarak söylüyorlar, o itirazın hak olduğuna kani olup da bir hakkı ortaya çıkarmak için tartışma yapıyorlar değil, güya seni susturacaklarmış gibi sırf münakaşa için onu ileri sürüyorlardı. Doğrusu onlar, çok husumetçi adamlardır. Düşmanlıkta şiddetli, çekişmeye düşkün, tartışmada yetenekli kimseler.

59-Onların itirazlarını ve hallerini böyle anlattıktan sonra gerçeğin beyanı ile meselenin çözümü ve cevabın verilmesi için buyuruluyor ki o Meryem oğlu İsa gerçekte başka bir şey değildir, ne ilahtır, ne de Allah'ın oğludur. Ancak bir kul, katıksız bir kuldur. Ki biz ona nimet vermişiz, peygamberlik ve risalet vermişiz. Ve onu İsrailoğulları için bir mesel kılmışızdır. İsrailoğulları için alınacak bir örnek olmak üzere hayret verici bir delil, bir kudret delili ki dillerinde destan olmuştur.

60-Yoksa dedikleri gibi ilah ve Allah'ın oğlu değil, dilersek elbet sizlerden de melekler yapardık. İsa'yı İsrailoğulları için mesel olarak yaratıp Meryem'den doğurttuğumuz gibi, sizlerden de melekler doğurtarak o sizin "Allah'ın kızları" dediğiniz melekler, evlatlarınız olur. Yeryüzünde size halef olurlar, sizin yerinize geçerler veya halifelik yaparlardı.

61- Muhakkak ki o saat için bir ilimdir de saatin (kıyametin) geleceğini, ölülerin dirilip ayağa kalkacağını bildiren bir delil bir alâmettir. Çünkü İsâ gerek ortaya çıkışı, gerek ölüleri diriltme mucizesi ve gerekse ölülerin ayağa kalkmasını haber vermesi itibarıyla kıyametin meydana geleceğine bir delil olduğu gibi, hadiste haber verildiğine göre, inmesi de Kıyametin alametlerindendir. Onun için sakın onda, yani Kıyamet'te şüphe etmeyin de bana uyun. Yani benim göstermiş olduğum doğru yola, şeriatime göre sade bana ibadet ve kulluk edin başka ilahlar peşinde gitmeyin. İşte bu biricik doğru yoldur. Ki onu tutan sapıklığa düşmez.

62- Ve sakın sizi şeytan çelmesin. Bu doğru yoldan, o hakkın peşinde gitmekten saptırmasın. Çünkü o size açık bir düşmandır. Kendi gizli olsa da düşmanlığı açıktır. Çünkü sizi cennetten çıkardı, belalara soktu. Şimdi asıl söz konusu olan, İsa'nın ilâhlığı meselesinin açık olarak halline gelelim.

63-İsa'nın hiçbir zaman öyle bir iddiada bulunmamış olduğunu göstermek için buyuruluyor ki: İsa o delillerle ve açık mucizelerle geldiği zaman şöyle dedi: Ben size hikmet ile, yani peygamberlik ve kitap ile geldim. Hem de hakkında ihtilaf edip durduğunuz şeylerin bazısını beyan edeyim diye geldim. Onun için Allah'tan korkun ve bana itaat edin, tebliğatımı dinleyin, tutun.

64-Şöyle ki Haberiniz olsun Allah benim Rabbim, sizin de Rabbiniz ancak O'dur. Onun için hep O'na ibadet edin, ancak O'nu ilah tanıyın. İşte bu biricik doğru yoldur. İşte İsa böyle dedi. Onun bütün tebliğatının, açıklamalarının özü budur. (Bakara ve Meryem Sûrelerine bkz.)

65- Sonra hizibler, her biri bir gaye ile toplanan fırkalar, kendi aralarında ihtilaf çıkardılar. Yahudiler başka söylediler, hristiyanlar da çeşitli fırkalara ayrıldılar. "İlâh, Allah'ın oğlu" laflarını da onlar çıkardılar. Artık vay o zulmedenlere, gerek aşırı gitmek, gerek tamamen geri durmak suretiyle haksızlık eden gruplara!

66-67- Elemli bir günün azabından ki kıyamet günüdür. Hepsi başka değil, yalnız saate bakıyorlar. Gerek o gruplardan, gerek Kureyş'ten bütün o zalimler hep o azab saatinin gelmesine bakıyorlar. Ki farkında değillerken ansızın kendilerini bastırıverecek. "Dostlar o gün bir birine düşmandır."

Meâl-i Şerifi

68, 69- Allah, takva sahiplerine şöyle nida eder: "Ey âyetlerimize imân edip müslüman olan kullarım! Bugün size hiçbir korku yoktur ve siz üzülmeyeceksiniz.

70- Siz ve eşleriniz cennete girin. Orada ağırlanıp sevindirileceksiniz."

71- Onların etrafında yiyecek ve içecekler altın tepsiler ve kadehlerle dolaştırılır. Orada canların çektiği ve gözlerin hoşlandığı herşey vardır. Siz orada ebedi olarak kalacaksınız.

72- İşte yaptıklarınıza karşılık size miras verilen cennet budur.

73- Orada sizin için bol bol meyveler vardır. Onlardan yersiniz.

74- Şüphesiz ki suçlular, cehennem azâbında ebedi olarak kalacaklardır.

75- Onların azâbı hafifletilmez ve onlar azab içersinde ümitsizdirler.

76- Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendileri zâlimler oldular.

77- Onlar cehennem bekçisine: "Ey Mâlik! Rabbin artık bizi öldürsün." diye seslenirler. Mâlik de: "Siz böylece kalacaksınız." der.

78- Andolsun ki biz size hakkı getirdik. Fakat sizin çoğunuz haktan hoşlanmıyorsunuz.

79- Yoksa onlar hakka karşı gelmek için bir iş mi kararlaştırdılar? Biz de onları cezalandırmak için kararlıyız.

80- Yoksa onlar bizim sırlarını ve gizli konuşmalarını işitmediğimizi mi sanıyorlar? Hayır, işitiriz ve yanlarında bulunan elçi meleklerimiz de her yaptıklarını yazıyorlar.

81- Ey Muhammed! de ki: "Eğer Rahman olan Allah'ın bir çocuğu olsaydı, ona ibâdet edenlerin birincisi ben olurdum."

82- Göklerin ve yerin Rabbi, arşın Rabbi onların nitelendirdikleri şeyden münezzehtir, yücedir.

83- Şimdi sen bırak onları, tehdit edildikleri günlerine kavuşuncaya kadar batıla dalsınlar oynasınlar.84- Gökteki ilâh da yerdeki ilâh da O'dur. O hüküm ve hikmet sahibidir herşeyi bilir.

85- Göklerin, yerin ve her ikisi arasındakilerin hükümranlığı kendisine ait olan Allah'ın şanı yücedir. Kıyâmet saatinin bilgisi de yalnız onun yanındadır. Siz sadece O'na döndürüleceksiniz.

86- Onların Allah'ı bırakıp da tapdıkları putlar şefaat hakkına sahip değillerdir. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler şefâat edebilir.

87- Eğer sen onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan elbette: "Allah" derler. O halde nasıl haktan çevriliyorlar?

88- Peygamberin sözü şu olmuştur: "Ey Rabbim! Bunlar gerçekten imân etmeyen bir kavimdir."

89- Ey Muhammed! Şimdilik sen onlara aldırma ve: "Size selâm olsun." de. Onlar yakında bilecekler!

68-73- "Ey kullarım! Bugün size korku yoktur..." Allah için sevişen, o müstesna müttakilere o günkü ilahi seslenişi anlatmaktır ki bu seslenişin latifliğine doyulmaz. Yüce Allah bizleri de bu kullarından eyleye. Bu âyet hakkında üç mânâ gösterirler!

1- Eseri yüzlerinizde ortaya çıkacak biçimde sevindirilip neşelendirileceksiniz.

2- Güzel biçim mânâsına "Hıbr"dan: süslenip ziynetleneceksiniz.

3- Güzel vasıflarla vasıflamakta abartma mânâsına "habr"den, son derece ikram olunacaksınız. "Onların etrafında dolaşılır." Cennete girdikten sonraki neşelerinden bir nebzeyi anlatmaktır. Onun için girdiklerinde kendileri müşahede halinde bulunacaklarından burası "üzerinize" diye kendilerine hitab edilmeyip, onların üzerlerine diye gıyab (üçüncü şahıs) ile dünyadakilere anlatılmaktadır. Yani o emir üzerine girecekler, girdiklerinde etraflarında dolaşılacak, cennet hizmetçileri tarafından üzerlerine dönüp dolaşılacak. Altın safhalar, tepsiler, tabaklar. Ebu Hayyan nakleder ki Kisaî şöyle demiştir: Kas'aların (kabların) en büyüğü "cefne"dir sonra "Kas'a" gelir on kişiye yetişir. Sonra "sahfe" beş kişilik, sonra "Mekile" iki, üç kişilik. Ve küplerle. Küp dilimiz de ki mânâsından farklıdır. Kulpu ve emziği olmayan ibrik diye tarif edildiğine göre sürahi ve desti demek olur. Hem onda, o cennette nefislerin hoşlanacağı ve gözlerin lezzetleneceği herşey var. Ve siz orada ebedi kalacaksınız. Görülüyor ki arada gıyaba (üçüncü şahıs) bir iltifat (yönelme) yapıldıktan sonra yine hitaba (ikinci şahıs) geçilmiştir. Ve işte bu o cennettir ki siz buna yaptığınız ameller sebebiyle varis kılındınız.

İşte Allah için sevişip korunan müttakilere böyle denecek. Nitekim A'raf Sûresi'nde de "Onlara işte yapmakta devam ettiğiniz sayesinde mirasçı edildiğiniz cennet budur diye nida edilecektir." (A'raf, 7/43) buyurulmuştu. ("Miras" deyimi için oraya bkz.) Sizin için orada çok meyveler, yemişler var, amellerin semeresi olarak Allah Teâlâ'nın ihsanı ile kat kat fazlalaştırılmış olan lezzetli meyveler var, onlardan yiyeceksiniz. Meyve, açlık için değil, zevk ve lezzet için yendiği için Cennet'te yalnız meyve yeneceği anlatılmıştır.

74-79- "Mücrimler şüphesiz cehennem azabındadır." Bununla da mücrimlerin hali anlatılıyor ki âyette geçen "mücrim"lerden maksat, iman ve İslamı olmayanlardır. Ey Mâlik; mâlik, cehennem muhafızının ismidir. Rabbin aleyhimizde hüküm buyuruversin, yani işimiz, bitiriversin diye bağırışmaktadırlar ki öldürüversin de bizi bu azabdan kurtarıversin demektir. Buna karşı buyurmuştur ki her halde siz duracaksınız, kalacaksınız, size ölümle vesaire ile kurtuluş yok. İbnü Abbas'tan rivayet edilmiştir ki, bu cevap da bin sene sonra verilir, bazılarından yüz, İbnü Ömer Hazretlerinden de kırk diye rivayet olunmuştur, ki üçü de kinaye yoluyla çokluk ifade etse gerektir. Andolsun ki biz size Hakk'ı gönderdik. Fakat sizin çoğunuz hakkı sevmeyenlersiniz. Önceki ahd için, yani Peygamberle gönderilen Hak dini, Tevhid ve Kur'ân, ikincisi "cins" içindir. Çoğunluğun hoşlanmadığı mutlak olarak hak'tır. Gönderilen malum hakka göre hepsi de hoşlanmayan kimselerdir. "Yoksa işi sıkı mı büktüler?" Bu âyet mücrimlerin ahiretteki hallerini anlatmaktan, Kureyş mücrimlerinin, dünyadaki hallerine intikaldir. Mukatil'den nakledildiğine göre bu âyet, Mekke müşriklerinin Daru'n-nedve'de Resulullah'a bir suikast tertibi kararlaştırmaları sebebiyle nazil olmuştur.

İBRAM, bir ipi katlayıp sağlam bükmektir. Bu mânâdan her ne şekilde olursa olsun, bir şeyi sağlamlaştırmak mânâsına da kullanılır. Mübrem muhkem, sağlam demektir. Yani o tartışmacı hasım kavim yalnız Hakk'tan hoşlanmamakla kalmayıp sağlam bir iş yaptılar, işi mübremleştirdiler, sağlamlaştırdılar mı? Peygamber'e karşı bir tuzak kurmağa karar mı verdiler? Fakat işin sağlamını, mübremini biz yaparız.

Onlarınki hiç kalır yoksa biz onların sırlarını ve fısıltılarını işitmeyiz mi sanıyorlar? Hayır hem onların yanlarında bizim Resullerimiz, elçilerimiz vardır yazarlar. Hafaza melekleri, Kiramen Katibîn vardır. Burada sûrenin bitişi olarak maksadını gayesini özetlemek üzere buyuruluyor ki: "Onun ya Rabb demesi..."

81-88- "De ki: Eğer Rahmân'ın bir çocuğu olursa.." Bu vav'ın atfolması da muhtemel ise de kasem (yemin) için olması daha düzgün, daha akıcıdır. Zamir Resulullah'ın yerine gelmiştir. Böyle sesleniş esnasında gaib (üçüncü şahıs) zamiri Peygamber'in şanına bir tazim ifade eder. Yani Peygamber'in ya Rab, ya Rab diye dua etmesi hakkı için söylerim ki şunlar, şu hileye kalkışan müşrikler imana gelmez kimselerdir.

89- "Şimdilik sen onlara aldırma ve: "Size selâm olsun" de. Onlar yakında bilecekler." Şimdi bu Zuhruf Sûresi'nin sonu olan bu "Bilecekler!" uyarısını bir çeşit beyan için Duhan Sûresi başlıyor:







KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)

44-DUHAN:

1-3- "Hâ-mîm", Rahmân'ın Muhammed'in ruhunda tecelli eden ledünnî, ilâhî rahmetinin icmalî bir remzidir. Hem de o apaçık kitaba and olsun.

MÜBİN beyanı güzel, ifadesi parlak, apaçık kitap bir bakıma levh-i mahfuz olabilirse de Kur'ân olması zamir itibarıyla daha açık, daha uygundr. Ki biz onu mübarek bir gecede indirdik. Çoğu tefsir bilginlerinin görüşüne göre, bu mübarek gece, "Kadir" gecesidir. İkrime ve daha bazıları ise Şaban'ın yarısı gecesi demişlerdir. Keşşaf tefsirinde der ki, âyette geçen "Mübarek gece" kadir gecesidir. Bir de denildi ki, Şaban'ın yarısı gecesidir ki bunun dört adı vardır. "Mübarek gece", "Berae gecesi" "Sakk gecesi", "Rahmet gecesi". Ve denildi ki bununla kadir gecesi arasında kırk gün vardır. Berae ve Sakk gecesi denilmesi hakkında da denilmiştir ki, haraç tamamen alındığı zaman beraetlerini (temize çıkmalarını) dile getiren bir sakk (bir sened) yazıldığı gibi, Allah Teâlâ da bu gece mümin kullarına beraet yazar. Ve denilmiştir ki bu gecede beş özellik vardır:

1- Tefrik-i külli emrin hakim (her hikmetli işin ayrılması)

2- Bu gecedeki ibadetin fazileti: Resulullah (s.a.v.) buyurmuştur ki, "Her kim bu gece yüz rekat namaz kılarsa yüce Allah ona yüz melek gönderir. Otuzu ona cenneti müjdeler, otuzu ona cehennem azabından teminat verir. Otuzu da ondan dünya afetlerini savarlar, O'nu da ondan şeytanın tuzaklarını hilelerini savarlar."

3- Rahmet iner, Resulullah (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Yüce Allah bu gece ümmetine öyle rahmet eder ki Kelb kabilesinin koyunlarının kılları sayısınca."

4- Mağfiret meydana gelir. Yine Resulullah (s.a.v.) buyurmuştur ki "Yüce Allah bu gece bütün müslümanlara mağfiret buyurur ancak kâhin, sihirbaz, yahut müşahin (çok kin güden) veya içkiye düşkün olan, yahut ana-babasını inciten, veya zinaya ısrarla devam eden müstesna."

5- Bu gecede Resulullah (s.a.v.)a şefaatın tamamı verilmiştir. Çünkü Resulullah Şaban'ın on üçüncü gecesi ümmeti hakkında şefaat niyaz etti üçte biri verildi. On dördüncü gecesi niyaz etti üçte ikisi verildi. On beşinci gecesi niyaz etti, hepsi verildi. Ancak Allah'tan devenin kaçması gibi kaçanlar başka. Bir de bu gece zemzem suyunun açık bir biçimde artması ilâhî âdetlerdendir. Bununla birlikte çoğunluğun görüşü bu mübarek geceden maksadın kadir gecesi olmasıdır. Çünkü, "Gerçekten biz onu kadir gecesinde indirdik." (Kadr, 97/1) buyurulmuştur. Bir de, "Her hikmetli iş nezdimizden bir emr ile o zaman ayrılır. (Duhan, 44/4) ifadesi, "Ondan melekler ve ruh Rablerinin izniyle herbir iş için iner de iner. (Kadr, 97/4) ifadesine uygundur. Bir de, "Ramazan ayıdır ki Kur'ân onda indirilmiştir." (Bakara 2/185) buyurulmuştur. Ve çoğunluğun görüşüne göre Kadir gecesi Ramazan'dadır. Eğer dersen: Kur'ânın bu gecede indirilmesinin mânâsı nedir? Derim ki; Şöyle dediler: Yedinci semadan dünya semasına bir cümle olarak (toptan) Levh'te dünya semasına indirildi, ve Cebrail (a.s.) sefereye (yazıcı meleklere) imlâ etti, sonra da Peygamber'e yirmiüç senede kısım kısım indiriyordu.

Keşşaf'ın Kur'ân'ın inişi hakkındaki bu son beyanı, bu gecenin Berat gecesi olduğunu söyleyenlerin görüşüne uygun düşmüş oluyor. Çünkü Kadir gecesinde ilk kez Peygamber'e indirilmeye başlanmıştır. Onun için Kâdî ve Ebu's-Suud şöyle demişlerdir: "İlk defa o gece indirilmeye başlandı. Veya o gece cümleten (toptan) Levh'ten dünya semasına indirildi ve Cebrail (a.s.) sefereye (yazıcı meleklere) imlâ etti, sonra da Peygamber'e yirmi üç senede kısım kısım indiriyordu."

Fahruddin Razî de şöyle kaydetmiştir: Rivayet olunur ki: Atıyye-i Harûrî, İbnü Abbas hazretlerinden "Gerçekten biz onu kadir gecesinde indirdik." (Kadr, 97/1) ifadesi ile "Gerçekten biz onu mübarek bir gecede indirdik." (Duhan, 44/3) ifadesini şöyle sordu: Yüce Allah Kur'ân'ı ayların hepsinde indirmiş iken bu nasıl sahih olur? İbnü Abbas (r.a.) hazretleri de dedi ki: Ey İbnü Esved! Ben helak olsam da bu nefsinde kalsa cevabını da bulamazsan helak olacaktın. Kur'ân cümleten (toptan) Levh-i mahfuzdan Beyti Ma'mura indi ki o dünya semasıdır. Sonra onun arkasından olayların çeşitlerine göre, durumdan duruma nazil oldu.

Demek ki, Kur'ân'ın bir toptan inişi, bir de kısım kısım inişi vardır. Toptan inmesi bir defada olmuştur. Buna daha çok "İnzal" deyimi uygundur. Kısım kısım inmesi de Peygamber'e azar azar yirmi üç senede omuştur. Buna da "Tenzil" deyimi uygundur. Bunların aynı mânâda kullanıldıkları yadırganmadığı gibi, "tenzil"in her necmi (kısım kısım inmesi) ayrıca düşünüldüğü zaman yine "inzal" denilmek uygun olacağından birinin bir gecede birinin de diğer gecede olması iki rivayetin uzlaştırılmasına daha uygun gelecektir. Şu halde "mübarek gece"nin "berat gecesi" olması, "Gerçekten biz onu kadir gecesi indirdik." (Kadr 97/1) buyurulmasına aykırı olmayacaktır.

MÜBAREKE, hayrı çok demektir. Çünkü Yüce Allah bu gecede kullarının menfaatlerine ait işler hazırlar ki yalnız Kur'ân'ın inzali olsa yine yeterdi. Amma niçin gece indirildi. Çünkü biz münzir idik, yani inzar yapıyorduk, inzar edecek uyarıcı bir peygamber gönderiyorduk. Demek ki Peygamber'in inzarı sıdk ile yapılması için ilk önce onu kendi nefsinde duyması hikmetin gereği idi.

4-5-6-Buna da en yaraşan gece olması idi, gecenin mübarekliğine gelince her hikmetli iş o gecede ayırt edilir. Her hikmetli, önemli iş veya her muhkem, sağlam olması gereken işler onda yani o gecede ayrılıp tedbir ve dağıtımı yapılır. İcra edilmek üzere özel olarak ayrılır, yazılır. Bu cümle isti'nafiye (yeni bağımsız cümle) veya gece kelimesinin sıfatıdır. Önceki ihtimale göre "mutlak olarak gecede", ikinciye göre de, O gecede" demek olur. Ebu's-Suud der ki: Bu vasıf onun kadir gecesi olduğuna delalet eder. nun mânâsı da şu demek olur: Gelecek seneye kadar kulların rızıkları, ecelleri ve diğer durumları yazılır, ayrıntılı bir şekilde belirlenir. Bir de denilmiştir ki: Bunun Levh'ten yazılmasına Beraat gecesi başlanır Kadir gecesi bitirilir. Rızıklar nüshası Mikail'e, savaşlar, zelzeleler yer çökmeleri, yıldırımlar nüshası Cebrail'e, ameller nüshası dünya semasının sahibi İsmail'e ki büyük bir Melektir, musibetler nüshası da ölüm meleğine verilir.

Tarafımızdan bir emir olarak yani "Hakim emir"den maksat doğrudan doğruya Allah'tan olan şeylerdir. Yahut tarafımızdan emir ile ayırt edilir. Veya fiilindeki zamirden haldir, yani o Kur'ân'ı tarafımızdan bir emir, bir ferman olarak indirdik. Çünkü biz peygamberlik veriyorduk. Ki Resulün, elçinin elinde alamet olmak üzere bir emirname, bir ferman bulunması lazım gelir. O Peygamberlik ne için? Rabbından bir rahmet olmak üzere ki Hz. Muhammed'in peygamberliği alemlere rahmettir. İnzar da onun içindir. Gerçekte O öyle işitici, öyle bilicidir. Mazlumların, muhtaçların feryatlarını iştir, ihtiyaçlarını bilir.

7- Rabbin "Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir." Eğer siz kesin bilgi sahipleri iseniz, ilimlerde kesinlik elde etmiş iseniz, veya kesinlik arıyorsanız bu böyledir.

8- "O'ndan başka ilah yoktur." Hem hayat verir hem öldürür. Bunu görüp duruyorsunuz hem sizin Rabbınız hem de önceki atalarınız Rabbidir, eski babalarınızı öldürmüş, şimdi size hayat vermiş bundan dolayı körü körüne eski ataları taklid edeceğiz diye uğraşmamalı O'nun emrine uymalıdır.

9-(*} Fakat onlar bir şüphe içinde oynuyorlar. Kesin bilgi sahibi değiller, Allah deseler de ciddiyetle ve boyun eğerek değil, şu bildirilen İlâhi işlere, Allah'ın kitap indirdiğine, Peygamber gönderdiğine kesin olarak inanmıyor, eğleniyorlar;

10-11- O halde bekle gözle. İşte buradan inzar (uyarı) başlıyor, artık gözet. o günki Sema apaçık bir duman ile gelecek insanları saracaktır.

DUHAN-I MÜBİN, aşikara, apaçık bir duman demektir. Bu duman hakkında iki tefsir rivayet olunmaktadır. Birisi İbnü Mes'ud Hazretleri'nden rivayet olunduğuna göre şiddetli açlık ve kıtlık seneleridir, çünkü çok aç olan kimseye gerek gözlerinin zayıflığından ve gerek çok kuraklık ve kıtlık senelerinde havanın fenalığından Sema (gökyüzü) dumanlı görünür. Bir de Araplar gelmesi çok kuvvetle muhtemel olan şerre "Duhan" derler. Nitekim "dumanlı hava" deyimini biz de kullanırız. Olay şudur: Kureyş Resulullah (s.a.v.)a isyanda ileri gitmek isteyince aleyhlerine şöyle dua etti: "Allah'ım! Mudar kabilesine karşı cezanı şiddetlendir ve onlara Yusuf'un seneleri gibi seneler göster." Yani, Yusuf'un seneleri gibi kıtlık seneleriyle sıkıntıya uğramalarını niyaz etti. Bunun üzerine onları bir kıtlık yakaladı hatta cife, kemik, ilhiz yediler. Kişi yer ile gök arasını duman görüyordu. Söyleyenin sesini işitir dumandan kendisini görmezdi. Buyurulduğu gibi insanları sarmıştı.

12- Bu acı veren bir azab! diyorlardı. Ebu Süfyan bir kaç kişi ile Peygamber'e geldi. Allah Teâlâ'ya ve rahime (kan akrabalığına) and verdiler. Eğer dua eder de bu hali üzerlerinden savarsa iman edeceklerine söz verdiler. Ya Rabbi bizden azabı gider, biz müminiz yani bu azabı giderirsen iman edeceğiz demeleri de budur. İkinci tefsirde ise Hz. Ali'den şöyle nakledilmiştir: Kıyametten önce gökten gelecek bir dumandır. Kâfirlerin kulaklarına girecek ta ki her birinin başı püryan olmuş (sarhoş olmuş) başı dönecek, mümine de ondan zükam (nezle) gibi bir hal gelecek ve bütün yeryüzü içinde ocak yakılmış fakat deliği yok bir eve dönecek. Huzeyfe İbnü'l-Yeman'dan rivayet olunduğuna göre Resulullah buyurmuştur ki: "Alametlerin ilki Duhan, ve Meryem oğlu İsâ'nın inmesi, Aden'in derinliklerinden çıkacak olan bir ateştir ki insanları mahşere sevk edecektir. Huzeyfe: Ya Resulullah o duhan nedir demiş, Resulullah, "O semanın açık bir duman ile geleceği günü ki insanları saracaktır." (Duhan,44/10,11) diye okuyup buyurmuştur ki, doğu ile batı arasını dolduracak, kırk gün kırk gece duracak, mümin zükam (nezle) gibi olacak, kâfire sarhoş gibi burnundan kulağından girip aşağısından çıkacak.

Fahruddin Râzî İbnü Abbas'tan meşhur kavlin bu olduğunu söyler. Gerçi "Duhan-ı mübîn" deyimi buna, sözün akışı da öncekine daha uygundur. Çünkü Resulullah'ın hayatında olduğunu üstü kapalı olarak hissettirmektedir.

13-Buyuruluyor ki, onlara ibret almak, bellemek nerede. Oysa kendilerine beyan edici bir Resul geldi. Açık âyetler, açık mucizelerle Allah tarafından gönderildiği besbelli olarak herşeyi apaçık anlatan hem fiili hem sözü ile açık olan bir peygamber geldi.

14- Sonra ondan yüz çevirdiler de "Muallem", "Mecnun" dediler. Kâh muallem, yani talim olunmuş, öğretilmiş, Sekîf'den birinin A'cemî (Arap olmayan) bir kölesi öğretiyor dediler, kah da mecnun (deli) dediler, artık bu halde bu yetenekte bulunan insanlara yalnız olayların ifadesinden ibret almak, uyanmak, sözünde durmak ne kadar uzak.

15- Biz azabı biraz açacağız muhakkak ki siz döneceksiniz. "Ey Rabbımız bizden azabı aç, biz müminiz." (Duhan, 44/12) diye olan iman sözünüzde durmayacaksınız.

16-Bu uyanışı, bu "Rabbimiz!" diye yalvarışı, bu iman azmini unutup da eski halinize, inkarınıza ve nankörlüğünüze döneceksiniz. Büyük sıkmakla tutup sıkacağımız gün. Bu kıyamettir, Şüphesiz ki biz intikam alırız. "Döneceksiniz" deyimi azabın da dönmesini ima ettiğine göre, ikinci rivayeti "Batşe-i Kübra" "büyük sıkma"nın öncesi olmak üzere burada değerlendirmek iki mânâ arasını birleştirse gerekir.

17-29- "Andolsun ki, onlardan önce Firavun kavmini fitneye düşürdük." Bu ifade yüce Allah'ın intikamlarından bir örneği beyandır. Yine Firavun kavminden örnek getirilmesi Firavun hükümetinin en büyük zulüm ve şer hükümeti olması ve "Çünkü o üstün müsriflerden idi." (Duhan, 44/31) buyurulacağı üzere öldürme ve cinayetlerde ileri gidenlerin en üstünü bulunması itibarıyladır. Sonuç olarak üzerlerine ne gök ağladı ne yer. Burada bir kaç açıklama tarzı vardır:

1- Vahidî'nin Basıt'te dediği üzere Enes b. Malik (r.a.) rivayet etmiştir ki Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: "Hiçbir kul yoktur ki gökte ona iki kapı olmasın, bir kapıdan rızkı çıkar, bir kapıdan da ameli girer, o öldüğü zaman onu kaybederler ve ona ağlarlar, böyle buyurup bu âyeti okudu. Buyurdu ki: Çünkü bunlar yeryüzünde salih bir amel yapmamışlardı ki yer ağlasın, göğe de ne salih bir amelleri ne de hoş bir sözleri çıkmamıştı ki gök ağlasın. Çoğu tefsir bilginlerinin görüşü budur."

2- Gök ehli "göktekiler" ve yer ehli "yerdekiler" takdirindedir. Yani ne melekler ağladı, ne müminler, tam tersine onların ölmesi ile sevindiler.

3- Büyük bir adam vefat ettiği zaman Cihan ağladı, yer gök ağladı gibi deyimlerle musibetin büyüklüğünü anlatmak için abartmak âdettir. Keşşaf sahibi Hz. Peygamber (s.a.v.)'den nakleder ki şöyle buyurmuştur: "Herhangi bir mümin ağlayıcıları bulunmayan bir gurbette ölürse herhalde ona yer ve gök ağlar."

Cerir de bir beytinde şöyle demiştir.

"Güneş doğmaktadır tutulmuş değil,

Sana gecenin yıldızlarıyla ay ağlıyor."

Bir de bunda onları alaya almaya benzer bir aşağılama vardır. Yani onlar kendilerini öyle büyük sayıyorlardı, ölecek olsalar kendilerine dünyaların ağlaması gerekir, oysa hiç de öyle olmadı, tam aksine bütün alemler sevindi.

Meâl-i şerifi

30- Andolsun ki biz İsrailoğullarını o aşağılayıcı azabdan kurtardık.

31- Firavun'dan da kurtardık çünkü o üstünlük taslayıp haddi aşan bir zorbaydı.

32- Andolsun ki biz onları bilerek o zamanki alemlere üstün kıldık.

33- Biz onlara içinde apaçık bir imtihan bulunan mucizeler verdik.

34- Gerçekten şu kâfirler diyorlar ki:

35- "Bizim ilk ölümümüzden başka bir şey yoktur. Biz tekrar diriltilecek değiliz.

36- Eğer siz doğru söyleyen kimselerseniz babalarınızı bize getirin."

37- Onlar mı daha hayırlıdır, yoksa Tükba kavmi ile onlardan öncekiler mi? Biz onların hepsini de helak ettik. Çünkü onlar suçluydular.

38- Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri bir oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.

39- Biz onları hak ve hikmetle yarattık. Fakat onların çoğu bunu bilmezler.

40- Şüphesiz ki hakkı batıldan ayırd etme günü onların hepsinin bir araya toplanacağı gündür.

41- O gün dostun dosta hiçbir faydası olmaz. Onlara yardım da edilmez.

42- Ancak Allah'ın merhamet ettiği kimseler böyle değildir. Şüphesiz ki Allah çok güçlüdür, çok merhamet edicidir.

43- Gerçekten zakkum ağacı,

44- Günahkârların yemeğidir.

45- O pota gibi karınlarda kaynar.

46- O, kızgın bir sıvının kaynaması gibidir.

47- Allah meleklere şöyle emreder. "Şunu tutun da Cehennem'in ortasına sürükleyin."

48- "Sonra onun başının üstüne kaynar su azabından dökün."

49- Ona şöyle denir! "Tat bakalım azabı! hani sen kendine göre çok güçlü ve çok üstündün.

50- İşte sizin inkâr edip durduğunuz şey budur."

51- Şüphesiz ki kötülükten sakınanlar güvenli bir makamdadırlar.

52- Bahçelerde ve pınar başlarındadırlar.

53- Onlar ince ipekten ve parlak atlastan elbiseler giyerek karşılıklı olarak otururlar.

54- İşte böyle, biz onları ayrıca iri siyah gözlü hurilerle evlendiririz.

55- Onlar orada güven içinde her çeşit meyveyi isteyebilirler.

56- Onlar orada ilk ölümden başka bir ölüm tatmazlar. Allah onları cehennem azabından korumuştur.

57- (Bunların hepsi) Rabbinden bir lütuf olarak (verilmiştir.) İşte büyük kurtuluş budur.

58- Biz Kur'ân'ı senin dilinle indirip kolaylaştırdık. Umulur ki onlar öğüt alırlar.

59- Artık sen onların başlarına gelecekleri bekle: Çünkü onlar da bekleyip durmaktadırlar.

30-36- "Andolsun ki biz İsrailoğulları'nı kurtarmıştık." Yüce Allah, Firavun'a ve kavmine yaptığı beyandan sonra bununla da Musa ve kavmine olan ihsanını beyan buyuruyor. Yani o gark (suda boğma)ın ve tahribin hikmeti kurtuluşu sağlamak olmuştu. Ve İsrailoğulları'nı bu nimete seçmesi de bir tesadüf değil bile bile onlara bahsetmiş olduğu bazı meziyetler ve nimetler dolayısıyla "O hanginizin daha güzel amel edeceğini imtihan etmek için.." (Mülk, 67/2) âyeti uyarınca imtihana çekmek içindir. Bu şekilde bu hikâyeyi tamama erdirmesinin ardından yine söz Mekkeliler'e getirilerek buyuruluyor ki: Şunlar yani şu Mekke kâfirleri. "İlk ölümümüzden ötesi yok, biz tekrar dirilecek değiliz, diyorlar." İlk ölümden ötesini Ahireti ve ba'si (dirilmeyi) inkâr ediyorlar.

37-55- Onlar mı hayırlı yoksa Tübba'nın kavmi ve ondan öncekiler mi? Biz onları yok ettik, ilk ölümden ilersini inkâr edenlere karşı bu sözün nasıl bir cevab teşkil etiğini düşünmelidir. Bunun iki şekilde açıklaması vardır:

Birincisi ilk ölüm olan ferdin ölümünden sonra onun mensup olduğu kavim ve milletin yok olmasının, ikinci bir ölüm demek olduğu anlatılmıştır. Bu "İlk ölümümüzden ilerisi yok." (Duhan, 44/35) demelerine cevaptır.

İkincisi de hak ve adalet için cezanın gerekliliğine binaen dirilmenin gerçekliğini ispat ile tehdiddir. Ki bu da "Biz yeniden dirilecek değiliz." (Duhan, 44/35) ifadesinin cevabıdır. Ve bu, daha sonraki âyetlerle daha çok açıklanacak ve ayrıntısına girilecektir.

Ebu Ubeyde demiş ki: Yemen krallarının her birine Tübba' denilirdi. Çünkü dünyadakiler onlara tabi olurlardı. Cahiliye'de Tübba'ın yeri İslâm'da halifenin yeri gibi idi, bunlar Arap hükümdarlarının en büyükleri idi.

"Hz. Aişe (r.anha) Tübba' salih bir adam idi" demiştir. Ka'b da "yüce Allah onun kavmini kınadı kendisini kınamadı" demiştir. Kelbî o Ebu Kerb Es'addır demiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.)den şu nakledilmiştir: "Tübbaa kötü söylemeyin. Çünkü o müslüman olmuştu, bilmem Tübba' peygamber midir değil midir?.. Onlardan daha hayırlı mı demek daha kuvvetli ve şevketli mi demektir.

56-57- "Orada ilk ölümden başka ölüm tatmazlar."

Mü'min Sûresi'nde kâfirlerin "Ey Rabbimiz bizi iki defa öldürdün. İki defa da dirilttin." (Mü'min 40/11) diyecekleri geçmişti. Demek ki müttakiler için birinci ölümden sonra berzah ölümü de yoktur. Ahirette ise zaten ölüm yok.

58-59- "Biz Kur'ân'ı senin dilinle indirip kolaylaştırdık." Bu bitiriş sûrenin öncesini bir özetlemedir. Yani o apaçık kitabı, Kur'ân'ı ancak senin dilin ile kolaylaştırdık, bu güzel beyanı, bu açık ve kolay anlatışı başka bir dil ile değil, yalnız Arapça ile yaptık gerek ki anlasınlar, düşünsünler. Bundan dolayı gözle başlarına ne gelecek çünkü onlar gözetiyorlar. Acaba onun geleceği ne olacak diye gözlüyorlar. O gözetilen şeylerin beyanı da Câsiye Sûresi'nde gelecektir.






KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)

45-CASİYE:

1- Mübtedâ veya haber, veya yemin ve yahut nidâ (seslenmek, ünlem)dır.

2- "Bu kitabın indirilmesi"

TENZİL: malum masdar indirmek veya mechul masdar indirilmek, veya ism-i mef'ûl mânâsına gelen masdar olup indirilme kitab mânâlarına gelebilir. Yani bu sesleri Allah'tan kitap indirme, indirilmedir. Veya bu Kitap Allah'tan indirilmiş kitapdır. Veya bir kimseye kitabın indirilmesi, elçiliğin verilmesi veya bu kitabın indirilişi O, Aziz, Hakîm Allah'tandır. Kazançla yapılmaz, çalışmakla uydurulmaz. Çünkü Allah, Aziz, emrinde gâlip ve tedbirinde hükm ve hikmet sahibidir. Bundan dolayı bu kitap da aziz ve hakîmdir.

3- Şüphesiz ki göklerde ve yerde müminler için nice âyetler (deliller) vardır. Yani delil ve bürhana inanmak, tasdik etmek şanından olan kimseler için çok deliller, hüccetler, alâmetler vardır ki Allah Teâlâ'nın varlığına, izzet ve kudretine, hikmetine delâlet ederler. Şu halde imanı olanların gökleri ve yeryüzünü gözetleme ve inceleme ile onlardaki âyetleri yavaş yavaş keşfederek delâlet ettikleri ilâhî hikmetleri anlayıp meydana çıkararak ona göre güzel güzel hikmetli ameller yapmaya çalışmaları gerekir. Onun için sonraki müslümanların bu âyetlerden, bu ilimlerden gafil kalmaları mahvolmalarına sebep olmuş ve fenlerin tabiatçılar elinde imansızlığa sapmasına meydan vermiştir. (Âl-i İmrân Sûresi'ndeki (3/190) âyetinin tefsirine bkz.)

4- Sizin yaratılışınızda da ve üretip durduğu hayvanlarda da yani Allah'ın bir hayvandan birçoklarını çeşitlendirerek ve çoğaltarak üretip durduğu hayvanlarda da kesin bilgi edinecek kimseler için âyetler vardır. Hayvanlarda organların oluşmasında, beslenmesinde, gelişmesinde, doğurma ve üremesinde ve böyle ilkel bir hücreden başlayıp olgunlaşıp, çeşitlere ayırarak üremesinde ve organların vazifelerinde ve özellikle insan kısmında ortaya çıkan hayat hadiseleri, her çeşidin ve hatta her kişinin değişmelerinde gösterdiği olgunlaşma safhaları itibarıyla yalnız fizik ve kimyayı organik olmayan olaylarından çok daha olgunlaşmış olan ve dolayısıyla yaratan Allah Teâlâ'nın kudret ve hikmetine delâlet etmede daha kuvvetli ve daha açık olduğu ve bir de iç ve dış dünyayı birleştirici bulunduğu için bunlar kesin bilgi âyetleri olarak gösterilmiştir. Demek ki hayvanların güzel bir sınıflandırması ve insan yaratılışının incelenmesi ile kapsadıkları âyetleri, hikmetleri ortaya çıkarmaya çalışmak da inandırmak isteyenlerin vazifelerindendir.

5- Gece ve gündüzün değişmesinde veya birbiri arkasından gelmesinde, ki zamanın gidişini, ömürlerin geçişini gösterir. Ve Allah'ın gökten indirdiği rızıkta yani rızka sebep olmak itibariyle hem kudret ve hem rahmet yönünden âyet (delil) olan yağmur ve karda indirip de onunla yeryüzüne hayat vermesinde, hayatın ilk alâmeti olan bir haz duyma neşesiyle toprağı deprendirip türlü türlü bitkiler, ekinler, meyveler yetiştirmesinde hem de o yeryüzünün ölümünden sonra, hayattan bir iz kalmayıp gelişme kuvveti tükendikten, otlar kuruyup ağaçlar meyvelerini döktükten sonra ve rüzgarları çevirmesinde akıl edecek bir toplum için ibretler vardır. Zamanın akışını ve ömrün geçişini, o zaman ve yer üzerinde Allah Teâlâ'nın doğrudan doğruya tasarruflarını gösteren bu değişimler, her değişimde bir âhirete doğru gidildiğini ve temsil tarzında yapılan karşılaştırma yoluyla ölümden sonra tekrar dirilmeyi ifâde ettiğinden dolayı bu âyetlerde bilhassa aklın, aklı güzel kullanmanın önemi açıkça ifâde edilmiştir ki bunda iki sayfa sonra bahsedilecek olan dehrîlerin (olayları tabiata isnad eden imansızlar, tabiatçılar) akıllarındaki noksanlığa da bir işaret vardır.

6- İşte bunlar, dikkat çekilen yaratmakla ilgili bu âyetler ve onları anlatan bu indirilmiş âyetler, bu sûre Allah'ın âyetleridir. Allah'ın kudret ve irâdesini, hikmet ve hükümlerini anlatmak için ortaya koyduğu ve indirdiği delillerdir. Allah ve âyetlerinden sonra artık hangi söze inanacaklar? yani Allah'a ve âyetlerine inanmadıktan sonra o imansızlar hangi söze inanırlar, hiç? (Yani hiçbir şeye inanmazlar.)

7-11- "Her günahkâr kişinin vay haline! O, Allah'ın âyetlerini işitir de..." Ebu Cehil ve Nadr b. Hâris gibiler hakkında inmiştir. "Sonra büyüklük taslayarak ısrar eder..." ısrarın aslı, eşeğin kulaklarını dikip kıçın kıçın dayatmasıdır.

Meâl-i Şerifi

12- Allah O (yüce) zâttır ki, emriyle içinde gemilerin seyretmesi, sizin de O'nun lütfundan rızık aramanız ve şükretmeniz için denizi emrinize vermiştir.

13- O, göklerde ve yerde bulunan herşeyi kendinden bir lütuf olarak sizin hizmetinize vermiştir. Şüphesiz bunda düşünen topluluklar için ibret ve deliller vardır.

14- Ey Muhammed! İman edenlere söyle: Allah'ın cezalandıracağı günlerin geleceğini ummayanları şimdilik bağışlasınlar. Çünkü Allah her kavmi kazandıklarıyla cezalandıracaktır.

15- Her kim iyi bir iş yaparsa onun faydası kendisinedir. Kim de kötülük yaparsa zararı yine kendinedir. Sonra hep Rabbinize döndürüleceksiniz.

16- Andolsun ki biz, vaktiyle İsrailoğulları'na kitap, hüküm ve peygamberlik vermiştik. Onları temiz rızıklarla rızıklandırmıştık. Ve onları âlemlerden üstün kılmıştık.

17- Din hususunda onlara apaçık deliller verdik. Fakat onlar, kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki çekememezlik ve düşmanlık yüzünden ayrılığa düşmüşlerdi. Şüphesiz Rabbin, ayrılığa düştükleri şeylerde, kıyâmet günü aralarında hükmedecektir.

18- Sonra (Ey Muhammed) seni din hususunda apaçık bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy, bilmeyenlerin hevâ ve heveslerine uyma.

19- Çünkü onlar Allah'tan gelecek hiçbir şeyi senden uzaklaştıramazlar. Şüphesiz zâlimler, birbirlerinin dostlarıdır. Allah ise müttakilerin dostudur.

20- Bu (Kur'an) insanların kalb gözünü açan bir nur, kesin bilgi edinmek isteyen bir toplum için de hidâyet ve rahmettir.

21- Yoksa, kötülük işleyenler, hayatlarında ve ölümlerinde kendilerini, iman edip iyi ameller işleyen kimselerle bir tutacağımızı mı zannettiler? Ne kötü hüküm veriyorlar!

12- Allah; ilâhlık, yalnız kendisinin hakkı olan azamet ve kemâl sahibi o nimet veren, herşeye gücü yeten bir zatdır ki size veya sizin için denizi emrinize amâde kılmıştır.

TESHİR: Bir şeyi zorla hizmete koşmak, itaat ettirmek ve boyun eğdirmektir. Ve de lâm, bağlaç veya sebep gösterme lâmı olabilir. Bağlaç olduğuna göre sizin emrinize verdi, demek olur. Sebep gösterme lâmı oduğuna göre de sizin için, yani sizin menfaatiniz amacı ve hikmeti için emriyle sizin hizmetinize vermiştir, demek olur. "Emri ile" kaydı buna bir işaret gibidir. Emriyle onda gemiler hareket etsin diye. Yani sizin menfaatiniz için ise de sizin emrinizle değil, O'nun emri ile hareket etmesi için emrinize verdi. Emri, izin ve irâdesi ve ona delâlet eden işlerle ilgili hükmü demektir ki hem geminin hacmi ile aynı hacimdeki su arasındaki hafiflik ve ağırlık oranını ve hem onunla harekete getiren güç arasındaki şiddet ve karşı koymak oranını, hem de çevredeki durum ve şartların onlarla uygun bir şekilde sevk ve idare etmesi hükümlerini kapsar. Yoksa insanlar her istedikleri gibi denizde tasarruf edemezler. Allah'ın emrini tatbik etmeden sırf kendi emirleriyle gemi yürütemezler. Allah'ın emriyle gemi yürüsün ve Allah'ın lütfundan isteyip arayasınız diye, ticaret, dalgıçlık, avcılık ve diğer araştırma ve kazanma şekilleriyle kara ve denizde tasarruf edip kazanasınız. Hem de umulur ki şükredesiniz. Bu nimetlerin yalnız O'nun olduğunu bilip mabud olarak yalnız O'nu tanıyasınız ve O'nun emirlerini, yasaklarını tanıyarak O'na ibadet ve kulluk edesiniz, Allah'a ortak koşmaktan ve nankörlükten kaçınasınız. Şükür yalnız nimeti ve nimetin zevk ve neşesini sezmek değil, nimeti vereni tanımak ve O'nun nimeti karşılığında O'nu yüceltmektir. Hem O'nun nimeti bu kadarla kalmıyor.

13- Hem göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendisinden emrinize amâde kıldı. Başka birinin aracılığıyla değil, yalnız kendisinin yaratma ve itaat ettirmesiyle hepsini sizin menfaatlerinize ve yararlarınıza hizmet ettirmektedir. Yahut size, sizin hizmetinize vermiştir. Yüce Allah katından bir lütuf olmak üzere hepsini bir şekilde çalıştırabilirsiniz. Şüphe yok ki bunda, bu boyun eğdirmede düşünecek bir toplum için çok ibretler vardır ki Allah Teâlâ'nın insan üzerindeki nimetinin çokluğuna ve insana olan lütuf ve yardımda bulunmasının önemine ve insanın Allah'dan başkasına kulluğu caiz olamayacağına delâlet eder. Bu âyet, çok dikkat çeken bir âyettir. İlk önce tefsir bilginleri, buradaki "hepsini kendinden" kaydının irabında bir kaç değişik görüş göstermişlerdir. Zemahşeri sözünde mânâsı nedir ve i'rab açısından yeri ne oluyor? sorusuna karşı der ki: Hal yerindedir. Yani mânâsı şudur: "O, bütün bu eşyaları kendinden olarak kendi katından meydana gelmiş olarak size boyun eğdirdi." Yani O, kudret ve hikmeti ile onları oluşturan ve yaratan, sonra da yarattığı halkın hizmetine verendir. Hazfedilmiş bir mübtedânın haberi olması da caizdir. "Onların hepsini kendinden" demek olur. Bir de yukarıda geçen tekit almak üzere diye başlanması da caizdir. 'nın mübtedâ, 'nün haber olması da caizdir.

Taberî, İbnü Abbas'tan "yani herşey Allah Teâlâ'dandır" diye nakleder ki bütün tefsir bilginleri ve hadis bilginleri bunu Zemahşerî'nin dediği gibi Allah Teâlâ tarafından yaratılmış ve yoktan varedilmiştir diye anlarlar. Rivâyet edilir ki; Hârun-ı Reşid'in huzurunda hristiyan rahiplerinden birisi Hz. İsâ hakkındaki inancına Kur'an'dan "Meryeme ulaştırdığı "kün: ol" kelimesi (nin eseri)dir. Ondan bir ruhtur." (Nisâ Sûresi, 4/171) sözü ile delil getirmek istemiş "bir kısmı" mânâsını ifâde eder demişti. Ona karşı Hüseyin b. Ali b. Vâkıd da bu âyeti okumuş ne ise da odur. Her şey Allah'ın bir parçası demek olmayıp Allah tarafından yaratılmış demek olduğu gibi İsâ da Allah tarafından yaratılmış bir ruh demek olduğunu anlatmıştır.

Vahdet-i vücudçu sofilerin ise burada başka bir neşesi vardır. Alûsî'nin açıkladığına göre sofilerden şeyh İbrâhim Gûrânî demiştir ki: Yaratılmışlar, vücud-ı müfâzın meydana çıkmasıdır. Vücûd-ı müfâz kendisine amâ denilen Rahmânî nefesin şeklidir. Şöyle ki; amâ işin hakikatında yokluk işlerinden ibaret olan seçkin gerçekler üzere yayılmıştır, yayılma sonradan olan bir şeydir. Ve amâ asıl ile beraber olmasından dolayı, Allah Teâlâ'nın zatından ayrı bir şeydir. Çünkü Yüce Allah'ın zatı, eşyanın aslına bağlı bulunmayan tek varlıktır. Dolayısıyla varlıklar, amâ'de sonradan meydana gelen ve bununla ayakta duran şekillerdir. Allah Teâlâ da onların idarecisidir. Çünkü yüce Allah, o şekillere devamlılıkla imdad eden gizli kuvvetin ilkidir. Bundan olayların, Hakk'ın zatı ile meydana gelmesi gerekmez. Ve Hak Teâlâ'nın onda olması da gerekmez. Çünkü yüce Allah'ın varlığı, esaslardan soyuttur, onlarla beraber bulunmaz. Onlara göre belli olan ancak amâ'dır ki onun varlığı müfâzdır (taşıp yayılmıştır.) Bu ifâde, Halk-ı işrâk teorisine bir tatbik oluyor. Yaratma ve icad deyimi yerine, varlığı bol bol bereketlendirmek deyimini koymak daha güzel bir ifâde değildir. Bunun için yukarıda açıklandığı gibi tefsir ve hadis bilginlerinin ifâdeleri daha açık ve daha fazla tercihe layıktır. Bizim zevkimize kalırsa mânâsı ile 'den mefûl-i mutlak olması minnet yerinde kullanmaya daha uygundur. Yani bu itâat ettirmek ne insanlardan ne de eşyadan bir sebep ve gerekçe ile değil yalnız Allah'ın insanlara bir lütuf ve yardımından meydana gelmiştir. Ve onun için yalnız O'na kulluk etmek ile şükretmelidir. Bu anlaşıldıktan sonra gelelim diğer bir probleme; burada gerek "sizin emrinize verdi" demek olsun, gerekse "sizin için boyun eğdirdi" demek olsun ikisinde de insanların bütün eşyadan daha önemli olduğunu ifade eder. Çünkü bütün gökler ve yerdeki eşyanın insana boyun eğmesi, insanın hepsine hâkimiyetini ve üstünlüğünü ifâde edeceği gibi insan için boyun eğdirilmiş olması da insanın yaratılışın hedefi olmasını ifâde eder. Her iki durumda ise insan diğer eşyadan daha gelişmiş bir şekilde yaratılmış demek olacağından "Elbette gökleri ve yeri yaratmak, insanları yaratmakdan daha da büyüktür.." (Gâfir Sûresi, 40/57) âyeti ile bu âyet arasında bir çelişki olmaz mı? diye bir soru akla gelir. Tefsir bilginlerinden buna aykırı bir görüş ileri sürene rastlamadığımdan âyetin gerektirdiği tefekkür ile bunu şöyle anlayabileceğimizi arzederim: İnsanın iki yönü vardır. Birisi fizikî, birisi de rûhî yönüdür. Fizikî yönüyle açıkça biliniyor ki insanın yaratılışı gökler ve yerin yanında bir zerre denemeyecek kadar küçüktür. Fakat ruhî yönüne gelince

"Ve içine ruhumdan üflediğim vakit.." izâfeti ile şereflendirilmiş ve "De ki; Ruh, Rabbimin emrindendir.." (İsrâ, 17/85) açıklamasıyla yüceltilmiş olan insan ruhu, âlemlerin diğer canlı ve cansız cisimlerin sahip olmadığı yüksek bir kapsamlılığa sahiptir. İşte bu âyette açıkça ifâde edilen "itaat ettirme" de bu yönüyledir. İnsanın bir bakışla yer ve gökten ne kadar geniş bir sahayı görebildiği gözönünde bulundurulursa bu "itaat ettirmenin" bir anı düşünülmüş olur. Bu âyetin, bilhassa tefekkür âyeti olmak üzere seçilmiş olması da gösterir ki buradaki genel itaat ettirmeden maksat, ruhî yönden itaat ettirmedir. Fiilen itaat ettirme ise onun bir neticesi olarak meydana gelir. Bu şekliyle bu âyet daha çok tefekkürlerle ilerlemeye elverişli ise de bu kadarını işaret etmek yeter. Yalnız şunu bir daha hatırlatalım ki bu tefekkürün ilk neticesi insana bu teshiri (itaat ettirmeyi) lütuf buyurmuş olan en üstün ve en yüce zatın birliğini bilerek nimetlerine şükretmek önermesi olacağını unutmayalım.

14-15- İmân edenlere söyle: Allah'ın (kâfirleri cezalandırıp müminlere zafer vereceği) günlerinin geleceğini ummayanları bağışlasınlar. Araplar, savaş gibi büyük tarihi olaylara "eyyâm" derler. Meselâ Araplar'ın büyük tarihi olaylarına "eyyâm-ı Arab" denilirdi ki meşhur bir mecâzdır. Bu şekliyle "eyyâmullâh" da Allah'ın düşmanlarının başına getirdiği belâlar, yahut Allah'ın müminlere yardımı, sevap ve mükâfâtı ve vaadi; kâfirlere kahır ve azâbı ve tehdidi için belirlediği vakitler demek olur ki şununla açıklanmıştır da denebilir. Bir kavmi kazandıkları ile cezalandırmak için olan günler yahut cezalandıracağı için bağışlasınlar. Bu cümle, emrin yahut cevabı olan "Bağışlasınlar." ifadesinin esas sebebidir. Yahut da "eyyâmullâhın (Allah günlerinin) açıklaması yerinde kaydı olup dolayısıyla emrin hikmetini de ifade eder. Kavim de müminler veya kâfirler, yahut her ikisi olabilir. Ceza da ona göre cezalandırmayı ve mükâfatlandırmayı kapsar. Birisi Hz. Ömer'e sövmüş, o da onu yakalamak istemiş, affetmesi için bu âyet inmiştir deniliyor. Âyette kastedilen, gerektiğinde savaşmayı yasaklamak değil, kişisel olarak bayağı kavgaları yasaklamaktır. Bundan dolayı savaşı emreden ayetlerle bu âyetin nesh edilmesi (hükümsüz kılınması) gerekmez. Hattâ "eyyâmullâh" ile ona işaret vardır

16- "Andolsun ki, biz İsrailoğulları'na vermiştik.." "Her kim de kötülük yaparsa o da kendi aleyhinedir." hükmünün yalnız kişide değil, toplumda da meydana geldiğine misaldir. Nitekim İsrâ Sûresi'nde "Eğer güzel işler görürseniz, kendiniz içindir. Yok eğer kötülük yaparsanız o da kendinizedir." (İsrâ, 17/7) buyurulmuştu. (O âyetin tefsirine bkz.) Kitab, Tevrat veya Zebur ve İncil'i de kapsayacak şekilde, kitap cinsi; hüküm, hükümet ve peygamberlik. Çünkü İsrailoğulları'nda çok peygamber gelmiştir.

17- Ve onlara bu emirden apaçık deliller verdik. Bu din hususunda açık deliller veya mucizeler verdik. İbnü Abbas hazretleri demiştir ki; bu emirden maksat Peygamber (s.a.v.) ile ilgili hususlardır. Yani peygamberlerin en sonuncusunun geleceğini ve Tihâme'den Medine'ye hicret edeceğini açıklamıştı. (Bakara Sûresi'ne bkz.) Kıyamet günü, Allah günlerinden bir gündür ki o günkü hüküm, hakkı ile sorumlu tutmak ve yapılan işin karşılığını vermektir.

18- Sonra biz seni din hususunda apaçık bir şeriat sahibi kıldık. Bahir de der ki: Arapça'da şeriat, insanların ırmaklardan ve benzeri şeylerden su almaya vardıkları yerdir. Din şeriatı da bu mânâdandır. Çünkü insanlar ondan Allah'ın emirlerine ve rahmetine ve yakınına ererler. Râğıb da demiştir ki; şerı' aslında masdardır. Sonra açık ve geniş yola isim yapılmış şeri, şir'a ve şeriat denilmiştir. Bu da dinde Allah'ın yolu anlamına istiâre yoluyla kullanılmıştır. Bazıları şeriata, şeriat denilmesi, su içmek için kullanılan yola şu yönüyle benzetildiğini söylemişlerdir: Çünkü hakikat ve doğruluk üzere onda yürüyen hem kanar, hem temizlenir. Kanmaktan maksat, bazı bilginlerin dediği şu sözdür: İçerdim kanmazdım, Allah'ı tanıdığımda içmeden kandım. Temizlenmekten maksat da; "Ey ehl-i beyt! Allah ancak sizden şan ve şerefi kirletebilecek günahları uzaklaştırmak ve sizi tertemiz yapmak istiyor." (Ahzâb, 33/33) âyetinin mânâsıdır. Burada de tenvin yüceltme içindir. Emir, din işi veya Allah'ın emri demektir. Yani bu Kur'anda açıklandığı üzere Allah'ın sana vahyettiği emir ve yasaktan bir büyük ve geniş yol, koskoca bir şeriat üzere seni görevlendirdik.Onun için o şeriata uy, kendini ona uydur da bilmeyenlerin hevâ ve heveslerine uyma. Allah'ın hükümlerine ilmi olmayan veya ilmin gereğine uymayan kimseler yalnız kendi zevk ve heveslerinin arkasında koşarlar. Hevâ ve hevesler ise kişiye göre değişir. İsrailoğulları gibi ihtilâfa düşürür, Allah'ın gazabına götürür. Şeriat ise toplar, tevhid (Allah'ın birliğine inanmakla) rızasına götürür. Şeriata uy da cahillerin nefsani arzularına uyma.

19- Çünkü onlar Allah'tan gelecek hiçbir şeyi senden uzaklaştıramazlar. Onlara uyduğun takdirde Allah'tan gelecek olan azab ve cezadan seni hiçbir şekilde kurtaramazlar. Şüphesiz zâlimler, birbirlerinin dostlarıdırlar. Onun için onlara, yalnız zâlim olanlar uyar, dost olur. Allah ise müttakilerin dostudur. Zulümden, haksızlıktan korunanları sever, onlara yardım eder. Onun için sen o bilgisizlere, zâlimlere uyma da, takvâya (Allah'tan korkmaya) devam et, korun.

20- Bu Kur'an, veya özellikle bu öğüt veya şeriata uymakla Allah'tan korkma hususu insanlar için kalb gözlerini aşan bir nurdur. Arzulara, şehvetlere uymak, insanların kalblerini körlettiği, hakkı anlamalarına engel olduğu gibi Allah'ın sözünü ve emirlerini tutarak şeriatına uymak da insanların hakka doğru kalb gözlerini açan basiret (öngörü) nurlarıdır. Ve kesin olarak inanan kimseler için hak ve mükâfatı gösteren bir hidâyet ve mutluluğa erdirecek bir rahmettir.

21- Yoksa kötülükleri işleyip duranlar, günahları işlemekle bulaşık ve yaralı olan kimseler sandılar mı ki kendilerini o imân edip de iyi ameller yapan kimseler gibi yapacağız, hayatlarını ve ölümlerini eşit kılacağız? Öyle mi sandılar? Yani dünya hayatında kendileri hakkında "Allah'ın ceza günlerinin geleceğini ummayanları bağışlasınlar ki, Allah her bir kavmi kazandığı ile cezalandırsın." (Casiye, 45/14) şeklinde af ve müsamaha ile emrettik diye ahirette de öyle olacaklar, müminler gibi mağfirete erecekler mi zannettiler. Ne kötü hüküm veriyorlar! Halbuki:

Meâl-i Şerifi

22- Halbuki Allah, gökleri ve yeri hak ile yarattı. Hem de herkese yaptığının karşılığı verilmek üzere, onlara asla haksızlık edilmez.

23- (Ey Muhammed!) Hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah'ın kendi ilmi dahilinde saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürleyip gözüne perde çektiği kimseyi görüyor musun? Şimdi onu Allah'tan başka kim hidâyete erdirebilir? Hala düşünmez misiniz?

24- Hem müşrikler dediler ki: "Hayat, ancak bu dünya hayatımızdan ibarettir. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak geçen zaman yokluğa sürükler. Halbuki onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar, sadece böyle zannederler.

25- Kendilerine âyetlerimiz açıkça okunduğu zaman; "Eğer sözünüzde doğru iseniz atalarımızı diriltip getirin." demekten başka söylenecek hiçbir delil yoktur.

26- (Ey Muhammed!) De ki: "Allah sizi diriltir. Sonra sizi o öldürür, sonra da geleceğinde şüphe olmayan kıyamet gününde (diriltip) bir araya toplar. Fakat insanların çoğu bilmezler.

22- Halbuki Allah gökleri ve yeri hak ile yarattı. Zulum ile değil, hak ve hakkaniyet (adâlet) üzere her birinin özelliğinde gerek birbirine ve gerek yaratıcılarına göre vacib olan adalet ve hikmeti gözeterek yarattı.

Bu âyet önceki hükme bir delil mahiyetindedir. Çünkü hak ile yaratış zalimden mazlumun (zulme uğrayan kimsenin) hakkını hemen almak ve iyi ile kötüyü eşit tutmayıp iyiye, iyiliğinin, kötüye de kötülüğünün cezasını vermek demek olan adâleti gerektirir. Şu halde bu husus, bugün şu dünyada olmuyorsa yarın âhirette olması lazım gelir. Onun için bu mânâ açıkça ifade edilerek buyuruluyor ki; Hem herkes hakları yenmeksizin kazandığı ile cezalandırılmak, yani iyiye iyi, kötüye kötü karşılığı verilmesi için yaratılmıştır. Bundan dolayı kötülük yapanların geleceği iyilik yapanların geleceği ile eşit olamaz. Birisi ceza görürken diğer mükafat görecektir.

23-Böyle olunca hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen kimseyi gördün mü? Hakkı düşünmeyip keyfi ne isterse onu ilah edinmiş kendi zevkinin sevdasına düşmüş. Allah da bir ilim üzerine onu şaşırtmış "Fakat kendilerine ancak ilim geldikten sonra, birbirlerini çekememezlik yüzünden ayrılığa düşmüşlerdi." (Câsiye, 45/17) ifadesindeki gibi olmuş, ve kulağını ve kalbini üstünden mühürlemiş ve gözüne bir perde çekmiştir. Çünkü hevâ ve şehvet gözü kör, kulağı sağır, kalbi duygusuz eder. O kimse bilgin de olsa ilmine rağmen hakkı duymaz olur. Nitekim filozofların ve dünya hayatına düşkün din bilginlerinin bir çoğu böyle olmuştur. Artık onu Allah'tan başka kim hidâyete erdirilebilir? Yani Allah şaşırttıktan sonra kimin haddine ki onu hidâyet etsin. Halâ düşünmeyecek misiniz? Bu uyarılar karşısında hevâ ve hevesleri bırakarak ilmin gereğine göre bir düşünüp hak ve sonucu anlamayacak mısınız?

24-26-Bunların sapıklıklarını ve kulak ve kalblerinin mühürlenme hükümlerini açıklamakla buyuruluyor ki: Ve dediler, yani ilme karşı hevâ ve heveslerini ilâh edinenler sapkınlıklarından dediler ki: Dünya hayatımızdan başka hayat yoktur. Hayat denilen şey ondan ibârettir. Ölürüz ve yaşarız, öleceğimizi bilmekle beraber dünya hayatını yaşarız, ondan ötesi yoktur. Bizi başka bir şey değil dehir helâk eder.

DEHİR: Aslında âlemin kalma (devam etme) müddeti demektir. "Yani onu yendi." fiilinden masdar da olur. Râğıb der ki; dehir, kainatın var oluşunun başlangıcından sonuna kadar olan müddetin ismidir.(1) "Gerçekten insan üzerine dehirden bir müddet geldi ki:" (Dehr (insan), 76/1). Sonra çok bir müddete de denilir. Zaman, az bir müddete, denilmesi itibarıyla bundan farklıdır. Falancanın dehri, onun hayat müddeti demek olur. Bir de dahir masdar olur. denilir. "Falana bir felâket bir sarış sardı." demektir. Şu halde dehir ya masdar veya isim olur. Masdar olduğuna göre kahretmek, yenmek ve istilâ etmek mânâsına gelir. İsim olduğu vakit de esas mânâsı bütün zaman yani bütün kâinatın baştan sonuna kadar akıp geçmesi süresidir ki bu özellikle ile 'dir. Bundan başka bir de uzun bir zaman, çok fazla bir müddet mânâsına gelir ki lâmsız (belirsiz) olarak denildiği zaman bu mânâ birden bire akla gelir. İmâm-ı Azam Ebû Hanife hazretleri nekire (belirsiz) olan bu dehrin mânâsında, yani ne kadar bir zamana denildiği hususunda görüş belirtmemiştir. Zaman kelimesi ise dehrin az veya çok bütün parçalarında da kullanıldığından dolayı daha umumî ve genel olmuş oluyor. Zaman geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek kısımlarına ayrılır ise kâinatın baştan sona kadar bir uzamasının ifâdesi demek olduğundan zaman, dehrin makamlarından olarak düşünülür. Burada üç mânâdan her birine göre yorumlanabilir ise de en fazla zamanın geçmesi ve uzun zaman diye tefsir edilmiştir. Çünkü sözkonusu olan yok etme, kâinatın sonu olan herşeyin yok edilmesi değil, bazı şeylerin yok edilmesidir.

Meâl-i Şerifi

27- Göklerin ve yerin mülkü sadece Allah'ındır. Kıyâmetin kapacağı gün varya, işte o gün batıla sapanlar hep hüsrana düşecekler.

28- O gün her ümmeti, diz çökmüş görürsün. Her ümmet, kendi kitabına çağırılır, onlara: "Bugün yaptığınız amellerin cezası verilecektir.

29- İşte kitabınız, yüzünüze karşı hakkı söylüyor, çünkü biz sizin yaptıklarnızı hep kaydediyorduk." (denir).

30- İman edip iyi işler yapanlara gelince; Rableri onları rahmeti içine koyacaktır. İşte apaçık kurtuluş budur.

31- Ama kâfirlere gelince; onlara da denilir ki; "Size âyetlerim okunmadı mı? Siz büyüklük tasladınız ve günah işleyen bir kavim oldunuz değil mi?

32- Allah'ın vaadi gerçektir. "O kıyâmetin geleceğinde şüphe yoktur." denildiğinde "Kıyamet nedir bilmiyoruz." Yalnız bir zandan ibârettir sanıyoruz. Fakat bu hususta kesin bir bilgimiz yok." derdiniz.

33- Derken yaptıkları amellerin kötülüğü gözlerinin önüne serildi, alay edip durdukları şey onları kuşatıverdi.

34- O gün kâfirlere şöyle denilir; "Siz, dünyada bugüne kavuşmayı nasıl unuttuysanız, biz de bugün sizi öylece unutacağız. Yeriniz ateştir ve sizin için yardımcılardan bir kimse de yoktur."

35- Bunun sebebi şudur; Siz Allah'ın âyetlerini alaya aldınız, dünya hayatı sizi aldattı. Artık bugün onlar, ateşten çıkarılmayacaklar ve kendilerinden özür dilemeleri de kabul edilmeyecektir.

36- Hamd, göklerin Rabbi, yerin Rabbi ve âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.

37- Göklerde ve yerde büyüklük ve hâkimiyet O'nundur. O, Aziz'dir (herşeye galiptir); Hakîm'dir (hüküm ve hikmet sahibidir).

27-37- "Kıyametin kopacağı gün..." Saat, aslında Râgıb'ın açıkladığına göre zamanın parçalarından bir parçadır. Buna benzetilerek kıyâmete de saat denilir. "Kıyamet yaklaştı.." (Kamer, 54/1), "Kıyametin ne zaman kopacağı bilgisi ona aittir." (Zuhruf, 43/85), "Ey muhammed! Sana kıyametin ne zaman kopacağını sorarlar." (Nâziât, 79/42) gibi. Bunun iki ayrı yorumu vardır. Birisi: "Ve o hesaba çekenlerin en süratli olanıdır." (En'âm, 6/62) buyurulduğu üzere sürâtle hesap görmektir. Birisi de şöyle açıklanan mânâdır. "Onlar kıyameti gördükleri gün, dünyada ancak bir akşam ve bir kuşluk vakti kadar kaldıklarını sanırlar." (Nâziât Sûresi, 79/46), "Dünyada sanki gündüzün bir anı kadar kalmış olduklarını sanacaklar." (Yunus, 10/45), "Ve kıyâmet koptuğu gün." (Câsiye, 45/27) Birincisi kıyâmet, ikincisi zamanın az bir parçasıdır. Bir de denilmiştir ki kıyâmet mânâsına saat üç tanedir:

1- Büyük saat ki insanların hesaplaşma için diriltilmesidir. Nitekim "Fuhuş ve ahlaksızlık açıkça yapılıncaya ve dirhem ile dinara tapılıncaya kadar, şöyle şöyle oluncaya kadar kıyâmet kopmaz." hadisinde peygamber (s.a.v.) buna işaret etmiştir.

2- Orta saat (kıyâmet), bir asır halkının ölümüdür. Nitekim rivâyet olunduğu üzere Peygamber (s.a.v.) Abdullah b. Üneys'i görmüş, "Bu çocuğun ömrü uzarsa kıyamet kopuncaya kadar ölmez buyurmuştu ki sözkonusu zat, sahabenin en son vefat edenidir deniliyor.

3- Küçük saat (kıyamet); insanın ölümüdür ki her insanın kıyameti kendi ölümüdür. "Allah'ın huzuruna çıkmayı yalanlayanlar, gerçekten hüsrana uğramışlardır. Kıyâmet günü (ölümleri) ansızın gelince onlar günahlarını sırtlarına yüklenmiş olarak... (Enâm Sûresi, 6/31) gibi bazı âyetlerde de saat bu mânâyadır. "Kim ölürse, onun kıyameti kopmuştur." Bununla birlikte bizim anladığımıza göre hangi mânâya olursa olsun kıyâmete saat denilmesi, Allah katında belirlenmiş bir sürenin bir vaktin saatinin gelmesi itibarıyladır. Nitekim dilimizde de "vakti ve saati gelmiş" deyimi herkesçe bilinmektedir. Burada da saat kıyâmet mânâsınadır.

Ve her ümmeti (Câsiye) diz çökmüş olarak görürsün. Câsiye, iki mânâ ile tefsir edilmiştir. Birisi diz çökmüş mânâsınadır ki gereği kasdedilmiştir. Çünkü diz çökmek derli toplu, en itinalı ve hürmetli vaziyettir (pozisyondur). Birisi de toplanmış cemaat mânâsınadır ki den alınmıştır. Bir araya gelmiş taş yığınına denir. Maksat, Yâsin Sûresi'nde "Onların hepsi mutlaka huzurumuzda toplanıp hesap için hazır bulundurulacaklardır." (Yâsin, 36/32) buyurulduğu üzere Allah'ın huzurunda hesap için toplanmaktır.







KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)

46-AHKAF:

1-10- İlimden geriye kalmış bir eser, önceki peygamberlerin ilimlerinden kalma rivayete dayanan bir ilim. Yahut toz üstüne bir yazı, "De ki: Ben peygamberlerin ilki değilim."

BİDİ', BİD'AT, âdette hiç örneği geçmemiş yeni türemiş, türedi, yani ilk olarak peygamberlik iddia eden, yahut hiç bir peygambere benzemeyerek, kendi kendine Allah'ın izni olmaksızın bir takım örneği olmayan şeyler icad edecek bir icadcı değilim. İsrailoğulları'ndan bir şahid de onun bir benzerine şehadet edip iman getirir. Buradaki zamirinde iki ihtimal vardır. Biri Kur'ân'a, biri de peygambere raci olmasıdır. Kur'ân'ın Tevrat gibi Allah kitabı olduğuna, yahut Hz. Peygamber'in Musa gibi bir peygamber olduğuna şehadet ederek iman eder. Bakara Sûresi'nde açıklaması geçtiği üzere Tevrat'ta Hz. Peygamber Hz. Musa'ya "Senin gibi bir peygamber" diye Musa'nın benzeri bir peygamber olmak üzere anlatılmıştı. İsrailoğulları'ndan böyle şehadet eden şahit de çoğunluğun görüşüne göre Abdullah b. Selam (r.a.)'dır. İmam Şa'bi gibi bazıları şahidden maksadın Hz. Musa olduğunu söylemişlerdir ki daha önce haber vermiştir. İbnü Cerir ve diğerlerinin rivayetlerine göre Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a) demiştir ki: Resul-i Ekrem (s.a.v.) "Yeryüzünde yürüyen bir kimse hakkında o cennetliktir derken işitmedim. Abdullah b. Selam'dan başka ki "İsrailoğulları'ndan bir şahit de onun bir benzerine şehadet edip iman getirir." âyeti de onun hakkında nazil oldu. Sûrenin Mekkî, Abdullah b. Selam'ın iman edişinin ise Medine'de olması itibarıyla bu durumda bu âyet gaib haberlerinden demek olur. Fakat yukarıda işaret olunduğu üzere bazıları sûre Mekkî olmakla beraber bu âyetin Medenî olduğunu söylemişlerdir. Hasen'den rivayet olunur ki şöyle demiştir. "Bana şu haber ulaştı, Abdullah b. Selam İslâm'a girmek istediği zaman: Ya Resulullah dedi, yahudiler bilir ki ben onların âlimlerindenim, babam da onların âlimlerinden idi. Halbuki şimdi ben şehadet ediyorum ki, sen Allah'ın hak peygamberisin ve onlar seni Tevrat'ta yazılı bulurlar, şimdi filana, filana ve daha yahudilerden adlarını saydıklarına adam gönder ve beni evinde gizle de onlara benden ve babamdan sor, çünkü benim kendilerinin en âlimi olduğumu, babamın da en âlimlerinden bulunduğunu şüphesiz söyleyeceklerdir. Ben de o zaman çıkarım, ve senin Allah'ın Resulü olduğunu ve onların seni yanlarındaki Tevrat'ta yazılı olarak bulduklarını ve gerçekte senin hidayet ve hak din ile gönderildiğine şehadet ederim. Resul-i Ekrem (s.a.v.) de öyle yaptı, onu evinde gizledi, yahudileri çağırttı, yanına girdiler, derken Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Sizin içinizde Abdullah b. Selam nedir?" kendisi dediler bizim en âlimimiz, babası da. O halde müslüman olduysa ne dersiniz?", "olmaz" dediler, üç kere tekrar ettiler, bunun üzerine çağırdı, o da çıktı sonra: "Ben, şahitlik ederim ki sen Allah'ın Resulü'sün, onlar seni yanlarındaki Tevrat'ta yazılı olarak buluyorlar ve sen hidayet ve hak dini ile gönderildin." dedi. Deyince yahudiler biz senden bunu beklemezdik ey Abdullah b. Selam dediler. Küfrederek çıktılar. Allah Teâlâ da bu âyeti indirdi. "De ki: Ne dersiniz bu Kur'ân Allah tarafından ise ve siz de onu inkâr etmişseniz bununla birlikte İsrailoğulları'ndan bir şahit de onun bir benzerini Tevratta görüp inanmış iken siz hala büyüklük taslarsanız haksızlık etmiş olmaz mısınız? Şüphesiz ki Allah zalim bir topluluğu doğru yola iletmez." Buna dair diğer rivayetler de vardır. Bununla beraber Mesruk'da demiştir ki bu Abdullah b. Selam hakkında nazil olmadı, Mekke'de nazil oldu, Abdullah b. Selam ise Medine'de müslüman oldu. Bu ancak Resulullah'ın kavmine karşı bir delilidir. Tevrat, Kur'ân gibi Musa da Muhammed (s.a.v.) gibidir. Onlar Tevrat'a ve peygamberlerine iman ettiler de siz küfrettiniz, demektir. İbnü Cerir der ki gerçi Mesruk'un dediği âyetin zahirine daha uygundur. Çünkü "De ki: Ne dersiniz eğer o Kur'ân Allah tarafından ve siz ona küfretmiş iseniz" âyeti Allah tarafından Kureyş müşriklerine karşı bir kınama ve peygamberi için onlar aleyhine bir delil gösterme makamındadır. Bu âyet de daha öncesindeki âyetlerin benzeridir. Onlarda ne kitap ehlinin ne de yahudilerin zikri geçmediği gibi daha önce zikri geçenlerden sözün çevrilmesine delalet eder bir karine de görülmüyor. Fakat Resulullah'ın ashabından bir cemaatten maksat Abdulah b. Selam olduğuna dair haber varid olmuştur. Ve tevil ehlinin çoğu da bunun üzerinde yürümüştür. Bunlar ise Kur'ân'ın mânâlarını ve nüzul sebebini ve ne kastedilmiş olduğunu da daha iyi bilirler. Buna göre şehit Abdullah b. Selam, kınanan muhataplar da yahudi topluluğu olmuş oluyor, yalnız Taberî'nin daha önce zikri geçenlerden sözün değiştirilmesine delalet eder bir karine görülmüyor, demesi üzerinde düşünmek gerekir. Çünkü bir kere başta "İnkâr edenler uyarıldıkları şeyden yüz çeviriyorlar." buyurulmakla sözün asıl sevkinin, mutlak kâfirler hakkında olduğu gösterilmiş sonra da iki "De ki: Ne dersiniz?" hitabı ile bunların iki kısmına işaret olunarak birincisi ile müşriklere, ikincisi ile de diğerlerine yahut hepsine hitap yapıldığı anlatılmıştır. Demek ki hem asıl sözün gelişi birliği muhafaza edilmiş hem de iki kere "Deki ne dersiniz?" buyurulmakla bir hitap değişikliği karinesi de verilmiştir. Şu halde "Şüphesiz ki Allah zalim topluluğu doğru yola iletmez", ifadesi ilk bakışta yahudilere uygun olmakla beraber anlam itibarıyla hepsinden geneldir. Bu cümle, şartın cevabı yerinde bulunmaktadır. Yani öyle olunca siz zulmetmiş olursunuz, hidayete eremezsiniz. Çünkü:

Meâl-i Şerifi

İnkâr edenler, iman ednler için: "Eğer İslâm'da bir hayır olsaydı onlar, onu kabulde bizi geçemezlerdi." derler. Bununla muvaffak olamayınca da: "Bu eski bir yalandır." diyeceklerdir.

12- Kur'ân'dan önce de bir rehber ve rahmet olarak Musa'nın kitabı Tevrat vardı. Bu Kur'ân ise zulmedenleri uyarmak, iyilik yapanları müjdelemek için Arap lisanı ile indirilen ve kendinden öncekileri tasdik eden bir kitaptır.

13- "Gerçekten Rabbimiz Allah'tır." deyip, sonra da dosdoğru olanlara gelince onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.

14- İşte onlar cennetlikdirler, yaptıklarına karşılık orada ebedi olarak kalacaklardır.

15- Biz insana ana ve babasına iyilik yapmayı tavsiye ettik. Anası onu zahmetle karnında taşıdı ve zahmetle doğurdu. Onun ana karnında taşınması ile sütten kesilme süresi otuz aydır. Nihayet insan olgunluk çağına ulaşıp, kırk yaşına geldiğinde der ki: "Ey Rabbim! Bana ve ana babama ihsan ettiğin nimetlerine şükretmemi ve senin hoşnut olacağın salih amel işlememi ilham et. Benim neslimden gelenleri de salih kimseler kıl. Doğrusu ben tevbe edip sana yöneldim. Ve ben gerçekten müslümanlardanım."

16- İşte yaptıklarının en güzelini kendilerinden kabul edeceğimiz ve günahlarını bağışlayacağımız bu kimseler cennetlikler arasındadırlar. Bu onlara vaad edilmiş olan dosdoğru bir sözdür.

17- Ana ve babasına: "Öf size! siz bana öldükten sonra tekrar dirilip kabrimden çıkarılacağımı mı vaad ediyorsunuz? Oysa benden önce nice nesiller gelip geçmiştir." diyen kimseye ana ve babası Allah'a sığınarak "Yazıklar olsun sana! Gel iman et, şüphesiz ki, Allah'ın vaadi gerçektir." dediklerinde o: "Bu Kur'ân öncekilerin masallarından başka bir şey değildir" diyordu.

18- İşte onlar kendilerinden önce gelip geçmiş olan cin ve insan toplulukları içerisinde haklarında azab vaadi hak olmuş kimselerdir. Onlar gerçekten hüsrana uğramışlardır.

19- Herkesin yaptıklarına göre dereceleri vardır. Allah onlara yaptıklarının karşılığını tam olarak verir. Onlara haksızlık edilmez.

20- İnkâr edenler ateşe arzedilecekleri gün onlara: "Siz dünya hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadınız, onların zevkini sürdünüz, artık bugün yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanız ve yoldan çıkmış olmanızdan dolayı aşağılayıcı bir azabla cezalandırılacaksınız." (denir).

11- "İnkâr edenler, iman edenler hakkında derler ki..." Bunun da hem müşrikler, hem yahudiler tarafından söylenmiş olması muhtemeldir. Tefsircilerin çoğuna göre müşriklerdir. Müminlerin çoğunu Ammar, Süheyb, Bilâl gibi fakir ve zayıflardan görerek aşağılamak ve güya bu şekilde İslâm'ı küçük düşürmek istiyorlar. Sâlebi, yahudilerin Abdullah b. Selam ve arkadaşları hakkındaki sözleridir demiştir. Bununla, yani böyle demekle iman edenlere dil uzatmakla maksatlarına muvaffak olamayınca, İslâm'ı ve Kur'ân'ı körletmek veya şehadeti iptal etmek maksadına ermeyince Daha diyeceklerdir ki bu eski bir iftiradır, eski uydurulmuş bir yalandır. Yani peygamber hakkında öncekilerden rivayet olunan müjdeler eski bir yalandır diyecekler yahut İslâm'ı inkâr etmek için dini kökünden inkâr edecekler. Demek ki istikbalin kâfirleri daha azgın olacaktır.

12-14- Halbuki onun önünden yani Kur'ân'dan önce nazil olmuş Musa'nın kitabı vardır. Bununla hem eski bir iftira demelerinin nereye kadar varmış olduğu gösterilmiş oluyor hem de cevabı verilmiş oluyor. Çünkü o öyle var ki Bir imam ve rahmet olmuş bir halde, Allah'ın dininde senelerce rehber, kendisine uyulmuş, arkasınca gidilmiş ve o sayede Allah Teâlâ'nın rahmetine, nimetine erilmiş, eğer o bir iftira, bir yalan olsaydı o feyiz ve rahmet olur muydu? Ve işte bu da yani Kur'ân da dili Arapça olarak tasdik edici bir kitap, Musa'nın bir imam ve rahmet olan kitabını tasdik, onun esasındaki hakikati ispat ve teyid eden Arapça dilli bir kitap ki tasdikin hikmeti de zulmedenleri uyarmak için, her kim olursa olsun, kendisinden herhangi bir şekilde zulüm, haksızlık meydana gelenlere Allah'ın azabını haber vererek sonucun korkunçluğunu anlatmak için güzellik yapan iyilere de müjde için, şöyle ki: "Gerçekten Rabbimiz Allah'dır." deyip, sonra da dosdoğru olanlar, yani ilmin özü olan tevhit ile amelin sonu olan doğruluğu kendilerinde toplayanlar. (Fussilet Sûresi'nde bu âyetin benzeri olan 30. âyetin tefsirine bkz.) Orada melekler vasıtasıyla müjde yapılıyordu. Burada ise doğrudan doğruya yapılıyor.

15- "Biz insana ana babasına iyilik yapmayı tavsiye ettik. Tavsiye bir kimseye yapması gereken bir şeyi öğüt tarzında önceden söylemektir. İman ve doğruluk en birinci özellikleri olan iyilerin şanı beyan olunurken anaya babaya iyilik özellikle tavsiye edilmiştir. Bu tavsiye birkaç yerde gelmiştir. Fakat herbirinde başka bir nükte ve bakış açısıyla sevkedilmiş olduğu için tekrar değil ayrı ayrı fayda ifade etmektedir. Nitekim burada da "Yaptıklarının karşılığı olarak" ifadesi dolayısıyla iyilik ve doğruluğun önemli bir misali olmak üzere getirilmiştir. Rivayet olunduğuna göre ifadesine kadar bu iki âyet Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a) hakkında nazil olmuş ve birçok hükümlerin de esaslarını içinde toplamıştır. Önce ahlâkî açıdan araya üç mertebede dikkat çekilmiştir. Birincisi, babanın galibiyeti altında olarak tağlib yoluyla valideyn içinde, ikincisi üçüncüsü ile doğurma ve emzirme yönüyledir. Baba ise yalnız 'de bir kere zikredilmiştir. Bir Hadis-i Şerif'te beyan olunan şu ifade ile mütenasiptir. Bir adam; ya Resulullah "Ben kime çok iyilik edeyim?" demişti. Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Anana", sonra kime dedi, yine "anana" buyurdu, sonra kime? dedi, yine "anana" buyurdu. Sonra kime? dedi, "babana!" buyurdu.

" Anası onu sıkıntı ile, zahmet ve meşakkat ile yüklendi yine zahmet ve meşakkat ile karnındakini doğurdu. Hamilelik süresi, ve sütten kesilmesi de otuz aydır. Bakara Sûresi'nde "Emzirmeyi tamamlamak isteyen baba için anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler." (Bakara, 2/233), Lokman Sûresi'nde de "Onun sütten kesilmesi iki yıldadır. (Lokman, 31/14) buyurulduğuna göre bu otuzun iki senesi emzirme müddeti, altı ayı da hamilelik müddeti oluyor. Demek ki hamileliğin en az müddeti emzirmenin de en çok müddeti gösterilmiştir. Çünkü bunlara kadının namusu nesep ve nikâhın haramlığı yönleriyle pek çok önemli hükümler dayanmaktadır. Rivayet olunur ki Hz. Ömer (r.a.)'e bir kadın duruşmaya götürülmüştü ki altı ayda doğurmuştu. Had cezası uygulanmasını emretti. Hz. Ali (r.a) bu âyeti hatırlatarak "had" cezası lazım gelmez hamilelik süresinin en az müddeti altı aydır diye itiraz etti. Hz. Ömer de tasdik etti. Fahreddin Râzî bunu naklettikten sonra der ki: Akıl ve tecrübede bunun böyle olduğuna delâlet eder. Tecrübe sahipleri diyorlar ki ceninin teşekkülü için takdir edilmiş bir zaman vardır, o zaman ikiye katlanınca cenin harekete başlar, bu toplama iki misli daha ilave edilince cenin anasından ayrılır dünyaya gelir. Mesela ceninin yaratılışını otuz günde tamam farz edelim. Bu zaman ikiye katlanıp altmış gün oldu mu cenin hareket eder. Bu toplama iki misli olan yüzyirmi gün daha ilave edilince yüz seksen eder ki altı aydır. O vakit "cenin" anadan ayrılır. Yaratılış otuzbeş günde tamam olduğunu farz edelim, o vakit yetmiş günde hareket eder iki misli yüz kırk daha ilave olununca toplamı iki yüz on gün eder ki yedi aydır. Çocuk anadan ayrılabilir. Kırk gün olduğunu farz etsek seksen günde hareket eder iki yüz kırk günde anadan ayrılır ki sekiz aydır. Kırkbeş günde tamam olduğunu farz edelim o zaman da doksan günde hareket eder ikiyüz yetmiş günde anadan ayrılır ki dokuz ay eder. İşte tecrübe sahiplerinin anlattıkları kural budur. Calinûs demiştir ki ben hamilelik zamanlarının miktarlarının miktarlarını çok merak ile araştırdım. Bir kadın gördüm ki yüz seksen dört günde doğurdu. İbnü Sina da kendisinin bunu müşahade etmiş olduğunu kaydetmiştir. Demek ki hamileliğin en az müddeti Kur'ân'ın nassına göre de tıbbın tecrübelerine göre de bir olarak altı aydır. Ama hamileliğin en çok müddeti hakkında Kur'ân'da bir delalet yoktur. Ebu Ali b. Sina Şifa adındaki eserinde dokuzuncu makalesinin altıncı faslında demiştir ki, tamamıyla itimad ettiğim güvenilir bir yerden bana ulaştı ki bir kadın hamilelik senelerinin dördüncüsünden sonra bir çocuk doğurdu dişleri bitmişti, hem de yaşadı. Eristatalis'ten de şöyle hikâye olunmuştur: Hayvanların doğum ve hamilelik zamanları bellidir. İnsandan başka ki gebe bir kadın bazan yedi ayda bazan sekiz ayda doğurur. Sekizinci ayda Mısır gibi muayyen beldelerden başka yerlerde az yaşar. Ama genellikle çoğunluk dokuzuncu aydan sonra doğmaktadır. Tecrübe sahipleri şunu da hatırlatırlar ki yukarıda geçtiği üzere ikiye katlamak suretiyle beyan ettiğimiz kaide kesin değil, yaklaşık olarak böyledir. Bazan günlerde fazlalık eksiklik olabilir, sonra Râzî ceninin tamamlandığı müddeti de altı kısma ayırarak tecrübeye dayanan bilgilerine göre kaydetmiştir ki zamanımızda buna "mebhas-ı rüşeym" yani cenin, embriyo bilimi denilmekte ve özel bir tasnife tabi tutulmaktadır. Nihayet der ki, altıncısında organlar birbirinden seçilir ve hissolunacak şekilde belli olur, bunun toplamı kırk gündür, bazen kırk beş güne kadar uzanır en azı da otuzdur. Şu halde bu, tıbbî tecrübelerle Peygamber (s.a.v.)'in şu hadisinde haber verdiğine uygun düşmektedir. "Her birinizin yaratılışı anası karnında kırk günde toplanır." tecrübe sahipleri derler ki: "Kırktan sonraki düşük cenin torbası yarılıp da soğuk suya konulduğu zaman organları belirgin küçük bir şey ortaya çıkar, kısaca hamileliğin en az müddeti altı ay olduğu gibi emzirme müddetinin de en çoğu iki senedir. "Hamilelik süresi ve sütten kesilmesi ve otuz ay" toplamının haberidir. Ancak İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri bu âyette bir de şu mânâ ihtimalini nazar-ı dikkate almıştır. Hamilelik süresi de sütten ayrılma süresi de otuz aydır. Bu durumda hamilelik müddetinin de otuz ay, emzirme müddetinin de otuz ay olması ve ikisinin de en çok süresinin beyan edilmiş bulunması gerekir. Hz. Aişe'nin rivayet ettiği bir Hadis-i Şerif hamileliğin en çok müddetinin iki seneden fazla olamıyacağını ispat etmiş olmakla hamilelik hakkında zikredilen ihtimalin sakıt olması lazım gelirse de sütten kesilme hakkında iki sene "Emzirme süresini tamamlamak isteyen baba için tam iki yıl." (Bakara, 2/233) âyetiyle kayıtlı bulunduğu için nikâhın haramlığını ifade eden emzirme müddeti bakımından en çok sürenin otuz ay olması şüphesi devam etmektedir. Bu ihtimali ortadan kaldıracak bir delil yoktur. Dolayısıyla haram kılanın mübah kılana tercih olması hakkındaki usul kaidesi gereğince otuz ay içinde emişenler hakkında ihtiyaten süt kardeşliği dolayısıyla nikahın haramlığının sabit olması gerekir. Fakat Lokman Sûresi'nde "Onun sütten kesilmesi iki yıl içindedir." ifadesi mutlak olduğu için İmameyn bu şüpheye iştirak etmemişlerdir. Fetvada da bu tercih edilmiştir. (Bu konuda geniş bilgi için Fıkıh'dan Hidaye ve şerhlerine bkz.) İşte babanın ananın böyle haklarından dolayı onlara iyilik ile muamele etmesini o insana tavsiye ettik. Nihayet hayat en güçlü çağına erdi, kuvvet ve olgunluk çağına erdi. Kuvveti ve aklı sağlamlaştı. Bunu bazıları bülûğ ile, bazıları da olgunluk çağıyla tefsir etmişlerdir. Bu, şuna daha yakındır: Ve kırk yaşına erişti. Denilir ki peygamberler de kırktan sonra peygamberlikle görevlendirilmişlerdir. Bununla birlikte Hz. İsa ile Yahya'nın küçüklüklerinde peygamberlikleri de söz konusudur. İşte tam aklını, kuvvetini toplayıp da kırkına erdiği zaman o tavsiyeyi yerine getirerek dedi: Allah'tan üç dilek diledi, birincisi şöyle nimetlerine şükür niyazı. Ey Rabbim! Bana öyle ilham et, öyle arzu ver ki senin nimetine şükredeyim. Önce şükrü istemesi, şükrün daima bir nimet neşesiyle ilgili olduğundan ilk önce kalbin neşesini bulmak içindir. İşte her başarının sırrı da bu neşedir. O neşe iledir ki rızaya uygun büyük salih ameller yapılabilir. Hem bana ihsan ettiğin nimetine hem de anama babama ihsan ettiğin nimetine, anama babama, yani din nimeti ve varlık nimeti. İkincisi, ve senin razı olacağın salih bir amel işleyeyim. Kelimesinde tenvin tazim için, yani büyük bir iş olduğunu ifade etmek içindir. Yahut çokluk ifadesi içindir. Birçok iş demektir. Yahut da bir çeşit tekliktir ki salih amel cinsinden Allah Teâlâ'nın rızasını özellikle celbedecek bir çeşit amel, rızayı gerektirecek itaat demektir. Üçüncüsü neslimde de benim için islah nasip et, yani ıslahı, düzgünlüğü onlara da ulaştır. İçlerinde sabit kıl çünkü ben tevbe ile sana yüz tuttum, senin razı olmayacağın fillerden veya senin zikrinden alıkoyacak şeylerden tevbe edip sana yöneldim. Çünkü ben müslümanlardanım. Kendilerini ihlas ve samimiyetle senin birliğine teslim edenlerdenim. Bu iki cümle duanın sağlam olmasının, tevbe ve İslâm'a bağlı olduğuna işarettir. İbnü Abbas (r.a) hazretleri demiştir ki: Allah Teâlâ, Ebu Bekir (r.a)'in duasını kabul buyurdu da müminlerden dokuz kişiyi azat etti ki Bilali Habeşi ve Âmir b. Füheyre bunlardandır. Ve her ne hayır istediyse Allah Teâlâ ona yardım etti. Zürriyyeti hakkında da duasını kabul buyurdu. Çocuklarının hepsi iman ettiler. Ona hem anasının babasının, hem de çocuklarının hepsinin İslâm'a girmesi nasip oldu. Babası Ebu Kuhafe Osman b. Amr ve annesi Ümmül Hayr bintü Sahr b. Ömer, oğlu Abdurrahman b. Ebi Bekir ve onun oğlu Ebu Atik hepsi Peygamber'e yetiştiler ve Hz. Ebu Bekir'in ulaştığı manevî derece sahabeden hiçbirine nasip olmadı. "Allah hepsinden razı olsun." Bununla birlikte ashab-ı kiramın hepsi böyle iyilik ve doğruluk duyguları ile dopdolu idiler.

16-Buna işareten buyuruluyor ki: İşte bunlar, böyle güzel vasıflarla vasıflanmış olan iyi ve şükredici insanlar, O cennetlikler için de, yani iman ve doğrulukları dolayısıyla haklarında "İşte onlar cennetliklerdir. Orada yaptıklarının mükâfatı olarak ebedi olarak kalacaklardır." (Ahkâf, 46/14) buyurulan ve kendilerine kıyamet günü korku ve üzüntü olmayan cennetlikler içinde öyle seçkin kimselerdir ki kendilerinden amellerinin en güzelini kabul ederiz ve günahlarından geçeriz. Burada "Yaptıkları amelin en güzeli ifadesi hakkında tefsircilerin iki görüşü vardır. Birisi "en güzel" "güzel" mânâsınadır denilmiş, birisi de den maksat mübahın üzerinde olan itaattır ki mendub ve vacibide içine almaktadır. Çünkü mübah çirkin değil güzeldir, ama ona sevab ve ceza gerekmez fakat açık olan şudur ki bunların günahlarından geçilmiş olduğu gibi yaptıkları iyilikleri de onlara keffaret gibi olarak cennetteki mertebelerinin en güzel amellerine göre olmasıdır. Burada Mücahid'den Taberi Hz. Ebu Bekir'in Ömer'e olan vasiyetini nakleder. Şöyle ki: Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer'i çağırdı da ona dedi ki: Ben sana bir vasiyet edeceğim onu iyi muhafaza edesin Allah'ın gecede bir hakkı vardır. Onu gündüzün kabul etmez ve gündüzün bir hakkı vardır onu da gece kabul etmez. Bizim hiçbirimiz için farzı yerine getirmedikçe nafile yoktur, Kıyamet günü mizanları ağır gelenlerin mizanlarının ağır gelmesi hep dünyada hakka uymaları ve onun, onlara ağır gelmesi sebebiyledir. Haktan başka bir şey konmayan bir mizanın ağır gelmesi ise hakkıdır. Kıyamet günü mizanları hafif gelenlerin mizanlarının hafif gelmesi de dünyada batıla uymalarından ve onun, onlara hafif gelmesindendir. Batıldan başka bir şey konmayan bir mizanın hafif gelmesi de hakkıdır. Görmez misin Allah Teâlâ cennetlikleri en güzel amelleriyle zikretmiştir. Onun için biri der ki benim amelim bunların ameline nerede erişecek onun sebebi çünkü Allah Teâlâ onların kötü amellerinden geçmiştir de onları açığa vurmaz, görmez misin Allah Teâlâ cehennemlikleri en kötü amelleriyle anmıştır da biri der ki; ben amelce onlardan iyiyimdir, onun sebebi çünkü Allah Teâlâ onların en güzel amellerini kendilerine geri vermiştir. Görmez misin Allah Teâlâ şiddet âyetini, rıza âyetinin yanında ve rıza âyetini şiddet âyetinin yanında indirmiştir ki mümin hem ümitli, hem saygılı olsun da kendi eliyle tehlikeye atılmasın ve Allah'a karşı hak olmayan bir kuruntuya kapılmasın.

17- "Ve o kimse ki ana babasına üf size dedi." Bununla önceki âyetin tamamen aksine yani anasına babasına eziyet edenlere intikal ile uyarıya geçiliyor. Mervan, bunun Abdurrahman b. Ebi Bekir hakkında nazil olduğunu iddia etmiş ise de doğru değildir. Hikâye olunuyor ki Mervan bir gün mescidde hutbesinde ben Emirül Müminin'in yani Muaviye'nin Yezid'i halife tayin etmesi hakkındaki görüşünü güzel görüyorum, çünkü Ebu Bekir de yerine halife bıraktı, Ömer de demişti. Bunun üzerine Abdurrahman b. Ebi Bekir: yani krallık mı?, Ebu Bekir (r.a) vallahi onu ne çocuklarından birisi ne de ehli beytinden birisi hakkında yapmadı. Muaviye ise sırf oğluna rahmet ve keramet yaptı, dedi. Mervan sen "Ana ve babasına üf size diyen kimse" değil misin? dedi. Abdurrahman'da sen Resulullah'ın lanetlediği melunun oğlu değil misin? dedi. Hz. Aişe işitti, Mervan'a sen Abdurrahman'a şöyle şöyle mi dedin? Yalan söylemişsin. Vallahi o âyet onun hakkında inmedi, isteseydim kimin hakkında indiğini söylerdim, dedi.

Bana çıkarılacağımı mı vaad ediyorsunuz? Öldükten sonra kabirden dirileceğimimi vaad ediyorsunuz? Halbuki benden önce nice nesiller geçmiş, yani onlardan kim kabirden çıkmış da ben çıkacakmışım? diyor. O ikisi, yani anası babası ise Allah'a sığınıyorlar, onun böyle inkârından cüretinden, küfründen aman diyerek Allah'a sığınıyor, aman ya Rabbi diye feryad ediyorlar. Yazıklar olsun sana, inan, iman getir. Herhalde Allah'ın vaadi haktır, diyorlar.

VEYLEK, veyil sana, aslında bizim "canı çıkası, geberesi" tabirimiz gibi bir helak duası olmakla beraber hakikaten helak için değil, azarlayarak teşvik ve özendirme için de kullanılır ki burada da maksat odur. Onun için bana yazıklar olsun sana demek daha uygun olacaktır. O yine, onları yalanlayarak bu sizin Allah'ın vaadi dediğiniz öncekilerin masallarından başka bir şey değildir, hiç aslı olmayarak yazılan masallardır, der.

18- İşte bunlar öbürlerinin tam aksine olarak cinlerden ve insanlardan kendilerinden önce geçen ümmetler içinde aleyhlerine söz hak olmuş kimselerdir. Sözden maksat "Andolsun ki ben cehennemi cinlerden ve insanlardan tamamen dolduracağım." (Hûd, 11/119) âyetinde ifade edilen azap kelimesidir. Burada "ümmetler içinde" ifadesi yukarıdaki "cennetlikler içinde" ifadesinin karşılığında kullanılmış olmak üzere cehennemlikleri gösteriyor ve bu âyetten cinlerin de insanlar gibi ölümlü olduğu anlaşılıyor. Çünkü bunlar kendilerini ziyan etmiş, hüsrana düşmüş kimselerdir

19- ve her biri için, yani şu anlatılan iki kısımdan cennetliklerle hüsrana düşenlerden hirbir kısım için amellerinden dereceler var, işledikleri hayır veya şer amellere göre çeşitli dereceleri vardır. Cennetliklerin de dereceleri farklıdır. Kendilerine azap hak olanların da. Çünkü gerek mahiyet, gerekse şekil itibarıyla amelleri farklıdır. Onun cezası olan dereceleri de ona göre farklıdır. Bunun için buyuruluyor ki: Bu da onlara hiçbir zulüm edilmek sizin amellerinin kendilerine tamamen ödenmesi içindir.

20- Onun için kimininki dünyada tamamlanır, kimininki ahirette. Bu şekilde kâfirler sırf dünya için çalıştıkları ve yaptıkları iyi amellerin mükâfatını hemen dünyada alacakları için O küfredenler ateşe arz olunacağı günde -ki kıyamet günüdür- şöyle denecektir: "Siz bütün iyiliklerinizi dünya hayatınızda giderdiniz." Hz. Ömer (r.a)'de rivayet edilmiştir. "İstesem ben sizin en hoş yemekliniz en güzel giyimliniz olurdum. Fakat gördüm ki Allah Teâlâ bir kavme iyiliklerinin yok olduğu haberini vermiş. "Siz bütün iyiliklerinizi dünya hayatında giderdiniz" buyurmuştur. Ben iyiliklerimi geriye bırakmak isterim demiştir. Yine rivayet olunur ki Şam'a geldiği vakit ona misli görülmemiş bir yemek yapılmıştı. Buyurdu ki: Bu bizim fakat vefat etmiş olan müslüman fakirler için ne var, onlar arpa ekmeğinden doymuyorlardı. Halid b. Velid, onlara cennet var, dedi. Deyince Ömer'in gözleri doluktu da vallahi bizim nasibimiz bu dünyanın geçici menfaatlerinde olup da onlar gittiler ise!.. Dedi ki: Allah daha iyi bilir ama, cennette aramız ne kadar uzak olur demektir. Resul-i Ekrem (s.a.v.) bir gün suffe ehlinin yanlarına girdi. Elbiselerine yamalık bulamadıklarından deri ile yapıyorlardı.

Buyurdu ki siz bugün mü daha hayırlısınız yoksa her biriniz sabah süslü bir elbise, akşam süslü bir elbise giyeceğiniz ve sofranızda tabakların biri gidip biri geleceği ve evi Kâbe örtülür gibi örtüleceği gün mü? Biz bugün daha hayırlıyız dediler, evet buyurdu, bu gün daha hayırlısınız. İbnü Zeyd bu âyetin tefsirinde şu âyetleri okumuş. "Kim dünya hayatını ve zinetini isterse biz onlara amellerinin karşılığını burada tamamen öderiz, bu hususta onlara cimrilik yapılmaz." (Hud, 11/15) ve "Her kim ahiret sevabını isterse onun sevabını artırırız. Ve her kim dünya menfaatini isterse ona da dünyalık veririz. Fakat ahirette ona hiçbir nasip yoktur." (Şura, 42/20), "Her kim acele geçen dünyayı isterse dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadar dünyalık peşin veririz. Sonra da ona cehennemi tahsis ederiz." (İsrâ, 17/18) ve demiştir ki işte dünya hayatında iyiliklerini giderenler bunlardır. Aşağılayıcı azab, aşağılayıcı yani zillet ve hakaret azabı. Bunun bir misal ile izahı:

Meâl-i Şerifi

21- Ey Muhammed! Âd kavminin kardeşi Hud'u hatırla. Hani O, Ahkâf denilen yerde kavmini uyarmıştı. O'ndan önce ve sonra da nice peygamberler gelip geçmiştir. Hud, kavmine: "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Çünkü ben sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum." demişti.

22- Onlar: "Sen bizi ilâhlarımızdan çevirmek için mi geldin? Eğer doğru söyleyenlerden isen o bize vaad edip durduğun azabı haydi getir." dediler.

23- Hud: "O azabın ne zaman geleceğine dair ilim Allah katındadır. Ben size benimle gönderileni tebliğ ediyorum. Fakat ben sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum." dedi.

24- O azabı, vadilerine doğru yayılan bir bulut halinde gördükleri zaman: "Bu bize yağmur yağdıracak yaygın bir buluttur." dediler. Hud ise: "O sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir. O bir rüzgârdır ki, içerisinde acı bir azab vardır.

25- O rüzgâr, Rabbinin emri ile herşeyi yıkar mahveder." dedi. Nihayet helâk oldular ve evlerinden başka hiçbir şey görünmez oldu. İşte biz günahkâr kavmi böyle cezalandırırız.

26- And olsun ki, biz onlara size vermediğimiz imkanlar vermiştik. Onlara kulaklar, gözler ve kalpler vermiştik. Fakat kulakları, gözleri ve kalpleri onlara hiçbir fayda sağlamadı. Çünkü onlar Allah'ın âyetlerini bile bile inkâr ediyorlardı. Alay etmekte oldukları şey de onları sarıp kuşattı.

21-23- Âd kavminin kardeşi, yani "Hani kardeşleri Hud onlara demişti" (Şuarâ, 26/124) buyurulduğu üzere Âd kavminin içlerinden kendilerine peygamber olan Hud (a.s) Ahkâf'ta, Ahkâf, aslında uzun ve eğrili büğrülü yüksekçe kum yığını demek olan "hıkf" kelimesinin çoğuludur ki o eğri büğrü kum tepeleri demek olup Âd kavminin o uyarı sırasında bulundukları yer bu ad ile anılmıştır. İbnü Zeyd ve Katade'den Yemen beldelerinden "Şıhr" denilen yerde denize doğru kumluklarda oturuyorlardı diye İbnü Abbas'tan Umman ile Mehre arasında diye rivayet edilmiş. Muhammed b. İshak da demiştir ki Hûd (a.s) peygamber olarak gönderildiği zaman Âd kavminin bulunduğu yer ve cemaatleri, Ahkâf, Umman civarında Hadramut'a doğru kumluk, sonra da bütün Yemen idi. Bununla beraber yeryüzünün her tarafına yayılmış ve Allah'ın verdiği fazla kuvvetleriyle halkını perişan etmişlerdi. Mucemül Büldan'da der ki bu üç rivayetin üçünde de mânâ birdir. Ancak Dahhak'tan Şam'da bir dağdır diye bir rivayet gelmiş ise de İbnü Atiyye tefsirinde de sahih olan demiş Âd'ın beldeleri Yemen'de idi. Ve "Direkli irem bağları" (Fecr, 89/7) onların idi. (O âyetin tefsirine bkz.) Demek ki Ahkâf kelimesi anlam itibarıyla Âd kavminin kuvvetlerine rağmen yerlerindeki çürüklüğe işaret eden ve uyarıya uygun olan bir kelimedir. Bu bakımdan "Ondan önce ve sonra birçok uyarıcı peygamberler gelip geçmişti." âyetinde "nüzûr" kelimesi "İnzar" yani uyarı mânâsına "nezir" kelimesinin çoğulu olarak da düşünülebilir. Fakat mastarın çoğul olması zahire muhalif olacağından "münzir" uyarıcı mânâsına "nezir"in çoğulu olması daha doğrudur, yani Hud'dan daha önce ve daha sonra uyarıcı peygamberler gelmiş geçmiş ise de şimdi sen özellikle Hud'un uyarısını hatırla. Şöyle ki "Allah'tan başkasına ibadet etmeyin çünkü ben size büyük bir günün azabının gelmesinden korkuyorum." demişti.

24- "Ne zaman ki o azabı bir bulut halinde gördüler." "Ârız" kelimesi asıl mânâsında bir yanı görülen demek olup bundan çeşitli mânâlarda kullanılmıştır. Bu cümleden olmak üzere ufukta yerden çıkan buluta da Ârız denilir ki, burada bu mânâ ile tefsir edilmiştir. İşte biz böyle cezalandırırz. Öyle günahkâr kavimleri, yani her şekilde onun gibi değil fakat fenalık itibarıyla öyle ummadıkları bir şekilde gelip herşeyi alt üst eden rüzgâr sürat ve dehşetiyle saran bir helak cezası İbnü ebiddünya Kitabü's-sehab'da ve Ebu'ş-Şeyh Azamet'te, İbnü Abbas'tan şöyle rivayet etmişlerdir ki: Onun azab olduğunu ilk tanımaları şöyle olmuştur, çıkmış olan yüklerinin ve hayvanlarının birer kuş tüyü gibi gök ile yer arasında uçuşmaya başladığını görmüşler, derhal evlerine girmişler ve kapılarını kapamışlar. Derken rüzgar gelmiş kapılarını açmış yedi gece sekiz gün üzerlerine kum seli akıtmış. Sonunda da Allah Teâlâ rüzgâra emretmiş üzerlerinde kumu açmış ve hepsini denize dökmüş. İşte "Nihayet öyle oldular ki meskenlerinden başka hiçbir şey görülmez oldu." ifadesinde anlatılan budur. Yine rivayet olunmuş ki içlerinde azabı ilk gören bir kadın olmuştu. Ateş alevi gibi bir rüzgar görmüştü. Hud (a.s)'a gelince şöyle rivayet olunmuş: Rüzgarı hissettiği zaman kendinin ve müminlerin üzerine bir hat çizmiş, bir menba civarına doğru çekilmişti. İbnü Abbas'tan da şöyle rivayet edilmiştir ki: Yanındakilerle beraber etrafı çevrili bir yere çekilmişti. Onlara rüzgardan ancak derileri yumuşatacak ve nefislere neşe verecek kadar dokunuyor ve fakat Âd kavmine uğrayınca yer ve gök arasında göç ettiriyor ve taşlarla beyinlerini parçalıyordu.

25- "Ne zaman ki o azabı bir bulut halinde gördüler." "Ârız" kelimesi asıl mânâsında bir yanı görülen demek olup bundan çeşitli mânâlarda kullanılmıştır. Bu cümleden olmak üzere ufukta yerden çıkan buluta da Ârız denilir ki, burada bu mânâ ile tefsir edilmiştir. İşte biz böyle cezalandırırz. Öyle günahkâr kavimleri, yani her şekilde onun gibi değil fakat fenalık itibarıyla öyle ummadıkları bir şekilde gelip herşeyi alt üst eden rüzgâr sürat ve dehşetiyle saran bir helak cezası İbnü ebiddünya Kitabü's-sehab'da ve Ebu'ş-Şeyh Azamet'te, İbnü Abbas'tan şöyle rivayet etmişlerdir ki: Onun azab olduğunu ilk tanımaları şöyle olmuştur, çıkmış olan yüklerinin ve hayvanlarının birer kuş tüyü gibi gök ile yer arasında uçuşmaya başladığını görmüşler, derhal evlerine girmişler ve kapılarını kapamışlar. Derken rüzgar gelmiş kapılarını açmış yedi gece sekiz gün üzerlerine kum seli akıtmış. Sonunda da Allah Teâlâ rüzgâra emretmiş üzerlerinde kumu açmış ve hepsini denize dökmüş. İşte "Nihayet öyle oldular ki meskenlerinden başka hiçbir şey görülmez oldu." ifadesinde anlatılan budur. Yine rivayet olunmuş ki içlerinde azabı ilk gören bir kadın olmuştu. Ateş alevi gibi bir rüzgar görmüştü. Hud (a.s)'a gelince şöyle rivayet olunmuş: Rüzgarı hissettiği zaman kendinin ve müminlerin üzerine bir hat çizmiş, bir menba civarına doğru çekilmişti. İbnü Abbas'tan da şöyle rivayet edilmiştir ki: Yanındakilerle beraber etrafı çevrili bir yere çekilmişti. Onlara rüzgardan ancak derileri yumuşatacak ve nefislere neşe verecek kadar dokunuyor ve fakat Âd kavmine uğrayınca yer ve gök arasında göç ettiriyor ve taşlarla beyinlerini parçalıyordu.

26- "Ne kulakları, ne gözleri ve ne de gönülleri kendilerine hiç bir fayda vermedi. Çünkü onlar Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlardı." Bu gösteriyor ki kendileri için ondan korunmak mümkündü. Eğer Allah Teâlâ'nın onlara göstermiş olduğu âyetleri ve delilleri inkâr etmeyip de Hud (a.s)'ın uyarısı üzerine iman ve itaat etselerdi helak olmayacaklardı, fakat dinlemeyip eğlendikleri için o alay ettikleri, haydi getir bize dedikleri, azab da kendilerini kuşatıverdi. Şu halde onlardan daha zayıf olan sizleri kuşatamaz mı? Görülüyor ki bunlarla bütün semavî afetler beşerin bir suçuna ceza olmak üzere anlatılmış olmuyor. Beşerin kazancı ile ilgili olan âfetlerin dehşeti ve Allah Teâlâ'nın her kuvvet üzerindeki kudreti anlatılmış oluyor.

Meâl-i Şerifi

27- Andolsun ki, biz sizin etrafınızda bulunan bir çok memleketleri helak ettik. Belki tevhide dönerler diye ayetlerimizi çeşitli şekillerde açıkladık.

28- Allah'ı bırakıp da kendilerine yakınlık sağlamak için edindikleri ilâhları onlara yardım etselerdi ya! Ama hayır, aksine onlardan kaybolup gittiler. İşte bu onların yalanları ve uydurup durdukları iftiralarıdır.

29- Ey Muhammed! Hani biz cinlerden bir grubu Kur'ân'ı dinlemeleri için sana yöneltmiştik. Onlar Kur'ân'ı dinlemek için hazır bulundukları zaman birbirlerine "susun" dediler. Kur'ân'ın okunması bitince de birer uyarıcı olarak kavimlerine döndüler.

30- Onlar kavimlerine şöyle dediler: "Ey kavmimiz! Gerçekten biz Musa'dan sonra indirilen ve kendisinden öncekileri tasdik eden bir kitap dinledik. O kitap gerçeği ve doğru yolu gösteriyor.

31- Ey kavmimiz! Allah'ın davetçisine uyun ve O'na iman edin ki, Allah da sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi acı bir azabdan korusun."

32- Her kim Allah'ın davetçisine uymazsa bilsin ki, yeryüzünde Allah'ı aciz bırakacak değildir. Onun Allah'tan başka dostları da yoktur. İşte onlar apaçık bir sapıklık içerisindedirler.

33- Onlar gökleri ve yeri yaratan ve onları yaratmakla yorulmayan Allah'ın ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmüyorlar mı? Evet şüphesiz ki, O'nun herşeye gücü yeter.

34- İnkâr edenler ateşe arz olunacakları gün onlara: "Bu gerçek değil miymiş?" denir. Onlar da: "Rabbimiz Hakk'ı için gerçekmiş!" derler. Allah onlara: "O halde inkâr ettiğinizden dolayı şimdi tadın azabı!" der.

35- Ey Muhammed! Azim sahibi peygamberlerin sabrettikleri gibi sen de sabret! Onlar için (azab hususunda) acele etme. Sanki onlar kendilerine vaad edilen azabı gördükleri gün dünyada sadece gündüzün bir saati kadar kaldıklarını sanırlar. Bu bir tebliğdir. Hiç yoldan çıkan fasıklar topluluğundan başkası helak edilir mi?

27- "Andolsun ki biz sizin etrafınızdaki memleketleri helak etmişizdir." Bu örnek yoluyla Mekkelilere hitaptır. Etrafındaki helak olan memleketler, Me'rib, Semud'un hicri, Sedum, Eyke gibi yerlerdir. Biz âyetleri de evirip çevirip anlatmıştık. Yani uyarıcı âyetleri hep onlara türlü şekillerde evirip çevirerek tekrar da etmiştik. Ki belki dönerler. Şirkten, isyandan vazgeçip, tevhide dönerler, zaten bu değişmelerin herbiri diğerleri için başlıbaşına bir âyet bile oluyordu, gösteriyordu ki Allah'tan başka dayanılıp ibadet edilecek hiçbir şey yoktur.

28- O zaman onları kurtarsa idi ya? O Allah'tan başka yakınlık için. "Biz onlara ancak bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.." (Zümer, 39/3), "Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir." (Yunus, 10/18) diye şefaat için ilahlar diye tutundukları kimseler o mabut taslakları niye kurtaramadılar? Hayır bilakis onlardan kaybolup gittiler. Yani onları bırakıp dünyadan ve inançlarından silinip gittiler. Ve işte bu sapıklık, bu hayal kırıklığı onların iftiraları, yani iftiralarının eserleri yalan ve batıl itikadlarının vardığı sonuçtur. Ve uydurdukları iftiranın neticesidir.

29- "Bir de o zamanı hatırla ki cinlerden bir takımını Kur'ân dinlemek üzere sana yöneltmiştik.." Bu yukarıdaki üzerine matuf zannedilebilirse de değildir. "Yönelttiğimiz zamanı hatırla" takdirinde yukarıdaki cümlesine matuftur. Arapça'da nefer kelimesi üçten ona ve ondan kırka, kadar toplanmış bir cemaat hakkında kullanılır. Cin, insan karşılığı gizli yaratıklardır. (En'am Sûresi'ndeki "Böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yapmışızdır. (Enam, 6/112) âyetinde bu kelimenin izahına ve Cin Sûresi'ne bkz.) Bu hatırlatmada sırf ibret ve uyarı için bir kaç rivayette geldiğine göre bunlar Diyarbekir tarafından Nusaybin cinlerinden imiş.

Ninovalı da denilmiştir. Fahreddin Razî der ki: Bu olayın nasıl olduğu hususunda iki görüş vardır: Birincisi, Said b. Cübeyr demiştir ki; cinler gök kapılarını dinlerlerdi, ne zaman ki taşlanıp kovuldular gökte olan bu olay her halde yerde bir şeyden dolayı olsa gerektir diye sebebini aramaya gittiler. O sırada Hz. Peygamber (s.a.v) Mekke halkının kendisine uymalarından ümitsiz olarak İslâm'a davet için Taif'e çıkmıştı. Mekke'ye dönmek üzere bulunduğu zamana tesadüf ediyordu. Batnı Nahil denilen vadide kalkmış sabah namazında Kur'ân okuyordu. İşte oraya Nusaybin cinlerinin ileri gelenlerinden bir bölük cin uğramıştı. Çünkü İblis onları göğün taşlamalarla korunmasını icab ettiren sebebi öğrenmek üzere göndermişti. Kur'ân'ı işittiler ve sebebin o olduğunu anladılar. İkinci görüş: Allah Teâlâ peygambere cinleri de uyarıp davet etme ve kendilerine Kur'ân okuma görevini de vermişti. Onun için Allah Teâlâ ona Kur'ân dinlemek ve kavimlerini uyarmak üzere bir takım cin göndermişti. Ebu Hayyan da Bahir'de der ki: Cin kısası iki defa olmuştu, birincisi Taif'ten dönüşündeki. Siyercilerin anlattıkları kıssaya göre onlardan yardımcı aramaya çıkmıştı. Nahle vadisinde namaz kılarken dinlediler, o bilmiyordu sonra Allah Teâlâ onların dinlediklerini haber verdi. Diğer bir defasında da Allah Teâlâ, Peygamber'e cinleri uyarıp onlara Kur'ân okumasını emir buyurmuştu. Bunun üzerine bana cinlere Kur'ân okumam emredildi, arkamdan kim gelecek dedi, bunu üç kere söyledi, Abdullah b. Mesud'dan başkası ses çıkarmamış önlerine bakmışlardı. Abdullah b. Mesud (r.a) demiştir ki: Cin gecesi benden başka kimse hazır olmadı, gittik. Hacun'daki dağ yoluna vardığımızda bana bir hat çizdi, ben gelinceye kadar bundan çıkma dedi, sonra Kur'ân okumaya başladı ben şiddetli bir gürültü işittim hatta Resulullah'a bir şey olmasından korktum, onu birçok karartılar kapladı, onunla benim arama engel oldu hatta sesini işitmez oldum, sonra bulut parçalanır gibi parçalandılar, sonra bana birşey gördün mü dedi. Evet beyaz elbiselere bürünmüş siyah adamlar gördüm, dedim, işte onlar Nusaybin cinleri diye buyurdu. Taberi tefsirinde der ki: Allah Teâlâ "Hani biz cinlerden bir takımını sana yöneltmiştik" buyurduğu cin grubunun kaç adet olduğu hakkında tefsirciler ihtilaf etmişlerdir. Bazısı yedi kişi idi, dedi. Bu cümleden olarak İbnü Abbas'tan İkrime rivayet ederek demiştir ki Nusaybin halkından yedi kişi idiler. Resulullah onları kavimlerine elçi yaptı, diğer bazıları da dokuz kişi idi, dediler. Bunlardan Zirr b. Hubeyş demiştir ki Hz. Peygamber (s.a.v) Nahle vadisinde iken "onun huzuruna vardıkları zaman" âyeti indirildi. Dokuz idiler, birisi Zevbaa idi. sözü yani Allah'ın Resulüne yönelttiği cin grupları peygamberin huzuruna vardıklarında demektir. Alûsî de şunları kaydetmiştir. İbnü Ebi Hatim'in Mücahid'den rivayetine göre yedi kişi idiler. Üçü Harran'dan, dördü Nüsaybin'den, isimleri de: Hasâ, Mesâ, Şasır, Masır, Elerdevanyan, Serme, el-Ahkam yahut el-Ahkab idi. Taberânî Evsat'ta ve İbnü Merduyye cinnin Resulullah'a iki kere gönderildiğini nakletmişlerdir. Hafaci'nin Şihab'ında Kâdi haşiyesinde Cin Sûresi'nin tefsirinde denilmiştir ki hadisler cinnin gönderilmesi altı kere olduğuna delalet etmektedir. Rivayetlerde gerek adet ve gerek diğer hususta görülen ihtilaf da bununla bağlanmıştır. Nitekim Ebu Nuaym rivayet etmiştir ki: Nüsaybin halkından dokuz kişi nahle vadisinden gittiler, bunlardan fulan ve fulan ve fulan ve'l-Erdevanyan el-Ahkab kavimlerine uyarıcı olarak vardılar, sonra da çıktılar. Resulullah'a heyet halinde yetkili delege olarak geldiler üç yüz kişi idiler. Hacun'a kadar geldiler el-Ahkab geldi Resulullah (s.a.v)'a selam verdi ve kavmimiz seninle görüşmek üzere Hacun'da hazır bulunuyorlar dedi. Resulullah da Hacun'da geceden bir saate söz verdi. İbnü Ebi Hatim de İkrime'den bu âyette onların Musul ceziresinden on iki bin olduklarını rivayet etmiştir. Bu adedi Keşşaf'ta da hikâye eder. Resulullah'ın onlara okuduğu sûre yani Alak Sûresi idi. Bununla beraber Bahir'de İbnü Ömer ve Cabir b. Abdullah (r.a)'dan nakledilmiştir ki; Resulullah (s.a.v) onlara (Rahman) sûresini okudu. "Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz." dedikçe, hayır Rabbimizin âyetlerinden hiçbir şey yalanlamayız "Ey Rabbimiz sana hamd olsun" derlerdi. Bir de Ebu Nuaym Delâil'de Resulullah'a cinlerin gelişinin, peygamberliğin on birinci senesinde olduğunu rivayet etmiştir. Bu kıssanın hicretten üç sene önce olduğunun söylenmesi de bu mânâdadır.

30- "Musa'dan sonra indirilen bir kitap, Musa'dan sonra deyip de İsa'yı söylememelerine iki ihtimal gösterilmiştir. Birincisi, çünkü Musa (a.s) iki kitap ehli arasında hakkında ittifak edilen bir peygamberdir. Ve ona indirilen kitap Kur'ân'dan önce en büyük kitaptı. İsa (a.s) da onunla amel etmek üzere görevlendirilmişti. İkincisi Ata demiştir ki, çünkü yahudi milleti üzere idiler. Bu ifadelerin bir çok noktaları bu gizli varlıkları zannedildiği gibi sadece mücerred (soyut) şeylerden ibaret olmadıklarını bildirmekten uzak kalmıyor. Onun için kelamcılar bunlara latif cisimler demişlerdir. Önündekini, yani Tevrat'ı yahut bütün geçmiş ilâhî kitapları tasdik ediyor. Hakka, yani esas itibarıyla sahih itikada ve doğru bir yola, teferruat itibarıyla da doğruca Allah'ın rzasına erdirecek amelî ve şerî hükümlere iletiyor.

31- "Günahlarınızı bağışlasın." Burada Baziyet ifade eden ile denilmesi dikkat çekicidir. Denilmiştir ki maksat sadece Allah'ın hakkı olan günahlardır. Çünkü kulların hakları sadece iman ile bağışlanıvermez. Gerçi bir gayri müslim kanlar döküp mallar yağma etmiş olup da sonra müslüman olsa müslüman oluşu hiç şüphesiz bütün geçmişlerini keser atar ise de yine o gayri müslimin birkaç sene önce eman yolu ile gelip bir şahısdan borç almış olduğunu farz etsek bu defa sadece İslâm'a gelmesiyle o borcun da zimmetinden düşmüş olması gerekmez. yani aynı yurt içinde zimmi ve andlaşma ile orada bulunan gayri müslimlerin İslâm'a girmeleri belirli olan kul haklarını düşürmez. Bu cinler de kendi kavimleri içinde imana davet ettikleri için yalnız bazı günahların bağışlanacağını vaad etmişlerdir. Daha diğer şekilde de söylenmiştir.

32- Her kim de Allah'ın davetçisine, yani peygambere ve peygamberin elçilerine uymazsa yeryüzünde aciz bırakacak değildir. Yani Allah'ı aciz bırakıp da onun azabından kendini kurtarabilecek değildir. Bu âyet tehdit ve uyarıyı özetlemiş oluyor. Ve burada cinlerin sözü son buluyor.

33- Nihayet öldükten sonra dirilme ve ahiret meselesi iyice zihinlere yerleştirilmek üzere buyuruluyor ki: Görmediler mi? Bu görüş, göz görüşünden, kalp görüşü ile görmek ve delil getirmektir. Yani şu görülüp duran gökler ve yeri yaratmış ve onları yaratmakla yorulmamış. Bu kayıt yahudilerin altı günde yarattı da yedinci gün dinlendi demelerini reddir. Nitekim Kâf Sûresi'nde "Bize bir yorgunluk da dokunmadı." (Kâf, 50/38) buyurulmuştur. "Ölüleri diriltmeye de kadirdir." Ölüleri diriltme: "Bir ölü iken dirilttiğimiz (Kâfir iken hidayet verdiğimiz) ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir nur ihsan ettiğimiz kimse..."(En'am, 6/122) âyetinde ifade edilen diriltmeyi de kapsadığında şüphe yoktur. Evet hiç şüphe yok ki o herşeye kadirdir. Diriltmenin de her türlüsüne kadirdir. Onun için İslâm herhalde ebedi hayat bulacak, kâfirler cehenneme girecektir.

34-35- "O gün kâfirler ateşe arzolunacaktır." Böyle olunca, yani kâfirlerin sonu böyle ateş olacak ve hakkı itirafa mecbur kalacak olunca ey Muhammed! Sen sabret! Ulü'l-Azm (Azim sahibi) peygamberlerin sabrettiği gibi. Çünkü sen de onlardansın.

ULÜ'L-AZM: Azim sahipleri, azim bir işin icrasına ve yerine getirilmesine kalbi kesinlikle bağlamak yahut iradede sabır ve sebat ile maksadı takip ve gayret sarfetmektir. 'deki 'in beyaniye ve tebîziye olması muhtemeldir. Beyan olduğuna göre Ulü'l-azim'den maksadın resuller olduğunu, resullerin hepsinin azim sahipleri bulunduğunu gösterir. Çünkü peygamberlerin hepsi sabır ve sebat, azim ve atılım sahipleridir. Baziyet olduğuna göre de peygamberler içinden azimlerinin üstünlüğü ile seçkin bir kısım, yani şeriat sahibi olup onun kuruluş ve yerleşmesinde çok çalışan ve onun meşakkatlerine ve hasımlarının düşmanlıklarına tahammül ederek sabreden şerefli peygamberlerdir ki bunların meşhurları "Hani biz peygamberlerden misaklarını almıştık senden de, Nuh'dan, İbrahim'den, Musa'dan ve Meryemoğlu İsa'dan da. Onlardan sağlam bir söz almıştık." (Ahzap, 33/7) âyetinde isimleri sayılanlardır. Bu konuda daha başka görüşler de vardır, bizim fikrimizce Kur'ân'da isimleri zikredilen peygamberlerin hepsi Ulü'l-azm Resuldür, denilmesi de doğrudur. Çünkü, Resuller Kur'ân'da zikredilenlerden ibaret değildir. "Kıssalarını sana anlatmadığımız Resuller." (Nisa, 4/164) vardır. Sabret de onlar o kâfirler,özellikle Kureyş kâfirleri hakkında azap için acele etme, sanki onlar kendilerine vaad edilen sonu görecekleri gün bir günün bir saatinden fazla durmamış gibi olacaklardır. O saat gelince onun korkusundan ve ahiretin uzunluğundan dünyada durdukları senelerce ömür az, o kadar az gelecektir.

Müddeti devri felek bir gündür. Âdem bir nefes. Yeter, yani bu size edilen vaaz ve hatırlatma son derece beliğ, yeterli bir öğüttür, elverir. Yahut beliğ bir tebliğdir. Haberiniz olsun duymadık demeyin.

Kısaca, helak olacak başkası değil, ancak o fasıklar güruhudur. İtaatten çıkmış, öğüt dinlemez, fasık kavimdir. Âlûsî tefsirinde der ki; Bu sûrenin âyetleri arasında bu "Sanki onlar görecekleri gün..." âyetinin bir özelliği bulunduğuna işaret eden bazı eserler vardır. Taberani, Dua kitabında Enes aracılığı ile peygamber (s.a.v)'den şöyle rivayet etmiştir. Buyurdu ki; bir hacet diledin ve onun çabuk olmasını arzu ettin mi? Şöyle de:

"Tek olan Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Onun hiçbir ortağı da yoktur. O çok yücedir, çok büyüktür. Tek olan Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O kullarına karşı çok yumuşak ve çok cömerttir. Daima diri ve kullarına yumuşak davranan kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah'ın adıyla, yüce Arş'ın sahibi olan Allah'ı tesbih ederim. Hamd, âlemlerin Rabb'i olan Allah'a mahsustur. Sanki onlar kendilerine vaad edilen sonu görecekleri gün bir günün bir saatinden fazla durmamış gibi olacaklardır. Bu yeterli bir tebliğdir. Helak olacak başkası değil ancak o fasıklar güruhudur. Allah'ım, senden rahmetine sebep olacak şeyleri, mağfiretine sebep olacak iradeni, her türlü günahtan kurtuluşu, her türlü iyiliği elde etmeyi, cennete kavuşmayı, cehennem ateşinden kurtulmayı diliyorum. Allah'ım, bana bağışlamayacağın bir günah, ferahlık vermeyeceğin bir sıkıntı, ödettirmeyeceğin bir borç, yerine getiremeyeceğim dünya ve ahiret ihtiyaçlarından herhangi bir ihtiyaç bırakma, ey merhametilerin en merhametlisi olan Allah'ım! bunları rahmetinle ihsan et ya Rab!






KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)


47-MUHAMMED:

1- O kimseler ki küfredip Allah yolundan yüz çevirmekte yahut men etmektedirler.

SADDÛ: Yüz çevirmek, aldırmamak mânâsına mastarından lâzım yahut da men etmek, çevirmek mânâsına 'den müteaddi olabilir. İkisiyle de tefsir edilmiştir. Keşşaf haşiyesi Keşf'te der ki: Birincisi daha açıktır. Çünkü: "De ki işte benim yolum budur. Basiretli olduğum halde Allah'a davet ederim." (Yusuf, 12/108) buyurulduğuna göre Allah yolundan sapmak Muhammed (s.a.v)'in getirdiği doğru yoldan yüz çevirmektir. İkinci âyette: "Ve o kimseler ki iman etmekte ve salih salih ameller işlemekte ve Muhammed'e indirilene inanmaktadırlar." buyurulmasına karşılık şekliyle uygun olan da budur. Gerçekten bu iki âyetin getirilmesi kâfirlerle müminlerin ve özellikle Hz. Muhammed'e indirilene, gereği gibi iman edenlerle etmeyenlerin bir mukayesesini göstermesi itibarıyla bu karşılık önemlidir. Âyetin iniş sebebi Mekke müşrikleri olmakla beraber mânâ geneldir. Yani Mekke müşrikleri gibi küfredip de Allah yolundan Muhammed (s.a.v.)'in davet ettiği hak İslâm dininden yüz çevirenlerin Allah amellerini boşa gidermektedir. Mesailerini, çalışmalarını, yaptıkları iyi işleri hedefine isabet ettirmeyip boşa çıkarmaktadır.

2- Buna karşılık Ve onlar ki iman edip salih işler yapmakta ve Muhammed'e indirilene iman etmektedirler. Yani burada imandan maksat özellikle Muhammed (s.a.v)'e indirilen kitap ve şeriata imandır. Çünkü Rablerinden gelen hak odur. Allah yolunu hakkıyla beyan eden ve Allah'dan geldiğine hiç şüphe olmayan hak kitap ancak odur. Diğerleri kısmen bozulmuş, kısmen de neshedilmiş (hükmü kaldırılmış) olmakla, Kur'ân'ın tasdiki ile birlikte bulunmayanlar hak değildir. Onun için istenen iman ona imandır. Bu şekilde ona hakkıyla iman edip de gereğince salih amellere çalışan müminler Allah kendilerinden kabahatlerini keffaretleyip örtmekte ve yüreklerini, hal ve durumlarını düzeltmektedir. Kâfirler boşuna çalışırken, bunlar düzen ve intizam içinde günden güne ilerleyip fikir ve kalplerini düzeltmekte ve işlerinde ileri gitmektedirler. Mekke'deki kâfirlerle Medine'deki müminlerin hali karşılaştırılınca bu tecrübe ile sabit olduğu gibi bütün tarihte de imanlarında salih olan müslümanların hali böyle olmuştur. Şu halde her ne zaman bunun aksi görülmüşse müslümanların iman ve dürüstlüklerinin bozulmuş olmasındandır.

3- O, öyle olması, yani kâfirlerin taşkınlığı, müminlerin dürüstlüğü şu sebepledir ki: Küfredenler batıla tabi olmuşlar, Allah yolundan kaçınıp hevalarına, keyiflerine uyarak boş ve gelip geçici maksatlar peşinde koşmuşlar, iman edenler ise Rabblerinden gelen hakka tabi olmuşlardır. İşte Allah insanlara mesellerini böyle getirir. Her kavmin alemde mesel olacak iyi veya kötü sonuçlarını kendilerine bu şekilde yapıştırır, kılıklarını yüzlerine böyle çarpar. Batıl peşinde koşanların meselleri şaşkınlık, hakka tabi olanların meselleri de kalp, dürüstlüğü ile başarı olur.

4- Öyle olunca o küfredenlerle savaşla karşılaştığınız vakit. Hemen boyunlarını vurmaya bakın. "Boyunlarının köküne vurun da vurun, öldürün. Ta onların kuvvetlerini kırdığınız zaman, yani çok kırıp ordularının yarasını derinleştirdiğiniz, iyice alt ettiğiniz zaman, bağı sıkı basın, kalanlarını sağlam bağlayıp esir edin. Sonra da artık ya azad, ya fidye, yani muhayyersiniz ya lütfeder salıverirsiniz, yahut can bahası bir kurtuluş fidyesi alırsınız. Terdîd (iki ihtimalle anlatma)de aslolan gerçek ayrım olacağı için bu terdîdin zahiri, esir alındıktan sonra ya azad, ya fidyeden başka bir şey yapılamayacağını gösterir. O halde tutulan esiri öldürmek veya köle etmek nasıl caiz olur? Bundan dolayı Hasan-ı Basrî hazretleri gibi bazıları esir tutulduktan sonra öldürülmeyeceğini söylemişlerdir. Rivayet olunur ki Haccac'a böyle bir takım esirler getirilmişti. Hacac onlardan birini öldürülmesi için İbnü Ömer (r.a) hazretlerine gönderdi, İbnü Ömer hazretleri dedi ki; bize böyle birşey emredilmedi, Allah Teâlâ ancak ta onların kuvvetlerini kırdığınız zaman bağı sıkı basın, sonra da artık ya azad ya fidye, buyurdu. Fakat çoğunlukla âlimler demişlerdir ki İmam (devlet başkanı) muhayyerdir.

1) Müslüman olmadıkları takdirde dilerse öldürür. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v) Ukbe b. Ebi Muayt'ı ve Tuayme b. Adiyy'i ve Nadr. b. Haris'i sabren katletti, bununla beraber imamın (devlet başkanının) emri olmaksızın gazilerden birinin, esiri kendiliğinden öldürmesi caiz olmaz. Esirin kötülüğünden korkmak gibi zorlayıcı bir sebep olmaksızın öldürmüş bulunursa imam onu cezalandırır.

2) İmam dilerse köle yapar, çünkü bunda hem kötülüklerinin ortadan kaldırılması, hem de İslâm'ın menfaati vardır.

3) Dilerse hürriyetleri saklı olmak üzere müslümanlara zimmi olarak bırakır. Nitekim Hz. Ömer Irak'ın sevad halkını öyle bırakmıştır. Ancak Arap müşriklerinin zimmî olmaları da kabul edilmez. Köle yapılmaları da caiz olmaz. Mürtedler gibi ya ölüm ya İslâm teklif edilir.

4) Müfâdat; yani esirleri esirlerle değiştirme. İmam-ı Azam Ebu Hanife'den bir rivayette caiz görülmemiş ise de Siyer-i Kebir'in rivayeti olan daha zahir bir rivayette caizdir. Ebu Yusuf, Muhammed, Şafiî, Malikî, Ahmed İbnü Hanbel'in görüşleri de budur. Resulullah (s.a.v)'in iki müslümanı iki müşrik fidyesi ile kurtardığı rivayet olunur. Hatta bir kadın ile bir çok müslüman esirlerini kurtardığı da rivayet olunmuştur.

5) Müfâdat bilmal (mal karşılğı esirleri değiştirme). Hanefi mezhebince meşhur olan, caiz görülmemiştir. Çünkü bunda düşmana para ile asker kazandırmak vardır. Bedir'de bu şekilde alınan fidyelerden dolayı Enfal Sûresi'nde "Hiçbir peygamber için harp sahasında düşmanı iyice ezinceye kadar esirler almak uygun değildir. Siz dünya malını istiyorsunuz Allah ise Ahireti kazanmanızı istiyor. Allah çok güçlüdür hüküm ve hikmet sahibidir. Eğer daha önce Allah'tan gelmiş bir hüküm bulunmasaydı aldığınız fidyeden dolayı size mutlaka büyük bir azap dokunurdu. (Enfal, 8/67-68) âyetiyle kınama gelmiştir. Bununla beraber Siyer-i Kebir'de müslümanlarda ihtiyaç olunca bir sakınca yoktur der. Dürer'de de mal karşılığı esirleri serbest bırakmak savaş bitmeden caiz olursa da savaş tamam olduktan sonra caiz olmaz diye zikredilmiştir. Yani meşhur olan yorum budur. Bu mânâ "Harp ağırlıklarını atıncaya kadar." (Muhammed, 47/4) kaydından anlaşılmış olsa gerektir.

6) Menn, yani hiçbir şey almaksızın karşılıksız darulharbe salı vermek mânâsına azad, Ebu Hanife, Malik, Ahmet b. Hanbel mezheplerinde caiz görülmüştür. Fakat İmam Şâfiî buna da cevap vermiştir. Çünkü Resul-i Ekrem (s.a.v) Bedir esirlerinde bir takımına lütfetmiştir. Ki bunlardan birisi Ebul Âs b. Ebirrebi idi. Şöyle ki, Mekke halkı esirlerini kurtarmak için fidyelerini gönderdiklerinde Resulullah'ın kızı Zeynep de kocası olan Ebul As'ın fidyesini göndermişti. Bunun içinde bir gerdanlık vardı ki bunu Zeynep Ebul As'a gelin olurken annesi Hz. Hatice (r.anha) takmıştı. Resulullah bunu görünce şefkatinden dolayı çok müteessir oldu. Bunun üzerine Resulullah ashabına bunun gönderdiğini kendisine iade edip de esirini serbest bırakmayı uygun görürseniz yapın dedi. Onlar da onu memnuniyetle yaptılar. Resulullah'ın bunu salıverirken Zeyneb'i boşamasına dair söz aldığını da rivayet ederler. Aynı şekilde Resulullah (s.a.v) Yemâme halkının efendisi Sümame b. Esal b. Numan el-Hanefi'yi de karşılıksız serbest bırakmıştı ki o sonra güzel bir müslüman oldu. Bir de Buhari'de sabit olduğu üzere şöyle buyurmuştur. Mutim b. Adiy sağ olsa da şu kokanlar, yani Bedir esirleri hakkında bana söyleseydi ben onları hemen bırakıverirdim. Bu hadis de karşılıksız serbest bırakmanın caiz olduğunu gösterir. Çünkü caiz olmasa peygamber "yapardım" demezdi bunlardan başka, İmam Şafiî, bir de bu "Sonra da artık ya karşılıksız azad ya fidye" âyetini de delil getirmiştir. Gerçi bazılarını dediği gibi burada karşılıksız serbest bırakma fidye olmadığı halde öldürmemek mânâsına yorumlandığı takdirde gerek kölelik ve gerek zımmi olarak hürriyetiyle bırakmayı içine alacağı gibi, mutlak azad etmek mânâsına yorumlandığı takdirde de zimmi olarak kalması şıkkını da içine alırsa da bunların hiçbirisi karşılıksız olarak memleketine iadesi mânâsına engel olmaz. Bu mânâyı da öncelikle içerir. Şu halde bu âyete karşı serbest bırakmayı neshedecek (hükmünü kaldıracak) bir delil bulunmadıkça İmam Şafiî'nin dediği gibi karşılıksız serbest bırakmak şüphesiz caiz olur. Suyutî'nin Dürrü Mensur'da zikrettiğine göre İbnü Abbas, Katade, Dahhak ve Mücahid'den bu âyetin bundan sonra nazil olmuş bulunan Tevbe Sûresi'ndeki âyetlerle neshedilmiş olduğu rivayet edilmiştir. İbnü Cerir de der ki: Âlimlerin bu "Onları iyice altettiğiniz zaman bağı sıkıca basın, sonra da artık ya karşılıksız azad ya fidye" âyetinde ihtilaf ettiler. Bazıları dediler ki; mensuhtur (hükmü kaldırılmıştır). onu "Müşrikleri nerde bulursanız öldürün." (Tevbe, 9/5) ve "Onları harpte yakalarsan arkadakilerini onlarla ürküt." (Enfal, 8/57) âyetleri neshetmiştir. İbnü Cüreyc'ten ve Süddî'den âyeti neshetti diye rivayet edilmiştir. Katade'den âyeti neshetti diye rivayet edilmiştir. İbnü Abbas'dan "Küfredenlerle karşılaştığınız zaman hemen boyunlarını vurmaya bakın, kuvvetlerini kırdığımız zaman bağı sıkı basın, sonra da artık ya azad ya fidye" âyetinde fidye neshedilmiştir. Bu âyeti "Haram aylar çıktığı zaman artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün, yakalayın, esir edin, hapsedin ve bütün geçit başlarını tutun." (Tevbe, 9/5) âyeti neshetti. Berâe Sûresi'nden ve haram ayların çıkışından sonra müşriklerden hiçbirinin ne anlaşması, ne de dokunulmazlığı kalmadı. Dahhak'dan "Artık bundan sonra ya azad ya fidye" hükmü neshedilmiştir. "Haram ayları çıktığı zaman müşrikleri nerede bulursanız öldürün." (Tevbe, 9/5) âyeti onu neshetti. Berâe Sûresi'nden sonra müşriklerden hiçbirinin ne andlaşması, ne zimmî olarak kabul edilme hükmü kalmadı. Fakat diğer bir takımları da bu muhkemdir, neshedilmemiştir. Esiri öldürmek caiz olmaz ancak azad veya fidye karşılığı serbest bırakmak caiz olur, demişlerdir. Yukarıda nakledildiği üzere İbnü Ömer hazretleri bize öldürme emredilmedi. "Artık bundan sonra ya azad, ya fidye" demiştir. Atâ, müşrikin sabren öldürülmesini mekruh görür, bu âyeti okurdu: Hasen demiştir ki; esirler öldürülmez ancak savaşta onlarla düşmana ordu heybetli gösterilir. Ömer b. Abdulaziz erkeği erkeğe fidye yapardı. Ve Hasan bir mal karşılığı esirleri serbest bırakmayı mekruh görürdü. Taberî bunları naklettikten sonra der ki: Bence doğru olan, bu âyet mensuh değil muhkemdir. Çünkü neshedenle, neshedilen, aynı durumda hükümlerinin birleştirilmesi mümkün olmayan yahut birinin diğerini neshettiğine kesin delil bulunan şeydir. Halbuki azad ve fidye ve öldürmede Resulullah'a ve ondan sonra ümmetin işlerini yönetmekte olanlara muhayyerlik verildiği inkâr edilmemektedir. Gerçi bu âyette öldürme zikredilmemiş ise de diğer âyette "Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün." (tevbe, 9/5) diye öldürmeye izin verilmiştir. Resulullah da öyle yapmış, harp edenlerden elinde esir bulunanı bazen öldürmüş bazen fidye karşılığı serbest bırakmış, bazen de azad etmiştir. Bu âyette özellikle azad ve fidyenin zikredilmiş olması ise yukarıdan beri geçen âyetlerde öldürme emir ve izinlerinin tekrar, tekrar geçmiş olmasındandır. Görülüyor ki Taberî'nin bu açıklamasına göre "artık bundan sonra ya azad ya fidye" muhayyerliğinin mutlak oluşu öldürmeye delalet eden diğer âyetlerle kayıtlanmış oluyor. Halbuki fıkıh usulünde bilindiği üzere mutlakın kayıtlanması mukarin (beraberindeki hüküm) ile olursa tahsis, daha sonra gelen bir şey ile olursa bir nesih mânâsını içerir. Berâe âyetleri de iniş itibarıyla sonradan olduğu için bu çözüm şekli demek ki İbnü Abbas'ın dediği gibi bir nesih olduğunu itiraftan başka birşey değildir. Nitekim Hanefilerden birçokları nesih olduğunu söylemişlerdir. Onun için Ebu's-Suud şöyle der: "Yani bundan sonra ya bir iyilik yapıp azad edersiniz ve yahut da bir fidye alırsınız." Mânâ ise öldürme, köle yapma, azad etme, fidye alıp serbest bırakma arasında muhayyerliktir. Bu muhayyer bırakma Şafiîlere göre sabittir. Bizim mezhebimizde ise neshedilmiştir, demişlerdir ki bu Bedir günü nazil oldu sonra neshedildi, hüküm ya öldürme ya köle yapmaktır. Mücahid'den de bugün azad ve fidye yoktur. Ancak islâm veya boynu vurmak vardır, diye rivayet edilmiştir. Fakat unutulmaması gerekir ki, Mücahid'den rivayet edilen bu hüküm Arap müşriklerine mahsustur, Hanefilerden Allâme İbnü Hümam Hidaye Şerhi'nde der ki nesih sözlerine karşı şu söylenebilir: Berâe Sûresi'ndeki öldürme emri esirlerin dışındakiler hakkındadır. Delili de onlar hakkında köle yapmanın caiz oluşudur. Bundan anlaşılır ki emredilmiş olan öldürme esirlerin dışında kalanlar hakkındadır. Bununla birlikte bu köle yapma işi Arap esirlerinin dışındakilerdedir. Bu geniş açıklamadan sonra biz şu kanaate gelmek istiyoruz ki Muhammed Sûresi'nin en güzel ve en önemli hükümlerinden olan bu âyet, esas itibarıyla sabittir. Bununla Berâe Sûresi'ndeki âyetler arasında bir nesihten çok, bir tefsir ve açıklama farkı bulabiliriz. Bir defa en fazla ileri sürülen "Haram aylar çıktığı zaman müşrikleri nerede bulursanız öldürün." (Tevbe, 9/5) âyeti ile buradaki "Küfredenlerle karşılaştığınız zaman hemen boyunlarını vurun." âyeti arasında öldürme emri bakımından çelişki değil bir uyum vardır. "Öldürün" ifadesi ne ise "boyunlarını vurun" ifadesi de odur. Yine Enfal Sûresi'ndeki "Hiçbir peygamber için yeryüzünde ağır basmadıkça esirleri bulunması doğru değildir." (Enfal, 8/67) âyeti de buradaki "Onların kuvvetlerini kırdığınız zaman" ifadesinin bir açıklamasıdır. Yalnız "Onları harpte yakalarsan arkadakilerini onlarla ürküt." (Enfal, 8/57) âyetinde azad ve fidyeye ters düşecek bir özellik var gibidir. Fakat Hasan-ı Basri'nin harpte düşmana heybetli görünülür, dediği bu mânâyı da onların kuvvetini kırma mânâsı içinde düşünmek mümkündür. Bu şekilde görülüyor ki burada önce kuvvetlerini kırma işi elde edilinceye kadar boyunlarını vurma emrediliyor. Boyun vurmaktan maksadın da yalnız boynu vurmak değil, şiddetli bir şekilde öldürme olduğu bilinmektedir. Kuvveti kırmadan çok, öldürme ile düşman ordusunu derinden yaralamak, ezmektir. Bu da imamın, kumandanın takdir edeceği bir durumdur. Şu halde bu gayenin elde edilişine kadar öldürme emredilmiştir. Esir tutulduktan sonra da bu gayeyi gerçekleştirmek mânâsına ilave olarak öldürmeye izin verilmiş olmalıdır. Ondan sonradır ki "bağı sıkı basın" emri verilmiştir. Bunda sadece tutup yakalamaktan fazla bir şiddet mânâsı vardır ki köle yapmaya da muhtemel olabilir. Bununla beraber zahiri yakalayıp tutmaktır. Ondan sonra da ya azad ya fidye denilmiştir. Azad etmek ve fidye, köle yaptıktan sonra, karşılıksız olarak veya bir karşılıkla serbest bırakmak ve azad etmeye de muhtemel olmakla beraber azad, darülharbe dönmekle zimmi olma arasında serbest olmak üzere hürriyeti iade, fidye de mal veya müslüman esirler ile mübadeledir. edatı ile terdîd (iki şey arasında muhayyer bırakmak)in, köle yapmak bakımından birleştirilmesine mani olması düşünülür ise de gerçek olması asıldır. Biz burada şu mütalaada bulunuyoruz: Kur'an'ın birçok yerlerinde diye, "milki yemin, (eliniz altında bulunanlardan)" tabiriyle hep işaret yoluyla köle yapmaya cevaz ve müsaade verilmiş olduğunda şüphe yok ise de hiçbir yerinde buna teşvik eden bir emir gelmemiştir. "Öldürünüz" "Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle kendilerine azap etsin, onları rüsvay etsin, onlara karşı size yardım etsin ve mümin bir kavmin yüreklerine sevinç versin." (Tevbe, 9/14) gibi emirler bulunmakla beraber köle yapmak, köle edinmek için emir yoktur. Bilakis "Allah'ı bırakıp bana kul olun."

(Ali İmran, 3/79) demek yasaklanmıştır. Bundan şu sonuç çıkar ki, Kur'an köle yapma usulünü kaldırmamış ise de teşvik de etmemiştir. Onun için müslümanlar köle yapmayı terk etmekle günahkâr olmazlar, onun için burada da açıkça ifade etmeyip zahiri azad ve fidyeye tahsis etmiştir. Biz Kur'an'ın tertibinin de tevkifî (Allah tarafından) olması görüşünde olduğumuz için bu âyetin burada zikredilmesini de hikmetten uzak bulmuyoruz. Allah daha iyisini bilir, bunun hikmeti gelecekte köle yapmanın bırakılmasının daha uygun olacağını hatırlatma olsa gerektir. Yani bu âyet tam zamanımızdaki hükümdür.

Düşmanın kuvvetini kırdıktan, bağı sıkı bastıktan sonra ya azad ya fidye, "ta harp ağırlıklarını atana kadar" ifadesi yakınlığı itibarıyla ve gayesi gibi görünürse de 'in veya ' in yahut da toplamının gayesi de olabilir. En uygunu ve en yakını kelamın tamamına gaye olmasıdır. Sonra buradaki 'in elif lâmında ahîd veya cins olmak üzere iki mânâ vardır. Ahd olduğu takdirde de iki mânâ muhtemeldir. Birisi özellikle muayyen bir ahdi ferdî olmasıdır ki buna bazıları Bedir harbi demişlerdir. Bu durumda "Küfredenler" belirli kâfirler demek olur. Fakat böyle nüzul sebebine tahsisi, genel kaidemize uygun değildir. Diğeri de başlanmış olan harp demektir ki; "Düşmanla karşılaştığınız zaman" ifadesinden anlaşılan ahiddir. Yukarı da Dürer'den naklettiğimiz mesele bu iki mânâya göre fida'nın gayesi olmasına bağlıdır. Cins mânâsına olduğu takdirde genel olarak harp cinsini ifade eder. Harbin ağırlıkları, aletler ve edavatları, yahut sıkıştırma ve sorumlulukları, yahut harbe sebep olan şirk ve cinayetler demek olabilir. Dolayısıyla mânânın özü şu üç şekilde toplanabilir: Bilinen müşriklerle başladığınız o malum olan Bedir harbi bitene kadar, yahut herhangi kâfirlerle başladığınız harp bitene, harbe katılanlar silahı bırakana kadar, yahut harp dünyadan kalkana kadar, yani o müşriklerin kuvvetleri sönüp de harp ihtimali kalmayana kadar, yahut bütün insanlık aleminde İslâm'ın gayesi olan genel bir barış meydana gelene kadar ki bazıları buna İsa'nın inişine kadar, demişlerdir. Bunda harbi kaldırmak için çalışanlara bir ümit vardır. Buna göre "Cihat, kıyamet gününe kadar devam edecektir." hadisinde ya cihadın harbden daha genel mânâda yahut kıyametin daha özel bir mânâda tevil edilmesi gerekecektir. Diğer bir ihtimal de bu hadisin zahirine uygun olmak üzere "Harp ağırlıklarını atana kadar" ifadesi kıyamete kadar demek olabilir. Nitekim, Alûsî'nin naklettiği üzere Seleme b. Nüfeyl'den rivayet edilen bir hadiste

"Yecüc ve mecüc çıkıncaya kadar harp ağırlıklarını atmaz." şeklinde varid olmuştur. Burada şöyle bir soru hatıra gelebilir. Cenabı Allah sevgili peygamberi Muhammed (s.a.v)'i gönderdikten sonra artık bu savaşlara ne gerek vardı, bir mucize ile kâfirleri kahrediverse olmaz mıydı? Buna karşı buyuruluyor ki: Eğer Allah dileseydi, onlardan yani o küfredip Allah'a yolundan sapanlardan veya men eden kâfirlerden öcünü, intikamını alıverirdi, herhangi bir helak sebebiyle helak ediverirdi. Mesela yere geçiriverir, volkan yapar, suya garkeder, salgın halinde ölüm verir. Fakat bazınızı bazınızla imtihan etmek için, öyle savaş ve vurma emrini verir. Yani mucize ile, zorla yapmak için değil, şeriat ve kanun ile emir vermek suretiyle yapmak ve insanları birbirleriyle savıpAllah yolunda mücadele edenleri sevaba erdirmek için bu emirleri veriyor. Fakat bu durumda yalnız kâfirler vurulmuş olmuyor, müminlerden de birçokları öldürülmüş oluyor, denecek olursa, buyuruluyor ki:

Allah yolunda öldürülenlere gelince Allah onların amellerini, çalışmalarını, o yoldaki fedakârlıklarını asla boşa gidermez. Hedefinden şaşırmaz,

5- onları ilerde, muradlarına erdirir. Ve durumlarını düzeltir, ruhlarını şad eder.

6- Ve kendilerini cennete koyar. O halde ki onu o cenneti onlar için tarif ederek, yani "arf" ile, güzel kokularla donatarak yahut tanıtarak koyar. Ki bu tarifin hem dünyada hem de ahirette olan kısmı vardır. Dünyada onlara iman ile cennetin güzelliğinin zevkini duyurur. Öyle bir aşk verir ki o zevk ve aşk ile o yolda cihat ederler. Ve o aşk ile cennetteki makamlarına ererler. İbnü Ebi-Hatim'in rivayetine göre Mukatil demiştir ki bize şöyle ulaştı: Dünyada şahsın amelinin muhafazası ile görevli olan melek cennette onun önünde gider. Şahıs da onu ta makamının arkasına kadar takip eder. Giderken melek ona Allah Teâlâ'nın cennette verdiği şeylerin hepsini ona tarif eder. Nihayet makamının arkasına varınca şahıs konağına ve eşlerinin yanına girer. Melek döner, Kur'an'da bunun bir delili de "Biz gerek dünya hayatında ve gerekse ahirette sizin dostlarınızız, (Fussilet, 41/31) âyetidir.

7- Ey iman edenler siz Allah'a yardım ederseniz, Allah Teâlâ kendisi ihtiyaçtan münezzeh yardımcı olduğu için burada Allah'a yardım ifadesi emrini tutmak dinine ve Resulüne yardım etmek mânâsından mecazdır. Bunun asıl nüktesi şudur: Dinî fiiller zorla değil, kulların iradeleriyle yapılması matlub olan ihtiyarî yani isteğe bağlı fiillerdir. Onun için kulun cüz'î iradesi harekete geçmeden istenen netice ve sevap meydana gelmez. O hususta ilâhî irade kulların niyet ve isteklerine bağlıdır. İşte bu şekilde Allah'ın emirlerini yerine getirmek için kulların cüz'î iradelerini sarfetmekle yapacakları hizmetlerine, Allah'a yardım denilmiştir ki isnadda mecaz, yahut istiaredir. Yani imandan sonra siz, Allah'ın emirlerini yerine getirmek, rızasına ermek için size şart kılmış olduğu niyet ve gayretlerinizi sarfetmek suretiyle dinine hizmet edersiniz. Allah size yardım eder, sizi düşmanlarınıza galip ve muzaffer kılar. Ve ayaklarınızı sıkı bastırır. Savaş alanlarında, cihad mevkilerinde ayaklarınızı kaydırmaz ve metanetle sizi üstün kılar.

8- Küfredenlere ise artık yıkım onlara. kelimesi, aslında ayak kayıp yüzükoyun, yahut tepesi üstü düşüp yıkılmak ve kalkamayıp helak olmaktır. Kamus'ta der ki: Helak olmak, kaymak, düşmek, şer, uzaklık, düşüş mânâlarına gelir. İfadesi kahrolası, canı çıkası veya canı çıksın gibi beddua yerinde de mesel halinde kullanılır. Burada müminlere ayaklarını sağlam bastırma vaadine karşılık kâfirlere yıkım ile tehdittir.

9- Ve bütün amellerini, çalışmalarını şaşırtmış, boşa gidermiştir. Bu, yıkım ve boşa giderme, şu sebepledir ki onlar Allah'ın indirdiğinden hoşlanmamışlardır. Dolayısıyla açıklandığı üzere iradelerini sarfetmek suretiyle Allah'ın dinine hizmet ve yardımda bulunmayıp aksine gitmişlerdir. Onun için Allah da onların amellerini boşa gidermiş, heder etmiştir.

10- Yeryüzünde bir gezmediler mi? Baksalar ya kendilerinden öncekilerin sonu ne olmuş! Bu âyet, yıkılmış, çökmüş olan kavimlerin eserlerini ve harabelerini düşünmek suretiyle maziden ibrete davettir. Çünkü gerek Arabistan'da ve gerek diğer yerlerde olsun batmış milletlerin akibetleri, yerleri ve izleri gözden geçirilse görülür ki Allah onların üzerlerine helak yağdırmıştır. Bütün özelliklerini imha etmiştir. O kâfirlere de onun, o akıbetin benzerleri yaraşır. O helak olan kâfirlere uğradıkları o felaket hak olduğu gibi onlar gibi inkâr edip de Allah yolundan ayrılan beriki kâfirlere de yaraşan odur. O sonucun benzerleri yine onun gibi helak ve yıkımdır. Emsal (benzerleri) ifadesinin çoğul gelişi müteaddit olması itibariyledir. Görülüyor ki bu "benzerleri" ifadesi özellikle dikkati çekmek için elif fâsılası ile gelmiştir ki, ikincisi "Yoksa kalpler üzerinde üst üste kilitleri mi var?" (Muhammed, 47/24) ifadesi olacaktır. Yukarıda "Harp ağırlıklarını atana kadar" âyetinde de bir fasıla sayıldığı takdirde ise üç olmuş oluyor. Demek ki bunlar Kıtal (Muhammed) Sûresi'nin özellikle kulak verilecek âyetleridir.

11-Yine böyle o, kâfirlere o benzeri sonuçların hak olması şu sebepledir ki Allah iman edenlerin dostu, yardımcısı, velîsidir. Kâfirlerin ise dostu yoktur. Allah'ın azab ve cezasından kurtaracak hiçbir velîleri, yardımcıları yoktur. "Mevlâ" kelimesi burada velî ve yardımcı mânâsınadır. Mâlik (sahip) mânâsına da gelir. Nitekim "Sonra onlar hak olan mevlalarına, Allah'a iade edilirler." (En'am, 6/62) âyetinde öyledir. Şu halde iki âyet arasında bir zıtlık var zannedilmesin, yani Allah müminin de kâfirlerin de, bütün kulların mâlikidir. Fakat "Allah müminlerin dostudur." (Âl-i İmran, 3/68) âyetinin mânâsınca müminlerin dostu ve yardımcısıdır. Kâfirlerin değil. "Eğer siz Allah'a yardım ederseniz, O da size yardım eder." şartına ancak müminler sadakat gösterir. Bu aslın hüküm ve neticesini açıklama hususunda buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

12- Şüphesiz ki, Allah iman edip salih amel işleyenleri, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar. İnkâr edenler ise dünyada zevk edip geçinirler. Hayvanların yediği gibi yerler. Onların varacakları yer ateştir.

13- Ey Muhammed! Seni yurdundan çıkaran şehirden daha kuvvetli olan nice şehirler vardı ki biz onları helâk ettik de onlara yardım eden çıkmadı.

14- Rabbi tarafından apaçık bir delil üzerinde bulunan kimse, kötü işleri kendisine güzel gösterilmiş de heveslerinin peşine düşmüş kimseler gibi olur mu?

15- Kötülükten sakınanlara vaad edilen cennetin durumu şöyledir: Orada bozulmayan temiz sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır.

Onlar için cennette her çeşit meyve ve Rablerinden bir bağışlanma vardır. Bunların durumu, ateşte ebedî olarak kalacak olan ve bağırsaklarını parçalayacak kaynar su içirilen kimsenin durumu gibi olur mu?

16- Ey Muhammed! Onlardan seni dinlemeye gelenler de var. Senin yanından çıktıkları zaman kendilerine ilim verilen kimselere alay yoluyla: "O demin ne söyledi?" diye sorarlar. İşte onlar Allah'ın kalplerini mühürlediği kimselerdir. Onlar sadece kendi heva ve heveslerine uyarlar.

17- Doğru yola girenlere gelince, Allah onların hidayetlerini artırmış ve onlara kötülükten sakınma çarelerini ilham etmiştir.

18- Artık onlar, kıyamet saatinin kendilerine ansızın gelivermesine mi bakıyorlar? Şüphesiz onun alametleri gelmiştir. Artık kıyamet kendilerine gelip çatınca anlamaları neye yarar?

19- Ey Muhammed! Bil ki, Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Hem kendi günahın için, hem de mümin erkekler ve mümin kadınlar için Allah'tan bağışlanma dile. Allah, sizin gezip dolaştığınız yeri de duracağınız yeri de bilir.

12- Şüphesiz Allah iman edip salih amel işleyenleri koyacak, Allah Teâlâ'nın, velayetinin ahirette hüküm ve neticesini beyan ve sebebini izahtır. Yani velayetin, yardımın sebebi zikrolunduğu üzere Muhammed'e indirilene iman ve "Eğer siz Allah'a yardım ederseniz O da size yardım eder." ifadesince salih amel olduğu gibi imanın şartında özellikle ahirete iman meselesi de vardır.

Altlarından ırmaklar akan cennetlere, o ırmakların biraz sonra temsili anlatılacaktır. O küfredenler ise zevklerine bakar, dünyadan birkaç gün nasip almaya çalışır ve hayvanlar gibi yerler. Yani hayatı sırf dünya hayatı ve cismanî hayat bilir, ahiretini, mevlasını düşünmez, sırf karnını şişirmekle meşgul olur. Onun için Allah kendilerine velî olmaz. Ateş de kendilerine yegâne bir ikamet yeri olur. Onlara göğün kapıları açılmaz. "Ve deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete giremezler." (A'raf, 7/40) âyetinin mânâsına muhatap olurlar. Ve Allah'ın azabından kurtaracak hiçbir sahip ve koruyucu da bulamazlar.

13- Seni çıkaran şehirden daha kuvvetli ne şehirler vardı ki, yani Mekke'dir ki maksat şehir halkıdır. Mekke müşrikleri "Peygamberi çıkarmağa karar verdiler." (Tevbe, 9/13) âyetinin ifadesince peygamberi çıkarmak fikrinde bulundukları ve suikast tertipleriyle peygamberin hicretine sebep oldukları için çıkarma işi onlara nisbet edilmiş ve böylece küfürlerinden bir safha anlatılmıştır. (Olayın gelişmesi hakkında Enfâl Sûresi'nde geçen "Hani o küfredenler seni tutup hapsetmek veya öldürmek yahut Mekke'den çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kuruyorlardı ama Allah da karşılığını kuruyordu." (Enfâl, 8/30) âyetinin tefsirine bkz.)

Sûrenin baş tarafında geçtiği üzere bu âyetin hicret esnasında nazil olduğuna bir rivayet vardır. Bununla beraber peygambere bir vaad ve teselli içeren bu âyetten zahir olan şudur ki; bu sûrenin iniş sebeplerinden başlıcası Mekke'nin fethine hazırlama olmuştur. Asıl maksat şehrin kendisi değil halkı olduğunu açıklamak için buyuruluyor ki: Biz onları helak ettik, öyle daha kuvvetlilerini helak edince berikiler haydi haydi helak edilme durumunda kalır. Helak ettik de onları bir kurtaran bulunmadı. Hâlâ da yoktur. Bu zamiri de helak edilen şehir halkına gönderiyorlar. Ve halin hikâyesini yapıyorlar. Kendi kendilerini kurtaramadıkları gibi bir yardımcı vasıtasıyla da kurtulamadıklarını beyan ile da vasıta ile olanı doğrudan doğruya olana atfediyorlar. Fakat bu nın neticesi olarak bu zamirin peygamberi çıkaran şehir halkına gitmesini daha uygun buluyoruz. Yani daha kuvvetli birçok şehirlerin helakinden anlaşılır ki seni çıkarmak isteyen o Mekke kâfirlerini kurtaracak bir yardımcı yoktur. Mekke helak edilmeyecek, fakat orada küfredenler bırakılmayacaktır. Mekke fethedilecektir.

14- Rabbinden bir delil üzerinde bulunan kimse hiç o kötü ameli kendine süslü gösterilmiş de heva ve hevesleri ardına düşmüş kimseler gibi olur mu? Bu ifade iki tarafın durumlarını bir karşılaştırmadır. Delil üzerinde olan peygamber ve ona tabi olan müminler, hevalarına uyanlar da onlara zıt giden kâfirlerdir.

15- O korunan müttakilere vaad edilen cennetin temsili "Altlarından ırmaklar akan cennetler." diye cennetin altından aktığı anlatılan ırmakların burada da bir tefsiri vardır. Müttakiler denilmiş ve bu şekilde şu anlatılmıştır: Dinden asıl maksat takvadır, iman ve salih amel de takva cümlesindendir. Esası vacip olan fiilleri yapıp, kötülüklerden kaçınarak, Allah'ın himayesi altına girip, azabından korunmaktır. Yani "Allah, iman edip salih amel işleyenleri altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar." âyetinin ifadesince Muhammed'e indirilene iman edip salih ameller yaparak korunan müminlere vaad olunan cennetin temsili, temsil yoluyla acaip bir halinin tasviri şudur: Orada ırmaklar var. Öyle bir sudan ki bozulması yok, bayatlamaz, tadı bozulmaz, kokmaz, yiğmez, öyle akar gider. Yine ırmaklar var öyle bir sütten ki tadı değişmez, dünya sütleri gibi ekşimez, kesilmez, kokmaz, yaratıldığı şekilde taptaze akar. Yine ırmaklar var bir şaraptan ki içenlerine lezzet, dünya şarapları gibi kekreliği yok, sarhoş ediciliği yok, günahı, vebali yok. Yine nehirleri var öyle baldan ki sâfi süzme, mumu yok, posası yok.

Ebu's-Suud der ki: Cennetin meşrubatını dünyada en çok hoşa giden meşrubatın eksikliklerinden soyutlayıp arındırmak suretiyle bir temsildir. İbnü Abbas'tan rivayet edilmiştir ki, bu ırmakların sütü sağılmaz. Said b. Cübeyr'den de rivayet edilir ki, işkembe pisliği ve kan arasından çıkma değildir. Şarabı sıkıcıların ayağı ile çiğnenmez. Balı arılardan çıkmaz. Hem onlara meyvelerin her türlüsünden var. İçecekler öyle aktığı gibi yiyeceğin de her çeşidi var. Fakat ihtiyaç için değil sırf lezzet için, çünkü meyve lezzet için yenilir. Bir de meyve sermaye üzerinde elde edilen hasılata da denir. Cennetlikler sermayeden değil amellerinin meyvesi olan hasılat ve gelirlerden rızıklandırılacaklardır. Hem de Rablerinden bir mağfiret vardır. Mağfiret, günahı örtmek demek olduğuna göre o cennete girilmeden önce değil midir? O halde cennette mağfiretin mânâsı nedir? Buna demişlerdir ki; önce olan mağfiret günahtan hesaba çekilmeme mânâsına günahları örtmektir. Buradaki mağfiretten maksat ise utandırmamak için günahı hiç anmamak, hatırlatmamak mânâsına günahları örtmektir. Yahut mağfiretten maksat günahı iyilik ile örtmek mânâsına nimet ve Allah'ın rızasıdır. Artık bir düşünmeli hiç böyle bu cennette ebedî olacak olan müttakiler, O cehennem ateşinde ebedî olarak kalacak olan kimseye benzer mi? ki cennettekilerin o güzel içeceklerine karşılık bir kaynar su ile sulanırlar da bağırsaklarını parça parça eder.

16-Âyette geçen kelimesi kelimesinin çoğuludur ki mideden sonra yemeğin intikal ettiği bağırsağa denilir. Onlardan seni dinleyenler de var, ki bunlar münafıklardır. Resulullah'ın meclisine gelirler, sözlerini dinlerler, fakat iman ve itina ile dinlemedikleri için iyi bellemez. Hafife alırlardı. Hatta yanından çıktıklarında kendilerine ilim verilmiş olan, Resulullah'ın sözlerinden ders alıp da ilme nail olan Ashab-ı Kiram'a: "O demin ne dedi?" derlerdi. Bunu İbnü Mesud hazretlerine söylediklerine dair bir görüş vardır. Bunlar, bu söz anlamaz herifler O kimselerdir ki Allah kalplerinin üzerini mühürlemiştir. Ve hep hevalarına tabi olmaktadırlar, keyiflerine tabi ola ola, kendilerinden ve kendi hevalarından başka hiçbir şeye bakmayacak şekilde kalpleri mühürlenmiş olduğundan dolayıdır ki, kulaklarına söz girmez.

17- Halbuki hidayeti kabul edenlere gelince Allah yahut peygamberin söylediği söz onların takvalarını artırmaktadır. Takva hislerini, korunma sebeplerini artırmaktadır. O sayede onlar gereken hazırlığı yapmakta, saat gelince Allah Teâlâ'nın huzuruna takva ile varmaya çalışmaktadırlar.

18- Demek ki ötekiler sırf kıyamet saatini gözetiyorlar. Ansızın kendilerini bastırıvermesini bekliyorlar. Fiilen başlarına kıyamet kopmadan inanmayacaklar, söz anlamayacaklar. Çünkü belirtileri de geldi. Âyette geçen "Râ"nın fethasıyla kelimesinin çoğulu olarak, alametler, demektir. Yani o kıyamet saatinin alametleri geldi. Bunların başında buyuran ahir zaman peygamberinin peygamber olarak gönderilişi vardır. Şehadet parmağı ile orta parmağını göstererek: "Ben peygamber olarak gönderildim. Saat işte şu ikisi gibi." buyurmuştur. Ayın yarılması ve diğerleri gibi mucizeler göstermiştir. Böyle alametler geldiği halde iman etmediler. Demek ki o saatin bilfiil başlarına birdenbire gelivermesini bekliyorlar, bu âyette de kıyamet saatini, bütün dünyanın yıkılması mânâsına büyük kıyamet saati olarak yorumluyorlarsa da burada adı geçen kâfirlerin özellikle kendi saatleri, kendi kıyametlerinin kopması mânâsını anlamak daha makul ve "Belirtileri geldi." âyetinin mânâsı ile uyarıya daha uygundur. Bu alametler sûrenin ilk âyetlerinde gösterildiği üzere Muhammed'e indirilene iman edip güzel güzel, çalışmakta olan müminlerin günden güne ilerlemesi ve ona küfredip Allah yolundan sapan kâfirlerin Mekke'deki müşrikler cumhuriyetinin düşmesini ve şaşkınlığını anlatan alametler yani Hz. Muhammed'in mucizeleri olmalıdır. Onları gördükleri halde inanmayanlar bilfiil kendi başlarına kıyamet kopmadan inanmayacaklardır. Fakat o geldiği vakit akıllanıp anlamaları kendilerinin ne işlerine yarar? Çünkü o zaman korunmaya imkan kalmaz. Ümitsizlik halindeki iman makbul olmaz.

19-Sûrenin başından buraya kadar geçen açıklamalara bir sonuç olmak üzere buyuruluyor ki: Öyle ise şimdi iyi bil ki Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur, tapılacak, ibadet yapılacak, kulluk edilecek, mabud tanınacak başka hiçbir mabud yok, yalnız ilâhlık kendisinin hakkı olan Allah vardır. Gerçeğin böyle olduğunu şimdi kıyamet kopmadan önce bil. Bil de hem kendi günahın için mağfiret iste, hem de mümin erkekler ve mümin kadınlar için. Nerede dolaşıp, nerede karar kılacağınızı Allah bilir. Halinizin ne olduğunu dünya ve ahirette istikbalinizin nereye varacağını yalnız Allah bilir. Onun için olmuş veya olması mümkün olan her türlü günaha o şekilde istiğfar et. Bu istiğfarın cevabı Fetih Sûresi'nde gelecektir.

Meâl-i Şerifi

20- İman edenler: "Keşke cihad hakkında bir sûre indirilse." derlerdi. Ama hükmü açık bir sûre indirilip de, içerisinde savaş zikredilince kalplerinde hastalık olanların ölüm korkusuyla baygınlık geçiren bir kimsenin bakışı gibi sana baktığını görürsün. Oysa onlar için ölüm yaşamaktan daha uygundur.

21- Onların vazifesi itaat ve güzel söz söylemekti. Sonra iş kesinleşince Allah'ın emrine sadakat gösterselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu.

22- Demek siz iş başına gelecek olursanız yeryüzünde bozgunculuk çıkaracaksınız ve akrabalık bağlarınızı koparacaksınız öyle mi?

23- İşte onlar, Allah'ın lanetlediği, kulaklarını sağır, gözlerini kör ettiği kimselerdir.

24- Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitleri mi var?

25- Gerçekten doğru yol kendilerine açıkça belli olduktan sonra gerisin geri küfre dönenlere şeytan, kötülüklerini güzel göstermiş ve onları uzun emellere düşürmüştür.

26- Çünkü onlar Allah'ın indirdiğini beğenmeyen kimselere: "Bazı işlerde biz size itaat edeceğiz." demişlerdi. Oysa Allah onların gizlediklerini biliyordu.

27- Melekler onların yüzlerine ve arkalarına vurarak canlarını alırken durumları nasıl olacak?

28- Bu onların Allah'ı gazablandıran şeylere uymaları ve O'nun rızasına sebep olacak şeyleri beğenmemelerinden dolayıdır. Allah onların amellerini boşa çıkarmıştır.

20-21- İman edenler diyorlar ki: "Bir sûre indirilseydi".

Durumlarında günden güne düzelme artmış, imanlarında sadık, ihlaslı müminler, kâfirlerin sapıklık ve azgınlıkları karşısında takva duygularının artmasıyla Allah yolunda cihada izin verilmesini arzu ederek o konuda bir sûre indirilmesine özlem duyuyorlar. Onun üzerine muhkem bir sûre indirilip, onda savaş anılınca, yani savaşın vacip oluşu, şüphe ve ihtimalden uzak, sağlam bir şekilde açıklanan bir sûre, yahut hükmü sabit, neshedilmemiş bir sûre. "Ey iman edenler! Küfredenlerle karşılaştığınız zaman hemen boyunlarını vurun." (Muhammed, 47/4) buyurulun bu sûre, "Allah yolunda savaşın." (Bakara, 2/190, 244), "Size savaş farz kılındı." (Bakara, 2/216) buyurulan Bakara Sûresi, "Ey iman edenler! Küfredenlerle karşılaştığınız zaman onlara arkalarınızı dönmeyin." (Enfal, 8/15). "Bir düşman topluluğu ile karşılaştığınız zaman sebat edin." (Enfal, 8/ 45) buyurulan Enfal ve nihayet Berâe (Tevbe) Sûresi gibi savaş anılan sûrelerin hepsi bu hususta muhkemdir. Savaş âyetleri "Savaş ağırlıklarını atana kadar." sabittir.

Görüyorsun ki o kalplerinde bir hastalık bulunanları, bir münafıklık, yahut din zayıflığı bulunanları. Sana öyle bir bakış bakıyorlar ki, tıpkı ölümden baygınlık gelmiş kimsenin bakışı gibi. Yani gözünü açmaya dermanı olmayan, ölmek üzere bulunan bir kimse gibi baygın baygın gözlerini kaldıramıyor, yan yan bakıyorlar, öyle korkuyorlar. O da onlara daha uygundur. Yani öyle kimselere de ölüm yaşamaktan daha uygun, daha münasiptir. Yahut den ismi tafdil olarak in de en dehşetlisi onlara demektir.

22- Demek ki iş başına gelecek olsanız. Burada "Tevellî"nin iki mânâya ihtimali vardır: Birisi, arkasını dönüp kaçmak mânâsına "tevellî"den, birisi de "velâyet"ten tefe'ül ölçüsü olarak, vali olmak, iş başına geçmek mânâsına tefsir edilmiştir. Dolayısıyla şu iki mânânın ikisi de doğrudur. Birinci mânâya göre nasıl o korkaklıkla döner, savaştan kaçar da yeryüzünde bozgunculuk yapar, ordu bozanlık edip, düşmanın istilasına sebep olur, ve yakınlarınızı doğratabilir misiniz?

ERHAM: "Rahim" kelimesinin çoğuludur. Rahim, esasen kadının çocuk yeri olan cihazıdır. Yakınlık kaynağı olması itibariyle akrabalığa da rahim denir. Bu mânâ ile akrabaya ulu'l-erham (rahim sahibi) denildiği gibi erham da denilir ki burada bu mânâyadır. Yani çoluğunuzu çocuğunuzu, kadınlarınızı hısımlarınızı parçalatabilir misiniz? Çünkü müslüman ordusunda bozgun çıkarıp, düşman istilasına sebep olunduğu takdirde meydana gelecek sonuç budur. Öbür mânâca nasıl o korkaklıkla iş başına geçer, kumandayı elinize alır da vatanınızı cahiliye devri gibi bozguna verir, ihtilal içinde hısım ve akrabalarınızı yine öyle perişan edebilir misiniz? Bu âyetle yakınlarla ilgiyi kesmenin haramlığına delil getirilir.

23-Burada bunları bu şekilde kınarken, böyle kınama yoluyla bile hitaba layık olmadıklarını anlatmak için hitabı değiştirmek suretiyle buyuruluyor ki: Onlar, o vasıfları anlatılan ve savaş emri kesinlik ve ciddiyet kazandığı sırada sadakatsizlik edip de yakınlarını doğratacak şekilde vatanlarını bozguna verecek olan kalbi hastalıklı olanlar, Allah'ın lanet ettiği, rahmet alanından kovduğu kimselerdir. Onun için kulaklarını sağır ve gözlerini kör etmiştir. Hak kelamını işitmezler. Nefislerde ve ufuklardaki hakkın âyetlerini görmezler, bakmak istemedikleri için görmezler.

24- Öyle olmasa Kur'an'ı bir düşünmezler mi? Yoksa birtakım kalpler üzerine kilitler mi vurulmuş? Bunun "Allah onların kalpleri üzerine mühür vurdu." (Nahl, 16/108) âyetinin mânâsı üzere istifham-ı takdirî olması sözün gelişine daha uygundur. Burada fâsılası ta yukarıdaki fâsılasına bakmaktadır. Onu hatırlatır, gözden kaçırılmasın.

25- Şüphesiz gerisin geri irtidada doğru gidenler, şeytan onlara fit verdi. Büyük günahları önemsiz göstererek şehvetlere saldırttı. Ve onları arzu ve uzun emellere düşürdü.

26- Şu sebeple ki bunlar, bu münafıklar Allah'ın indirdiğinden hoşlanmayanlar dediler: Kureyzaoğulları ve Nadiroğulları yahudileri Hz. Peygamber'e Kur'ân'ın indirilmesinden hoşlanmamışlardı. Kureyş müşrikleri de "Bu Kur'ân şu iki şehirden bir büyük adama indirilseydi ya." (Zuhruf, 43/31) demişlerdi. Münafıklar o yahudilere veya müşriklere gizlice söz vererek "Biz size bazı işlerde itaat edeceğiz." demişlerdi. Nitekim Haşr Sûresi'nde, "Münafıklık yapanları görmedin mi? Kitap ehlinden küfreden kardeşlerine 'Yemin ederiz ki eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız mutlaka biz de sizinle beraber çıkarız. Ve sizin aleyhinizde ebedî olarak kimseye itaat etmeyiz. Size savaş açılırsa mutlaka size yardım ederiz' diyorlar." (Haşr, 59/11) buyurulmuştur. Ahzab (Hendek) savaşındaki ittifakları da vardı. Halbuki Allah onların o gizli konuşmalarını biliyordu. Öyle iken onu hesaba almadılar da Allah'a ve peygamberine karşı gizli ittifaka kalkıştılar.

27- "O halde melekler onların yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarını alırlarken nasıl olacak bakalım?"

28- Allah onların amellerini boşa çıkarmıştır. Âyette geçen ihbat, amelin sevabını giderip hiçe indirmektir. Güzel amel günaha keffaret olup kötü ameli örttüğü gibi kötü ameller de iyi amelleri boşa çıkarır. Bu şekilde ihbat, keffaret ve mağfiretin zıddı demek olur. Anlaşılıyor ki onların iyi amelleri de yok değildi. Fakat Allah'ın gazabını davet eden şeyler yapıp rızasını gözetmediklerinden dolayı iyi amelleri boşa gitmiştir.

Meâl-i Şerifi

29- Yoksa kalplerinde hastalık olanlar Allah kendilerinin kinlerini hiç ortaya çıkarmaz mı sandılar?

30- Ey Muhammed! Eğer biz dileseydik onları sana gösterirdik. Sen de onları yüzlerinden tanırdın. Andolsun ki, sen onları sözlerinin üslubundan da tanırsın. Allah ise bütün yaptıklarınızı bilir.

31- Andolsun ki, biz içinizden cihad edenlerle sabredenleri ortaya çıkarıncaya ve yaptıklarınızla ilgili haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi deneyeceğiz.

32- Şüphesiz ki, inkâr edenler, Allah yolundan menedenler ve kendilerine doğru yol açıkça belli olduktan sonra Peygamber'e karşı gelenler Allah'a hiçbir zarar veremeyeceklerdir. Allah onların yaptıklarını boşa çıkaracaktır.

33- Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin ve amellerinizi boşa çıkarmayın.

34- Şüphesiz ki, inkâr edip, Allah yolundan saptıran, sonra da kâfir olarak ölenlere gelince Allah onları asla bağışlamayacaktır.

35- Sakın gevşemeyin ve üstün olduğunuz halde barışa çağırmayın. Allah sizinle beraberdir. O sizin amellerinizi eksiltmeyecektir.

36- Dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Eğer iman eder kötülükten sakınırsanız, Allah size mükâfatınızı verir. Ve sizden bütün mallarınızı harcamanızı da istemez.

37- Eğer sizden onların tamamını isteyip de sizi zorlasaydı cimrilik ederdiniz. Bu da sizin bütün kinlerinizi ortaya çıkarırdı.

38- İşte sizler Allah yolunda harcamaya çağrılan kimselersiniz. İçinizden kiminiz cimrilik ediyor. Ama cimrilik eden ancak kendi zararına cimrilik eder. Allah zengindir, siz ise fakirsiniz. Eğer siz Hakk'tan yüz çevirirseniz Allah yerinize başka bir kavim getirir. Sonra onlar sizin gibi olmazlar.

29- Allah kendilerinin kinlerini hiç meydana çıkarmaz. Yani Allah bilse de peygamberine ve müminlere bildirmez mi zannettiler? Ne boş zan!

30- Dilesek onları sana gösterirdik de. Kâdı Beydavî gibi bazıları burada göstermeyi kalbî ve ilmî gösteriş yani tarif etmek, tanıtmak mânâsına tefsir etmişlerse de zahir olan gözle gösteriştir. Marifetin onun üzerine tertibi daha kuvvetli görülür. Şöyle ki: Gösterirdik de kendilerini simaları ile şahıslarını tayin ettiren farklı alametleri ile tanırdın. Bununla beraber sen onları sözlerinin lahninde de tanırsın. Sözün lahni, söyleniş tarzı, edası, üslûbu, yahut eğimi, kıvrımıdır.

Nitekim i'rabda veya tecvidde hataya da lahin denilir. Mesela zafer elde edildiği zaman "Biz de sizinle beraberdik." (Ankebut, 29/10) demeleri, biraz sıkışınca "Şüphesiz bizim evlerimiz açıktır." (Ahzap, 33/13) demeleri, yahut demin geçtiği üzere "o demin ne dedi?" demeleri gibi sözler hep sözün lahni cümlesindendir. Allah bütün amellerinizi bilir. Hepinizin niyetlerinize göre, iyiye iyi, kötüye kötü, uygun olan karşılığını verir.

31- Ve andolsun ki sizi imtihana çekeceğiz. Cihad gibi bazı meşakkatli sorumluluklarla mükellef kılacağız. Ta ki içinizden cihad edip uğraşanları ve sabredip dayananları bilelim. Yani belli edip meydana çıkaralım. Ve haberlerinizi deneyelim. Yani cihad ve sabrınıza, iman ve sadakatinize, kahramanlıklarınıza ait haberlerinizi, uyulması gereken bir örnek olması için imtihan meydanlarından görünür âleme yayıp ilan edelim.

32- "Haberiniz olsun ki o inkâr edip Allah yolundan meneden ve hak kendilerine açıkça belli olduktan sonra peygambere karşı gelenler" Kureyzaoğulları, Nadiroğulları veya Bedir günü müşrikler ordusunu besleyenler gibiler Allah'a hiçbir zarar verecek değillerdir. Yani Allah'ın peygamberine hiçbir zarar eriştiremezler de O, onların amellerini boşa çıkarır. Yani iyi amellerinin sevabını o küfür ve sapıtıp karşı gelmeleri ile mahvedecek, yahut o yoldaki bütün mesailerini, çalışmalarını hiçe giderecektir.

33- Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin de amellerinizi iptal etmeyin. Yani öbürlerinin yaptığı gibi küfür, münafıklık, kendini beğenme, riya, başa kakma, eziyet etme ve bunlara benzer itaatsizlik ve başlanmış olan herhangi bir ameli bozup iptal edecek ters bir fiil ve hareket ile boşa gidermeyin, hükümsüz bırakmayın.

34-Çünkü "Haberiniz olsun ki küfredip Allah yolundan sapan, sonra da kâfir oldukları halde ölenleri Allah hiçbir zaman bağışlamaz." Yani amelleri boşa çıkarıldıktan başka bir bağışlanma ihtimali de yoktur. Deniliyor ki bu âyet de Kalîb ashabı hakkında nazil olmakla beraber, küfür üzere ölenlerin hepsini kapsamaktadır.

35-Kalîb ashabı: Bedir'de öldürülüp kuyuya atılmış olan müşriklerdir. Öyle ise gevşeklik etmeyin, zayıflık göstermeyin, yani öyle küfür ile ölenlerin bağışlanmayacağı küfrün, itaatsizliğin amelleri boşa çıkaracağı malumunuz olunca artık amellerinizi iptal etmeyin ve gevşeklik, alçaklık yapmayın. Alçaklık edip de horluk ve miskinlik ile barışa yalvarmayın. Sizler en üstün, en galip olacak iken ve Allah sizinle beraber iken, yani size yardım ve zafer vaad etmekte iken Her iki halde o size amellerinizi noksanına ödemez, zulmetmez. Burada "Gevşeklik etmeyin ve barışa yalvarmayın." diye barışa yalvarmaktan menedilmiş olması, düşman tarafından yapılmış olan herhangi bir barış teklifinin reddini gerektirmez. Nitekim, Enfal Sûresi'nde "Eğer onlar, barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş." (Enfal, 8/61) âyetiyle barışa yanaşan düşmanların talebine karşı barışa yanaşmak, emredilmişti. Fetih Sûresi'nde geleceği üzere Hudeybiye barışı da müslümanların galibiyeti halinde idi. Demek ki maksat herhalde, barışı reddetmek değil gevşeklik edip de zillet ile barışa talip olmamaktır. Bunlar, Muhammed ümmetinin, "İman edip salih amel işleyenler ve Muhammed'e indirilene inananlar" (Muhammed, 47/2) niteliğini muhafaza etmek şartıyla gelecekte ulaşacakları yüksekliği haber vermekle peygamberine vaaddir.

36-Bu şekilde ileride vaad edilmiş olan fetihlere hazırlık ve ahiret sevabına teşvik için buyuruluyor ki: Dünya hayatı sırf bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Öyle sebatsız önemsizdir. İlerisi için bir kazanç ve koruma vasıtası olmak üzere istifade edilmediği takdirde hiçtir. Ve eğer iman eder ve ahiret için korunursanız iman ve takvanızın sevaplarını Allah size verir. Bütün mallarınızı da istemez. O korunmak ve cihad etmek için lâzım gelen masraflara infak etmek üzere mallarınızın hepsini de istemez.

37- Eğer sizden o mallarınızın hepsini ister de sizi çıplak bırakacak olursa, zekat veya savaş teklifi adına mallarınızın kökünü kazıyacak olup bütün mallara el koymaya kalkışırsa cimrilik yaparsınız, esirger, vermezsiniz. Vermemeye hakkınız olur. O zaman bütün kinlerinizi meydana çıkarır. Bozgun ve ihtilal çıkarmaya sebep olur. Fakat Allah ve peygamber sizden öyle bütün mallarınızı istemez.

38- Siz anlarsınız ki Allah yolunda infak edesiniz diye davet ediliyorsunuz, ki bu davet zekatı ve savaş techizatını, yardımını kapsayabilir. Allah daha iyisini bilir, Mekke'nin fethine dair hazırlıklardır. Yine de içinizden cimrilik yapan var. Fakat her kim cimrilik eder, kıskanırsa sırf kendi nefsinden kıskanmış olur. Çünkü infakın menfaati, cimriliğin zararı kendine ait olur. Allah zengindir. Fakir sizsiniz, ihtiyaç sizindir. Bu emirler sizin ihtiyacınız, sizin menfaatiniz içindir.

Ve eğer siz yüz çevirirseniz, yani o iman ve takva ile infaktan çekinerek bu emre sahip olmayacak olursanız, size bedel başka bir kavmi tutar, bu işin başına geçirir. Sonra onlar sizin gibi olmazlar. İman ve takva ile bu işe sahip olur, vaad edilmiş olan sevap ve fetihlere onlar nail olurlar. (Mâide Sûresi'ndeki "Ey iman edenler, sizden her kim dinden dönerse..." (Mâide, 5/54) âyetinin tefsirine bkz.)







KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)


48-FETİH:

1- Sûresinin indirildiğini haber verdi. Ahmed, Buhâri, Tirmizî, Nesai, İbnü Mâce ve İbnü Merdûye de Ömer b. Hattâb (r.a.)'da şöyle rivayet etmişlerdir: Demiştir ki; Resulullah (s.a.v.) ile seferde idik, ona bir şeyden üç kere sual ettim, cevab vermedi ben de devemi sürdüm, sonra topluluğun önüne geçtim ve hakkımda Kur'an indirilmesinden korkmuştum, çok durmamıştım bir bağıran işittim, bana bağırıyordu korktu, zannediyordum ki hakkımda bir şey indirildi, vardım Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: "Bu gece üzerime bir sûre indirildi, bana dünya ve onun içindekilerden daha sevgili: "Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik. Böylece Allah, senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar." (Fetih, 48/1-2). Yine Ahmed, Ebû Dâvud ve başkalarının Müc'mi b. Câriyete'l-Ensârî'den rivayet ettikleri bir sahih hadiste Peygamber (s.a.v.)'in Hudeybiye'den hareketinden sonra indirilmesini ve bunun "Küraülğamim" yanında olduğunu Peygamber (s.a.v.)'in onu bineği üzerinde insanlara okuduğunu ifade eder. İbnü Sa'd'ın ondan rivâyetinde de bunun Decnân'da olduğuna delâlet vardır. Ve bu Bikai'den rivayet olunmuştur. Dacnan, Kamus'ta bildirildiği üzere Mekke yakınında bir dağdır. Bunlar gösteriyor ki indirilmesi Mekke ile Medine arasında olmuştur. Böyle olanlara da Medenî denildiği bilinmektedir. Zirâ Medenî hicretten sonra indirilendir ki gerek Medine'de olsun gerek Mekke'de, gerek seferde; Mekkî de hicretten önce indirilendir.

Âyetleri : Yirmi dokuzdur.

Kelimeleri : Beşyüz altmıştır.

Harfleri : İkibin dörtyüz otuzdur.

Fâsılası : Hep ( ) harfidir.

İki sûre arasındaki ilgi de baştan sona apaçıktır: Biri önce sunulan, diğeri sonra gelendir. Zira yardım ve zafer mânâsına fetih, gönlü iyileştirme ile savaşa gereken hazırlıktır. Orada tevbe ve istiğfar ile emredilmiş, burada mağfiretin olacağı haber verilmiş, ona değiştirme ihtarıyla son verilmiş, buna zaferler müjdesiyle başlanılmıştır.

İbnü Sâ'd'ın rivâyet ettiği Mücmi' b. Câriye hadisinde geçmiştir ki, Cebrail Aleyhisselâm, bu sûre ile indiği zaman, "Tebrik ederiz seni ey Allah'ın Resulü!" demiş; Cibril tebrik edince müslümanlar da tebrik etmişlerdir. Bu sûrede İslâm'ın bütün dinlere galip geleceği de vaad edilmiştir.

Meâl-i Şerifi

1- Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsân ettik.

2- Böylece Allah senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru yola iletir.

3- Ve sana Allah, şanlı bir zaferle yardım eder.

4- İmanlarına iman katsınlar diye müminlerin kalplerine güven indiren O'dur. Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır. Allah bilendir, herşeyi hikmetle yapandır.

5- Mümin erkeklerle mümin kadınları, içinde ebedi kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyması, onların günahlarını örtmesi içindir. İşte bu, Allah katında büyük bir kurtuluştur.

6- Ve o Allah hakkında kötü zanda bulunan münâfık erkeklere ve münâfık kadınlara, Allah'a ortak koşan erkeklere ve ortak koşan kadınlara azap etmesi içindir. Kötülük onların başlarına gelmiştir. Allah onlara gazap etmiş, lânetlemiş ve cehennemi kendilerine hazırlamıştır. Orası ne kötü bir yerdir!

7- Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır. Allah çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.

8- Şüphesiz biz seni, şâhit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.

9- Ki, Allah'a ve Resulüne iman edesiniz, ve bunu takviye edip, O'na saygı gösteresiniz ve sabah akşam O'nu tesbih edesiniz.

10- Herhalde sana bey'at edenler ancak Allah'a bey'at etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdi bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahde vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.

Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik. Geleceği açan; ileride meydana gelecek bir çok fetihlerin başlangıcı olan bir fetih. Bazı müfessirler bunu, Mekke'nin fethini vaad diye almışlarsa da çoğu müfessirler bunun Hudeybiye antlaşmasını haber verdiğini söylemişler. İbnü Abbas, Enes, Şa'bi ve Zühri'den de böyle haber vermişlerdir. İbnü Atıyye buna "Bu doğrudur." demiştir. Bilinmektedir ki, fetih aslında açmak yani kapalılığı gidermektir. Bir memleketi fetih de, Keşşâf'ın açıkladığı üzere harpli veya harpsiz, zorla veya barışla zafer kazanmaktır ki zafere erişmedikçe kapalıdır. "Sakın gevşemeyin, üstün olduğunuz halde barışa davet etmeyin." (Muhammed, 47/35) âyetine ters gibi görünen Hudeybiye antlaşmasının bir fetih olması sahâbeden bazılarına bile gizli kalmıştı. Cenâb-ı Allah, bunun açık bir fetih olduğunu açıklamıştır. Önce bir fetih olması gerçi peygamber bunda bir savaş için değil, bir umre niyetiyle hareket etmiş ve kurbanlıklar göndermişti fakat müşrikler çarpışmayı kurmuşlardı, şiddetli bir savaş olmamış, fakat iki taraftan ok ve mancınık atışılmış "O sizi, onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra Mekke'nin göbeğinde, onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan çekendir." (Fetih, 48/24) buyurulduğu üzere müslümanlar müşrikleri mağlûb edip diyarlarına sokulmuşlardı ve barış yapmaya müşrikler istekli olmuşlardı. İkinci olarak bunun apaçık bir fetih olmasına gelince bu barış ile ilk önce müslümanlığın dünyada bir devlet olarak varlığı düşmanları tarafından dahi tasdik edilerek bir anlaşmaya bağlanmış bulunuyordu. Böylece bu, daha sonra meydana çıkacak devam edecek fetihler zincirinin başı ve açıcısı olmuş ve bundan sonraki İslâm fetihlerinden herbiri bunun altında bir şubesi sayılacak bir şekilde vaad edilmiş oluyordu ki sûrenin başı bunu ilâhî bir dil ile açıklamaktadır. Aslında yine sûrenin içinde Feth-i karîb, (yakın fetih) diye işaret edildiğinden bunu pek yakından Hayber fethi takip etmiş, sonra da Mekke fetholunmuş, sonra da İslâm'ın bütün dinlere galip gelmesi vaad buyurulmuştur. Zührî demiştir ki: Hudeybiye fethinden büyük bir fetih olmamıştır. Bu sayede müşrikler müslümanlarla bira araya gelmeye ve sözlerini işitmeye başlamış ve bu onların kalplerinde yer etmiş ve bunun üzerine üç sene içerisinde bir çok kimse müslüman olarak İslâm'ın çoğalmasına sebep olmuştur... Bütün bunlar Muhammed Sûresi'nin başında geçen âyetlerin hükmünün feyzidir.

2-MÜBİN, açık, parlak, yahut ilerisini açan gösteren demektir. Cenâb-ı Allah bu fethin "mübin" olmasının hikmetini şu dört yönü birleştirerek açıklıyor:

1) Mağfiret, 2) Nimetin tamamlanması, 3) Bir doğru yola ulaştırma, 4) Benzersiz bir yardım, yani bunların herbirini ayrıca değil hepsini birden bir hikmet olmak üzere bir "lâm-ı akıbet" ile şöyle buyuruyor: ki Allah senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Kâdı Beydâvî der ki: "Fetih kâfirlere karşı cihad ile şirkin def edilmesine ve dinin yükseltilmesine ve noksan şahısların yavaş yavaş kendi arzu ve istekleriyle olgunlaşabilmeleri için şiddetle yönlendirilmesine ve zavallı kimseleri zâlimlerin elinden kurtarmaya çalışmanın bir neticesi olduğu için mağfiret fethe sebep kılınmıştır ki maksat illet-i gâiyye, yani hikmettir. Demek olur ki buradaki fetih ve mağfiret Muhammed Sûresi'ndeki "Hem kendinin, hem mümin erkeklerin ve mümin kadınların günahının bağışlanmasını dile!" (Muhammed, 47/19) emrine uymanın cevabı ve neticesi olmuştur. Âlûsî der ki: "Fetih "Doğrusu biz fetih ihsan ettik." diye azamet nûnu ile isnâd olunduktan sonra mağfiretin "Allah senin (günahlarını) bağışlar." diye ism-i celâl ile isnad olunması şu inceliğe işaret olabilir ki, fethi yüce Allah birçok vasıtalar ile mümkün kılarsa da "mağfireti" yüce zâtı doğrudan doğruya kendisi yapar. Bazıları şunu izah etmişlerdir ki, büyüklerin kendilerinden biz diye mütekellim maalgayr sigası ile ifade âdetleri, kendilerinden meydana gelen fiillerin çoğunlukla hizmetkâr çalıştırmak şeklinde olmasındandır. Buna yardımın "Allah sana yardım eder." diye ism-i celâle isnad olunmasıyla itiraz da edilmez. "Zâten günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir." (Âl-i İmrân, 3/135) ve "Yardım ancak Allah katındadır." (Enfâl, 8/10) gerçeklerine işaret olunmuş demek daha açık olacaktır. Günahın, geçmişi ve geleceği hepsini kapsamasından kinâyedir. Bu şekilde peygambere bütün günahlardan mağfiretle temizlenme ve aklanma tebliğ edilmiştir. Ancak geçmiş tabiri farz olduğunu hatırlatır. Bunun için burada peygamberden işlenmiş olması mümkün olan günahın ne olabileceği hakkında görüş bildirilmiştir. Muhyiddîn-i Arabî gibi bazıları, maksadın ümmetin günahları olduğunu kabul etmişlerdir. Nitekim "Sen bir şüphedeysen" (Yunus, 10/94), "Eğer Allah'a ortak koşarsan, amelin boşa gider." (Zümer, 39/65) âyetlerinde kastedilen, Peygamber'e değil, dolayısıyla ümmete hitap olunduğunda görüş birliği vardır. Ancak bu tevil, "Hem kendinin hem mümin erkeklerin ve mümin kadınların günahının bağışlanmasını dile." âyetine yaraşmaz. Bazıları da demişlerdir ki, günahın işlenmesi kastedilmeyerek terkibin bütünü muahaze olunmamaktan kinâyedir Çoğu müfessirlerin görüşüne göre ise vahiy inmeyen konulardaki ictihadında makamına göre daha uygun olanın tersi şeklinde olan seçmeleridir ki "Allah seni affetsin, onlara niçin izin verdin?" (Tevbe, 9/43) gibi ilâhî hitap ile ihtar edilmiştir. Buna günah denilmesi peygamberlik makamına göredir. Çünkü "İyilerin iyiliği, Allah'a yakın olanların kötülüğü (gibi)dir." Buradan, bundan böyle peygamberlik vazifesinin yerine getirilmesinde önceki meşakkat ve zorlukların ağırlığının kalmayacağına da delil getirilebilir. Nitekim İnşirah Sûresi'nde "Ağırlığından dolayı belini büken yükünü senden alıp atmadık mı?" (İnşirah, 94/2-3) buyurulmuştur. Sonuçları ve meyveleri toplanmaya başlayan görevlerin zorlukları başarı neşeleriyle örtülmüş olur. Ve üzerindeki nimeti tamamlar. Peygamberlikteki başarısına bir de mülk eklenilmek gibi dinî ve dünyevî nimetler ihsan eder. Ve seni bir doğru yola eriştirir Gerek peygamberliğin yerine getirilmesinde ve gerek devlet başkanlığının resmî işlerini yerine getirmede doğrudan doğruya Allah'ın rızasına ulaştıran bir doğru yola çıkarır ki bu yol "İşte böylece sizin insanlar üzerinde şahit olmanız, Resulün de sizin üzerinizde şahit olması için sizi orta (dengeli) bir millet kıldık." (Bakara, 2/143) âyetine göre bütün insanlığın örnek nümunesi olmak üzere İslâmî işlerin düşman etkilerinden uzak olarak yalnız hakkın uygulaması ve kanunu içerisinde hür irâdeyle idaresi yoludur. Gerçi istikâmet yani doğruluğun aslı fetihten önce de var ve gidilen yol o yol ise de, fetihten sonra egemenliğin resmen dışarda ve içerde tanınmasıyla hidayet ve ilâhî muvaffakiyet başkaca bir açıklık ve renklilik kazanmıştır ve bundan böyle "Biz onlara âyetlerimizi ufuklarda ve nefislerinde göstereceğiz." (Fussılet, 41/53) âyetine göre büyüyüp gelişmek dönemine girmiştir.

3-Onun için de buyuruluyor ki: Ve Allah seni şanlı bir zaferle yani benzeri bulunmaz bir yardım ve zafer ile muzaffer ve güçlü kılar. Bu da "Bütün dinlerden üstün kılmak için" (Tevbe, 9/33, Fetih, 48/28) ifadesiyle açıklanacaktır. İşte bu fetih böyle apaçık bir fetihtir.

4- O Allah o yüce zattır ki müminlerin kalplerine o sekineti indirdi.

SEKİNET, sükûn ve güven, rahat ve ağırbaşlılık mânâsına masdardır ki, nefisteki telaş ve heyecanın kesilmesiyle meydana gelen ve kalp oturması, yürek ısınması, gönül rahatı denilen huzur ve sükûn hâline veya onun kaynağına isim dahi olur. Sekinetin inmesi yaratılması ve meydana gelmesi demektir. Şanının yüksekliğine işaret için inzal denilmiştir. Rağıb der ki: "Allah Teâlâ'nın kuluna nimetini indirmesi ihsanı demektir ki ya o şeyin kendisini indirmekle olur, Kur'ân'ın indirilmesi gibi yahut da sebeplerini indirip ona yol göstermekle olur. Demiri vesâireyi indirmek gibi... Bununla beraber burada kondurmak, kalplerini sekînete konak ve karargah yapmak mânâsına da olur. Hz. Ali'den rivâyette de denilmiştir ki "Sekînet müminin kalbine sakin olup onu güvenli kılan melektir." Sekine hakkında Fütühât-ı Mekki'yenin şu düşüncesi hoştur: Sekinetin başlangıcı, emri bir yönüyle kapsama yoluyla düşünmektir. Böyle olmayınca sekinet tam olmaz. İbrahim (a.s.) "Ey Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster, (demişti). Rabbi ona "Yoksa inanmadın mı?" deyince, "Hayır! inandım, Lâkin kalbimin mutmain olması için görmek istedim, dedi." (Bakara, 2/260) itminânı yanı kat'i güvenmeyi sekine'ye başlangıç yaptı, çünkü ona diriltmenin yönleri çeşitli gelmişti, kendisini her taraftan çekiştiriyordu. Allah Teâlâ ona nasıl olduğunu gösterince o çeşitli yönlerden gelen çekiştirmelerle duyduğu acı ve sıkıntıdan sekinete eriverdi. İşte bu şekilde istenilenin meydana gelmesi veya elde edilmesinden duyulan kaygı o istenilen şey hakkında sekinetin başı olduğu gibi korkulan şeylerde de tam mânâsı ile böyle olur. İnsan böyle imanın şartlarını tamamlayıp yerine oturtunca haktan o müminin kalbine bir doğuş meydana gelir ki, o doğuşa zevk denilir. O sekineti o vasıftaki müminin kalbinde o meydana getirmiştir ki, o sekinet onun için iman edilecek gâib emrin meydana gelmesine bir kapı ve bir merdiven olsun da onun beraberinde önceki emrin mânâsına dönerek sükûn yüz gösterip sebeplere alışmış olan kimselerin sebeplere sükûn ve güveni gibi alışılmış bir sükûn halini alsın. Bu ise asla gayb'den olmaz; belki zevkten yani müşahededen olur. Meselâ insanın yanında bir günlük yiyeceği bulunursa o günün vereceği sıkıntı ve acıya karşı nefis, bir güven bulur. Çünkü yiyeceğinin kendi mülkünde mevcut olduğunu bizzat müşahede ile görmektedir. İşte iman bu derecede kendinde mevcut olmuş ise, o sekinet sahibidir. Ve eğer insan, imanın hükmü altında iken kesin belirlilik kendisi ile çekişiyorsa onda sekinet meydana gelmemiştir. Şu da bilinmeli ki, kalplerin nitelendiği mânâlar; bazen Allah Teâlâ onların, kullarından dilediği kimselerin nefislerinde oluşmasına dışardan bir işaret yapar o işarete de nefiste oluşan mânânın ismi verilir. Ki o, onun kalbinde meydana geldiğine işaret olduğu bilinsin. Nitekim İsrailoğulları'nın tâbutunda böyle bir sekine konulmuştu ki, o bir şekil, o bir sûret idi, ihtilâflı olan açıklamasına gerek yok, o suretin bir halinden veya hareketinden yardım mânâsı anlayarak kalpleri onu görünce sükûnet bulurdu, âlâmet olan o surete de sekine denilmişti. Fakat bilinen sekine'nin yeri ancak kalptir. Allah Teâlâ, bu ümmet için sekinetin oluşmasına kendilerinin dışında bir alâmet yapmamıştır. Onlar için, onun kalplerinde oluşmasından başka bir alâmet yoktur. Bu ümmetin sekineti İsrailoğulları'nda olduğu gibi dışardan bir delile muhtaç olmaksızın bizzat kendi nefsinde kendine delildir. Sekinetin kaynağı anlaşıldıktan sonra kendisine gelelim: Sekinet şu iştir ki, nefis onunla kendisine yapılan vaade veya kendisinde oluşan bir isteğe gönül hoşluğu ile razı olur ve o konuda sükûnet bulur. Buna sekine veya sekinet denilmesi şunun içindir ki, bu meydana gelince nefsin diğer bir yöne olan esintilerini keser atar, nitekim bıçağa sikkin denilmesi onunla sahibinin kesecek şeyleri kesmesinden dolayıdır. Ve bu kelime sükûn'dan alınmadır. Sükûn ise hareketin zıddı olan sabitliktir. Çünkü hareket bir nakil'dir. Sekinet ise nefsin doyum duyduğu şey üzerine sübut verir ki, isterse hareket olsun farketmez. İşte sekinetin hakikati budur. Ve bu ancak bir yoklama veya bizzat görmekle olabilir. Bu sebeple müminlerin üzerine iner ve inmesiyle onları bulundukları iman mertebesinden müşahede makamına nakleder. Ve böyle müşahede ile imanlarını katlar. Ki imanlarına iman katsınlar diye, basit olan imanın aslında fazla veya noksan olmasa bile yaptırımları arttıkça aslı tevhid olan iman, bir ağaç gibi kol ve dallarını artıra artıra büyüyüp serpilerek sonunda istenilen meyvelerini verir. İmanın aslına göre ise fazlalık ve eksiklik kuvvetlilik ve zayıflık ile açıklanır çünkü asıl tasdik kemiyet gibi değildir. Ve göklerin ve yerin orduları hep Allah'ındır. Sekinetin kaynağı olan geniş görgü ile bütün eşyayı Allah Teâlâ'ya teslime işârettir. Yani gökleri ve yeri tutan yukarda ve aşağıda var olan bütün kuvvetler O'nundur. Dilediğine dilediği gibi yardım eder ve işte müminlerin kalbine indirdiği sekinet de O'nun ordularından biridir. O'nunla cahiliyyenin verdiği öfkeler defedilerek imanlar artırılır, o sayede haller, iyilikler muvvaffakiyetlerle öyle büyük fetihler kazanılır. Ve Allah bilendir herşeyi hikmetle yapandır. Her şeyi ve bütün işleri yüksek ilmi ile bilir ve hikmet ile takdir edip yönetir.

5- Bundan dolayı gökteki ve yerdeki bütün orduları da ilim ve hikmetiyle dilediği gibi kâh birbirine düşürerek, kâh aralarında barış yaptırarak sevk ve idare eder, şunun için ki "Müminleri... (cennete) koyar." Buradaki 'ın gibi fetha yahut 'ye veya 'ye bağlı olması ihtimalleri de söylenmiş ise de Zemahşerî gibi araştırmacıların görüşüne göre 'den anlaşılan ilim ve hikmetin, makama uygulanmasına ve detaylandırılmasına bağlıdır ki şöyle demek olur: O orduları yöneten ilim ve hikmetin kollarından birisi de müminlerin kalplerine sekineti indirip Hudeybiye Andlaşması'na ısındırarak büyük fetihlere hazırlamasıdır. Bunu böyle yapması da şu hikmet içindir ki, müminlere ondaki nimetleri tanıtsın, şükrünü yerine getirsinler, sevaba hak kazansınlar da onları cennetlerine koysun, büyük bir saadet olan en büyük murada erdirsin.

6-Bundan hoşlanmayan münafıkları ve müşrikleri de "Münafık erkeklere ve münafık kadınlara azab eder." buyurduğu üzere azablandırsın. Münâfıkların müslümanlara zararı müşriklerden daha çok olduğu için önce onların azaplandırılması söylenmiştir. Allah'a kötü zanda bulunanlar ki Allah, peygamberine ve müminlere yardım etmez sanırlar, peygambere ve müminlere kötülük gözetirler, geleceği üzere "Peygamber ve müminler, ailelerine bir daha dönmeyecekler." (Fetih, 48/12) derler, hatta kendi haklarında da iman edip güzel himmet besleyip de Allah'tan hayır ve rahmet istemezler. Netice olarak Allah'a karşı doğru zanda bulunmazlar. Kötülük dairesi, yani fesat girdabı veya kasırgası başlarına dönesiceler!

7- Evet göklerin ve yerin orduları Allah'ındır. Bunu iki defa hatırlatmanın hikmeti hakkında demişlerdir ki, Allah Teâlâ'nın hem rahmet orduları hem de azap orduları bulunduğuna dair bir uyarıdır. Bu ikincisinden maksat azap ordularıdır. Nitekim izzet sıfatını hatırlatma ile "azizen hakimen" buyurulmuştur. Evvelkisi müjde, ikincisi korkutma olarak zikredilmiştir.

8-Onun için her iki tarafı toplamakla buyuruluyor ki: Şüphesiz biz seni bir şahid olarak gönderdik. Fahruddin Râzî der ki: Burada müfessirler "Resulün de sizin üzerinize şahit olması için" (Bakara, 2/143) âyetine göre ümmetin fiil ve hareketlerine şahit demişlerdir. Lâkin uygun olan "Allah, melekler ve adalette sebat eden ilim adamları şahitlik etmiştir ki..." (Âl-i İmrân, 3/18) buyurulduğu üzere "Bil ki, Allah'tan başka ilâh yoktur."' (Muhammed, 47/19) emri gereğince Allah'ın birliğine şahid demek olmasıdır. Hem de bir müjdeleyici, hem bir uyarıcı; o şehadeti kabul edip gereğince amel edenlere müjdeci, etmeyenlere de uyarıcı.

9-Bu şekilde peygamber gönderilmenin faydasını açıklamak için de Peygamber'e ve ümmetine hitaben buyuruluyor ki "Allah'a ve Resulü'ne iman edesiniz ve bunu takviye edip O'na saygı gösteresiniz ve sabah akşam O'nu tesbih edesiniz." burada bir kaç yönden mânâ vardır: Bu dört emrin her biri elçilik, şahitlik, müjdeleyicilik ve uyarıcılıktan her birine terettüp etmesidir. Şöyle ki; peygamber olarak gönderilme, Allah'a Resulüne imanı gerektirir, şehadet ta'zizi yani dinine yardım ile güçlendirmeyi; müjdeleme, güzel karşılamayı ve saygıyı; uyarma da azabdan korunmak için tenzih ve tesbihi gerektirir veya herbiri bu dördünü gerektirir. Bunların dördünün toplamı birden öncekilerin herbirine terettüp eder ki bu da ikinci mânâdır. Bu iki takdirde zamirler hep Allah'a yöneliktir. Diğer bir ihtimâle göre de zamirleri Peygamber'e zamiri Allah'a yöneliktir ki bu şekilde üzerinde vakıf vardır yani okurken burada durulur. Mushaflarımızda da buraya mutlak vakıf işareti olan konulması da bu mânâya göredir.

10- Muhakkak ki o sana bey'at edenler yalnız Allah'a bey'at ederler. Çünkü Resule resul olması yönüyle boyun eğmek, gönderene itaat edip boyun eğmektir. "Kim peygambere itâat ederse, Allah'a itaat etmiş olur." (Nisa, 4/80) yine Tevbe Sûresi'nde "Allah müminlerden mallarını ve canlarını... satın almıştır." (Tevbe, 9/111) âyetlerinin tefsirine bkz.) Bunun indirilmesi biraz sonra geleceği üzere Hudeybiye'de ağacın altında yapılan rıdvân bey'atı hakkındadır. Kaçmamaya veya ölüme söz vererek bey'atleşmiş idiler. Fakat mânânın genel olması gerekir. Allah'ın eli onların elleri üzerindedir, yani bey'atleşme bir alım satım gibi elele vererek karşılıklı bir antlaşma ve şartlaşma halinde ise de hakikatta bundan faydalanacak olanlar onlardır. Çünkü Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. İbnü Cerir tefsirinde der ki; bunda iki vecih vardır, birisi: Bey'at yaparlarken Allah eli onların ellerinin üzerinde demektir. Çünkü onlar Allah'ın peygamberine bey'at etmekle Allah'a bey'at etmiş oluyorlardı. Birisi de: Allah'ın kuvveti onların kuvvetinin üzerindedir, demektir. Birincisine göre cümle, bey'atı tasvir halinde bir te'kid olarak peygamber, Allah Teâlâ'nın bir elçisi, hükümlerini uygulamaya memur bir aleti olmak itibariyle Allah'ın bir eli tasvir edilmiş, bir hayal ettirilmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, kendisinden bir cüz olmak mânâsına uzuvlardan berîdir. İkinci mânâya göre ise istinaf (başlangıç) cümlesi olarak "yed" kuvvet ve kudret veya nimet mânâsına tevil olunmuştur ki ikisinin de sonucu bu bey'attan oluşan asıl faydanın bey'at edenlere ait olacağını açıklamaktır. O'nun için buna ilişkin olarak buyuruluyor ki: Bunun üzerine her kim cayarsa yalnız kendi aleyhine caymış olur, her kim de Allah'a verdiği ahde vefa gösterirse O, ileride ona büyük bir mükâfaat verecektir ki Cennet ve rızasıdır. Orada gözlerin görmediği kulakların işitmediği ve insan kalbine henüz düşmemiş şeyler vardır.

Meâl-i Şerifi

11- yakında a'râbilerden geri kalmış olanlar sana diyecekler ki, "Mallarımız ve ailelerimiz bizi alıkoydu. Allah'tan bizim bağışlanmamızı dile." Onlar kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler. De ki: Allah size bir zarar gelmesini dilerse veya bir fayda elde etmenizi isterse O'na karşı kimin bir şeye gücü yetebilir? Hayır! Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

12- Aslında siz Peygamber ve müminlerin, ailelerine geri dönmeyeceklerini sanmıştınız. Bu sizin gönüllerinize güzel göründü de kötü zanda bulundunuz ve helâki hak etmiş bir topluluk oldunuz.

13- Kim Allah'a ve Rasulüne iman etmezse şüphesiz biz, kâfirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır.

14- Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. O, dilediğini bağışlar dilediğini azaplandırır. Allah çok bağışlayan çok merhamet edendir.

15- Siz ganimetleri almak için gittiğinizde geri kalanlar: "Bırakın biz de arkanıza düşelim." diyeceklerdir. Onlar, Allah'ın sözünü değiştirmek isterler. De ki: Siz bizimle gelemeyeceksiniz. Allah daha önce böyle buyurmuştur. Onlar size: "Bizi kıskanıyorsunuz." diyeceklerdir. Bilakis onlar, pek az anlayan kimselerdir.

16- A'rabilerin geri bırakılmış olanlarına de ki: Siz yakında çok kuvvetli bir kavme karşı savaşmaya çağırılacaksınız. Onlarla savaşırsınız veya müslüman olurlar. Eğer itaat ederseniz, Allah size güzel bir mükâfat verir. Ama önceden döndüğünüz gibi yine dönecek olursanız sizi acıklı bir azaba uğratır.

17- Köre vebal yoktur, topala da vebal yoktur, hastaya da vebal yoktur. Bununla beraber kim Allah'a ve peygamberine itâat ederse, Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kim de geri kalırsa, onu acı bir azaba uğratır.

11-14- "Yakında a'rabilerden geri kalmış, olanlar sana diyecekler." A'rab: Bedevi'ler. Tevbe Sûresi'ndeki "A'rabiler küfür ve nifak bakımından daha şiddetlidir." (Tevbe, 9/97 âyetinin tefsirine bkz.) Rasulullah (s.a.v) Hudeybiye senesi Umre için Mekke'ye gitmek istediği sırada Kureyş'in bir hücumu veya mani olması ihtimaline karşı Cüheyne, Müzeyne, Gıfâr, Eşca, Düil, Eslem kabilelerinin dahi seferber olarak beraber hareket etmesini istemiş ve maksadı harp olmadığını anlatmak için yanında kurbanlık hayvanlar da götürmüştü. Bu adı geçen bedevi kabileler karşısında Kureyş, Sakif ve Kinâne ve Mekke'ye komşu Ehâbîş denilen kabileler gibi büyük bir düşman görerek gitmekten çekindiler, henüz iman kalplerinde yerleşmemiş olduğu için Resulullah ile beraber gitmeyip kaldılar, Muhammed ve Ashabı bu seferden geri dönmez dediler. İşte burada Cenâb-ı Allah bunların bu sözlerini ve edecekleri itirâzı Resulüne, henüz kendilerine ulaşmasından önce bildirmiş ve öyle de olmuştur.

15- O geri kalanlar yani yine o adı geçen bedevîler siz ganimetleri almak için gittiğinizde, diyecekler. Rivayet edilir ki Allah Teâlâ peygamberine Hayber Gazâsı'nı emredip fethini vaad etmiş ve oraya giderken o A'râbîlerin şöyle diyeceklerini de haber vermiş ve öyle de olmuştur. Önce gitmediklerine pişman olarak a'râbiler o vakit diyecekler bırakın bizi size ittibâ edelim ardınızca gidelim, böyle demekle Allah'ın kelâmını değiştirmek isteyecekler. Çünkü Allah Teâlâ o ganimetleri bilhassa Hudeybiye'de bulunanlara vaad etmiş iken onlara katılmaya kalkışarak Allah'ın vaadini değiştirmek isteyecekler. De ki siz bize asla ittibâ etmeyeceksiniz, yani biz o ganimetlere giderken asla arkamızdan gelmeyin bundan önce yani siz ittibâ'ya hazırlanmadan önce Hudeybiye dönüşünde Allah hakkınızda böyle söyledi buna karşı da diyecekler ki hayır bize haset ediyorsunuz, size ganimette ortaklık edeceğiz, diye kıskanıyorsunuz. Hayır iyice anlamıyorlar, ancak pek az bir anlayışları var, meselenin fıkhını, ilâhî yönünü anlayacak bir halde değiller, ancak dünyaya ait az bir anlayışları var, ganimet denilince gelmek isterler de ganimete ne ile, ne hak ile erişilir, peygambere karşı nasıl bir lisan kullanılır, bilmezler; cehâletle haset ediyorsunuz derler. Tekid-i nefi şeklinde ile tabi olmayı yasaklayan "Bize tabi olmayacaksınız." yasaklamasının ebedi olmadığına ve ganimete ermek hakkının ancak Allah yolunda çarpışmakla elde edileceğine tenbih ve gelecekteki olayları haber vermek için buyuruluyor ki:

16- De ki o geri kalan A'râbilere: Siz ileride şiddetli güç sahipleri yani kuvvetli harp ehli çetin bir kavme karşı davet olunacaksınız, onlarla harp için çağrılacaksınız. Bazıları bu kavmin, Müseyleme'nin kavmi olan Beni Hanife olduğunu rivâyet etmişlerdir ki bu davet, Hz. Ebû Bekir zamanında oldu. Bazıları da Fürs diye rivayet etmişlerdir ki; Hz. Ömer Medine, Cüheyne, Müzeyne A'rabını Faris harbine davet etmişti, diğer bazıları da Rum demişlerdir ki bu davet de Mute ve Tebük gazvelerinde Hz. Peygamber tarafından başlamıştır. Ebû Hayyân der ki, bu görüşler hasr için değil, misal yoluyla söylenmiştir.

17-Önce ve sonra uygunsuzluk konusunda mazereti olanlar için de buyuruluyor ki âmâya, yani köre vebal yoktur yani gitmek için sıkıştırma yoktur kör, topal, hasta geri kalabilir, bunlar özürlüdürler. Bununla beraber yasaklanmış da değillerdir. Kendi arzularıyla gidebildikleri takdirde kendilerine mâni de olunmaz. Başkalarına yük olacak derecede olmamak şartıyla karşı koymak yönünden sevaba bile erişirler. Nitekim İbnü Ümmi Mektûm (r.a.) hazretleri a'mâ olmakla beraber Kadisiyye savaşlarının bazısında bulunmuş, bayrak tutmuştu. Ebû Hayyân Bahir'de der ki: Eğer müslümanların etrafı çevrilirse cihâdın farziyyetinde güç ve yeteri kadarıyla onlar da görevlidir.

Geri kalanları ve özürlüleri andıktan sonra samimi müminlerin halini açıklamakla buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

18- Andolsun o ağacın altında (Hudeybiye'de) sana bey'at ederlerken Allah, müminlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş onlara güven indirmiş ve onları pek yakın bir fetih ile mükâfatlandırmıştır.

19- Allah onları elde edecekleri birçok ganimetlerle de mükâfatlandırdı. Allah çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.

20- Allah size, elde edeceğiniz birçok ganimetler vaad etmiştir. Bunu size hemen vermiş ve insanların ellerini sizden çekmiştir ki bu, müminlere bir işaret olsun ve Allah sizi doğru yola iletsin.

21- Bundan başka sizin güç yetiremediğiniz, ama Allah'ın sizin için kuşattığı ganimetler de vardır. Allah herşeye kâdirdir.

22- Eğer kâfirler sizinle savaşsalardı arkalarına dönüp kaçarlardı. Sonra bir dost ve yardımcı da bulamazlardı.

23- Allah'ın öteden beri gelen kanunu budur. Allah'ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın.

24- O sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra Mekke'nin göbeğinde onların ellerini sizden, sizin ellerinizide onlardan çekendir. Allah, yaptıklarınızı görendir.

25- Onlar inkâr eden ve sizin Mescid-i Haram'ı ziyaretinizi ve bekletilen kurbanların yerlerine ulaşmasını men edenlerdir. Eğer kendilerini henüz tanımadığınız mümin erkeklerle, mümin kadınları bilmeyerek ezmek suretiyle bir vebalin altında kalmanız ihtimali olmasaydı, Allah savaşı önlemezdi. Dilediklerine rahmet etmek için Allah böyle yapmıştır. Eğer onlar birbirinden ayrılmış olsalardı elbette onlardan inkâr edenleri elemli bir azaba çarptırırdık.

26- O zaman inkâr edenler, kalplerine taassubu, câhiliyet taassubunu yerleştirmişlerdi.

Allah da elçisine ve müminlere sükûnet ve güvenini indirdi. Onları takva sözü üzerinde durdurdu. Zaten onlar buna pek layık ve ehil kimselerdi. Allah herşeyi bilendir.

18- "Andolsun ki o ağacın altında sana bey'at ederlerken Allah, müminlerden razı olmuştur." İşte yukarıda adı geçen bu bey'at, Hudeybiye de yapılan ve bu âyet sebebiyle Allah Teâlâ'nın rızasıyla müjdelenmiş olduğundan dolayı Bey'atü'r-Rıdvân ismi verilmiş olan bey'attır. Kıssayı tefsirciler şöyle özetlemişlerdir. Resül-i Ekrem (s.a.v.), Hudeybiye'ye indiğinde Huzâîler'den Hıraş b. Ümeyye'yi Sa'leb adındaki devesine bindirip Mekke'lilere gönderdi. Harp niyetinde olmayıp yalnız Kâbe'yi ziyaret ve Umre için geldiğini bildiriyordu, bunu varıp onlara söyleyince deveyi vurdular, kendisini de öldürmek için hücum ettiler fakat Ehâbiş araya girip kurtardılar. O da gelip durumu Resulullah'a haber verdi, Bunun üzerine Resul-i Ekrem (s.a.v) Hz. Ömer'i göndermek için çağırdı: Hz. Ömer (r.a.) ya Rasulullah! dedi; onlar benim kendilerine olan hiddet ve düşmanlığımı bilirler. Ben onlara güvenemem, şayet bir ezaya uğrarsam Mekke içinde beni savunacak hısımlarım Adiy oğullarından kimse yoktur. Bundan dolayı Osman b. Affân'ı gönderseniz, orada onun akraba ve taallukatı çoktur, hem onu severler, irâdenizi o bildirebilir. Bunun üzerine Resulullah Hz. Osman'ı çağırdı, Kureyş'e gönderdi "Biz onlarla muharebeye gelmedik, yalnız ziyaret ve Umre için geldik, bunu haber ver ve kendilerini İslâm'a davet eyle!" dedi ve Mekke'de imana gelmiş bir kısım erkeklere ve kadınlara varıp fethi müjdelemesini ve Allah Teâlâ'nın dininin yakında Mekke'de ortaya çıkacağını haber vermesini de emretti. Bu suretle Hz. Osman, Kureyş'e gitti, kendisini Ebân b. Said b. Âs karşıladı, hayvanından indi, onu bindirdi ve kayırdı (himayesine söz verdi) böylelikle Kureyş'e vardı, emrolunduğu haberi bildirdi, dediler ki: "İstersen sen beyti tavâf et fakat hepinizin üzerimize gelip girmeniz olmaz ona yol yok!" Hz. Osman (r.a.) "Resul-i Ekrem (s.a.v.) tavaf etmedikçe ben tavaf edemem." dedi. Bunun üzerine onu alıkoydular, göz hapsinde tuttular, beriden ise Resulullah'a ve müslümanlara "Osman katlolunmuş." diye duyuldu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.), "O kavimle çarpışmadan gitmeyiz." dedi ve Peygamber (s.a.v.)'in nidâcısı şöyle çağırdı: Haberiniz olsun ki Resulullah'a Rûhu'l-Kudüs indi de ona bey'ati emretti, hemen çıkın Allah Teâlâ adına Peygamber'e bey'at edin. Derhal müslümanlar fırladılar ve Resulullâh'a bey'at ettiler. Bu bey'at bir ağacın altında olmuş idi ki bir "semûre" ağacı idi. Denilmiştir ki, Resulullâh ağacın dibine oturmuştu dallarından bir dal sırtının üzerine geliyordu, Abdullah b. Mugaffel (r.a) demiştir ki: Ben baş ucunda dikiliyordum ve elimde ağaçtan bir dal vardı, koruyordum dalı sırtından kaldırdım. Önünde ölmek ve kaçmamak üzere kendisine bey'at ettiler, Resulullah onlara "Siz bugün dünya ehlinin en hayırlısısınız." buyurdu. Müslim ve diğerlerinde rivayet edildiği üzere Cabir b. Abdullah (r.a.) "Biz Resulullah'a bey'ati kaçmamak üzere yaptık, ölüme bey'at etmedik." demiştir. Buhari'de Seleme b. Ekvâ (r.a)'tan da şöyle rivayet edilmiştir: Ben Resulullah'a ağacın altında bey'at ettim, demiş ne üzerine bey'at ettiniz denildiğinde de, kaçmamak üzere demiştir. Müslim, Ma'kıl b. Yesâr'dan da: Bey'at ederlerken Resulullah'ın yüzünden ağacın dallarını tuttuğunu rivayet etmiştir. İlk bey'at eden Ebu Sinan-ı Esedî olmuştur ki Ukaşe b. Muhsin'in kardeşi Vehb b. Muhsin'dir. Beyhakî'nin Delâil'inde, Şa'bi'den rivayetine göre, bu zat Hz. Peygamber'e "Elini uzat sana bey'at edeyim" dedi. Hz. Peygamber "Ne üzerine bey'at edeceksin." buyurdu. "Nefsindeki ne ise onun üzerine." dedi. Müslim'in rivayet ettiği Cabir hadisinde: Hz. Câbir: "Biz Peygamber (s.a.v)'e bey'at ettiğimizde mübarek ellerini Ömer (r.a.) tutuyordu" demiştir. Fakat bu, bey'atın sonlarına doğru olduğu anlaşılıyor. Zira Sahih-i Buhari'de Nafi'den: Ömer (r.a.) Hudeybiye günü oğlu Abdullahı, Ensar'dan bir kimsenin yanında bulunan atını, üzerinde savaş yapmak üzere getirmeye göndermişti, Resulullah (s.a.v.) ağacın yanında bey'at alıyor, Ömer bilmiyordu, Abdullah bey'ati yaptı, sonra gitti, atı getirdi, Ömer (r.a.) savaş için zırh giyiyordu. Kendisine Resulullah'ın ağaç altında bey'atleştiğini haber verdi, hemen beraber gitti Resulullah'a bey'at etti." diye de rivayet edilmiştir. Demek ki ondan sonra Hz. Ömer, Resulullah'ın yorulmaması için mübarek elini tutmuştu. Bir de Resul-i Ekrem (s.a.v.) sağ elini öbür eline vurup bu da Osman'ın bey'ati demişti, müşrikler bu bey'ati işitip korktular ve Hz. Osman ile müslümanlardan bir topluluğu da salıverdiler, bu Bey'at-i rıdvan'ı yapan müminlerin adedi en sahihi rivayete göre bin dört yüzdür. Binbeşyüz kadar ve daha fazla rivayetleri de vardır. Denilmiştir ki birinde küçükler ve tabiler sayılmamış, diğerinde hepsi sayılmıştır, orada olanlardan hiç bey'at etmeyen kalmamış yalnız Cedd b. Kays adında bir münafık devesinin karnı altına gizlenmiş kalmış idi. Nâfi'den rivayet edildiğine göre altında bey'at yapılan semüre ağacına daha sora insanlar gidip yanında namaz kılar olmuşlardı. Hz. Ömer işitti, o ağacın kesilmesini emrediverdi, henüz cahiliyye âdetini unutmayanların fitneye tutulup Allah'tan başkasına ibadet etmesinden sakınmıştı. Hz. Peygamber (s.a.v.)'den hadiste geçmiştir ki; "Rıdvan bey'atinde bulunan kimse ateşe girmez." Bu âyette de yemin ile "Allah razı oldu." buyurmuştur. Ebu Hayyân der ki: Burada rıza üzerlerine nimetlerin açıklanması manasına ilâhî sıfattır. Zati sıfat değildir. Çünkü "Sana bey'at ettikleri zaman..." diye zaman ile kayıtlanmıştır. Netice olarak; ism-i celiline yemin olsun ki Allah, o müminlerden hoşnut oldu o ağacın altında sana bey'at ederlerken çünkü kalplerindekini bildi, doğruluk ve samimiyetlerini ve müşriklerin hareketlerine karşı üzüntü ve heyecanlarını bildi de üzerlerine o sekineti indirdi, sulha yatıştırdı. Ve onları yakın bir fetihle mükâfatlandırmıştır. Mekke'den dönüşte Hayber'in fethini kendilerine bir mükâfat olarak vaad etti. Bir de harpsiz olarak Hecr arazisi fetholunmuştu ki, bir çok zaman hâsılâtından faydalandıkları güzel bir fetihtir. Hasan-ı Basrî; "yakın fetih"ten maksadın, bu olduğunu söylemiştir. Diğerleri ise Hayber demişlerdir.

19- Elde edecekleri bir çok ganimetler de mükâfat verildi. Bu çok ganimetler, Hayber ganimetleridir ki atlıya iki hisse yayalara bir hisse, olarak paylaştırılmıştır.

20- Daha Allah sizlere bir çok ganimetler vaad buyurdu ki onları alacaksınız. Bunlar da kıyamete kadar müslümanların fetihleri ve alacakları ganimetlerdir. Şimdilik bunu size peşin verdi. Vaad edilen birçok ganimetlerden önce Hayber ganimetlerini acilen verdi. Ve sizden insanların ellerini çekti. Hayberliler'in müttefikleri olan Eset ve Gatafan kabileleri onlara yardım etmek istediler de korkup kaçtılar. Hudeybiye andlaşması ile Kureyş'in de eli çekildi, Hendek vakasında olduğu gibi müslümanlara saldırmak isteyen düşmanların güçleri kırılıp bundan sonra İslâm devletinin güvenlik bölgesine girdi. Hem de müminlere bir işaret, gelecekte vaad edilen fetihler ve savaş ganimetlerinin gerçekleşmesine bir görüntü ve işaret olsun ve sizi doğru bir yola iletsin, muvaffak kılsın ki o yol tek başına ve bağımsız olarak Allah'a ve Allah'ın nimetine güvenme yoludur.

21- Bu peşin'den başka diğer bir ganimeti daha isabet ettirdi ki ona henüz gücünüz yetmedi, yani daha elinize geçmedi Fakat Allah onu muhakkak surette kuşattı, yani zaferinizi takdir etti ve kesin olarak vaad etti, müminler için korumaktadır ki bu da Havazin veya Faris ganimetleridir. Daha da Allah herşeye kadirdir. Onu verdikten sonra daha neler neler verebilir.

22- Ve eğer o küfredenler sizinle savaşsalardı, yani Mekkeliler andlaşma yapmayıp sizinle savaşsalardı. Muhakkak arkalarına dönüp kaçacaklardı, çünkü Allah, sizin bey'atinizden hoşnut olmuş ve topluluğunuzu takdir etmiş idi, onun için kaçacaklardı. Sonra da ne koruyacak bir dost ne de öc alacak bir yardımcı bulamayacaklardı.

23- Allah'ın öteden beri süregelen kanunu, adeti böyle yani O'nun peygamberi'nin galip gelmesi eski ümmetlerden beri cereyan edegelen bir adetidir. Sen de Allah'ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın, fakat sulh sayesinde onlardan da bir çoğuna iman nasip olarak kurtulacaklardır.

24- Mekke'nin göbeğinde size onların üzerine bir zafer verdikten sonra ellerinizi çekti. Bu zafer nasıldı? Önce: Müslümanların Hudeybiye'ye kadar varıp da orada ordu kurmaları bile bir zaferdi. Çünkü Halid b. Velid iki yüz kadar Kureyş atlısının kumandanı olarak Kürâi Gamim'e kadar gelmişti, ashaba yaklaşmak istedi, Resulullah, Abbâd b. Bişr'i görevlendirdi o da atlıları ile ileri vardı, karşılarında saf tuttu, öğle vakti olmuştu, Resulullah korku namazı kıldı, Halid çekildi, gitti, Resulullah da yolu sağ tarafta yokuşa durup Hudeybiye'ye kadar vardı, diye haber verilmiştir. İkinci olarak; Tirmizî ve daha başkaları Hz. Enes'ten rivayet etmişlerdir ki; seksen kişi sabah namazı vakti, peygamberi öldürme niyetiyle Ten'im dağı tarafından peygamber ve ashabının üzerine inmişlerdi, yakalandılar sonra da Peygamber onları serbest bıraktı. Bir de bu âyetin Mekke fethi hakkında olduğuna dair İmam-ı Âzam Ebu Hanife hazretlerine dayandırılan bir söz vardır.

25-Öyle zafer elvermişken el çektirmenin hikmeti açıklanmak üzere buyuruluyor ki: Onlar o kimselerdir ki küfredip sizleri Mescid-i Haram'dan ve bekletilen o kurbanlık hediyeleri, yerine yani kurban edilmesi helal olan yerine, Minâ mevkiine varmaktan men ettiler. Bundan dolayı azab ve kötü akıbete layık idiler, bu hediyeler yetmiş adet kadar vardı. El çektiren sebebe gelince Eğer onların arasında bir kısım imân etmiş erkekler ve imân etmiş kadınlar bulunmasa idi ki siz onları bilmiyordunuz, şahıslarıyla tanımıyordunuz. Eğer onları bilmeyerek çiğnemeniz çiğneyip, de o yüzden size bir vebal gelecek olmasa idi; müminin hata ile öldürülmesinden dolayı keffâret ve diyet gibi bir sorumluluk veya dindaşı öldürmek gibi düşman nazarında ününüze leke getirecek veya vicdan azabı verecek bir gürültü patırdı veya günah olmasa idi...

MEARRE: Uyuz hastalığı gibi rahatsız eden maddi veya mânevî dert ve zorluk veya borç ödeme ve günah demektir. Burada bazıları diyet, bazıları keffâret, bazıları günah, bazıları da kâfirlerin serzenişi veya vicdanda acı ve sıkıntı ile tefsir etmişlerdir. İbnü Atıyye der ki; günah ve diyet sözleri zayıftır, çünkü dar-ı harp'de imanı gizli olan bir müminin öldürülmesinde günah ve diyet yoktur... Keffâret hakkında da imamların ihtilâfı vardır. Âlûsî şunları kaydetmiştir: Fusûl-i İmâdiye'de Fıkıh'a dair Te'sisü'n-Nazar'dan naklen şöyle zikreder: Bizim ashâbımız yani Hanefiler demişlerdir ki, dâr-ı harb, şüpheler ile düşenlerin vücubunu men eder, zira bizim hükümlerimiz onların yurdunda geçmez, onların yurtlarının hükmü de bizde geçmez. Şâfiîlere göre ise dâr-ı harb "Şüphe ile düşen şeylerin" varlığına mani olmaz. Bunun açıklaması: Bir harbî dâr-ı harb'de Müslüman olsa da eman ile kendi yurtlarına girmiş olan bir müslümanı öldürse bize göre kısas da, diyet de yoktur. Şâfiîlere göre ise kısas vardır. Bunun gibi iki müslüman eman sahibi olarak dâr-ı harb'e girseler de birisi diğerini öldürse yine hüküm böyledir: bizce kısas yok, Şâfiîlerce vardır. Sonra Ebû Hanife, Ebû Yusuf ve Muhammed arasında ihtilaflı bir mesele de zikretmiş de demiştir ki, iki esirin birisi arkadaşını dâr-ı harb'te öldürse Ebû Hanife ve Ebû Yusuf'a göre ona keffâretden başka bir şey gerekmez. Çünkü esir onların elindedir, ehl-i harb'ten birisi gibi olmuştur. Fakat İmâm-ı Muhammed'e göre diyet vacip olur. Zira esire kendi nefsinin hükmü vardır. Yalnızca kendi nefsindeki hükme itibar olunur... Kâfi'den de şu meseleyi nakleder: Bir kimse dâr-ı harp'te müslüman olmuş da bize hicret etmemiş bir müslüman da onu bilerek veya hata ile öldürmüş ve onun orada müslüman varisleri de bulunmuş olsa eğer kasten öldürmüş ise bir şey ödemeye mecbur olmaz, hata ile öldürmüş ise keffâreti ödemesi gerekir, diyeti değil.Zemahşerî şöyle der: Onları bilmeyerek öldürdüklerinde isabet edecek vebal ve zarar nedir? dersen derim ki: Diyet ve keffâretin vücubu ve dindaşlarını bilip ayırmayarak bize yaptıklarını yaptılar, diye kâfirlerin kötü sözleri, bir de biraz kusur var ise günah var, demektir. Ancak diyetin vacip olması dâr-ı İslâm'da veyahut "Eğer kendileriyle aranızda andlaşma bulunan bir toplumdan ise..." (Nisâ, 4/92) kaydıyla kayıtlı olduğu unutulmaması gerekir.

Tefsirciler derler ki, burada icaz hazif vardır. 'nın cevabı kelâmın delâletiyle hazfedilmiştir ki demektir. Yani o iman edenler olmasa idi "onlardan ellerinizi çekmezdi." Bununla beraber Zemahşerî der ki: ile bir mânâya yönelik olmak itibarıyla bir tekrar gibi olup 'nın cevab, olması da caiz olur... Keşşaf'ın haşiyecisi İbnü Münir Ahmed de bunu teyid ederek şöyle der gerçi bir vücuddan dolayı çekinmeye delâlet etmek itibarıyla aralarında zıtlaşma varsa da burada ya dahil olmuş, çekilme de olmamaya dönük olduğundan mânâ yönünden birleşmiş olurlar. Dedem merhum bu ikinci vechi uygun bulur ve buna "tatrie yani tazelemek" derdi ve çoğunlukla söz uzayıp öncesi uzaklaşarak sonunun başlangıca reddine ihtiyaç meydana geldiği zaman yapılır. Bazan aynı lafız ile bazan da onun mânâsını yerine getirecek diğer bir lafızla tazelenir. Bunun bir çok misâli geçmiştir... Bu vecih, haziften kurtulduğu için bizim de hoşumuza gider gibi ise de çokları öncekini tercih ediyorlar. Aslında şu cümlenin cevab ile bağlantısı da tercihin sebeplerinden sayılır. Allah dilediğini rahmetine eriştirmek için, bu cümle sözün gelişinden anlaşılan ve âyetin konusu olan mânâya bağlıdır ki mantık tabirine göre kaziyye-i şartıyyesi'nin istisnai mukaddimesine illettir. Bu istisnâya mahzuf olan cevabın zıddını istisnâ eden hükmü kaldırıcı bir mukaddimedir. Mânâ şöyle demek olur: Yani "O iman eden erkek ve kadınlar... bulunmasa idi ellerinizi ondan çekmezdi fakat ellerinizi onlardan çekti, çünkü Allah dilediğini rahmetine koyacaktır." Bu mânâya göre cevabın burada takdir edilmiş olması gerekir. Bizim bir düşüncemize göre ise burada sözün asıl konusu olan istisna edilmiş olan tali derecedeki mukaddimenin değil de mukaddemin zıddını istisna ederek mânâda hüküm koyucu mukaddimeye yönelik bir hükmü kaldırıcı mukaddime olmak üzere takdir etmek 'nın konulmasına daha uygun olacaktır. Çünkü geçtiği üzere 'nın konulması dahil olduğu şeyin varlığından dolayı cevabının çekinmesini ifade etmektir. Buna göre mânâ şu olur: Eğer o iman edenler... mevcut olmasa idi.. fakat mevcut oldular, çünkü Allah dilediğine rahmetine koyacağı için onların imanlarını dilemiş idi. Dolayısıyla o yüzden size bir vebal gelmesin diye ellerinizi onlardan çekti. Kadı Beydâvî'nin burada "Yani bunlar, Allah'ın dilediği kimseyi rahmetine sokması için oldu." diye tefsir etmesi bu mânâyı andırır. Bu mânâya göre cevap, sonraya bırakılmış olacaktır. Şu da bir tekrarlama değil, daha çok bir açıklamadır: "Çekilebilselerdi" cemi' müzekker zamirleri, erkek ve kadının birarada olması halinde ikisini de kapsadığından burada da mümin erkek ve mümin kadınların hepsi kastedilmiştir. Bununla beraber, müminler ve kâfirlerin hepsine hitap olması ihtimali de söylenmiştir. Tezeyyül, fark ve temyiz yani ayrılıp seçilmek demektir. Yani o mümin erkeklerle mümin kadınlar, kâfirlerin içinden ayrılıp da çekilebilseler, çiğnenmeksizin oradan ayrılıp sizden tarafa geçebilselerdi, yahut kâfirlerle müminler fark edilebilselerdi onlardan yani Mekke halkı içinden küfredenleri elbette acı bir azab ile azablandırırdık; ya öldürülürlerdi ya da esir edilirlerdi.

26- O vakit ki o küfredenler kalplerinde o taassubu kaynatmıştı. Burada in yukarıdaki ya veya mukadder kelimesine taalluku dahi uygun bulunmuş ise de görünen ve yakın olan ya müteallik olmasıdır.

HAMİYYET, namus gayretiyle kızmak, bir şeyden arlanarak vazgeçmek, demektir. Ragıb der ki: Öfke kuvveti kabarıp çoğaldığı zaman hamiyyet denilir. "Filana karşı hamiyyete geldim." kızdım demek, ona öfkelendim demektir... O cahiliyye hamiyyeti, cahiliyye milletinin hamiyyeti veya cahiliyyet hamiyyeti yani cahillik hamiyyeti veya cahilane hamiyyet ki, yerinde olmayan mânâsız hamiyyet yahut hakkı kabule mani olan hamiyyet. Nitekim yazılmasını istememişler. "Allah'ım senin adınla." yazılsın demişlerdir. "Resulullah denilmesini kabul etmemişler, Kâbe'nin ziyaretini bu sene için durdurup gelecek seneye bırakmak istemişlerdi de ona karşı Allah, gerek Resulünün üzerine ve gerekse müminlerin üzerine sekînetini indirdi. Sûrenin başında açıklandığı üzere hak inancı ile kalplerdeki heyecanı sükûnete erdirip hilim ve vakar verdi. Rivayet olunur ki, Kureyş, Süheyl b. Amr el-Kureyşi'yi ve Huveytıb b. Abdiluzza'yı ve Mükriz b. Hafsı Ahyef'i, gelecek yıl Mekke Kureyş tarafından üç gün boşaltılmak üzere bu senelik geri dönmesini Resulullah'a bildirmek için göndermişlerdi. Resulullah da kabul etti, aralarında bir andlaşma metni yazdılar. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Hazret-i Ali (r.a.)'ye yaz, buyurdu Süheyle ve arkadaşları biz onu tanımıyoruz yaz dediler. Sonra yaz: "Bu, Resulullah'ın Mekke'lilere yaptığı andlaşma şartlarıdır." buyurdu buna da: Biz senin Allah'ın elçisi olduğunu bilsek seni Beytullah'tan men etmez, harbe kalkışmazdık fakat "Bu, Muhammed b. Abdullah'ın yaptığı andlaşmadır." yaz dediler, Peygamber Efendimiz: Ben şehadet ederim ki, ben Allah'ın elçisiyim ve ben Muhammed b. Abdulah'ım, yaz arzularını buyurdu. Müslümanlar bundan üzüntü duydular, onların tekliflerini kabul etmek istemediler, herifleri tutuvermeyi kurdular, derken yüce Allah üzerlerine sekînetine indirdi de hilm ve vakar ile yumuşadılar, yatıştılar... İbnü Cerîr'in zikrettiğine göre; Resulullah tavaf etmek için Kâbe'nin boşaltılması şartını teklif etmişti, Süheyl, sıkışmışlar diye Arab'a söz ettirmeyiz, bu sene olmaz fakat gelecek sene dedi, yazıldı; sonra Süheyl şu şartı teklif etti: Bizden sana bir adam gelirse senin dininde dahi olsa bize geri gönderirsin, dedi. Müslümanlar: Sübhanallah, müslüman olarak gelen bir adam müşriklere nasıl geri gönderilir? dediler. Bunun görüşülmesi sırasında Süheyl'in oğlu Ebû Cendel kendisine vurulmuş olan ayak zincirleriyle sekerek Mekke'nin altından çıkmış, kendisini müslümanların arasına atmıştı, babası Süheyl, Ya Muhammed! ilk önce ben bunun bize geri verilmesini isterim, dedi. Resulullah, gel bunu benim için kurtar, buyurdu. Senin için kurtarmam, dedi. Etme yap! buyurdu. Yapmam dedi, arkadaşı Mükriz yanında idi, biz senin için müsaade ederiz dediler, Ebû Cendel de öteden, ey müslümanlar! Ben size müslüman olarak gelmişken müşriklere geri mi iade edileceğim? Görmüyor musunuz ne haldeyim? dedi, Allah yolunda çok azab çektirilmişti, bu noktada Hz. Ömer dayanamamış, Hz. Peygamber'e gelmiş, demişti ki: Biz hak üzere değil miyiz? Resulullah, evet buyurdu, o halde niçin dinimizde bu zillete söz veriyoruz? dedi. Ben Allah'ın Resulüyüm, O'na asî olmam, O benim yardımcımdır buyurdu. Ya sen bize Beytullah'a varacağız, onu tavaf edeceğiz demiyor muydun? dedi. Evet ama, bu sene varacağız dedim mi sana? buyurdu. Hayır dedi. Öyleyse yine varacaksın, tavaf edeceksin, buyurdu.

Sonra Ebû Bekir'e varıp: Bu gerçekten Allah'ın Peygamberi değil mi? dedi,

Ebû Bekir evet dedi. Biz hak üzere değil miyiz? dedi, Hakk üzereyiz dedi, o halde dinimizde bu zillete niçin söz veriyoruz? dedi. Ebu Bekir demişti ki: Be hey adam, o Allah'ın Resulüdür, Rabbine isyan etmez, sen ölünceye kadar onun eteğine iyi yapış, vallahi o şüphesiz hak üzerindedir. Ya bize Beytullah'a varacağımızı ve tavaf edeceğimizi söylemiyor muydu? dedi. Evet ama sana bu sene varacaksın dedi mi? Hayır dedi. O halde varacaksın ve tavaf edeceksindir, dedi. Hz. Ömer bunu kendisi nakletmiş ve Peygamber'e karşı müslüman oluşundan beri bir kere olmak üzere yaptığı bu kusurdan dolayı da daha sonra keffaret olmak üzere bir çok ameller yapmıştır ki, onları Hadis ve Siyer kitapları anlatırlar. Muhammed Sûresi'nin 35. âyetinde "Gevşeklik etmeyin ve daha üstün olduğunuz halde barışa çağırmayın." buyurulmuş olduğundan dolayı, müslümanların ve Hz. Ömer'in bu heyecanları, zâhire göre bir vazife demektir. Rıdvan Bey'ati de böyle bir heyecanla yapılmıştır. Fakat Allah Teâlâ bu barışı yaptırmakla bir çok erkek ve kadın müminleri kurtaracak ve bunu apaçık bir fethin başlangıcı yapacaktır. Bunun için o kâfirlerin hamiyyeti, cahiliyye dürtüsü ile İslâm'a karşı gösterdikleri inada karşı Yüce Allah, hem Resulünün hem müminlerin üerine sekînetini indirerek bu heyecanları yatıştırdı, görülüyor ki burada hamiyyet, halkın fiili gösterilmiş; sekînet, Allah'a ait kılınmıştır. Bununla o cahilane hamiyyetin, yapılmış kötü bir fiil, buna karşı sekînetin ise ilâhî ve kutsî bir ihsan olduğu anlatılmıştır. Bir de "Peygamberinin üzerine ve müminlerin üzerine kendi sekinetini." (Fetih, 48/26) buyurulmuş "Resulünün ve müminlerin üzerine" denilmekle yetinilmemiştir. Bunda da sekinetin her birine layık bir şekilde indirilmiş olduğuna bir işaret vardır. Bu şekilde Allah Teâlâ sekinetini hem Resülünün üzerine hem de müminlerin üzerine indirdi ve onları takva sözü üzerinde durdurdu, benimsetti.

TAKVÂ, Allah'ın korumasına girmek, emrini tutup azabından korunmaktır. "Kelime-i takvâ" tamlaması, ihtisas veya ednâ mülâbese veya beyâniyye olabilir: Birincisi, sebebin müsebbebine izâfeti şeklinden olarak: Takva için şart olan, gerekli olan kelime, korunmak için zarurî olan kelime; İkincisi, takva ehlinin kelimesi, konunanların alameti olan kelime. Üçüncüsü, takva kelimesi, takvanın aslı demek olur. Bir çokları takva sözünden maksat, kelime-i tevhid ve kelime-i şehadet olduğunu söylemişlerdir. Zira bütün takvanın baş ve esas şartı odur. O'nun için Muhammed Sûresi'ndeki "Bil ki, Allah'tan başka ilâh yoktur! (Ey muhammed!) Hem kendinin, hem de mümin erkeklerin ve mümin kadınların günahının bağışlamasını dile!" (Muhammed, 47/119) buyurulmuş idi. Tirmizî ve Abdullah b. Ahmed ve Dârekutni ve diğerleri Übeyy b. Kaab'dan merfu olarak rivayet etmişlerdir ki, takva kelimesi 'dır. İbnü Merdüye dahi Ebû Hüreyre'den ve Seleme b. Ekvâ'dan öyle rivayet etmiştir. Ebû Hüreyre'den bir rivayette beraberdir. Ahmed ve İbnü Hıbbân ve Hâkim de Humrân'dan rivayet etmişlerdir ki: Osman b. Affan (r.a.); Resulullah (s.a.v.)'den işittim, buyuruyordu: "Ben bir kelime bilirim ki onu kalbinden inanarak söyleyen kul, ateşe haram olur." dedi. Bunun üzerine Ömer b. Hattab (r.a.) da dedi ki: Ben size söyleyeyim nedir o? O ihlas kelimesidir ki Allah Teâlâ onu Muhammed'e ve ashâbına gerekli kıldı ve o takva kelimesidir ki Peygamber (s.a.v.) amcası Ebû Talib'e vefatı esnasında telkin etmişti: Ebû Hayyan'ın nakline göre Hz. Ali'den ve İbnü Ömer ve İbnü Abbas'tan rivayet olunmuştur. Hz. Ali'den ve İbnü Ömer'den diye, Misvet b. Mahreme'den diye, Atâ b. Ebî Rebâh'tan ve Mücâhid'den diye rivayet de olunmuştur. Hasan-ı Basrî'den nakledildiğine göre bazıları da sebat ve ahde vefa demişlerdir yani barış andlaşmasında sebat ile andlaşma hükümlerini yerine getirmeyi kabullenmişlerdir. Buna göre takva kelimesi barış akdi, diğer bir tabirle barış andlaşması demek olur. Çünkü bununla erkek ve kadın müminler korunacak, ilerisi için hazırlanacaktı. Bunu da önceki mânâda bulmak mümkün ise de bu mânâ, âyetin ifade şekline daha yakındır. Nitekim şöyle buyuruluyor: Ve onlar buna pek lâyık ve ehil kimselerdi. O müminler ilm-i ilâhîde o kelimeye daha lâyıktılar ve hem de ehildiler, öyle bir kelimeyle korunmak, diğerlerinden daha çok onların hakları idi, hem de onu korumaya ve ona uymaya ehil olan, müşrikler değil, onlar idi, çünkü Allah onlardan razı olmuştu, o cahiliyyet taassubu sahibi müşrikler, korunmaya lâyık olmadıkları gibi, onu koruma ve devam ettirme ehliyetine de sahip değildiler. Nitekim öyle oldu; müminler korundu ve güzel âkıbet onların oldu. Burada zamirlerini yukarıda sözü edilen Mekke'ye gönderenler de olmuştur. Yani müminler o Mekke'ye müşriklerden daha layık ve ehil oldukları halde, Allah o hikmete uygun olarak böyle, takvaya sarılmayı emir buyurup harb ettirmedi. Ve Allah herşeyi bilendir. Gerçekte bu barış müslümanlar için apaçık bir fethin başlangıcı olmuş ve çok geçmeden müslümanlar öyle çoğalmıştır ki bu sefer Hudeybiye'ye yalnız bin beş yüz kişi ile gelebilen müslümanlar, iki sene sonra onbin kişilik desteklenmiş bir ordu ile Mekke'nin fethine gitmişlerdir.

Meâl-i Şerifi

27- Andolsun ki Allah, elçisinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse siz güven içinde başlarınızı tıraş etmiş ve saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinzi bilir. İşte bundan önce size yakın bir fetih verdi.

28- Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini hidayet ve hak din ile gönderen O'dur. Şahit olarak Allah yeter.

29- Muhammed Allah'ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûa varırken secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler. Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır. Bu, onların Tevrat'taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ziraatçıların da hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vaad etmiştir.

27- Andolsun ki Allah, elçisinin rüyasını gerçek çıkardı. Hak olarak yahut imanında sabit olanlarla olmayanları ayırdetmek gibi hak bir sebep ve hikmet ile doğru gösterdi, yahut doğru çıkardı, yalan çıkarmadı. Resulullah, Hudeybiye'ye çıkmazdan önce görmüştü ki: Kendisi ve ashabı güvenlik içinde başlarını kazıtmış ve kırkdırmış olarak Mekke'ye girmişlerdi. Bunu ashabına söylemiş onlar da peygamberin rüyasının hak olduğunu bildiklerinden sevinmişler, müjdelenmişler ve bu sene gireceklerini zannetmişlerdi; nitekim Hz. Ömer'in söyledikleri yukarıda geçmişti. Halbuki o daha sonra olacaktı, onun için geri kalarak Medine'ye dönülünce münâfıklardan Abdullah b. Übeyy, Abdullah b. Nüfeyl ve Rifâa b. Haris: Vallahi ne kazıttık, ne kırkdırdık, ne de Mescid-i Haram'ı gördük, diye dokunmak istemişler onun üzerine bu âyet nazil olmuştur. Demek ki bu âyet Medine'ye döndükten sonra indirilmiştir. Bu sebeble peygamberin o rüyası yemin ve te'kidlerle kuvvetlendirilmiş sözle ve fiille tasdik ve teyid edilerek açık bir vahiy ile beyan ve kesin bir vaadle ilân edilmek üzere buyuruluyor ki: Bu hem rüyayı açıklama, hem de açık bir vahiy ile yeni baştan müjde ve ilândır. kasem yani yemin, tekid'dir. Âyetin mânâsı demektir. Yani siz müminler vallahi, o Mescid-i Haram'a kati olarak gireceksiniz inşaallah. "İnşâallah" kaydında da bir kaç incelik vardır:

Birincisi; bu gibi vaad yerlerinde talim içindir.

İkincisi; o giriş kendi güçleriyle değil, Allah'ın dilemesiyle olduğuna dikkat çekmek içindir.

Üçüncüsü; muhataplar içinde o zamana kadar vefat edecekler bulunabileceğine işaret olmak üzere cemaatin mevcut fertlerine göre bir ihtimale işaret içindir. İnşaallah öyle gireceksiniz ki güvenlikler içinde, rahat rahat başlarınızı kazıtmış ve kırkdırmış olarak yani kiminiz kazıtmış kiminiz kırkdırmış bir halde, İhram'dan çıkarken tıraş olmak hacc veya umre'nin menâsikindendir. Buradan anlaşılır ki kazıtmak vacip değildir. Taksir, yani kırkmak, kısaltmak da caizdir. Şu kadar var ki, önce ifade edildiğinden dolayı kazıtmak daha iyidir. Haber'de geçende öyledir. Buhârî, Müslim ve diğerlerinde rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.v.) "Allah'ım başını kazıtanları mağfiret et" buyurdu. "Ya Resulullah! ya kısaltanlar?" dediler. Hz. Peygamber: " Allah'ım, başını kazıtanları mağfiret et!" buyurdu. Üç kere yine "Ey Allah'ın Resulü! ya kısaltanlar?" dediler. "kısaltanları da" buyurdu. Kadınlara gelince Ebû Dâvud ve Beyhakî, sünnette "kadınlara kazıtmak yoktur" demişlerdir. Korkunuz olmayarak yani girerken emin emin girdikten sonra da korkmayacaksınız, güvenli tam bir fethe erişeceksiniz, bu muhakkaktır. Allah bunu gerçek olarak dosdoğru gösterdi. Fakat sizin bilmediğiniz bir şey, bir hikmet bildi de ondan önce, o girişten önce yakın bir fetih yaptı. Hudeybiye barışını elde ederek Hayber fethini yaptı ve bunu o rüyanın doğruluğuna bir delil ve alâmet kıldı. Hem bu açık fetih, Mekke'nin fethi ile kalacak da değil.

28- O Allah'tır ki, Resulünü hidayetle ve hak din ile gönderdi. Resulü şimdi geleceği üzere Muhammed (s.a.v.)'dir. Hüdâ, doğru yol gösteren delil, "Müttakiler için yol gösterici." (Bakara, 2/2), "İnsanlar için yol gösterici ." (Al-i İmran, 3/4) olan Kur'an.

HAK, Allah'ın güzel isimlerinden, DİNİ'L-HAK, hakkın dini, bütün insanlığın hukukunu yüklenen, Hak Teâlâ'dan başkasına ibadeti kabul etmeyen İslâm dini ki onu dinin hepsinin üzerine hakim ve galip kılmak için, din denilen herşeyin üzerine çıkarmak hepsine galip ve üstün kılmak için ki bu üstünlük iki yönlüdür: Birisi ilim yönünden delil ve vesikada üstünlüktür ki "hidayetle" buna işarettir. Birisi de, amel yönünden fiiliyatta üstünlük ve hakimiyettir ki, dini'l-hak, tabirinde de bunun gerçekleşmesine işaret vardır. İslâm ile çarpışmak isteyen dinlerin, hepsi muhakkak mağlub olacaktı. Bunlardan birincisinin tamamen ortaya çıktığında şüphe yoktur. İslâm dini, ilim yönünden her dine galiptir; ikincisi ise tarihte bir dereceye kadar gerçekleşmiş ve bir zamanlar müslümanlar her kavme galip olmuş ise de bunun tamamı daha çok geleceğin gelişmelerinin bağrındadır. Bazıları bunun İsâ'nın inmesinde olacağını söylemişlerdir. Daha iyisini Allah bilir.. (Tevbe Sûresi'nde bu âyetin benzeri olan 33. âyetin tefsirine bkz.) Şahid olarak da Allah yeter.

29-O indirdiği âyetler ve fiilen ortaya koyduğu mucizeler ile şehadet eder, ki Muhammed Allah'ın resulüdür. Bundan dolayı, ona olan vaadlerini fiilen gerçekleştirerek ispat edecek olan da O'dur. Allah'ın bu şehadetine karşı Muhammed Allah'ın Resulüdür demek istemeyen kâfirler gerçekte kendileri zarar etmiş olurlar. Onunla beraber olanlar da kâfirlere karşı çok çetin, çok şiddetlidirler, onların küfürlerine karşı zayıflık, yılgınlık göstermez, sert ve güçlü davranırlar. Onun için barış görüşmeleri sırasında kâfirlerin sözlerine karşı galeyana gelmişlerdi. Fakat kendi aralarında merhametlidirler. Birbirlerine karşı çok yumuşak çok nazik, merhametli hareket ederler. Onun için aralarında hak sözü üzerinde toplanmaları da kolay olur. Onları hep rükû ve secde halinde görürsün, o kadar namaz kılarlar, öyle itaatkâr ve ibadetlerine düşkündürler. Allah'tan lütuf ve rıza isterler, daha fazla sevab ve hoşnutluğunu isterler, öyle çalışırlar ve daima Allah'ın rızasına doğru ilerlemeyi düşünürler. Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır. Allah için ihlas ile secde edip durdukları yüzlerinin temiz ve parlayan nûrânîliğinden bellidir. Bir Hadis-i Şerif'te "Gece namazı çok olanın, gündüz yüzü güzel olur." Ebû's-Suûd tefsirinde der ki: "Çok secde etmekten meydana gelen izdir." Hz. Peygamber (s.a.v.)'den rivayet olunan "Yani suratlarınızı sertleştirmeyiniz, sertlikle damgalamayınız." hadisi ile geçen yasaklama, alınlarını yere sürterek o simaları meydana getirmeye çalışanlar hakkındadır ki o sırf gösteriş ve fitnedir. Buradaki söz ise yalnız Allah için secde eden tam samimi secde edenlerin yüzlerinde meydana gelen izdir. Mücâhid'den rivayet edildiğine göre: İbnü Abbas demiştir ki: âyetindeki iz, göreceğiniz iz değil fakat İslâm çehresi, karakteri, tavrı, vakar ve tevazuudur. Bazı müfessirler de bunu dünyadaki secdelerinden, namazlarından kıyamet günü yüzlerinde meydana çıkacak nur diye rivayet etmişlerdir. "Yüzlerinde refahın parıltısını tanırsın." (Mutaffifîn, 83/24), "Birtakım yüzlerin ağardığı gün.." (Al-i İmran, 3/106) o zikredilen özellik onların Tevrat'taki vasıflarıdır. Tevrat'ta misal olarak zikredilen hayret edilecek sıfatlarıdır. İncil'deki sıfataları da şudur: Bir ekin gibi ki filizini çıkarmış, yani çimi sürgünü yarmış, çatallanmış derken onu kuvvetlendirmiş, başak çıkarmaya başlamış derken kalınlaşmış derken safları üzere bir düzeye dizilmiş gövdelerinde zayıflık yok, yatık değil, dik ve düzgün, öyle güzel bir terbiye ile muntazam bir şekilde yetişmiş, öyle düzgün, öyle dolgun, öyle bereketli öyle ki ekincilerin hoşuna gider, toprak sahipleri ve eğitim öğretim üstadları onları gördükçe imrenir. İşte Resulullah ve ashabı böyle hoş, mükemmel, intizamlı, güzel bir ekin gibi yetiştirilmiş bir ordudur. Burada Resulullah'ın ahlâkının bereketi, eğitim ve öğretimiyle ümmetine ruh ve cisim yönlerinden verilen hayati düzen ve neşenin bir ifadesi ve Mekke fatihlerinin bir geçit resmi vardır. Katâde ve Dahhâk'tan rivayet olunan tefsire göre bu tasvir Muhammed ümmetinin İncil'de zikrolunan sıfatlarıdır. İncil'de bir kavim çıkacak ki ekin yetişir gibi yetişecekler, onların içinden de bir kavim çıkacak iyilikleri emredecek ve kötülüklerden nehyedecekler, diye yazılmış olduğu da nakledilmiştir. Fakat diğer bir kısım müfessirlere göre üzerine atfedilerek yukarının kaydıdır yani "O Tevrat'taki ve İncil'deki sıfatlarıdır." demektir. Allah tarafından yeni bir temsildir. Keşşaf sahibi, şöyle der: Bu bir misaldir ki yüce Allah bunu İslâm milletinin başlayışı ile gelişme şekli hakkında getirmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) yalnız olarak kıyam etti, sonra Allah Teâlâ onu ekinin ilk çivi ondan doğarak etrafını saran filizlerle katlanıp kuvvetlendiği gibi yanındakilerle takviye etti. Zira bunun görünen şekliyle zeri'i Peygamber, şat'i ise ashabıdır. Şu halde bu yalnız ashâbın değil, Peygamberle beraber ashabının bir temsili olmuş olur. Bunların ne için böyle yetiştirildiğine gelince onlarla kâfirleri öfkelendirmek için, yetiştirilmişlerdir.

Veya önce geçen cümleye bağlı olarak, onlarla kâfirleri öfkelendirmek için Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vaad etmiştir. Buradaki zamirini müfessirlerden çoğu öbür zamirler gibi 'ya göndermişler 'in beyaniyye olduğunu söylemişlerdir ki hepsinin "iman edip salih amel işleyenler" sıfatıyla sıfatlanmış olduğunu ifade etmiş olur. Bu şekilde teb'ıziyye olamaz. Fakat İbnü Cerîr işbu zamirinin mânâsına dönük olduğunu açıklamıştır. Yani o ekinin çıkardığı filizlerden iman edip Allah ve Resûlünü tasdik eyleyip de Allah'ın emrettiği güzel işleri işleyen kimselere bağışlanma ve büyük sevap vaad etti demek olur ki bunlar İslâm'a girenlerdir. Yukarıda diye özellikleri açıklanan topluluktan sonra kıyamete kadar Hz. Muhammed'in dinine girecek olanların hepsi kastedildiği için burada filiz zamiri çoğul olarak getirilmiştir... Bizce bu mânâ diğerinden daha güzeldir. Bununla beraber, bu şekilde zamirinin kâfirlere gönderilmesi öfke illetine daha uygun olacağı görüşündeyiz. Yani Allah Teâlâ, Resulünün yanındaki ashâbı ile kâfirlere hiddet vermek için onlardan; o kâfirler içinden imana gelip de iyi ameller yapan kimseler bağışlanma ve büyük sevap vaad buyurdu, şüphe yok ki bu şekilde imana davet, cahiliyye taassublarına dokunur, onları kızdırır. Nitekim oğlu Ebû Cendel'in imana gelmesi babası Süheyl'i ne kadar kızdırmıştı. bu sebepten burada hem ashaba hiddet gösterenlerin kâfirler olduğu anlatılmış, hem Ebû Cendel ve Ebu Nasîr vak'aları gibi kâfirleri kızdıran olaylara işaret edilmiş olduğu gibi geleceğin fetihleriyle İslâm'a girip güzel hizmet edeceklerin bağışlanması, mükafat ve sevapları da ayrıca anlatılmış oluyor. İşte Allah Teâlâ, Peygamberine başı ve sonu mağfiret ve nimet olan bu sûre ile böyle apaçık, böyle parlak ve etraflı bir fethi temin etmiştir. Bu şekilde "Fetih Sûresi"nin sonu özellikle terbiye ve intizâmın önemine işaret ettiği için bunun üzerine iç terbiye ve islahatın tamamlanması hususunda "Hucurat Sûresi" başlayacaktır.







KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)


49-HUCURAT:

Ey iman edenler! Hitabın böyle nida ile başlaması karşıdakiler gelecek sözün önemini, dikkat ve özenle dinlenmesi gereğini hatırlatır. İman özelliği ile sıfatlandırmak da sevinç ve neşe vermek ve imanın, o söylenecek sözü korumaya yönelttiğini, ve bozukluğa engel olduğunu, bütün o özelliğe sahip olanlara ilan etmektir. Yani Ey iman şerefi ile mutlu olan kimseler! Haberiniz olsun, bütün sizlere o imanın, dikkat ve özenle dinleyip tutmayı gerektirdiğine dair önemli bir tebliğ yapılıyor, şöyle ki: Allah ve Resulünün önüne geçmeyin, geçirtmeyin. Takdim'den nehy-i hazırdır.

TAKDİM, aslı itibarıyla müteaddi bir fiildir. Bir şeyi diğerinin üzerine geçirmek demektir ki çoğunlukla ikinci mef'ûlüne ile müteaddi olur. Burada ise hiç mefûlü bih yok. Onun için burada iki vecih vardır: Birisi; herhangi bir mefûle bağlılığı görüşünden uzaklaşarak lazım fiil yerinde fiilin kendisini kasdetmektir ki, Allah'ın ve Resulünün önünde öne geçmek denilen fiili yapmayın, şunu veya bunu takdim, öne geçirmek diye düşünmek şöyle dursun, öne geçmek denilebilecek hiçbir fiili yapmayın, demektir. İkincisi de mef'ûlün umumilik için hazfedilmiş olmasıdır ki hangi mef'ul takdir edilse, tercih sebebi olmadan tercih yapılmış olacağından hazfolunur. Hiçbir şeyi, hiçbir emri, ne kendinizi ne başkasını asla öne geçirmeyiniz, demek olur. Birincisi, fiilin kendisini yasaklamak itibarıyla makamın hakkına daha uygun, ikincisi ise kullanılması daha çok ve genelde daha açık olması yönünden daha belirgin görülmüştür. Bu sözde iki mecaz olduğu hatırlatılır: Birisi tabirinde mecâz-ı mürsel'dir. Zira bunun gerçek mânâsı iki el arası demektir. Fakat örfte, bundan mücaveret (yakınlık) alâkasıyla sağ ve sol taraftan iki yönün paralelliği sebebiyle düşünülerek ön mânâsına kullanıldığı gibi burada Allah ve Resulünün önüne geçmek veya geçirilmek istiâre-i temsiliyyedir ki Allah ve Resulünün emri ve hükmünü gözetmeden hiçbir emri kestirip atmayın, demek olup Kitap ve Sünnet'in ahkâmını göz önüne almaksızın acele veya baskı ile bir işe kalkışmaktan men etmektir. Bir de fiili mânâsına lâzım (edilgen) fiil olur. Nitekim askerin öncüsüne, mukaddime denilir ki, mütekaddime, öne geçen demektir. Burada bu mânâdan olarak Allah'ın ve Resulünün önüne geçmeyin diye tefsir edilmiştir. Bunda mefûlü bih olan mef'ulü bih çeşnisini almak yönüyle de müteaddi fiil neşesi verebiliyor. Ancak bunda yalnız kendiniz geçmeyin demek olur. Diğerini geçirmemek için de bir emri bi'l-ma'ruf ve nehyi ani'l-münker görevi gerekli olabileceğini ifade etmez. Meğer ki işaret ettiğimiz şekilde geçmeyin, geçirmeyin diye açıklanmış olsun. Fakat bu da önceki geçişlilik mânâsından çıkabilecektir. Bazı tefsirciler de demişlerdir ki, burada mânânın aslı Resulullah'ın önüne geçmeyin, demektir. Allah'ın isminin zikredilmesi yalnız tazim ve Resulullah'ın, Allah yanında yüksek şerefini ve yüce özelliğini bildirmek içindir. Nitekim bundan sonraki âyetler yalnız peygamber hakkındadır. Buna göre mânâ şu olur: Allah'ın resulünün önüne geçmeyin, çünkü onun Allah'a yakınlık duygusu vardır. O hep Allah'ın huzurundadır, onun önüne geçmek Allah'ın huzurunda cüretkârlıkta bulunmaktır.

Bu âyetin sebeb-i nüzûlünde birkaç rivâyet vardır;

1- Buhari'nin Abdullah b. Zübeyr'den bir rivayetine göre Beni Temim'den Resulullah'a bir heyet gelmişti. Hz. Ebu Bekir (r.a.) Ka'ka b. Ma'bed'i onlara emir yap dedi, Hz. Ömer (r.a.)'de Akra b. Habis'i emir yap dedi. Ebû Bekir: Sırf bana muhalefet etmek istedin, dedi. Ömer de: Hayır sana muhalefet etmek istemedim dedi, münakaşa ettiler, sesleri yükseldi bundan dolayı "Ey iman edenler! Allah ve Resulünün önüne geçmeyin." âyeti nazil oldu.. Fakat yine Buharî'nn ve diğerlerinin rivayetlerine göre bu münakaşa bundan sonraki âyetin nüzulüne sebep olmuştur.

2- Abd b. Humeyd'in ve İbnü Cerir'in ve İbnü Münzir'in Hasen'den rivayetlerine göre bazı kimseler kurban bayramı günü Resulullah'tan önce kurban kesmişlerdi, Peygaber (s.a.v.) onlara yeniden kesilmesini emretti, bu âyet indirildi. Keşşâf'ın nakline göre Bayram namazından önce kesmişlerdi bu âyet nazil oldu, Resulullah da onlara diğer bir kurban keserek iade etmelerini emir buyurdu.

3- İbnü Cerir'in Katâde'den rivayetine göre birtakım kimseler şunun hakkında şöyle nazil olsa idi, şöyle şöyle olurdu, diye söyleniyorlardı bu âyet indi.

4- Alûsî'nin kaydettiğine göre Hasen'den şu da rivayet edilmiştir ki Resulullah (s.a.v.) Medine'de oturmaya başladıktan sonra kendisine uzak yerlerden sefaret heyetleri geliyor, pek çok meseleler soruyorlar, çok söylüyorlardı. Resulullah başlamadan meseleye başlamaktan men edildiler. Ebû Hayyan Bahir'de der ki: Resulullah'a bir kavim geldiği vakit nasıl selam vereceklerini öğretmek üzere Ebû Bekir onlara bir adam gönderir ve Resulullah'ın huzurunda sükûnet ve vakar üzere bulunmalarını isterdi. Bazıları öne geçmeyi özel örneklerle tefsir etmişlerse de âyetten görünürde anlaşılan, gerek söz ve gerek fiil hepsine umumi olmasıdır. Resulullah'ın meclisinde bir mesele geçtiği zaman ondan önce cevaba kalkışmamaları için de olduğu gibi, yolda giderken bir izin, işaret veya ihtiyaç olmaksızın önünde yürümemeleri ve sofrada ondan önce yemeye başlamamaları da içinde olur ki buna usulde umumi mecaz yahud beyanda kinaye tabir edilir. Hakikati iradeye engel olmaz. Namazda hiçbir şekilde imamın önüne geçmenin caiz olmamasındaki mânâ da budur. Resululah'ın huzurunda birisi imam edilip namaz kılınacak olsa onun izni olmaksızın sahih olmaz. Bu şekilde bu âyetten herşeyde şeriata uymanın gerekliliğine delil getirilir. İşte bu âyet Resulullah'ın protokolü ile ilgili böyle bir ara prensiptir ki, bundan sonraki âyetin mânâsı da bunun anlamı içindedir. Bazıları bununla kıyasın aleyhine de delil getirmek istemişlerse de kıyas Allah ve Resulünün hükmünde öne geçmek değil, uymak için mânâ araştırmasıdır. Evet hiçbir şekilde Allah ve Resulü'nün önüne geçmek mânâsı bulunan hiçbir saygısızlık yapmayın. Ve Allah'tan korkun, gerek yapacağınız ve gerek çekineceğiniz her hususta, her söz ve fiilde ve bunun üzerine ve özellikle bu hususta ileri gitmekte Allah'ın gazabından korkup emrine uyup korunun. Çünkü Allah işitendir, bilendir. Dolayısıyla bütün söylediklerinizi işitir, yaptıklarınızı bilir, ona göre ceza verir.

2-"Ey iman edenler!" Nidâ yukarda yeni geçmişken tekrar edilmesi, bunun da aynı şekilde dikkatle dinlenmesi gerektiğine tenbihtir. Öncekinde nefsi söz ve fiilin aslında ileri gitmek yasaklandığı gibi bunda da sözün niteliğinde, yani söyleyişte aşırı gitmek yasaklanıyor. Şöyle ki: Seslerinizi peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin yani seslerinizi peygamberin sesinin vardığı hadden ileri geçirmeyin. Ve ona söz söylerken birbirinize bağırdığınız gibi yüksek sesle söylemeyin, akran gibi de konuşmayın. Yani önceki, ileri gitmeyi yasaklıyor,bu cümle de aynı düzeyde olmayı yasaklıyor. Rivayet edilir ki bu âyet inince Hz. Ebû Bekir (r.a.): "Ya Resulullah vallahi ben bundan sonra Allah'a kavuşuncaya kadar sana gizli veya gizli gibi konuşurum demiş." Hz. Ömer (r.a.) de Peygamber'e öyle yavaş konuşur olmuştu ki, sormayınca işittirmezdi. Öyle yaparsanız, öyle farkına varmadan amelleriniz boşa gider de haberiniz olmaz. Çünkü Peygamber'e saygısızlığa ve sıkıntıya sebep olabilen şeyler küfre varabilir; küfür ise amelleri bozar "Kim imanı kabul etmezse, ameli boşa gider.." (Maide, 5/5) Burada "Haberiniz olmaz" kaydıyla şuurun yok olmasından şu anlaşılır ki, bu yasaklanan sesi yükseltmek ve kaldırmaktan maksat yalnız hafife almak ve saygısızlık kasdiyle olanlar değildir. Çünkü o müminlerden çıkması mümkün olmayan açık küfürdür. Fakat açık küfür olmamakla beraber, dolayısıyla ona varan küfür zannedilen haller de vardır. Bazı fiiller vardır ki küfür kasdıyla yapılmasalar bile küfür tehlikesini içinde bulundururlar. Peygambere sıkıntı bu şekilde olur. Buhârî ve Müslim, Enes (r.a.)'ten rivayet etmişlerdir ki, bu âyet inince Sâbit b. Kays (r.a.) evinde oturmuş "Ben cehennemliklerdenim." diyerek kendini hapsetmişti. Hz. Peygamber (s.a.v.) Sa'd b. Muaz'a: Ey Ebâ Âmir, Sabit ne halde, rahatsız mı? diye sordu, Sa'd da; o benim komşumdur; rahatsızlığını bilmiyorum dedi ve gitti sordu. Sabit, dedi ki: "Bu âyet indirildi, halbuki bilirsiniz ben sizin en yüksek seslinizim, demek ki ben cehennnemliklerdenim." dedi, Sa'd bunu peygamber'e söyledi, Resulullah, hayır o, cennetliklerdendir, buyurdu. Diğer bir rivayette de de, Resulullah haber gönderip getirtti, sordu. Ya resulullah, dedi; Allah Teâlâ sana bu âyeti indirdi, benim ise sesim kuvvetli, korkarım amelim yok olur. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: Hayır sen hayır ile yaşayacak, hayır ile öleceksin. Taberânî ve Hakim'in rivayetlerine göre Resulullah ona: Razı olmaz mısın, Allah'a hamd ederek yaşayasın, şehit olarak öldürülesin ve Cennet'e giresin! buyurdu, o da: Razıyım ve artık sesimi peygamberin sesinin üstüne kaldırmam." dedi.

3- Sakındırmaktan sonra yapışmaya teşvik için buyuruluyor ki: O kimseler ki Resulullah'ın yanında seslerini kısarlar, yasaklamaya muhalefetten sakınarak ve terbiyeye uyarak seslerini indirir, pesten alırlar. Şüphesiz onlar, o kimselerdir ki, Allah Teâlâ onların kalplerini takva için imtihan etmiştir. Fetih Sûresi'nde geçtiği üzere onlara takva kelimesini gerekli kılıp türlü sıkıntılarla tecrübe sahasında takvaya alıştırmış takvalarını tecrübe ile ortaya çıkarmıştır. Onlara mağfiret ve büyük bir ecir vardır.

4- Şüphesiz ki sana hücrelerin gerisinden bağıranlar, arkasından veya önünden çağıranlar.

HÜCRE, etrafı çevrilerek içine girilmekten menolunan toprak parçasıdır. Hucurât'tan maksat, Peygamber (s.a.v.)'in hâne-i saadetinin odalarıdır ki, her biri hanımlarından birine ait olmak üzere dokuz oda idi. Alûsî şöyle kaydeder: "İbnü Sa'd'ın, Atâ-i Horasânî'den rivayet ettiğine göre, hurma dallarından ahşap idi ve kapılarının üzerinde siyah kıldan çullar vardı." Buhârî, Edeb'de ve İbnü Ebi'd-dünya ve Beyhakî, Davud b. Kays'tan şöyle rivayet etmişlerdir ki: Hücreleri gördüm "hurma kerestesi"nden olup dışından kıl çullarla kaplanmış idi, hücrenin kapısından evin kapısına kadar uzunluğu altı veya yedi zira zannederim ve iç evi ise on zira' tahmin ediyorum yüksekliği de yedi ile sekiz zira'' arası sanırım, demiştir. Hasan-ı Basrî'den de rivayet etmişlerdir ki Hz. Osman'ın hilafetinde Peygamber'in hanımlarının evlerine girerdim, tavanlarına elimle yetişirdim, Abdü'l-Agelik'in oğlu Velid zamanında onun emriyle Resulullah'ın mescidine katıldı ve bundan dolayı insanlar ağladı ve o gün Said b. Müseyyeb şöyle dedi: Vallahi arzu ederim ki, bulundukları hal üzere bıraksalar da Medine halkından bir kısım kimseler neşelenseler ve hariçten gelenler de Resulullah'ın ne ile yetindiğini görseler de zühd dersi alsalardı...

Siyercilerin çoğu bu bağıranları Beni Temim'den olmak üzere zikretmişlerdir. Şöyle ki: Beni Temim'den yetmiş veya seksen kişi kadar bir heyet gelmişti. İçlerinde Zibrikân b. Bedir, Utârid b. Hacib b. Zurâre ve kays b. Âsım ve kays b. Haris, Amr b. Ehtem ve Akra b. Habir vardı. Ebu Hayyan'ın Bahir'de anlattığına göre bunlar gelmişler, öğle sıcağında mescide girmişlerdi, Resulullah henüz uyuyordu, Ey Muhammed! Bizim yanımıza çık! diye bağırdılar, bunun üzerine uyandı ve çıktı, Akrâ b. Habis: Ey Muhammed! Benim övmem güzel, kötülemem, ayıplıdır, dedi. Resulullah; yazıklar olsun sana, öyle olan Allah Teâlâ'dır, buyurdu; derken insanlar mescide toplandı. Bunlar Beni Temim: Konuşmacımızla, şairimizle sana şiirlerle konuşmalarla atışacağız, dediler. Peygamber (s.a.v.) "Ben şiirle gönderilmedim, övünmekle de emrolunmadım fakat haydin bakalım." dedi. Zibrikân içlerinden bir gence haydi kavminin faziletlerinden seç, söyle dedi. Bir genç kalktı: "Bizi yaratılmışların en hayırı kılan ve bize mallar veren Allah'a Hamd olsun." diye bir konuşma yaptı. Resulullah (s.a.v.) Sâbit b. Kays b. Şemmâse ki kalk cevap ver, dedi. Sâbit de: "Hamd Allah'a mahsustur. Ben O'na hamdediyor, O'ndan yardım diliyor ve O'na inanıyorum." diye başlayan bir hutbe ile cevap verdi. Zibrikân, diğer bir gence kalk kavminin yüceliğini anlatacak bir kaç beyt söyle dedi. O da:

"Biz cömert kimseleriz, hiçbir kabile bize denk olamaz. Bizim içimizde reisler vardır ve ganimetin dörtte biri bizim aramızda taksim edilir.

Eğer savaş korkusu hissedilmezse kıtlık zamanında biz bütün nüfusa deve hörgücü yediririz.

Biz, bir şeyi yapmak istemeyip çekindiğimiz zaman da kimse bize karşı duramaz. İşte biz iftihar anında böyle yükseliriz."

dedi, Hz. peygamber (s.a.v.), Hassan b. Sabit'i çağırdı, Hassan söylediğini bana tekrar et, dedi. Dinledi şöyle cevap verdi.

"Fihr kabilesi ve kardeşlerinden ileri gelen kimseler, insanlara uyulacak bir yol çizmişlerdir.

İçinde Allah korkusu olan herkes, bu yolu tavsiye eder. Her türlü hayır da bu yoldan beklenir."

Daha hazı beyitlerden sonra Hassan şunları da söyledi:

"Biz, Ma'd kabilesinden, hazırda bulunanlara ve bulunmayanlara rağmen Allah'ın Resulü'ne ve dine büyük bir güçle yardım ettik.

Bu yardımı, gebe devenin sidiğini dağıttığı gibi düşmanı dağıtan kılıç darbeleriyle ve göğüslerde deve ağızları gibi yara açan mızrak vuruşlarıyla yaptık.

Onların toplulukları geldiği gün, yuvasını ve yavrularını koruyan aslanlar gibi vuruşumuzu Uhud'a bir sor!

Askerler arasında ölüme gitmek, suya gidercesine hoş görününce savaş alanlarında ölüme dalan biz değil miydik?

Biz, iki kolla kafaları vururuz. Biz Gassan kabilesinin parlak bir kolundan gelen şerefli bir soya mensubuz.

Eğer Allah'tan haya etmeseydik insanlar üzerinde (canlarını korumak ve ikramda bulunmak gibi) iki hakkımız olduğunu bir şeref vesilesi olarak söylerdik. Bu hususta bize karşı çıkan var mı?

Hayatta olanlarımız, çakıl taşlarına basıp dolaşanların en hayırlılarındandır. Ölülerimiz de kabirlerde bulunanların en hayırlılarındandır."

Bunun üzerine Akra' b. Habis kalkmış, vallahi ben bir iş için geldim ve bir şiir söyledim onu dinleteceğim, demiş ve şunu söylemiş:

"İyiliklerin anılması esnasında bize muhalefet ederlerse, insanlar bizim üstünlüğümüzü bilsinnler diye sana geldik.

İster Necid'de İster Tihâme topraklarında olsun, her hücumda biz insanların başıyız.

Her toplulukta bizim için (ganimetten) dörtte bir hisse vardır. Hicaz topraklarında Beni Dârim gibisi de yoktur."

Hz. Peygamber (s.a.v.) Hassan'a: Kalk cevap ver buyurdu. Hassan (r.a.) da dedi ki:

"Ey Benî Dârim! Övünmeyin. Çünkü iyiliklerin anılması esnasında sizin övünmeniz bir vebal olur.

Siz, bize karşı övünmekle kaybettiniz. Çünkü siz, kiminiz süt ana, kiminiz hizi olmak üzere bizim hizmetkârlarımızsınız."

Bu noktadan Peygamber (s.a.v.) buyurdu ve peygamberin bu sözü onlara Hassan'ın söylediklerinin hepsinden daha çok tesirli geldi. Hassan şiirini şöyle bitirdi.

"Eğer kanlarınızı ve mallarımızı taksim yerlerinde bölüşülmekten korumak için gelmiş iseniz,

Allah'a eş koşmayın, İslâm'a girin ve peygamberin yanında Benî Dârim ile övünmeyin.

Yoksa Beytin Rabbine yemin ederim ki keskin kılıçlarla mızraklar başınızın üzerine iner."

Bunun üzerine Akrâ b. Hâbis "vallahi bilmem bu ne iştir? Hatibimiz söyledi, onların hatibi daha güzel söyledi, şairimiz söyledi, onların şairi daha şair daha güzel söylüyor" dedi, sonra Resulullah'ın huzuruna daha yakın vardı: dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.) de "o halde bundan önce olan sana zarar vermez" buyurdu, sonra onlara hediyeler ve ihsanlarla iltifatta bulundu. İbnü Hişam Siyer'inde, kıssayı biraz daha farklı nakletmiş olduğunu da Âlûsî kaydeder. Bu âyetin Beni Anber hakkında nazil olduğunu da söylemişlerdir. Fakat Beni Anber, Beni Temim'den bir bölüm olduğuna göre öncekine ters düşmez. Nitekim Kâmus'ta Anber, Temim'den birinin babasıdır, der. Onların çoğunun aklı ermez, henüz dini öğrenmemiş, edeb ve yol bilmez, kaba nirâbi güruhudur.

5- Ve eğer sen onlara çıkıncaya kadar sabretselerdi kendileri için daha hayırlı olurdu. Çünkü güzel davranışla Peygamber'e tazim etmiş olurlardı o da övgüye ve sevaba ve sorumlularının isteklerinin yerine gelmesine daha elverişli olurdu. Zira denildiğine göre Beni Anber esirlerine şefaatçi olmak üzere gelmişlerdi, yarısı hür bırakıldı, yarısı için de fidye alındı. Bununla beraber Allah gafur ve rahimdir, tevbe ve iyileşerek akıllanmaya yüz tuttukları takdirde affeder, sıkıştırmaz.

6- Ey iman edenler! Eğer fâsıkın biri size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın, birden bire kapılmayın da, açıklama isteyin, araştırıp anlayın dinleyin, fısk'tan kaçınmayan yalandan da kaçınmaz. Fâsıkın karşılığı adildir.

Fahreddin Razî der ki: Bu sûrede müminleri ahlakın en güzeline bir yöneltme vardır. O ise ya Allah ile veya Peygamber ile veya kendi cinsi ile olur. Bunlar da iki sınıftır, çünkü ya müminler yolunda gider, tâat rütbesinin içinde veya dışarda olurlar. Dışarıda olan fasıktır. Müminler gidişinde dahil olanlar da yanlarında hazır veya uzakta bulunurlar. Bu suretle ahlak beş kısım olur:

1- Allah'a ait olanlar,
2- Peygambere ait olanlar,
3- Fâsıklara ait olanlar,
4- Hazır olan müminlere ait olanlar,
5- Gaib olan müminlere ait olanlar.

İşte bunlardan herbirine ait olmak üzere yüce Allah bu sûrede beş kere "Ey iman edenler!" buyurmuştur. Allah ve Resulüne ait olan açıklamadan sonra üçüncü olarak burada fâsıkların sözlerine güvenilmemesi gerektiğini açıklıyor. Çünkü onlar araya fitne sokmak isterler ki o fitne "Eğer müminlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa..." âyetinde açıklanacaktır... Bununla beraber fâsıkın sözünü de büsbütün hiçe saymayıp araştırma ve açıklanması emrolunmuştur. Demek ki fâsık olmayıp da adil olacak olsa yerine göre haber-i vâhid dinlemeye layık olacaktır. Bu âyetin indirilmesine sebeb olmak üzere şöyle rivayet ediyorlar: Resulullah Velid b. Ukbe'yi Beni Mustalik'a vali ve zekât memuru olarak göndermişti. Onunla onlar arasında bir kin varmış; yaklaştığı zaman karşısına gelen atlıları kendisini öldürecekler sanmış, korkmuş geri dönmüş. Resulullah'a varıp onlar dinden döndüler, zekatı vermeyi reddettiler, demişti. Resulullah da öfkelenmiş ve onlarla harp etmeyi kurmuştu, bu âyet bunun üzerine indi. Bir rivayette de Halid b. Velid'i göndermiş, gözetlemiş, ezan okuduklarını ve gece namazı bile kıldıklarını görmüş ve zekâtlarını da ona teslim etmişler o şekilde geri dönmüştür. "Fâsık" ile "nebe" kelimelerinin nekre oluşu umumilik içindir. Herhangi bir fâsık, herhangi bir nebe' (haber) demektir. Çünkü Razî'nin hatırlattığı şekilde şartın bulunduğu yerde sübut yönünde umumilik, nefi yönünde hususilik olur. Nitekim haberler de nefi tarafında genel, sübut tarafında özeldir. denilmeyip de şüphe harfi olan ile ifade edilmesi müminlerin fâsıklara aldanmayacak kadar uyanık olmaları gerektiğini ihtar ve öyle uyanık müminlere herhangi bir fâsıkın cüretinin ender olacağına işaret nüktesini taşımaktadır. Çünkü bir bilgisizlikle, hallerini bilmeyerek, bir kavmi musibete uğratırsınız, vurursunuz, bir zarara uğratırsınız da sonra yaptığınıza pişman olursunuz, çünkü haber yanlış olunca sonra temiz oldukları ortaya çıkar da telafisi mümkün olmayan bir üzüntü çekilir. İman vicdanı, öyle bir haksızlığa karşı devamlı olarak sızlar. Zemahşerî der ki: Nedamet, yani pişmanlık, bir çeşit üzüntüdür ki, meydana gelen şeyin olmamasını dileyerek gam yemektir. Böyle bir üzüntü ve gam ise devamlı ve etkili olur, çünkü olay akla geldikçe pişmanlık yapışır.

7- Ve biliniz ki içinizde Allah'ın Resulü var. Bundan dolayı Allah'tan korkun da yalan ve batıl söylemekten sakının, çünkü Allah ona doğrusunu bildirir ve bir haber işittiğiniz vakit de açıklanması için ona sorun, o size açıklar, kendi görüşünüzle onu kandırmaya çalışmayın. Şayet o birçok işlerde size uysaydı sıkıntıya düşerdiniz. Sarpa sarardınız, haliniz yaman olurdu, çok zahmetler, felaketler çeker, yok olmaya doğru giderdiniz. Çünkü öyle kendisine uyulması gerekenin, uyan durumuna düşmesi bir ihtilâl ve işlerin tersine gitmesi demek olan bir ihtilaldir.

ANET: Meşakkat ve helâk, sıkıntı ve günah mânâlarına geldiği gibi aslında kırılan bir kemiğin sarıldıktan sonra tekrar kırılması demektir. Buradan anlaşılıyor ki, birtakım kimseler o haber üzerine o kavmi vurmak fikrinde bulunmuşlardı. İşlerin birçoğunda deniliyor. Demek ki bazı işlerde itaat sakıncalı değildir. Belki gönüllerini çekerek güzel bir siyaset olur. Bir de in geçmişe ait olması gerekirken diye muzârî sigası getirilmiştir ki takdirindedir. Bunda iki mânâ vardır: Birisi, "itaat eder olsa idi" demek olur ki devamlı olmanın imkansızlığını ifade ederek, itaatın aslı değil, devamlı oluşunun sakıncalı olduğunu anlatır. Buna göre devamlı ve sürekli olmayıp da bazen birçok işlerde itaat dahi sıkıntıya sebep değilmiş gibi anlaşılır. Bundan dolayı diğer bazı tefsircilerin maksat itaatin devamlılığının imkansızlığı değil, imkansızlığın devamı demek olduğunu söylemişlerdir ki, buna göre mânâ "'birçok işte itaat edecek olsa idi" demek olur. Yani birçok işlerde itaat hiç olmaması gerekir. Ebu's-Suud bu iki görüşü münakaşa etmiştir, isteyen oraya bakabilir. Sonra Zemahşeri işbu cümlesinin bağlantısı hakkında şöyle bir açıklama yapmıştır. Bu cümle yeni başlayan bir söz olmaz, çünkü âyette bir ahenksizliğe neden olur ve fakat 'deki gizli merfu zamirden veya açık mecrur zamirden hal olarak makabline bitişiktir, mânâ şöyle demek olur: İçinizde Resulullah öyle bir halette bulunuyor, yahut öyle bir halde bulunuyorsunuz ki onu değiştirmeniz üzerinize vaciptir. O hal şudur: Siz istiyorsunuz ki, o size tabi imiş gibi olaylarda sizin görüşünüze göre amel etsin halbuki öyle yapsa haliniz yaman olur, helake giderdiniz.

Fakat Allah size imanı sevdirdi, sevgili kıldı, dolayısıyla iman etiniz, bu gösteriyor ki, iman etmek için yalnız bilgi yeterli değil, bir iradenin fiil olabilmesi için sevmek de gereklidir. Bundan dolayı dinin başı muhabbettir, sevgidir. Nitekim bir hadis-i şerifte "Kişi dostunun, yani sevdiği dostunun dini üzeredir, onun için herbiriniz iyi bakın, kime dostluk ediyor, kiminle sevişiyor?" buyurulması bu mânâdadır. Yine bundan dolayıdır ki; "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin." (Âli-i İmran, 3/31) buyurulmuştur. Ancak alimler sevgiyi tabiî ve aklî olmak üzere ikiye taksim etmişlerdir. Tabiî sevgi, yaratılışa uygunluktur. Aklî sevgi gayede bir hayır ve fayda idrakinden doğar ki, sağlık için ilacı sevmek olabileceğinden gayeye nazaran tabiî, başlangıcına nazaran aklî ve mecazî bir sevgi demek olur. Bundan dolayı başlangıcı elde edilmiş olmak itibarıyla o da kazanılmış sayılır. Ve bu yönden bu şuurlu sevgi iman ve terbiyenin kazanılması itibarıyla önemi haiz olur. Nitekim Hz. Ömer "Ya Resulullah: Sen bana iki yanım arasındaki nefsimden başka herşeyden sevgilisin." demişti, Resulullah "Ben sana nefsinden de daha sevgili olmadıkça imanın tamam olmaz, buyurdu, bunun üzerine Hz. Ömer hemen "Vallahi sen bana iki yanım arasındaki nefsimden daha sevgilisin." dedi, Resulullah da, "şimdi ya Ömer! İmanın tamam oldu." buyurdu. İşte Hz. Ömer'in böyle bir an içinde sevgisini artırarak yemin ile ikrar verebilmesi bunun gibidir. Bununla beraber her iki takdirde de sevginin kendisi bir akıl işi değil, doğrudan doğruya Allah Teâlâ'nın verdiği bir histir. Allah'ın sevdirmediği şeyler düşünmekle sevilmez, ancak Allah'ın sevdirdiği şeyler bilinmek düşünülmek sayesinde akıl ile, tecrübe ile sevgi şuuruna erebilir. İşte böyle imanın esası bir sevgi ile ilgili olduğu, sevgi de Allah'ın bir vergisi bulunduğu için burada buyuruluyor ki: Allah size imanı sevdirdi, yani o sayede Resulullah'a iman ettiniz. Ve onu, o imanı kalbinizde güzelleştirdi, gereğince amel edip peygambere itaat ettiniz. Ve küfrü, fıskı ve isyanı size çirkin, iğrenç kıldı. Onun için onlardan sakınınız.

KÜFÜR, imanın karşılığı inkâr ile Allah'ın nimetlerini örtmektir.

FÜSÛK, esasen çıkmak demek olup bazan dinden çıkmak mânâsına da kullanılırsa o, küfürde dahil olduğu için burada ondan ayrı bir mânânın kastedilmiş olması gerekir. Bu sebeple çoğunlukla doğruluk ve itaatten çıkış, yani sözlü ve fiilî imanın gereklerine uymamak mânâsında kullanılır. Burada küfür imana; füsûk ve isyan da imanın tezyinine, güzelleştirilmesine karşılık demek olduğundan füsûk yalancılık ve sözle doğruluk ve itaatten çıkmak; isyan da emri terk ile fiilen taatten çıkmak mânâsında olması daha uygun görülmüştür. Füsûk'u büyük günahlara, isyanı küçük günahlarda kullanmak isteyenler de olmuştur. Şu halde âyetinde fâsık, sözü iman yönünde olmayan bir yalancı, yahud büyük günah işleyen bir günahkâr demek olur. İşte onlar, öyle imanı sevip peygambere iman eden ve kalplerinde iman zinetlenip gereğince amel ederek doğrulukla itaat eden ve küfrü, füsûku, isyanı iğrenç görüp imanın gösterdiği yönde doğruluk ve itaatten ayrılmayan kimselerdir ki ancak rüşd sahibidirler. Hak yolunda sarsılmadan dosdoğru giden kimselerdir.

RÜŞD, hak yolunda sağlam ve sabırlı ve tam bir isabetle dosdoğru gitmektir.

8- Allah'ın lütuf ve nimetinden, yani o rüşd, yahut hep bu zikrolunan sevdirme ve kötüleme ve rüşd, Allah'ın lütuf ve nimetinden olarak cereyan etmektedir. İşbu "İşte onlar" işaret isminde hitap peygambere, işaret ve zamir 'deki muhataplaradır. Görünüşe göre 'deki muhataplar da bunlarda dahil görünüyor. Yani peygamberin açıklaması ve hatırlatması üzerine görüşlerinde ısrar etmeyip hepsi iman ve itaatle doğruluk ve uyum gösterdiler, füsûk ve isyandan sakındılar. Fakat Zemahşeri bunları Peygambere karşı görüş ileri sürmekten sakınan ve takvada ciddiyetleri ile öyle bir cüret ve cesaretten korunan ve yukarıda "Onlar, Allah'ın kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir." (Hucurat, 49/3) diye anlatılan kısım olmak üzere açıklamış da şöyle demiştir: "Eğer size uysaydı..." ifadesi delalet eder ki, müminlerin bazısı Velid'in sözünü tasdik ile Beni Mustalik'i vurmak fikrini Resulullah'a iyi göstermek istediler, bu ise hata ve onların kusurlarından idi. Diğer bazıları ise sakınıyorlardı ve takvada ciddiyetleri öyle bir cesarete engel oluyordu ki onlar "fakat Allah, size imanı sevdirdi" âyeti ile istisna kılınanlardır. Bu "bazılarınıza" demektir. Fakat sıfatlarının öbürlerinden farklı olması kelimesinin zikredilmesini gereksiz kılmıştır. Bunlar Kur'ân'ın öyle icazlarından ve ince parıltılarındandır ki, onları ancak yüksek kişiler sezebilir. Tefsircilerin bazısından bunlar, "Onlar, Allah'ın kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir." (Hucurat 49/3) buyurulanlardır diye rivayet edilmiştir. "İşte Onlar doğru yolda olanlardır" âyetindekiler de bu müstesnalardır. "Allah, Alim ve Hakîm'dir" herşeyi bilir. Lütuf ve nimeti de hikmetiyle verir.

9- Fâsıkın sözüne kapılmanın ve Peygamber'i dinlemenin neticelerinden biri olan anet, sıkıntı ve günah ve öne geçmeye bir işaret olmak üzere buyuruluyor ki: Ve eğer müminlerden iki grup vuruşurlarsa, rivayetlerin özetine göre: Resulullah (s.a.v.), Sa'd b. Ubâde'nin hastalığında ziyaretine giderken, Abdullah b. Übeyy b. Selûl'e de uğraması istenilmiş ve bir merkebe binerek uğramıştı. Abdullah b. Selûl, "Merkebin kokusu bizi rahatsız etti" demiş. Orada hazır bulunan Ensar'dan Abdullah b. Revaha Hazretleri de "Vallahi Resulullah'ın merkebinin kokusu senden daha hoştur." demiş. Bunun üzerine Abdullah b. Übeyy'in kavminden taraftarları kızmış, Abdullah b. Revaha Hazretlerinin arkadaşları da kızmışlar, İbnü Revaha Hazrec kabilesinden, İbnü Übeyy Evs kabilesinden olduklarından iki kabileden birtakım kimseler, silahsız olarak elleriyle, papuçlarıyla, sopalarla döğüşmeye başlamışlar, bunun üzerine bu âyet inmiş, Resulullah âyeti okumuş, bu şekilde barışmışlar. Fakat İbnü Cerir'in ve İbnü Ebi Hatim'in, Süddi'den rivayetlerine göre: Ensar'dan İmran namında bir zatın Ümmü Zeyd adında bir hanımı vardı, kadın yakınlarını ziyaret etmek istemiş, kocası göndermemiş ve onlardan kimsenin gelmemesi için de evinin üst katında hapsetmişti. Kadın ailesine haber göndermiş onun üzerine kavmi gelmiş oradan indirip götürmek istemişler, kocası da çıkmış kendi kavminden yardım dilemiş, bunun üzerine amcasının oğulları gelip kadın ile ailesinin aralarına girmeye çalışmışlar, onlar da müdafaa etmekle döğüşmüşler, bu âyet inmiş, Resulullah adam göndermiş barıştırmış, taraflar Allah'ın emrine dönmüşler. Önceki, birinci âyetin mânâsına daha yakındır. Dikkat çekicidir ki, âyette önce "Eğer iki taife" diye tesniye ile başlanıldığı halde fiilde "ikisi vuruşurlarsa" denilmeyip çoğul sigası ile "onlar vuruşurlarsa" buyurulmuştur ki, bu fark tercemede gösterilemiyor. Bunun nüktesi, azdan başlayan bir kıtâl'in bastırılamadığı takdirde genişleyeceğini hatırlatmaktır. Onun için derhal ikisi arasını islah edin, düzeltin, nasihat ile ve şayet orada bir şüphe varsa onu gidermekle, olmadığı takdirde Allah'ın hükmüne çağırmakla sulh edin, barıştırın. bunun üzerine şayet birisi diğerine karşı saldırırsa.

BAĞY, haksız yere yükselmek isteyerek düşmanlık etmektir. Yani barış teşebbüsü yapıldığı ve şüphe varsa giderildiği halde birisi barışa yanaşmayıp her ne olursa olsun haksızlıkla üste çıkmak sevdasını beslerse: O vakit o saldıran grupla savaşın. Ta ki, o Allah'ın emrine dönene kadar. Allah'ın emri "Allah'a itaat ediniz. Resulullah'a ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz." (Nisâ, 4/59) âyetine göre hükmüdür. Razî der ki: İşaret eder ki, bu savaş, saldırgana had cezası gibi, saldırmayı terk halinde de uygulanacak bir ceza değildir. Dönünceye kadardır, saldırganı önlemek gibidir. Onun için saldırganın vazgeçmesi hakkındaki emre dönünce, savaşmak haram olur. Buyuruluyor ki: Eğer dönerse o vakit de adaletle aralarını düzeltin, barıştırın, yani yalnızca andlaşma ile bırakmayın da Allah'ın hükümlerine göre haklarını gözeterek hükmedip aralarını bulun. Öncekinde mutlak olarak "aralarını sulh edin" buyurulduğu halde burada "adaletle" kaydı ile kayıtlanmıştır. Çünkü savaştan sonra olduğu için bunda haksızlık tehlikesi vardır. Onun için bir de tamamına göre şu şekilde te'kid edilmiştir. Hem her hususta adalet ve hakkaniyeti gözetin, her hak sahibine haktan hissesini verin, saldırmaktan, zulümden sakının. Çünkü Allah adalet yapanları sever. Ebu Hayyan'ın Bahir'de açıkladığına göre bu âyetteki "savaşınız" ve "sulh yapınız" hitapları "Emir yetkisi kendilerinde" olan velayet sahiplerinedir. Bu mânâ İbnü Abbas'tan rivayet edilmiştir. Yani aynen vücub, hükümet adamlarına yöneliktir. Çünkü bu savaşa müdahale ile barış yapabilme kudreti yalnız ferdî bir kudret olarak düşünülemez, fakat herhangi bir şekilde barış ve savaş yapmaya yetkili olanlar hakkında farz-ı kifaye olmak üzere ümmetin tamamına hitap olması "Ey iman edenler" çağırısının zahirine daha uygundur. Onun için saldırma gerçekleşince ona karşı emir ve yetki sahiplerine yardım cihadda olduğu gibi umuma gereken bir vecibe olur. Nitekim Hakim ve Beyhaki'nin rivayetlerine göre Abdullah b. Ömer (r.a.) Hazretleri ben şu "Vazgeçen saldırgana savaş açmadığımdan dolayı işbu âyetinden nefsimde bulduğumu hiçbir şeyden bulmadım." demiştir. Yolkesici, saldırganlar hakkında Fıkıh kitaplarında özel bölüm vardır.

10- "adalet yapınız" emri gibi şu da bütün müminlere umum ifade eder: Bütün müminler ancak kardeştirler. Zira hepsi ebedi hayata sebep olan iman esasında birleşir din kardeşidirler. Onun için iki kardeşiniz arasını düzeltin, gerek iki fert, gerek iki mümin topluluk bozuştuklarında hemen aralarını bulup barıştırın, dinde kardeşliğin gereği budur. Ve Allah'tan korkun, yani bu düzeltme ve kardeşlik takvadandır. Bozuşmaktan korunun, müminlerin kendi aralarında barış ve iyilik bulunmazsa, kardeşlikleri kuvvetli olmazsa kâfirlere karşı mücadele edemezler, Allah'ın azabından iyi korunamazlar. Onun için Allah'tan korkun, bozuşmayın, bozuşursanız, barışmaktan, barıştırmaktan kaçınmayın, her işinizde takva yolunu tutun ki rahmete erdirilesiniz.

Meâl-i Şerifi

11- Ey iman edenler! Bir topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sora fâsıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte bu kimseler zalimlerdir.

12- Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.

13- Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstününüz O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, herşeyden haberdar olandır.

14- Bedevîler "inandık" dediler. De ki: Siz iman etmediniz ama "İslâm olduk." deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah'a ve Resulüne itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

15- Gerçek müminler ancak Allah'a ve Resulüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.

16- De ki: Siz dininizi Allah'a mı öğretiyorsunuz? Oysa Allah göklerde olanları da bilir, yerde olanları da. Allah herşeyi hakkıyla bilendir.

17- Onlar İslâm'a girdikleri için sana minnet ediyorlar. De ki: Müslümanlığınızı benim başıma kakmayın. Bilakis sizi imana erdirdiği için Allah sizin başınıza kakar. Eğer doğrulardan iseniz (Allah'a minnettar olmanız gerekir.)

18- Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin görülmeyen esrarını bilir. Allah yaptıklarınızı görür.

11- "Ey iman edenler! Bir kavim bir kavimle alay etmesin." Müminler arasında iyilik ve takva emredildikten sonra o kardeşlik ve iyilikleri bozabilecek cahilliklerden sakındırmak ve müminler arasında iyilik ve takva duygusunu en yüksek bir içtenlikle uygulayarak karşılıklı saygı telkin etmek ve bu şekilde İslâm'ın daha bir çok kavimlere yayılıp gelişeceğine işaret ile o geniş kardeşliği süsleyecek temizliğe yükseltmek üzere bu iki âyet ümmete edeb öğretmekle huzur ve gıyab'da ahlaki bir yol göstermedir. Âyetin inişi hakkında bir kaç sebep nakledilmiştir. Dahhak'tan rivayet olunduğuna göre: Beni Temim'den bir kavim, Bilâl-i Habeşî, Habbab, Ammar, Süheyb, Ebû Zerr, Sâlim, Mevlâ Huzeyfe gibi kimselerle alay etmişlerdi. Âişe (r.anha)'dan: Zeyneb binti Huzeymete'l-Hilâliyye'yi kısalığından dolayı eğlenmişti. Bunun gibi Hz. Âişe ile Hz. Hafsa, Ümmü Seleme Hazretlerini kısa diye konuşmuşlardı. İbnü Abbas'tan: Hz. Safiyye binti Huyey Resulullah'a gelmiş, kadınlar bana; Ey yahudi kızı yahudi! diye söz atıyorlar, demiş, Resulullah da: Babam Harun, amcam Musa, zevcim de Muhammed niye demedin? buyurmuştu. Şu da rivayet olunmuştur ki; Sabit b. Kays'ın kulağında biraz ağırlık vardı, Reslullah'ın meclisine geldiği vakit işitsin diye yer açarlardı. Bir gün gelmiş açılın diye Resulullah'ın yanına kadar varmıştı, bir zata çekil dedi, o aldırmadı bu kim? dedi, o zat da ben filanım dedi, o hayır sen filan kadının oğlusun, diye cahiliyyede ayıplanan bir kadın söyledi, adamcağız mahcup oldu, bu âyet inince Sâbit bundan sonra kimseye karşı haseb ile de iftihar etmem, dedi. Bir de Ebu Cehil'in oğlu İkrime müslüman olmuştu, bazı kimseler ona "bu, bu ümmetin firavunu'nun oğlu" demişlerdi, gücüne gitmiş, Resulullah'a şikâyet etmişti, işte bu âyet bu sebeple indi. Kurtubi demiştir ki; alay etmek; hakaret ve horlamak ve gülünecek şekilde ayıp ve kusura dokunmaktır. Bazı fiilini veya sözünü hikâye ve işaret veya imâ ile yahut lakırdısına veya işine veya herhangi bir kusuruna veya suratına gülmek ile de olur... Diğer bir tarife göre bir şahsı huzurunda gülünecek şekilde sözle veya hareketle tahkir etmektir. Kamûs'un ifadesine göre eğlenmektir. Râzî burada kastedilen mânâya göre bunu şöyle tarif etmiştir: "Mümin kardeşine tazim ve hürmet gözü ile bakmayıp, derecesinden düşürerek iltifat etmemektir ki, kardeşlerinizi tahkir etmeyin, küçültmeyin, demektir. Kavim demek aslında kâimin çoğulu veya masdarla isimlendirme gibi iş gören kendilerini savunmaya kalkışabilecek yani dirişebilir erkek topluluğuna denir, "Nuh Kavmi, Firavun Kavmi" ifadelerinde olduğu gibi kadınları da ifade etmesi, dolayısıyla ve tabi olma yoluyladır. Burada erkek ve kadına ayrı ayrı hatırlatılmak üzere kavim ve kadın diye açıkça ortaya konulmuştur. "Kavim" ve "kadın" kelimelerinin nekre (belirsiz) oluşu, yasaklamada genellik ve umum ifade etmesi içindir. Tekil'in genel mânâ ifade etmesi daha genel olduğu halde "kavmün velânisâün" diye cemi ve nekire getirilmesinde de incelikler vardır. Bu önce İslâm'ın yalnız fertlere değil, bir çok kavimlere yayılacağını bir hatırlatmadır. İkinci olarak alaya alma işinin zararının büyük olup ona tek başına bir erkek veya kadının devam edemeyeceğine işarettir. Üçüncü olarak, alay eden veya maskaralık yapan kişinin yanında çoğunlukla gülüp eğlenecek ve bu şekilde ona arkadaş olacak kimselerin eksik olmayacağına ve bu yüzden tek kişinin topluluğa dönüşerek işin büyüyebileceğine de işaret eder. Netice olarak hiçbir mümin topluluk, hiçbir mümin kavim ile eğlenmesin alay etmesin. Belki onlar kendilerinden daha hayırlı olurlar. Bu cümle yasaklamanın sebebidir. Bundan dolayı gibi bir edat ile bağlanması gerekli gibi görünürken bir soru ve cevap tarzında zihinlere yerleştirilmek için başlangıç cümleleri halinde getirilmiştir. Yani bu yasaklamanın sebebi sorulmak istenilirse her mümin şöyle inanmalıdır: Olabilir ki, eğlenilen. Allah yanında o eğlenenden daha hayırlı olsun, çünkü insanlar yalnız görülebilen halleri bilebilirler, iç yüzünde gizli yönleri bilemezler. Allah yanında tartı tutacak olan ise vicdanların ihlası, kalplerin takvasıdır. İnsanın ilmi ise onun Allah yanındaki tartısını tartmağa, iki kalbin gizli meyillerini ölçmeye yeterli değildir. Onun için kimse dış görünüşe bakıp da gözünün kestiğini horlamaya, eğlenmeye cür'et etmesin, eğer Allah yanında vakarlı, saygılı olan bir şahsa, hakaret etmiş olursa nefsine ne büyük zulmetmiş olur. Bununla birlikte... "Kadınlar da kadınları alaya almasınlar, belki onlar kendilerinden daha iyidirler." Ve kendi kendinizi ayıplamayın, ayıp sürmeyin.

LEMZ, dil ile yaralamak, ayıplamak, kötülemek ve yermektir. Burada iki mânâ vardır ki ikisi de doğrudur: Birincisi, müminlerin hepsi bir nefis gibi olduklarından bir mümini ayıplayan kendi nefsini ayıplamış gibi olur. İkincisi de ayıplanacak şey yapan kimse, kendi nefsini ayıplamış olur. Birinciye göre mânâ: Müminleri ayıplamayın, kötüleme ve yerme yapmayın ki kendi nefsinizi ayıplamış olursunuz. İkinciye göre mânâ: Bir mümini, eğlenmek gibi ayıplanacak, kendinize leke olacak şeyler yapmayın ki kendinizi ayıplamış, lekelemiş olmayasınız demektir. birinci mânâ kardeşlik noktasından daha samimi, ikinci mânâ izzet-i nefis, şeref açısından daha temiz ve güzeldir.

Lâkaplarla da atışmayın, yani birbirinizi kötülemek için kötü lâkap takarak da çağırmayın.

LÂKAB, övmeye veya kötülemeye işaret eden isim veya vasıftır. Kötülüğe işaret eden lâkaplar çirkin lâkaplardır.

NEBZ, örfte kötü lâkap takmak mânâsına olduğu için burada yasaklanan lâkaplar, kötü lâkaplardır. Yoksa karşıdakinin haliyle uygun olarak övgü ve saygıyı ifade eden güzel lâkaplarla anmak yasak değildir. Keşşâf'ta der ki: Hz. Peygamber (s.a.v.)'den rivayet edilmiştir: "Müminin mümin kardeşi üzerindeki hakkından birisi de onu en sevdiği ismiyle çağırmasıdır." Onun için künye koymak sünnetten ve güzel hareketlerdendir. Hz. Ömer (r.a.) "Künyeleri yayın, çünkü uyarıcıdır." demiştir. Gerçekte Hz. Ebu Bekir, Atîk ve Sıddîk, Hz. Ömer Fâruk, Hz. Hamza Esedullah, Halid b. Velid Seyfullah lâkaplarıyla lâkaplanmışlardır. Ve bilinen kimselerin çoğu hep lâkaplarıyla hatırlanmışlar ve anılmışlardır. Hem böyle güzel lâkaplar gerek Arab'ın ve gerekse diğer milletlerin hemen hemen hepsinde süregelmiştir... Fakat mümini gücendirmesi ve ayıplaması düşünülegelen lâkaplarla çağırmak çağrıştırmak müminler arasında yapılmamalıdır. İmandan sonra fâsıklık! Ne fena isim! Yani imandan sonra bu yasaklanan şeyleri; alay etmeyi veya ayıplamayı veya kötü lâkap takmayı işleyenler, fısk yapmış ve böylece kendilerine fâsıklığı uygun görmüş olurlar. Halbuki imandan sonra fâsıklık veya fısk ile anılmak ne fena bir anılma, ne çirkin bir addır. Bundan dolayı bir mümin bunu ne kendine, ne de kardeşlerine uygun görmemelidir. Ve her kim şu yasaklanan şeyleri yapar da tevbe etmezse işte onlar zalimlerdir. İtaat yerine isyanı koyarak zulmetmiş, hem imandan sonra fısk adını takınarak ve kendini azaba layık kılıp nefsine yazık eylemiş kimselerdir. Nîsâburî Garâibü'l-Kur'ân'da der ki: Zira yasaklanan şeyde ısrar küfürdür, yasaklanan şeyi emredilmiş gibi saymaktır.

12- Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan kaçının, uzak bulunun; beslemekten, yahut onunla amel etmekten sakının. Çünkü zannın bazısı ağır günahtır.

İSM, sonunda üzerine ceza gerektiren günahtır. Çünkü zan, ihtimal üzere bir hüküm olduğundan bir kısmı hakka hiç isabet etmez, etmeyince de başkasının hakkına ait hususta o şekilde aleyhine hüküm bühtan ve iftirâ ve bundan dolayı bir vebal olur. Özellikle zannın kaynağı yalnız nefsi işler olduğu zaman hata daha büyük olur. Zannın bazısı günah ve vebal olunca da böyle bir vebal ve zarara düşmemek için tedbirli davranmak ve hangi çeşit zandan olduğunu düşünebilmek üzere onun bir çoğundan sakınmak gerekir. Yasaklanan çirkinliklerden bir çoğu da böyle zanlardan ortaya çıkar. Gerçi zannın hepsi günah ve vebal değildir. Allah'a ve müminlere güzel zan gibi vacip olan zan da vardır. Nitekim Nur Sûresi'nde: "Erkek ve kadın müminlerin bu iftirayı işittiklerinde kendi vicdanları ile iyi zanda bulunup da..." (Nur, 12) buyurulmuş ve Kudsi Hadis'te "Ben kulumun bana zannı yanındayımdır." diye rivayet olunmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Her biriniz ancak Allah'a iyi zanda bulunarak ölsün." ve: "İyi ve güzel zan imandandır." buyurulmuştur. Uygulamada kati olmayan hususlarda zanni delil ile amelin vacip olduğu yerler de vardır. Sonra geçime ait hususlarda olduğu gibi mübah olan zanlar da vardır. Lâkin zannın bir kısmı da haramdır. Yakîn vacip olan ilâhî hususlarda ve peygamberlik konusunda zan haram olduğu gibi Allah'a ve iyi kimselere karşı kötü zan da haramdır. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Allah Teâlâ müslümandan kanını ve ırzını ve kendisine kötü zanda bulunulmasını haram kılmıştır." İşte bu âyet de bu mânâda indirilmiştir. Ve hepsinin değil, bazı zannın günah olduğu açıkça ortaya konulmuştur. Burada mârife olarak denilmeyip de nekre olarak belirsiz şekilde buyurulmasının nüktesinde de Keşşâf gibi belagat ehli olan tefsirciler diyorlar ki: Bunun nekire gelmesi "bazılık" mânâsını ifade etmek ve zanların içinde meydana çıkarma ve belirleme olmaksızın genellikle sakınılması vacip olanlar bulunduğunu işaret etmek içindir ki, herkes hak ve batılı açık belirtileriyle seçmeden ve iyi araştırmadan ve düşünmeden zanna cür'et etmesin. Allah'tan korksun. Eğer nekre değil mârife getirilseydi zandan sakınma emri az bir zanna değil, çok olan zanna ait imiş ve sakınılması gereken zann çoklukla sıfatlanmış olan zann olup az olan zanna ruhsat varmış gibi kabul olunabilirdi. Sakınılması vacip olan zannı diğerinden ayıracak olan ayırıcı özelliğe gelince: Açıkta bir sebebi ve doğru bir işareti bulunmayan zan haramdır, kaçınmak gerekir. Bundan dolayı bilinmeyen bir adama iyi zan vacip olmasa bile kötü zan da caiz olmaz. Fakat fısk ve fücur ile tanınan kimselere kötü zan haram olmaz. Bununla beraber: Tecessüs de etmeyin, yani müminlerin eksikliklerini bulacağız, açık delil ve işaretler elde ederek zan ve yakîn meydana getireceğiz diye casus gibi inceden inceye yoklayıp araştırmayın da açık olanı tutun, Allah'ın örttüğünü örtün.

TECESSÜS, cess'ten tefe'uldür. Cess aslında hastalığı sağlığı anlamak için nabız yoklamaktır ki el ile yoklamak ve haber araştırmak mânâlarına gelir. Tecessüs de bundan tekellüftür ki dikkat ve gayretle araştırmak demektir. Nitekim casus da bu maddedendir. Bir Hadis-i Şerif'te şöyle rivayet edilmiştir: "Müslümanların eksiklerini ayıplarını araştırmayın. Zirâ her kim müslümanların ayıplarını araştırırsa Allah Teâlâ da onun ayıbını takip eder, nihayet onu evinin içinde de olsa rezil ve rüsvay eder." Rivayet edilir ki: Hz. Ömer (r.a.) Medine'de geceleyin karakol gezerdi, bir gece bir evde şarkı söyleyen bir adamın sesini işitti, duvardan aştı içeri girdi, baktı ki yanında bir kadın, bir de şarap var, ey Allah'ın düşmanı dedi: Sen günah işleyeceksin de Allah seni muhakkak örtecek mi sandın? Adam, sen de acele etme ey müminlerin emiri! dedi: Ben bir günah işledim ise sen üç konuda günah işledin: Allah Teâlâ "Eksikleri araştırmayın." buyurdu, sen gizliliği araştırdın, Allah Teâlâ "Evlere ön kapılarından giriniz." (Bakara, 2/189) buyurdu sen duvardan aştın, Allah Teâlâ "Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi fark ettirip ev halkına selam vermedikçe girmeyin." (Nûr, 24/27) buyurdu. Sen benim üzerime izinsiz girdin. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.), nasıl şimdi sizi affedersem, sizde hayır var mı? Yani sen de beni affeder, tevbe eder misin? dedi, o da evet, dedi, bu şekilde bıraktı, çıktı.

Ve bazınız bazınızı gıybet de etmesin.

GIYBET, bir kimsenin arkasından hoşlanmayacağı bir şey söylemektir. Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Bilir misiniz gıybet nedir?" "Allah ve Resulü daha iyi bilir" dediler. "Kardeşini, hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır." buyurdu. "Ya söylediğim kardeşimde varsa?" denildi. "Eğer söylediğin onda varsa gıybet etmiş olursun ve eğer onda yoksa o vakit ona iftira etmiş olursun." buyurdu ki bu, Müslim, Ebu Davûd, Tirmizî, Nesaî ve diğerlerinde geçmiştir. Demek ki bundan önceki âyette yüzüne karşı ayıplamak yasaklandığı gibi burada da gıybet yasaklanmıştır. Birgivî Tarikat-ı Muhammediye'de bu hadisi naklettikten sonra der ki; gıybet, din ve dünya ayıplarının anılmasını içine alır. Fakat bizim alimlerimize göre karşıdakinin tanıması ve sövme yoluyla olması da şarttır. Kadıhan Fetâvâ'sında "Bir adam, kardeşinin günah ve kusurlarını ona özen gösterdiği için söylerse o gıybet olmaz. Gıybet ancak öfke şekliyle sövme kastedilerek anmaktır diye zikredilmiştir. Bundan dolayı kötülüğü gidermek için veya fetva almak için veya şerrinden korunmak için yahut 'topal" demek gibi tarif için olursa gıybet olmaz. Bunun gibi, işlediği fıskı, zulmü açıklayan bir kimse olur da onun fıskını, zulmünü anarsa yine gıybet olmaz. Lâkin başka bir ayıbını zikrederse gıybet olur. İbnü Şeyh, Enes (r.a.)'den: Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: "Her kim haya örtüsünü atarsa, artık onun gıybeti yoktur." İbnü Ebi'd-Dünya Behz b. Hakim'den, o, babasından, o da dedesinden nakleder: Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: "Fâcir kimseyi insanlar tanırken anmaktan korkacak mısınız? Onu onda olan ile anın ki, insanlar sakınsınlar." Gazâlî sövmeyi, daha çok daraltmıştır. Sonra gıybet üç çeşittir. Birincisi, gıybet edip de, ben gıybet etmiyorum, onda olanı söylüyorum, demektir. Bu, fakih Ebulleys'in Tenbih'te dediği gibi kesin olan haramı, helal saymak olduğu için küfürdür. İkincisi gıybet edip gıybeti, gıybet edilen kimseye ulaşmaktır, bu günahtır, helalleşmedikçe tevbe de tamam olmaz, çünkü eziyet etmiş, kul hakkı oluşmuştur. İbnü Ebiddünya ve Taberânî'nin Câbir'den rivayet ettikleri şu hadisin mânâsı da budur: "Gıybet, zinadan daha kötüdür." buyurulmuş; nasıl olur? denilmiş, Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: Adam zina eder sonra tevbe eder. Allah mağfiret buyurur, gıybet eden ise gıybet edilen affetmedikçe, mağfiret olunmaz. Üçüncüsü, gıybet edilene ulaşmaz. Bu hem kendisine ve hem gıybet ettiği kimseye istiğfar ederek tevbe etmekle affolunabilir. Bazıları mutlaka helalleşmeye muhtaçtır demişler, bazıları da mutlaka tevbe ve istiğfar yeterlidir, demişlerdir...

Hiç biriniz kardeşinin ölü olarak etini yemesini sever mi? Gıybetin tabiî olarak, aklen ve şer'an kötülüğünü ve çirkinliğini tasvirdir. Gıybet edilen, kimse orada bulunmayıp söylenen sözü bilmemesi ve o anda savunacak durumda olmaması dolayısıyla bir ölü, hem de kardeş olan bir ölü ve o vaziyette onun kötülüğünü söyleyerek gıybet ile şerefine saldırmak bir ölünün etlerini parçalayıp yemek ve özellikle o saldıranın zannınca da fena ve bundan dolayı kurtlu bir leş halinde bulunan bu etleri hırs ve iştah ile seve seve yemek şeklinde bir canavarlık olmak üzere tasvir buyuruluyor ki ifadedeki bir kaç kez yapılan mübalağalar da dikkatten kaçmayacak kadar, açıktır. Bir taraftan takrire, bir taraftan da inkara ihtimali olan soru, son derece iğrenç bir şeye sevgi ile alaka, fiili genelleme ile bir'e dayama, hem yalnız insan eti ile değil, kardeş eti yemekle, hem de sağ değil, ölü leş halinde yemekle temsil ediliyor. Ve insanın namus ve haysiyetinin eti ve kanı gibi ve belki daha önemli olduğuna işaret ediliyor. Demek ki gıybet, böyle sefil bir canavarlık, gıybet eden öyle alçak bir canavar derecesindedir. İşte gıybetin tarifinde Hanefi ulemâsının gösterdikleri öfke ve sövme yoluyla olması kaydı da, bu temsilin mânâsından açıkça anlaşılmaktadır. Çünkü etini yemek duygusu düşmanlık ve öfke neticesidir. Keşşaf sahibi gibi Ebu's-Suud ve bazıları soruyu takrirî gibi göstermiş bulunuyorlar. Buna göre mânâ şu olur: Biriniz kardeşinin ölü olarak etini yemeyi sevecek öyle mi? Fakat biz Fahrü'r-Razî'nin dediği gibi inkârî olmasında ısrar etmek istiyoruz. O'nun için şu mânâyı gösteriyoruz: Hiç biriniz kardeşinin ölü olarak etini yemeyi sever mi? Elbette sevmez değil mi? Demek ki ondan, o eti yemekten tiksindiniz çünkü insan fıtratı bundan tiksinmeyi gerektirir. Öyle ise yapmayın ve Allah'tan korunun. Burada atıf vâvı, bir mâtûfu aleyhin hazfine delalet eder. "Öyle yapmayın, Allah'tan korunun." demektir. Yani madem ki, onu yemekten tiksindiniz o halde gıybet etmeyin de Allah'ın kaçınmayı emrettiğinden sakınarak ve yaptıklarınızdan pişmanlıkla tevbe ederek korumasına girin korunun. Çünkü Allah Rahîm ve Tevvâb'tır, tevbeyi kabulde ve rahmetini bereketlendirmede çok belağat sahibidir.

TEVVÂB, ism-i şerifi, tevbesi pek çok mânâsına mübalağalı ism-i fail olup delalet ettiği mübalağada üç özellik vardır.

1- Kendisine tevbe eden ve yönelen kulları çok demektir.

2- Öyle çok tevbe kabul eder ki, tevbe ile her günahı affedebilir. Hiç bir günahkârın tevbe ile affolunamayacak bir günahı düşünülemez. Çünkü en büyük günah şirktir. Tevbe ve iman ile Allah onu da affeder. "Kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz." (Nisâ, 4/48) ifadesi tevbe etmeyenler hakkındadır.

3- Tevbeyi kabulde çok fasih'tir. Öyle ki tevbe eden bir günahkârı hiç günah yapmamış gibi edip, rahmetiyle mutlu kılar. Böyle tevbeyi kabul, rahmetinin eseri olduğu gibi gıybetten, kötü zandan kötü ahlaktan yasaklaması da rahmetinin eseridir. Rivayet olunur ki Selmân-i Fârisî sahabeden iki kimseye hizmet eder, yemeklerini yapardı, bir gün işinden uyuya kalmıştı, bunun üzerine bir katık istemek için onu Peygamber'e gönderdiler, peygamberin yemeğine de Üsâme bakıyordu, yanımda bir şey yok dedi, Selman da gidip haber verdi. O iki zat aralarında Selman hakkında "Biz onu taşkın bir kuyuya göndersek suyu çekilir." demişlerdi. Sonra bu iki zat Resulullah'ın huzuruna vardıklarında Resulullah "Niye ben sizin ağızlarınızda et yeşilliği görüyorum?" buyurdu, et yemedik dediler, "Her halde siz gıybet etmişsiniz." buyurdu ki bu âyet inmişti.

Bu şekilde müminlerin kardeşliği ve ahlakın en güzeli ile temizlenmeleri yerleştirildikten sonra hitap bütün insanlara duyurularak buyuruluyor ki:

13- Ey insanlar haberiniz olsun ki biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Âdem ile Havva'dan veya her birinizi bir ana ile bir babadan yarattık, yani bu yönden hepiniz eşitsiniz, birbirinize karşı övünmeye veya şu kavim, bu kavim diye aşağılamaya hak yoktur. Bu sebeple bir insanlık kardeşliği vardır ki o bile öyle alay etmeye ve birbirinin etini yercesine gıybete mani olmak gerekir. Ve sizi milletler ve kabileler yaptık ki tanışasınız, yani soylarınız, atalarınızla iftihar için değil birbirinizi soyu sopu ile tanıyarak ona göre yardımlaşmanız içindir.

ŞUÛB: Şa'bın çoğulu; KABÂİL: Kabilenin çoğuludur. Araplar, topluluk taksimini insan bedeninin yaratılışını esas alarak yapmışlardır. Şöyle ki: İnsanın kafatasını meydana getiren kemiklerden herbirine kabile ve hepsine kabâil denir ve bu baş kemiklerinin birbirine kavuşup bitiştiği eke de şa'b denilir. Bir babanın sulbünden dallanan çok bir topluluğa bundan alınmış olarak kabile denildiği gibi çeşitli kabileleri toplayan ve hepsi bir asla mensup olan büyük cemiyete de re's veya şa'b denilir. Bu şekilde bir asla mensup olan toplumların hepsinin başı ve büyüğü olan toplum şa'b'dır ki, kabileleri içinde bulundurur. Kabile amareleri içinde bulundurur ki sadır, yani göğüs derecesindedir. Amâre batınları içinde bulundurur ki, Türkçe'de göbek deyimine benzer. Batın fahızları içine alır, fahızlar de fasileleri içine alır, toplamı altı tabaka eder. Bazıları fasileden sonra yedinci olarak aşireti saymışlardır. Mesela: Huzeyme bir şa'b, Kinâne bir kabile, Kureyş bir amâre, Arab batınlarına, şuûbun da Acem yani Arab'ın dışındaki kavim batınlarına işaret olduğunu söylemişlerdir. Netice olarak bir erkekle bir dişiden yaratılıp da şuûb ve kabilelere ayırış, daralıp daralıp dağılmak ve döğüşmek söğüşmek için değil, tanışıp yardımlaşarak sevişmek ve güzel ahlakları tatbik ederek daha büyük daha güzel toplumlar meydana getirip korunmak içindir. Zira muhakkak ki Allah indinde en itibarlınız, en takvalınızdır, nefislerin olgunlaşmasının ve şahısların mertebe ve derecelerinin bütün medarı takvadır. Şu veya bu kimsenin nesebinden veya filan kavmin soyundan olmak değildir. "Sûra üfürülünce artık aralarında neseb yoktur." (Müminûn, 23/101) Allah yanında yüksek derecelere ulaşmak isteyenler takvaya sarılmalıdırlar.

ETKÂ, takvadan ism-i tafdil'dir. Yukarılarda da geçtiği üzere takva lügatte vikâyedendir. Vikâye gayet iyi korunup sıkınmaktır. Aslı, vakyadır harfi tüklân ve tücâh gibi harfine, harfi de bakvâ gibi harfine kalbedilmiştir ki nefsi korkulacak şeylerden muhafazaya koyup korumak, diğer bir ifade ile sipere girip korunmak demektir. Lügatta hakikati budur. Sonra bazan korkuya takva, takvaya korku tabir edilir. Şeriatte iki mânâda kullanılır: Birisi geniş olan âmm mânâsınadır ki sonunda ahirette zararlı olandan sakınıp korunmak demektir. Bunun fazlayı ve eksiği kabul eden geniş bir sahası vardır ki, en aşağısı cehennemde ebedi kalmayı neticelendiren şirkten sakınmaktır. En yükseği de sırrını haktan alıkoyabilecek her husustan temiz tutarak bütün varlığı ile hakka dönüştür. Bütün manasıyla Allah'ın korumasına girmektir ki,

"Allah'tan hakkıyla korununuz." (Âl-i İmrân "/102) âyetinde kastedilen hakiki takva budur. Bir de şeriatte bilinen özel mânâsı vardır ki, mutlak olarak takva denildiği ve karine bulunmadığı zaman maksat bu olur; nefsi günaha layık kılacak gerek fiil ve gerek terk, herhangi bir günahtan korumaktar. "Ufak tefek kusur dışında onlar, büyük günahlardan ve hayırsızlıktan kaçınırlar." (Necm, 53/32) âyeti gereğince bunda büyük günahlardan kaçınmak ittifakla gereklidir. Küçük günahlar hakkında söz edilmiştir. Tirmizî ve diğerlerinin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte: "Kul zarar olan şeyden sakınmak için kendisinde zarar olmayan şeyi terk etmedikçe muttakilerden olmaz." buyurulmuş olması sebebiyle haram şüphesi olan helallerden, yani tahrimen mekruh olanlardan da kaçınmak gerekir. Ragıb der ki: Şeriatın tarifinde takva: nefsi günahtan korumaktır, bu ise haramı terk ile olur, bu da işlenmesi mübah olan şeyleri terk ile tamamlanır. Çünkü rivayet olunan "Helal belli, haram da bellidir, aralarında şüpheli şeyler vardır..." hadisi gereğince koru'nun kenarında otlayan içine düşebilir. Buhârî, Müslüm ve diğerlerinde rivayet olunduğuna göre Resulullah (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Helâl, belli haram da bellidir, yane şeran açıklanmıştır." Fakat bu ikisi arasında, her ikisine de benzeyebilen şüpheli şeyler vardır ki, insanların çoğu onları bilmez, bundan dolayı şüpheli şeylerden korunan kimse dinini ve ırzını temiz tutmuş olur. Şüpheli şeylere düşen ise harama düşer, nitekim koru kenarında (koyun) güden çobanın koruya düşmesi pek mümkündür. Haberiniz olsun ki her padişahın bir korusu vardır. Allah'ın korusu da yasak kıldığı şeylerdir. Haberiniz olsun ki cesette bir et parçası vardır, o iyi olursa cesedin hepsi iyi olur. O bozuk olursa cesedin hepsi bozuk olur. Biliniz ki o kalptir. Birgivî bu hadisi naklettikten sonra der ki: sözlük mânâsı, şeriata mümkün olduğu kadar geçerlidir. Aşırı korunma mânâsı ise küçük günahlardan ve şüpheli şeylerden bile korunmayı gerektirir. Fakat bu zamanda şüpheli şeylerin hepsinden korunmak mümkün değildir. Onun için harama yakın olan şüphelerden başkası hariç olur. İbadet ve itaat, güç yetirilebilen miktar ve ölçüdedir. O halde takvanın meydana gelmesinde herbir haramdan, bir de harama yakın bir kerahatle mekruh olanlardan kaçınmak gereği ortaya çıkmış olur... Bu açıklamada takvanın yukarılarda zikredilmiş olan üç derecesine de işaret edilmiş oldu, bunlar gösteriyor ki, takvalı olabilmek için korunulması gereken günahları, tehlikeleri bilmek gerekecek; ilim olmadan takva olamayacaktır. Bu ise "Kulları içinden ancak alimler Allah'tan (gereğince) korkar." (Fâtır, 35/28) âyetine işaret olur. Bundan dolayı takva gereği olan korku ve korunma ile tefsir edilecek olursa, en takvalı demek, Allah'tan en çok korkan mânâsını da ifade eder. Bu şekilde bu âyet, yani bu âyette işbu "Allah nezdinde en şerefliniz, Allah'tan en çok korkanınızdır." düsturunun bu sûrenin, bir gayesi olarak düşünülmesi gerekecektir. Başta "Allah'tan korkunuz" ve "İşte bu kimseler Allah'ın, kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir." (Hucurat, 49/3) buyurulması da bunu anlatır. Bir hadis-i şerifte buyurulmuştur ki; "Her kimi insanların en şereflisi olmak sevindirirse, Allah'a takvalı olsun." Diğer bir hadis-i şerifte de Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Ey insanlar! İnsanlar iki kişiden ibarettir: Biri mümin, muttakî, Allah yanında şerefli; biri de fâcir, kötü, Allah yanında değersiz." İbnü Abbas'tan da şöyle rivayet olunmuştur: Dünyanın şerefi zenginlik, âhiretin şerefi takvadır. Şüphe yok ki Allah, herşeyi bilir ve herşeyden haberdardır, sizi ve her yaptığınızı bilir ve hallerinizin iç yüzünden de haberdardır. "Hanginizin daha muttakî olduğunu o bilir."

14- Şimdi müslüman olup da henüz imanın bu yüksek zevkine erecek kadar terbiye almamış olanlara bu temizliği vermek ve hakka özen ile talim ve terbiye esnasında ayıplama ve gıybet hükmü cari olmayacağını anlatmak üzere buyuruluyor ki: O a'rabiler inandık, dediler. Medine civarında Beni Esed İbn-i Huzeyme kabilesi ganimet hevesiyle müslümanlığa girmişlerdi, rivayet olunduğuna göre bir kıtlık senesi Medine'ye gelmişler ve iki kelime-i şehadeti söylemişlerdi. Peygamber'e karşı: "Biz filan oğulları ve filan oğulları gibi sana savaş açmadık, ağırlık ve ailelerimizle geldik." diyorlar, sadaka gözetiyorlardı ve yaptıklarını peygambere bağışlatmak istiyorlardı, bu indi. De ki: Siz iman etmediniz. Çünkü iman, yalnız dil ile ikrardan ibaret değil, yürekten sevgi ile güven ve inançla kesin bir şekilde tasdik olması gerekir. Bu ise anlatılacağı üzere henüz ortaya çıkmadı, yoksa müslüman olduk diye peygamberi minnettar etmeye kalkışılmazdı. Ve fakat henüz iman kalplerinize girmemiş olduğu halde İslâm'a geldik, deyin, yani müslümanlığa karar verdik, sulha girdik deyin, böyle derseniz yalan söylememiş olursunuz. Çünkü harbin zıddı olan sulha girmek ve bağlanmak mânâsına İslâm, savaşı terkedip de görünüşte karar vermekle oluşabilir. Halbuki kalpte sağlam tasdik olmadan iman ettik demek yalan olur. Burada sözün gelişi "iman ettik", demeyin ve fakat "İslâm olduk" deyin, veya "siz iman etmediniz ve fakat İslâm'a girdiniz" denilmektir. Fakat birincisi imanı söylemekten açıkça yasaklama şeklinde olacağı, ikincisi de Şer'an itibarının şartı olan iman, istenildiği halde İslâmlarına kesin karar ifade edeceği için bunlardan sakınmak üzere nazmın üslubu bu nazik şekle dökülmüştür. Fahreddin Razî burada "Mümin ile müslim ehl-i sünnete göre birdir. Nasıl olup da burada bu fark anlaşılabiliyor?" diye sorarak buna şöyle bir cevap verir: "Genel ile özel'in farkı vardır. İman ancak kalp ile olur. Bazan onunla beraber lisan ile olur. İslâm ise daha geneldir, fakat özel şeklinde genel ile özel birleşmiş olur." Ragıb da Müfredat'ında şöyle der: "İslâm şeriatta iki kısımdır. Birisi imanın altındadır ki bu dil ile ikrardır. Bununla kan korunmuş olunur. Beraberinde itikat gerek olsun gerek olmasın " O A'râbiler inandık, dediler, de ki: Siz iman etdiniz fakat İslâm'a geldik, deyin." âyetinde bu mânâ kastedilmiştir. Birisi de imanın üstündedir ki bunda dil ile ifade ile beraber hem kalben iman, hem vefa hem de Allah Teâlâ'ya bütün kaza ve kaderinde teslimiyet vardır. Nitekim İbrahim (a.s.) hakkında "Rabbi ona: "İslâm ol" dediği anda, "Âlemlerin Rabbına teslim oldum." dedi. (Bakara, 2/131) buyurulması böyledir. Bunun gibi "Allah nezdinde hak din ancak İslâm'dır." (Âl-i İmran, 3/19) âyeti ve "Beni müslüman olarak öldür." (Yusuf 12/101) âyeti de bu mânâyadır. Beni rızana teslim olan kullarından eyle, demektir. Şeytanın bağlamasından güvenli kıl mânâsına olması da caizdir. İmam-ı Azam'a nisbet edilen Fıkh-ı Ekber'de de şöyle denilmiştir: İman, ikrar ve tasdiktir, İslâm Allah Teâlâ'nın emirlerine teslim olmak ve bağlanmaktır. Bundan dolayı iman ile islâm arasında lügat yönünden fark vardır. Fakat şer'î hükümde İslâm'sız iman, imansız İslâm olmaz. Bu ikisi zahir ile batın, yüz ile astar gibidir. Din de iman ve İslâm ve şeriatın hepsine birden konulan isimdir... Demek olur ki yukarılarda "Allah nezdinde hak din ancak İslâm'dır." (Âl-i İmran, 3/19) âyetinde ve daha bazı yerlerde geçtiği üzere İslâm kelimesi sözlükte asıl maddesi olan barış ve güven hemzesinin duhul ve müteaddi hale koyma ve diğer mânâlarına göre barış ve karşılıklı anlaşmaya girmek veya koymak, güvenliğe çıkarmak, kurtulmak veya kurtarmak; ihlas ve teslimiyet ve bağlanmak gibi birkaç mânâya gelebildiğinden İslâm ve iman kavramlarında sözlük bakımından çeşitli farklar bulunduğundan şeriat daha çok bunların ikisinin birlikte toplanmasına ve gerçekleşmesine itibar etmiş olmakla beraber sözlük anlamlarını da az çok gözden uzaklaştırmamış bulunmasından dolayı şer'i kullanılışta, üç mânâ meydana gelmiş olur.

Birincisi: Biri diğerinin şartı olmak, biri açık, biri gizli olma bakımından asıl bulunmak gibi bir anlam farkıyla beraber gerçek olarak meydana gelmesinde eşit, şeref ve haysiyette birbirine gerekli olmalarıdır. Meselâ imanda islâmın hem bâtında ihlas kavramı, hem zahirde teslim kavramı şart olduğu gibi islâmda da iman, hakkında delil getirilen bir şey olmak üzere şarttır. Bundan dolayıdır ki Nisâ Sûresi'nde: "Size selam veya sulh veren kimseye mümin değilsin, demeyin." (Nisâ, 4/94) buyurulmuş ve bu sebeble mümin ve müslim gerçekte bir sayılmıştır. Buna bilinen mânâsıyla İslâm demek uygun olur.

İkincisi: İslâm imandan daha genel ve onun bir başlangıcı olmak üzere imanın altında bir ikrar ve iman, İslâm'ın bir gayesi olmak üzere üstünde delil gösterilen bir şey ifade etmesidir ki bu âyet bu mânâ üzere gelmiş ve Râzî yalnız bu farkı kaydetmiştir. Bunu gerçek samimi müslümanlık karşılığında resmî müslümanlık diye de ifade edebiliriz. Bu henüz müslümanlık değil, müslümanlığa bir giriştir. Burada ihtar olunuşu da özellikle bu incelik içindir. Ve onun için "fakat siz islâm oldunuz." diye tasdik buyurulmamış "İslâm olduk, deyiniz" diye sözlük açısından ihtar yapılmıştır, bir de "Sâdikûne" karşılık olarak ifade edilmiştir.

Üçüncüsü: İmandan daha özel ve onun bir kemali, bir gayesi olmak üzere üstünde olan İslâm'dır ki "Bilakis, iyilerden olarak kim yüzünü Allah'a döndürürse." (Bakara, 2/112) buyurulduğu üzere ihsan mertebesini dahi kendisinde bulunduran ve "Allah nezdinde din ancak İslâm'dır" (Âl-i İmran, 3/19) gerçeğinin ifade ettiği ve "Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstün olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır." hitabıyla da burada işaret ve teşvik buyurulan mânâdır. Bu mânâya götürmek üzere buyuruluyor ki: Ve Allah'a ve Resulüne itaat ederseniz, yani açıktan şehadet ile ikrar edildiği gibi kalben de samimiyetle imana yükselip olgun mümin, dosdoğru müslüman olmak üzere gereğince amel ederek Allah ve Resulünün emirlerini seve seve yerine getirirseniz Allah size amellerinizden hiçbirini eksik olarak ödemez, değerinden eksik ecir ile karşılamaz. Çünkü Allah Gafur'dur, itaat edenlerin kusurunu bağışlar, Rahim'dir, rahmetinden ihsanı ile ecir verir.

15-Mümin nasıl olur, denilirse: müminler ancak o kimselerdir ki Allah ve Resulüne iman etmişlerdir, yani dilleriyle ikrar verdikleri gibi kalpleriyle de sağlam inanmışlardır. Sonra da işkillenmemiş, şüpheye düşmemişlerdir. Demek ki iman etmek için önce kalpten şüpheyi atmak şart olduğu gibi ileride devamı için şüpheden uzak olmak da şarttır. Onlar sonradan da şüpheye düşmemişlerdir. Mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad etmektedirler, yani Allah'a itaat yolunda her türlü zahmet ve sıkıntıya göğüs germektedirler; mallar ve canlar ile cihad, mâli ve bedenî her türlü ibadeti içine alır. Ve işte onlar Sadıklar'dır, iman davasında sadık, verdikleri ikrara kalpleriyle ve fiilleriyle içten bağlılık göstermiş samimi müslümanlardır. De ki: Allah'a dininizi öğretiyor musunuz? Yani, Allah'a diyanetinizi, dindarlığınızı haber verip bildirmek mi istiyorsunuz ki biz iman ettik diyorsunuz.

16-Halbuki: Allah göklerde olanları da bilir, yerde olanları da. Allah her şeyi hakkıyla bilendir. Bu âyet o A'rabileri kınamaktadır.

17- Müslüman olduklarını sana karşı başa kakıyorlar, sana bir minnmet sayıyorlar, başına kakıyorlar, seni minnettar etmek istiyorlar.

MİNNET, o nimettir ki onu veren verdiği kimseden hiç bir sevap istemez, yalnız onun ihtiyacını kesmek ister ki bu ebedi şükre değer bir nimet olur. Veren hiçbir karşılık beklemediği ve hiç bir şey yapmamış gibi kesip attığı için alan kimse ebediyyen minnettar kalır. Öyle nimet cana minnet kesilir. İşte fiilen böyle bir nimet ile minnettar etmeye başa kakma denildiği gibi onu hesaba alıp söylemeye, yani başa kakmaya da mennetmek, minnet saymak denilir. İkisi de kesmek mânâsına 'den alınmıştır. İn'âm fiili ihtiyacı keser, söylemek de nimeti keser ve şükrün kesilmesini gerektirir. Fakat, Ragıb, bu menn ve minnetin ağırlık ölçülerinden olan batman mânâsına 'den alınmış olduğuna inanmış olarak der ki: minnet ağır nimet demektir. Ve bu iki şekilde söylenir, birisi fiil ile olur. Filan filana menn etti denir ki, nimet ile ağırlaştırdı, yani çok nimet verdi demektir. "Allah müminlere büyük lütuf vermiştir." (Âl-i İmran, 3/164) "Allah size lütfetti." (Nisâ, 4/94), "Andolsun Musa'ya da nimetler verdik." (Saffat, 37/114), "Allah nimetini... dilediğine lütfeder." (İbrahim, 14/11), "İstiyorduk ki... onlara lütufta bulunalım" (Kasas, 28/5) hep bu mânâyadır. Hakikatte bu ancak Allah Teâlâ'dan olur. İkincisi de ancak söz ile olur, o ağırlık laf ile verilir ki insanlar arasında bu çirkin sayılır. Ancak nimeti inkâr mealinde de olursa başka ve bu çirkin olduğu için "Minnet iyiliği yıkar." denilmiştir. Küfran halinde söylenmesi iyi düşeceğinden dolayı da "Nimet nankörlükle karşılanınca minnet güzelleşir." denilmiştir. "Onlar İslâm'a girdiklerini sana karşı başa kakıyorlar." âyet-i kerimesinde onlardan olan minnet söz ile Allah'tan onlara olan minnet de fiil iledir ki onlara hidayettir, onları doğru yola eriştirmedir. Ragıb'ın bu son sözü dikkate değerdir. Burada Allah Teâlâ'nın onlara menni hidayet nimetine karşı, küfran halinde güzel olan sözle ihtar mânâsında olmalıdır. Çünkü fiil ile minnet ve hidayette sakındırma mânâsı yoktur. Halbuki bu ilâhî minnet yasaklamadan sonra bir sakındıma mânâsındadır. De ki: İslâm'ınızı bana minnet saymayın, benim başıma kakmayın belki Allah size minnet eder, yani başa kakmak sizin hakkınız değil, aksine Allah'ın hakkıdır. Siz müslüman olduk diye başa kakarsanız doğrusu Allah size minnetinin ağırlığını yükletir, nimetini başınıza kakar. Çünkü sizi imana hidayet buyurmuştur eğer sadık iseniz, yani "biz iman ettik" demekte doğru iseniz, dediğiniz gibi gerçekten mümin, doğru müslüman iseniz, iman çok büyük bir nimet, buna hidayet Allah'tan bir minnet olduğu için siz buna şükretmeyip de onu peygamberin başına kakarsanız Allah Teâlâ bu hidayete karşı küfrünüzden dolayı sizin başınıza kakar, azarlayıcı hitabının ağırlığı altında ezer, nimetini keser.

18- Haberiniz olsun ki Allah göklerin ve yerin gaybını bilir, bundan dolayı sizin içinizi, dışınızı bilir. Müslümanlığınızda doğru olup olmadığınızı kalplerinizde iman ve doğruluk bulunup bulunmadığını niyetlerinizden neler geçirdiğinizi tamamen bildiği gibi alemde, göklerde ve yerde neler olacağını ve sizlerin nelerle karşılaşacağınızı da bilir. Ve Allah bütün amellerinzi görür, her ne yaparsanız görür, hiç birini kaçırmaz. Bundan dolayı siz de içinizi dışınızı düzelterek ona göre korunup ona göre çalışınız.






KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)


50-KAF:

Bu sûre ile Sûresi'nin başlayışında fazla bir benzeyiş vardır. İlk önce, ikisi de birer harf ve Kur'ân'a yemin ve ile başlıyor. Kâfirlerin şaşkınlıklarından bahsediyor. O sûrenin baş tarafında "Bu öğüt dolu Kur'ân'a and olsun." (Sâd, 38/1) sonunda "O (Kur'ân) bütün alemler için bir öğüttür." (Sâd, 38/87). Bu sûrenin başında "Bu şerefli Kur'ân'a andolsun." sonunda "Benim tehdidimden korkanlara bu âyet ile öğüt ver." (Kaf, 50/45) buyuruluyor. Onda imanın şartlarından ilk esas olan tevhide, bunda ölümden sonra dirilmeye ve haşre dikkat çekilmiştir. Yazılışta harf, okunuşta kaf isim şeklindedir. Açıkça anlaşılan harfin ismi, bundan da bu sûrenin ismidir. Bu vesile ile Kaf dağından da bahsedilmiş. İşaret ile veya açıkça emr-i hazır olması ihtimali de söylenmiştir. Doğrusu diğerleri gibi bu da müteşâbih âyetlerdendir. Yorumunu Allah bilir. Fahreddin Razi burada önce şu hususlara dikkat çekmiştir: Yukarılarda anlatmıştık ki böyle sûrelerin başındaki harfler, okunacak Kur'ân'ı iyi dinletmek için dinleyicinin dikkatini uyandırmak üzere verilen uyarılardır. Yine anlatmıştık ki ibadetin kalb ile olanı, dil ile olanı ve vücudun dış organları ile olanı vardır. Organ ile olanlar içinde mânâsına akıl eren de var, mânâsı akıl ile bilinmeyip sırf ibadetle ilgili olan da vardır. Nitekim hacda şeytanları taşlamak, sa'y ve benzeri diğer bazı ibadetler böyledir. Kalple ilgili inançlar içinde Allah'ın birliğini ispatlama ilmi, ve insanların mahşerde toplanmalarının mümkün olması, Allah'ın sıfatı ve peygamberlerin doğruluğu gibi hem aklın delil ile bildiği kısım vardır, hem de kıldan ince kılıçtan keskin sırat ve amelleri tartacak mizan gibi şeriatla ilgili olmadıkça kesinlikle kabul etmek ve doğrulamak mümkün olmayan kısım vardır. Şu halde dil ile yapılan ibadet olan zikirlerde de böyle olması gerekir. Bunların da Kur'an'ın çoğu gibi hem mânâsına akıl eren kısmı vardır. Hem de bu heceleme harfleri gibi mânâsını aklın kavrayamayacağı veya anlamadığı kısım vardır. Çünkü onu okumaktan maksat, yalnız emre boyun eğmektir. Yoksa konuşmada, alışıldığı üzere bir hüküm veya hoş bir hikaye veyahut "Ey Rabbimiz! Bizi bağışla ve bize merhamet et!" gibi güzel bir maksadı ifade etmek değildir. Bilakis sırf söylemek sadece ibadet olur. Bunu şu husus da destekler: Bu harflere yemin edilmiş bulunuyor. Kendileriyle yemin edilmiş durumdadırlar. Halbuki Allah Teâlâ'nın incir ve zeytine yemin etmesi onlara şeref vermek olduğu gibi, (Allah'ı) tanımanın delili, ve ta'rifin aleti olan şerefli sözün aslı olan harflere yemin etmesi de onların ayrıca bir şerefe sahip olduklarını öncelikle ifade eder. Şimdi bu noktada şunları düşünmek gerekir:

1- Allah Teâlâ'dan yemin ya gibi bir şeye veya gibi bir harf ile de olmuştur. Veyahut "Göğe ve gece ortaya çıkana yemin olsun." (Târık, 86/1). "Kuşluk vaktine, kararıp ıssızlaşan geceye yemin olsun ki" (Duhâ, 1-2) gibi iki şeye ve gibi iki harfe, veyahut "okuyanlara", "sevk edenlere", "saf bağlayıp duranlara" gibi üç şeye ve gibi üç harfe, veyahut (Zâriyât Sûresi'nde) (Burüc Sûresi'nde) (Tin Sûresi'nde) olduğu gibi dört şeye ve gibi dört harfe veyahut 'da da da de olduğu gibi beş şeye ve ve gibi beş harfe olmuştur. Beş şeyden fazla yemin yalnız bir sûrede vardır ki o da Şems Sûresi'ndedir. Beş harften fazlaya hiç yemin yapılmamıştır. Çünkü asıl harfleri beşten fazla kelime ağır sayılmıştır. Mânâ için birleştirilmesinde ağır görülüp kabul edilmeyince mânâsı bilinemeyecek veya mânâsı olmadığı zaman daha da ağır gelmesi gerekir.

2- Bilinen şeylere yeminde, yemin edatı olan zikredilmiş denilmiş. Fakat harflere yeminde yemin edatı zikredilmemiştir. Mesela denilmemiştir. Çünkü yemin, harflerin kendilerine olunca harfin, harfe alet yerinde getirilmesi eşitliği bozardı.

3- Allah Teâlâ, gibi eşyaya yemin etmiş, onların asılları olan zerrelerine ve basit maddelerine yemin etmemiştir. Fakat harflere, onları birleştirmeden yemin etmiştir, çünkü eşyanın birleşiminde maddesi en güzel bir şekilde bulunur. Fakat harfler, birleştirilince yemin sözcüklerine değil, gök ve yer gibi mânâlarına ait olmuş olur. Mânâsız terkibe göre ise tek harf daha değerli olur. Onun için harflerin yalnız müfredatına yemin edilmiştir.

4- Bakara Sûresi'nde geçtiği üzere harflere yemin, yirmi sekiz sûrededir. Sayıları harflerin yarısı kadar olan, şeylere yemin ise ki 'den başka sûrelerdedir, ondört sûrededir. Çünkü harflerden başka şeylere yemin sûrelerin baş tarafında da vardır, ortasında da vardır. Mesela "O aya ve döndüğü an o geceye andolsun." (Müddessir, 74/32-33) gibi. Harflere olan yemin ise ancak sûrelerin baş tarafındadır. Ve orada güzel olmuştur. Çünkü anlaşılan arasında, anlaşılmayan güzel olmazdı. Onun için sûre başlarında eşyalara yemin, harflere yeminin yarısı kadardır.

5- Harflere yemin, Kur'ân'ın iki yarısının ikisinde de hatta yedi kısmında da vardır. Sayılı eşyalara yemin ise yalnız son yarısında, hatta 'den başkası son kısımdadır. Zira çoğunlukla harflere yeminden sonra Kur'ân ve kitab veya tenzil zikredilmiş "Yâsin, hikmet dolu Kur'ân hakkı için" (Yasin, 36/1-2), "Elif, Lâm, Mîm. O kitap" (Bakara, 2/1-2), "Elif, Lâm, Mîm, Bu Kitabın indirilmesi..." (Secde, 32/1-2) buyurulmuştur. İşte Kur'ân'ın hepsi harflerle ifade edilen bir mucize olduğundan onlar her kısımda bulunmuş olup, sayılı şeylere yemin ise böyle değildir.

Bundan sonra Razî "Kaf"a ait konulardan olmak üzere şunu da ilâve eder: Kaf yeryüzünü kuşatan bir dağdır ki göğün etrafı onun üzerindedir denilmiş, bu görüş, birkaç yönden zayıftır:

1- Okunuşu vakf üzeredir. Halbuki dağ ismi olsaydı yemin edilmiş olmakla vasılda vakıf caiz olmazdı.

2- gibi yemin harf ile söylenmesi gerekirdi. Çünkü yemin edatının atıldığı yerlerde kendisi ile yemin edilen "Allah'a yemin ederim ki mutlaka yapacağım." gibi yemine layık olarak (yemin edatını) söylemeye bir ipucu olur, denmez.

3- Öyle olsa yazılırdı "Kuluna yetmez mi?" (Zümer, 39/36), "Akan bir pınar vardır." (Gaşiye, 88/12) türünden olurdu. Halbuki bütün mushaflarda harf yazılmıştır.

4. Bunda açıkça anlaşılan harf olmasıdır. Gerçi onun İbnü Abbas'tan nakledilmiş olduğu da söylenmiştir. Fakat İbnü Abbas'tan rivayet edilen, 'ın bir dağ ismi olmasıdır. Fakat burada bu 'tan maksadın o dağ olduğu kesin değildir.

Demek ki Razî aslında "Kâf" dağı diye söylenegelen rivayeti inkâr etmiyor. Burada onunla tefsir edilmesi zayıf bulunuyor. Alûsî de rivayetleri kaydettikten sonra şöyle diyor: "Karafi, Kaf dağının bulunmadığı görüşünü ileri sürmüş ve buna açık delil getirecek delili olmayan şeye inanmanın caiz olamayacağını söylemiş. İbnü Hacer-i Heytemide bulunan rivayetleri ileri sürerek ona bazı itirazlarda bulunmuştur. Alûsî, bunları rivayet ettikten sonra; "Ben de Karafi'nin dediği gibi his şahitliğiyle bu dağın var olmadığı görüşündeyim." çünkü bu yeryüzünün karasını, denizini Yengeç dönencesine kadar kaç defalar katettiler. Öyle bir şey müşahede etmediler. Gerçi o haberler ravilerinden bir topluluk sahih rivayet edercesine bağlı kalarak rivayet etmişler ise de onların sahih olduğunu tenkid etme duygusunu, yalanlamaktan daha hafiftir. Bu, bulamamaktan dolayı kaf dağının varlığını inkâr etmek türünden de değildir. Zelzele işinin de öyle bir dağla bağlantısı yoktur. Çünkü zelzeleler yeryüzünün sertliğiyle beraber çıkmak isteyen buharların baskısındandır. Ve biraz insaf damarı olanlara göre bunu inkâr etmek kendini büyük görmektir. Biz de bu münâsebetle şunu söyleyelim ki daha bilgin olan Râzi bu hususta daha insaflı hareket etmiştir. Bizce insaf, rivayetleri yalanlamakta değil, bir doğru yorumu bulmaktadır. Gerçi bu hususta Peygamber (s.a.v)'e kadar isnad edilen bir hadis yoktur. Fakat bazı alimlerin kanaatlerini gösteren yaygın bir görüş vardır. İbnü Cerir'in ve İbnü Münzir'in rivayetlerine göre İbnü Abbas şöyle demiştir: Yüce Allah bu yeryüzünü arkasından onu kuşatan bir deniz, onun arkasından bir dağ yaratmıştır ki ona "Kaf" denilir. Dünya göğü onun üzerine sarmaktadır. Demek ki "Kaf" yeryüzünü kaplamış olan Büyük Okyanus'u kuşatmıştır. Bu ifadeye göre Kaf dağı denilen şey hava küresi (atmosfer) olmuş olur. Çünkü biz biliyoruz ki yeryüzünü çevresinden kaplayan bir Büyük Okyanus'u vardır. Büyük Okyanus'u da atmosfer tabakası kaplamıştır. Dünya göğünün etekleri bu atmosfer tabakası üzerindedir. Bizim gök dediğimiz zümrüt gibi göklük burada parlamaktadır. İbnü Münzir'in, Ebû'ş-Şeyh'in, Hakim'in, İbnü Merduye'nin Abdullah b. Büreyde'den rivayetlerinde: "Kaf" dünyayı kuşatan zümrütten bir dağdır ki göğün etekleri onun üzerindedir diye zümrüt ile ifade edilmesi de teşbih-i beliğ türünden olmak üzere bu rengi takviye eder. Buna dağ denilmesi de küresel şekli ile ufuk üstünde yükselme ve büyüklüğü itibarıyla veya bir kaynak ve anbar olması bakımından olması gerektir. Bununla beraber İbnü Ebi Dünya'nın ve Ebû'ş-Şeyh'in rivayetlerinde "Kaf" yalnız dünyayı değil, kainatı kuşatmış olmak üzere de nakledilmiş ve damarları yeryüzünün içine kadar indiği ve depremler onun damarlarının hareketinden meydana geldiği de söylenmiştir. Bu noktaya gelince "Kâf" kelimesi bize eski Yunanlılar'da bile bilinen ve herşeyin kaynağı olmak üzere maddenin bir kül karışımı niteliğinde düşünülen ilk durumunu ifade eden "chos kao" kelimesini hatırlatmıştır. Kâf dağı rivayetleri Hz. Peygamber'e istinad ettirilmemiş bulunduğu için bunu eski zamanlarda pek yaygın olmuş bir teori türünden saymakta hiçbir sakınca yoktur. Fakat bunu tefsir için esas edinmek uygun olmaz. harfini müteşabih olarak Allah'ın kudretine bir sembol saymak Kaf dağı denilen olabilirlik âlemiyle tefsir etmekten daha uygun olur. Ve şanlı ve şerefli Kur'ân hakkı için.

MECİD : Mecd sahibi, mecd, geniş lütuf ile ilgili büyük şeref ve şandır. Şu halde "Kur'an-ı mecid" şerefi, kitapların hepsinden büyük olan, yahut mânâsını bilip kendisiyle amel edeni şereflendiren şanlı Kur'ân demek olur. "Vav" yemin, veyahut yemine alt içindir. "Kaf" ile şanlı Kur'âna yemin edilmiştir.

2-Yeminin cevabı sonraki âyetin ipucuyla hazfedilmiştir. Yani sen uyarıcısın uyarma için geldin Doğrusu kâfirler kendilerine kendilerinden bir uyarıcı geldiğine şaştılar. Yani Kur'ân'ın şeref ve şanı olmadığından değil, fakat insanlara yine insanlardan bir uyarıcı, korku haberi vererek korkutan bir peygamber geldiğine şaştıklarından dolayı küfür ve inkâra gittiler. Halbuki insanlara kendileri dışında gelen bir uyarıcı, olağanüstü ve şaşmağa değer görülse bile yine kendilerinden bir uyarıcı gelmesi görülmedik bir şey değil idi. Fakat onun gelişine ve uyarmasına şaştılar. Da kâfirler dediler ki: "Bu tuhaf bir şey!..." Bunda iki ayrı yorum vardır: Birisi şaşkınlıklarını tefsir ve şaşkınlık noktasını açıklamakla küfürlerini açıkça anlatmaktır. Bu şekilde tefsir, peygamberin uyarmasına işarettir. İkincisi Peygamberin peygamber olarak gönderilmesine şaşırmaktan sonra ahirette dirilmeye şaşırmalarını açıklamaktır. Bu şekilde atıf (bağlaç) kapalı olarak şu söze işaret olur.

3- Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit (bizi tekrar dirilmekle korkutuyor) ha! Yani bizi o vakit diriltme ve haşr ile mi korkutuyor? Bu, öldükten sonra diriltmek uzak bir dönüş. Akıldan veya alışılmıştan uzak olan bir geri dönüş, bir döndürüş veyahut bir cevaptır.

4-Şimdi bunun Allah'ın kudretinden uzak olmadığnı ispatlamakla buyuruluyor ki: Doğrusu biz toprağın onlardan ne eksilteceğini bilmişizdir. Yani onun alışılmıştan uzak zannedilmesi bir insanın gerçeği ve bölümlerinin ayrıntıları tamamıyla bilinemediği için bilgisizlikten ileri gelir. Yoksa hayat ilmi bilinse de bir insanın özelliğini meydana getiren bütün sırlar keşfedilse bir kimseyi öldürüp yeniden diriltmek pek uzak sayılmazdı. Halbuki Allah Teâlâ onu bilmiş ve yaratmıştır. Ölüp çürüyüp de toprak olan kavimlerin veye şahısların hüviyyet ve aynılıklarını meydana getiren rükünler ve şartlardan kalan nedir? Eksilen nedir? Ruh mudur, beden midir? Bedenin maddesi ve parçaları mıdır, yoksa birbirine benzeyen parçalar arasında hayatı ve aynılığı ifade eden belirli ve özel bir oran mıdır? Allah hepsini bilir. Toprakta çürüyüp yok olduğu zannedilen oluşumların, ilişkilerin, kuvvetlerin özelliklerin en küçük parçasına varıncaya kadar hepsi olduğu gibi Allah Teâlâ'nın ilminde belli ve korunmuştur. Ve katımızda korunmuş, değişmez, bozulmaz bir kitap vardır. Hepsi onda korunmuştur. Cüz'î ve küllî (parça ve bütün) hiçbir şeyi kaçırmaz, hatta onların amellerini de bütün açıklamalarıyla korumaktadır. Allah'ın ilmi bir de böyle Levh-i mahfuzda yazı ile sağlamlaştırılmış olarak tecelli etmektedir. Bunu değişme ve korunma kanununun bir ifadesi olarak düşünebiliriz. Bu tamamıyla bilinmiş olunca her hangi bir insanı yok ettikten sonra onu meydana getiren ve ondan yayılan ve değişmiş olan özelliklerin bilinmesi ve korunması hasebiyle onu yeniden iade etmek hiç de uzak olmaz. Onun için gerek bir toplumu, gerek bir şahsı öldükten sonra diriltmek ve haşretmek Allah'a göre uzak bir uygulama olmadığı bu düşünce ile belli olur.

5- Doğrusu onlar hakkı, kendilerine geldiği anda yalanladılar. Kendilerini yaratmış olan Allah'ın ilmini ve gönderdiği kitabını ve peygamberini gelir gelmez yalanladılar da şimdi onlar pek karmakarışık bir hal içinde çalkalanıyorlar. Bazen sihirbaz, bazen kâhin, bazen şair diyerek, bazen şaşkınlıkla, bazen inkâr etmekle ızdırap içinde gelecekten, ahiret hayatından ümitsiz bir halde kıvranıyorlar.

6- Buna karşı Allah Teâlâ'nın ilmini ve diriltmeye kudretini ispatlamakla ızdırabı savma hususunda buyurulur ki; Artık üstlerindeki göğe bakmadılar mı ki? Burada gök ufkumuzun üstünde görebildiğimiz (gök) cisimleri ve boyutları ile özel bir şekilde bakışımıza iz düşüren ve dünya göğü denilen yüksek binadır ki biri hissî, biri aklî olmak üzere iki yönü vardır. Herşeyden önce bunun hissî yönüyle gözlerimize olan tecellisine dikkat çekilmiştir. İkinci derecede fikirler ve deliller ile, akıl ile anlam çıkarmak mümkün olabilen göğün şeklinin derinliklerine dalmadan yalnız hissi olan bu yapılmış resmin durumuna bakıldığı zaman bile onu yapan yaratıcının ilim ve kudretindeki yücelik derhal gözlerde, gönüllerde kendini gösterir. Buradaki hazfedilmiş bir cümleye atıf içindir. Görmediler de o kâfirler üstlerindeki o göğe bakmadılar, baksalar ya! Biz onu nasıl bina etmişiz ve nasıl süslemişiz. Onun hiçbir yarığı, çatlağı yok. Yani kapısı geçidi yok değil, ayıp ve kusuru yoktur.

7- Yeryüzünü de yaymışız. O binanın döşeği gibi sermişiz, bakıldığı zaman gök, küre şeklinde görünürken görme alanı içinde yeryüzü de onun altında ufka doğru özel bir uzama şekli ile uzanmış görünür ve böyle görünmesi onun da bir küre olduğunu akıl ve delil ile anlamaya engel değildir. (Ra'd Sûresi'ndeki 13/3. âyetin tefsirine bkz.) Alûsi der ki; (Yeryüzünün) bu uzaması, yerin tam veyahut kutuplar yönünden noksan bir küre olmasına aykırı olmaz. Ve ona ağır baskılar, oturaklı dağlar serpmişiz. Ve onda gözler, gönüller açan her türlü güzel çiftten (bitkiler) bitirmişiz.

BEHÎC: Behcetli, gözlere gönüllere neşe ve sevinç veren, sevimli, güzel.

ZEVC; çift. İNBÂT, görünüşe göre bitkiler için ise de "zevc-i behic" insan dahil olmak üzere hayvanların da her hoş (güzel) sınıfını kapsadığı açıkça anlaşılır.

8- (Bütün bunlar) O, Rabbine gönül verecek, her kulun gözüne göstermek ve öğüt vermek içindir. Yani bütün bunları böyle yapış ve bitiriş Rabbine gönül verecek, hakka yüz tutup düşünecek her kulun gözüne göstermek ve fikrini açmak içni ibret verici delil ve hatırlatma vesilesi kılmak hikmeti iledir.

TEBSİRA; Hem göze görme kuvveti, hem de kalbe basiret (seziş) kuvveti vermek mânâsına olabilirse de ikincisi ile ifade edilmiş olmasından dolayı burada gözle görme mânâsında olması daha uygun görünür. Bunun birisi hissî birisi aklî yönü ifade eder. Biri duyurma, biri dikkati çekmedir. Bunların her biri birer yeni hayat neşesiyle Allah Teâlâ'nın ilmine ve ölümden sonra diriltme kudretine delalet ederler. Hissettirme, şimdiki dünya hayatını yaşatırken, dikkati çekme ve hatırlatma geçmiş ve gelecek şuuruyla ahireti duyurur.

MÜNİB kaydı da gerçek olarak faydalananları göstermek ve Allah'a yönelmeye teşvik etmek içindir.

9- Ve Gökten bereketli bir su indirmekteyiz ki hayrı, bereketi ve faydası pek çoktur. Bununla o güzel çiftlerin nasıl bitirildikleri gösterilerek yerinde uygulama ve diriltme şekline bir misal verilmiş oluyor. Kur'ân da bu mübarek suya benzer indirip de onunla, o su sebebiyle bitirmekteyiz; birçok cennetler, meyveli ağaçları kapsayan bağlar, bahçeler ve biçilen ekin taneleri,

10- ve dolgun veya yüksek hurma ağaçları.

BÂSİK: Uzun, düzgün veya yüklü. Tomurcukları birbiri üzerine dizilmiştir. Yani birbiri üstüne dizilmiş çok, veya içinde meyvesi çok, çünkü tal'ı, hurmanın ilk çıkan tomurcuğudur ki meyvesi içinde istiflidir.

11- Kullara rızık olsun diye yetiştirmekteyiz. Bir beldeyi ölmüş iken onunla, o su ile diriltmekteyiz. Gelişme ve büyümeden kesilmiş kuru toprağa hayat vermekteyiz. İşte dirilip kabirlerden çıkma da böyledir. Yani ölü bir beldenin bir su indirmekle dirilmesi gibidir. Allah'ın indireceği bereket ile sizin de dirilip çıkmanız, Allah'ın kudretinden nasıl uzak değilse bu da uzak değildir. Burada "çıkış" denilmesi anlamlıdır. Ebbu's-Suud'un açıklamasına göre yerden bitkilerin çıkarılmasına diriltme ve ölülerin dirilmesine hürûc denilmesi önemsiz gibi görülen bitirmenin şanını büyütmek ve uzak görülen ölümden sonra dirilme işini tabii (bir fiil gibi) kolay göstermek ve bu şekilde bitkileri çıkarma ve ölüleri diriltme arasında benzeyişi gerçekleştirmekle karşılaştırmayı açıklamak ve anlaşılmasını kolaylaştırmak içindir.

12-14-Muhakkak ki biz bununla ölmüş bir toplumdan hakkın feyiz ve bereketiyle İslâm'ın ortaya çıkması ve yeni bir hayat ile başkalarına karşı dirilip canlanması ve galip gelmesi mânâsına da bir işaret anlarız. Onlardan önce de yalanlamışlardı. Bununla peygambere teselli ve kâfirlere uyarı misalleri veriliyor.

"Ress ashabı." Bununla ilgili açıklama (Furkan, 25/38. âyetinde geçti, oraya bkz.) Ve Lut'un hemşehrileri, Lût (a.s)'ın kavmi ki kendisine nikahla meydana gelen akrabalıkları bulunmaktan dolayı ihvan (kardeşler) denildiği söylenmiştir. Bu deyim, gerek soy ve gerek evlenmekle meydana gelen akrabalık ile yakınlığın, kimseyi kurtaramayacağını anlatır. Tübba'ın kavmi, kendisi değil, kavmi ki Himyeriler'dir. (Duhan, 44/37. âyetin tefsirine bkz.) Her birisi peygamberleri yalanladı. Yeni hayata davet için Allah tarafından gönderilen peygamberlerin irşâdlarına inanmadılar. Ölümden sonra dirilme ve haşr için hazırlanmadılar. Böylece vaad ettiğim azab hakk oldu. Yani hep helak oldular ve yok oldular.

VAÎD : Vaad gibi masdardır. Mef'ul mânâsına da olur. Vaad maddesi, iyilik ve kötülükte, acıda ve tatlıda kullanılır. Fakat vaîd ve iy'ad acı ve korkunç olanlarda kullanılır. Tehdit ve uyarma ifade eder. Burada vaîd, benim uyarmam demektir. Esre ile yetinilerek mütekellim (birinci şahıs) ya'sı hazfedilmiştir.

15- Şu halde ilk yaratmada aciz mi kaldık? Yani gerek diğerlerini, gerek kendilerini ilk yaratılışla, birinci defa meydana getirmekle kudretimizi göstermiş değil miyiz ki ikinci bir yaratışı uzak görüyorlar da "uzak bir dönüştür" diyorlar. Yahut kendilerinden önce yarattığımız halka, o önceki insanlara karşı yarattıktan sonra uyarmamızı, tehdidimizi yerine getirmeye gücümüz yetmemiş de aciz mi kalmışız? Ki korkmadan yalanlayıp uzak görüyorlar? Veya ilk yaratışla kudretimiz tükenmiş de ilerisini yaratmaktan güçsüzlüğe mi düşmüşüz. Hayır, öyle olmadığını bilirler. Onlar yeniden yaratılmaktan şüphe ediyorlar.

LEBS: Aslında karıştırıp şüpheye düşürmek demektir. Burada iki mânâsı vardır: Birisi genellikle tefsir bilginlerinin açıkladığı şekliyle şöyle demektir: Onlar, ilk yaratılışı ve bizim kudretimizi itiraf etmekle beraber yeni bir yaratma ile ölülerin dirilebileceğinde şüphe ediyorlar. Bir defa yapılanın, tekrar yapılabileceği hakkındaki kıyası, tabiî kanunu bırakıyorlar da kudrete karşı şüpheye düşerek çelişkide bulunuyorlar. Bu mânâ, susturucu bir mânâ olur. İkincisi En'am Sûresi'nde "Sizleri geceleyin ölü gibi uyutan, gündüz de yaptığınız işleri bilen odur." (En'am, 6/60) âyetinde geçtiği üzere bir toplumun hayatı gibi bir şahsın hayatının da parçalarının her an yenilenmesi şekliyle bir karışıklık içinde olduğunu ve bundan dolayı ilk yaratma denilen bu yaratmada şahsiyetin kalması bile cinsin birliği gibi yavaş yavaş yaratılan birbirine benzer parçalar arasındaki bir karışıklık ve benzerlik içinde tecelli eden bir nisbet birliğinden aynı nisbette ardarda gelen yeni bir yaratmanın sürekliliğinden ibaret olduğunu açıklamadır. Şeyh Muhyiddin-i Arabî buradan bütün eşyanın arazlar (aslında olmayıp sonradan olan hal ve nitelikler) gibi maddeler de her an yeni bir yaratılış ile yenilendiğini istinbata (delillerden hareketle sonuç çıkarmaya kadar gitmiş. Fransız filozofu ünlü Dekart da bu şekilde yeni bir yaratılış nazariyesini ileri sürmüştür. Bu âyetle zamirine göre yeni yaratılışın böyle bütün eşyaya genelleştirmesi açıkça anlaşılmasa bile herhalde insanlar gibi canlı varlıklara gelişmeleri itibarıyla uygun olması tartışma götürmeyecek kadar açıktır denilebilir. Bu şekilde bir şahsın asl varlığı için gerek devam ettirme, gerek eski haline getirmede temel direk olarak düşünülmesi gereken esası, bir nehrin suyu gibi değişip duran maddi parçalarının tıpkı tıpkısına kendilerinde ve adetlerinde değil, aralarındaki düzenli oranla ifade ettikleri benzeme birliği ile ruhani doğrulukta gözetmek gerekir. Onun için bir şahsın belirlenmesi hacmin büyüklüğü ve küçüklüğü ile ilgili görünmeyerek gerek bir zerre, bir hücrecik ve gerek büyük bir cisim ve hacim halinde bile şahsiyetini koruyabiliyor da yetmiş yaşındaki Zeyd, beşikteki bebek, anne rahmindeki cenin, baba sulbündeki bir damla su olan aynı şahıs diye düşünülüyor. Kuyruk kemiğinin ucundan ölümden sonra dirilmeyi gösteren malum "Kuyruk sokumu kemiği" hadisi de bunu ifade etmiştir. Zaten insanların böyle yeni bir yaratılışla yaşayabilmeleridir ki onların ihtiyaçlarının sırrını meydana getirir. Öyle olmasaydı insanın yarın için hiç bir endişesi ve hiç bir ümidi olmazdı. Bununla beraber bu mânâ yalnız insana ve canlılara ait değildir. Dünyada her şey "O'nun zatından başka herşey yok olacaktır." (Kasas, 28/88) âyetinin mânâsı gereğince helak ve yok olma içinde her an değişmeye maruz ve her değişmede yeni bir yaratılış ile birbirine karışma ve karıştırma içindedir. "Biz gökten bir su indirdik de orada her güzel çiftten bitirdik." (Lokman, 10) buyurulması da bu mânâ ile ilgilidir. Alûsî'nin bu mânâyı uzak görmesi garip görünür. Bütün kainat böyle yeni yaratılma içinde ahirete doğru giderken onu Allah'ın kudretinden uzak görerek inkâr etmek ve yalanlamak o geleceğin mutluluğunu yaşamaya azmedenler için bir sapıklıktan başka bir şey değildir.

Meâl-i Şerifi

16- Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız.

17- Onun sağında ve solunda oturmuş iki melek zabıt tutarken,

18- İnsan hiçbir söz söylemez ki yanında (onu) gözetleyen, dediklerini zapteden bir melek hazır bulunmasın.

19- Ölüm sarhoşluğu gerçekten geldiğinde, "Ey insan! İşte bu senin öteden beri kaçtığın şeydir." denir.

20- Sur'a üfürülür, işte bu, tehdid(in gerçekleşme) günüdür.

21- Her can, kendisiyle beraber bir sevk memuru ve bir şahid bulunduğu halde gelir.

22- (Allah ona) "Andolsun sen bundan gaflet içinde idin. Şimdi senden gaflet perdesini kaldırdık. Bugün artık gözün keskindir." der.

23- Beraberindeki melek "işte yanımdaki hazır" der.

24- (Allah iki meleğe buyurur ki:) "Haydi ikiniz, atın cehenneme her inatçı nankörü!

25- İyiliklere (sürekli) engel olan, saldırgan, şüpheciyi.

26- O ki Allah'ın yanında başka ilâh edinmiştir. Haydi ikiniz birlikte onu şiddetli azaba atın."

27- Yanındaki arkadaşı (şeytan) der ki: "Rabbimiz! Ben onu azdırmadım. Fakat kendisi derin bir sapıklık içindeydi".

28- Allah buyurur ki: "Huzurumda çekişmeyin! Ben size daha önce uyarıcı göndermiştim."

29- Benim huzurumda söz değiştirilmez. Ve ben kullara asla zulmedici değilim.

16- "Andolsun ki insanı biz yaratmıştık." Bu hatırlatma hem ilk yaratılışı anlatma, hem de daha sonrakine bir hazırlıktır. Hem Allah'ın ilminin isbat edilmesine yaratmaktan bir delil, hem de insana en yakın olmaktan bahsedilirken yaratıcı ile yaratılanı karıştırmamak için Allah'ı bütün eksikliklerden uzak tutma delilini telkin etmektir.

Ve biz biliriz nefsi ona ne fısıldar, yahut ne ile vesvese verir. Nefsin vesvesesi deyimi, içinden kendine söylediği, gönlünden geçirdiği gizli duygular, cehimler, hatıralar, kuruntular, kararlar gibi bütün iç duyguları kapsar. Söyleneceği şekilde zaptetmekle görevli hafaza (koruyucu) meleklerinin bile henüz farkına varmadıkları derecede gizli olarak insanın gönlüne gelen hatıralar ve nefisle ilgili şeylerin hepsini de Allah bilir. Çünkü yaratıcısıdır. Ve biz ona habli veridden (şah damarından) daha yakınız. Öyle yakından bilir, öyle yakından yetişir, etkili oluruz. Yaratıcı ile yaratıkları arasındaki ilişki, yaratılan ile nefsi arasındaki ilişkiden daha önceliklidir. Çünkü yaratılanın ayakta kalması bizzat kendinden değildir, yaratıcısının kudreti iledir. (Bakara Sûresi'nde "Kullarım, sana benden sorarlarsa (onlara söyle): Ben (onlara) yakınım." (Bakara, 2/186 âyetinin tefsirine bkz.)

Anatomide iki çeşit damar sayarlar. Vücudun etrafında kalbe gelen, yani siyah kanı vücudun etrafından kalbe götüren damarlara verîd (toplardamar), çoğuluna (evride), kalbden vücudun etrafına giden, kırmızı kanı bedene dağıtan damarlara da şerayin (atardamar) denilir. Atardamarların kökü kalbin sol karıncığından çıkan (vücutta kan dağıtan büyük atardamar) aorttur. Boyunda gırtlağın yanlarından geçen ve "vedecân" denilen şah damarları bundan şahlanır. Kalbde şahdamarlarının bağlandıkları büyük damara da vetîn (şahdamarı) denilir. İç şahdamarı yani vetîn, (anatomide) dokulara temasında oksijenini kaybetmiş olan siyah kanı kalbin sağ kulakçığına ulaştırır. Sol karıncık ile sağ kulakçık arasında meydana gelmiş olan bütün bu kablardaki kan dolaşımına "büyük kan dolaşımı" denilir. Siyah kan, sol kulakçıktan sağ karıncığa ve sağ karıncıktan akciğer atardamarına geçer. Akciğer atardamarına giren kan, akciğerde kılcal kablar içerisinde hava ile temas sağlayınca kırmızı kana dönüşerek akciğer toplardamarları ile sol kulakçığa, ondan sonra sol karıncığa dökülür. Sağ karıncığı, sol kulakçıkla birleştiren bütün kablardaki dolaşıma da "küçük kan dolaşımı" denilir. Büyük kan dolaşımında ise atardamarlarda kırmızı, toplardamarlarda siyah kan vardır. Küçük kan dolaşımında ise atardamarlarda siyah ve toplardamarlarda kırmızı kan vardır. Bundan dolayı kırmızı kana atardamar kanı ve siyah kana toplardamar kanı demek her zaman doğru olmaz. Büyük kan dolaşımı için doğru olan tarif küçük kan dolaşımı için yanlıştır. Demek ki toplardamarlara siyah kan damarları denmesi genel değil, çoğunluk itibarıyladır. Keşşaf'ta der ki: el-Verîdan (iki toplardamar) boynun önündeki iki yüzünü kavramış iki damardır ki vetine (şahdamarına) bağlı olup baştan kalbe doğru girerler.

İbnü Esir de Nihaye'de; verîd, boynun yüzündeki damardır ki öfke halinde şişer. Bunlar iki verîddirler (şahdamarıdırlar), der. Buna göre verîd, bizim anatomi kitaplarında vidâca bağlı şahdamarı denilen boyun damarında meşhur imiş gibi görünürse de bu özelliğin, iki şahdamarından diye ikil şeklinde olması gerektir. Çünkü Ragıb şöyle anlatmıştır: Verîd, ciğere ve kalbe bağlı olan bir damardır ki kanın akışı ondadır.(3)

Nizameddin Nisâburî de Garaibü'l-Kur'ân ismindeki tefsirinde, "Verîd, atardamardan başka kanı taşıyan damardır. Verîdân (iki doplardamar) ise boynun önünde iki yüzünü kavramış iki damardır ki baştan dağılarak ve vetîne (şahdamarına) bağlı olurlar." diye tarif etmiştir.

HABL: Malum olduğu üzere ip ve bağ demektir. Damar mânâsına da gelir. Burada çoğunluk, bu mânâ ile verid ipi, servi ağacı gibi umumun hususa izafetiyle açıklanması türünden verid damarı demektir diye tefsir etmişlerdir. Habl, boyun dibi mânâsına da geldiğinden Zemahşeri bu mânâ ile lâmî izafeti de caiz görmüştür ki bu mânâ ile "habli verid" boyun veya bedenden mecaz da olabilir. Sonra "suyun gümüşü, gümüş gibi su" kabilinden teşbihî izafet ile verid ipi, boyuna dolanmış ipe benzeyen verid mânâsını da ifade edebilir. Veridin, müfred olması itibarıyla cinse yorumlanması lazım geleceği için "habli verid", bütün verid şebekesi veya onların bağlandığı "vetin" (şah damarı) diye de düşünülebilir. Bununla beraber bu mânâlar verid damarı demekle de kastedilebilir. Ragıb, habl-i veridden maksadın ruh olduğunu söylemiştir. Kırmızı kanı taşıyan atardamarların daha önce düşünülmesi gerekirse de atardamarlarda cereyan, kalpten etrafa doğru dağılıp uzaklaştığı, veridde ise, etraftan ve baştan kalbe doğru toplanıp geldiği için, yakınlık temsilinde verid (toplardamar) zikredilmiştir. Bu şekilde habli verid, pek yakınlıkta mesel olmuştur. Nitekim şair "Ölüm ona veridden daha yakındır." demiştir. Şu halde mânâ kalbine kan akıtan, en yakın damarından, yahut canından daha yakın demek olur. Sonra veridin siyah kan damarı olması ve kullanılmış, ölmüş, hücrecikleri taşıyan bir siyah kanın kalbe gelişi bir tasfiye ile yeni bir yaratılışla ilgili bulunması itibarıyla, gerek üst tarafındaki yeni yaratılış, ve gerek aşağıda geleceği şekilde anlatılacak olan ahiret hallerine intikal açısından dikkate değer bir nüktesi de vardır. İbnü Cerir et-Taberî der ki: Arap dili bilginleri âyetinin mânâsında ihtilaf ettiler, bazıları bunun mânâsı dediler. Yani "Üzerinde kudret yürütüp tesir meydana getirmede daha yakın, kendisine daha çok malik ve tasarruf sahibiyiz." demektir. Bazıları da nefsindeki vesveseyi bilmekte daha yakın, demektir dediler. Yani zatın yakınlığı mânâsını anlayan olmadı. Ancak sözün gelişine göre bazıları kudretin tesiri, bazıları da ilim itibarıyla yakınlık mânâsını tercih ettiler.

Fahrür-Razi bunu şöyle ifade etmiştir. Allah Teâlâ'nın ilminin kemalini, genişliğini beyandır. Allah ilmi ile ona damarındaki kandan daha yakındır. Çünkü damara bir engel vardır. O, ona gizli kalabilir. Fakat Allah Teâlâ'nın ilmine engel mümkün değildir. Buna şu mânâ da söylenebilir. Kendisinde kudretimizin eşsizliği itibarıyla biz ona habli verid'den daha yakınızdır. Emrimiz onda damarlarındaki kanın akışı gibi cereyan eder. Keşşaf sahibi de şöyle der: "Biz ona daha yakınız." ifadesi mecazdır, maksat ona ilminin yakınlığı ve ondan ve durumlarından bilgisine, sanki zatı yakınmış gibi, en gizli şeylerinden hiçbirisi gizli kalmayacak, bir şekilde ilgili olmasıdır. Nitekim Allah her yerdedir, denilir. Halbuki Allah makamlardan yüce ve münezzehtir. Bundan anlaşılan mecaz denilmesinin sebebi sözlükte yakınlık ve uzaklık mekan ve mesafe itibarıyla isimlerde hakikat olduğu ve Allah'ın zatında mekan yakınlığı tasavvur olunamayacağı içindir. Kadı Beydâvî ile Ebu's-Suud da bunu bir nükte ilavesiyle özetlemişler de şöyle demişlerdir: Yani "Biz onun halini ona habli veridden daha yakın olandan daha iyi biliriz, demektir. Zatın yakınlığı ile ilmin yakınlığına mecaz yapılmıştır. Çünkü o onun gerekçesidir." Görülüyor ki bu ifadede "Ona daha yakın olandan" diye bir "mufaddalün aleyh" takdir olunmuştur. Çünkü akreb (daha yakın), a'lem (daha iyi bilmek) mânâsına mecaz olunca habli verid, ilim itibarıyla "mufaddalün aleyh" olamaz. Şu halde o "olan kimse" kim? O ya kendisinden kinayedir, bu şekilde habli veridden maksat, kendi şahsı olup mânâ onu kendisinden daha iyi biliriz demek olur. Yahut zikredilecek meleklerdir ki, bu durumda o hafaza meleklerinin de, ona habli verid'den daha yakın olduklarına fakat Allah'ın onlardan daha yakın olduğuna dikkat çekilmiş oluyor ki bu mânâ âyetin kendinden sonraki kısma bağlanmasından çıkarılır. Alûsî burada vahdet ehlinin (vahdet-i vücud görüşünde olanların) sözleri hal sahibi olmayanlar için zor anlaşılır şeylerdendir, demiştir. Bununla birlikte biz şeyh Muhyiddin-i Arabî'nin Fütuhat-ı Mekkiye'sinin, Esma-i Hüsnâ babında "Akreb" ism-i şerifinde şu sözlerini nakledelim.

"En yakın olanın huzuru, huzurların en yücesidir. O huzur, keşif ehli için zat iledir. O huzur, hakkında günahkâr denilen kimse hakkında içinde uzaklık bulunan bir yakınlıktır."

Bu huzurun sahibine "en yakın" olanın kulu ve "yakın"ın kulu denilir, çünkü o Azîz ve Celil olan Allah bize habli veridden daha yakındır. "Ben yakınım. Dua edenin duasına icabet ederim". (Bakara, 2/186) buyurmuş. "Şüphesiz ki o hakkıyla işitendir, yakın olandır." (Sebe, 34/50) buyurmuştur. Peygamber (s.a.v) Efendimiz'in haber verdiği gibi Arş'tan dünya semasına inişiyle yakındır, daha yakındır. Çünkü nerede olsak bizimle beraberdir. Onun için "Karib" (yakın), "Akreb" (daha yakın) isimleriyle isimlendirilmiştir. O bize bizden daha yakındır. Çünkü habli verid, bizdendir ve damar bize bitişiktir. O ise ondan da yakındır. Çünkü bitişme ancak O'nunladır. İşitmemiz, görmemiz, ayağa kalkmamız, oturmamız, istememiz, hükmümüz O'nunladır. bu hükümler ise habli veridde yoktur. Demek ki, o bize habli veridden daha yakındır. Çünkü bizden habli veridin gayesi diğer damarların durumu gibi hayat hükmünün akışı ve kanların yolu olmasından ibarettir. Sonra Allah Teâlâ bize de kendisine yakınlığı emretti. Çünkü biz O'nun sureti üzere mahlukları olduğumuz cihetle bizi emsal menzilesine koydu. Halbuki iki misil zıttırlar. Zıt ise, zıt olduğu şeye bizzat nefsindeki sıfatlarda ortak oluşundan dolayı gayet yakın olmakla beraber aynı zamanda gayet de uzaktır. Kulda böyle ilâhî irade ile Allah'tan uzaklık meydana gelmekle Allah Teâlâ kendisine yakınlık yollarını meşru kıldı ki, bu uzaklık ile beraber yapılması meşru kılınan fiilleri yapmakla o onun kulağı, gözü ve bütün duyguları olana kadar bu şekilde kul zillet ve ihtiyacından dolayı ona zıttır. Ve onun için meşru kılınan şeylerde zillet ve ihtiyacı sebebiyle fiilin ona isnadı sahih olmuştur da kendisine nisbet edilen fiil ile ona yakınlığa yol bulmuş ve dolayısıyla Hak Teâlâ'nın "Ben onun kulağı ve gözü olurum." diye onun bütün hüvviyetiyle bütün duyguları olduğunu haber verdiği yakınlık ile yaklaşmıştır. Bundan da daha yakın olunca artık olmaz, (Abid kâin olmaz) çünkü "Kulağı, gözü ve dili" buyururken zamiri kula göndermekle kulun aynını tesbit etmiş ve O "tıpkı kendisi" olmadığını ispat buyurmuştur. Çünkü o ancak kuvvetleriyle 'dir "tıpkı kendisidir". Kuvvetleri onun zatî tarifindendir. O olmayış "Attığın zaman sen atmadın fakat Alah attı." (Enfal, 8/17) buyurduğu gibidir ki o zaman suret ve mânâ ikisi de Allah'ındır, hepsine sahip olmuş, tamamen aynı olmuştur. Artık kainatta başka yok, ancak o Esma-i Hüsna'sının menzillerinde kendiliğinden yüce, münezzeh ve sübhan olan Allah vardır. Çünkü orada, O'ndan başka kendisini tesbih ve tenzih edeceğin yoktur. Allah Teâlâ yakınlıkları hep bu huzurdan meşru kıldı. Şeriatın varlığına sebep de dava olduğundan şeriat davacıya ve davacı olmayana şamil oldu. Kıyamet günü niyetine göre haşrolunur, millet ve mezhebiyle seçilir.

Görülüyor ki Şeyh, beytinde zat ile yakınlık görüşüne sahip olmuş ve fiil yakınlığını anlatmış, sonunu da kulun faniliğiyle vahdete bağlamıştır. Alûsî'nin dediği gibi bazı noktaları hal ehli olmayana ağırdır. Dünya semasına inişden mekan itibarıyla yakınlık değil emir itibarıyla yakınlık anlamak gerekir. Hadiste iniş varsa da "Arş'tan" kaydı yoktur. Sonundan da vahdet (birlik) çıkarmalı, ittihat (birleşme) çıkarmamalıdır. Çünkü âyet öyle bir vesveseye ve zanna gidilmemesi, yaratıcı ve yaratıkların hakkının gözetilmesi için ilk önce "Andolsun ki biz insanı yarattık." yeminiyle insanın yaratılmış olduğunu tekid yoluyla açıkça beyan buyurmuştur. Vahdet-i vücud meselesinde de açık ve şüphesiz bir kaide olmak üzere Keşşaf haşiyesinde İbnü Münir'in de açıkladığı şekilde şunu söyleyelim ki bizim itikadımızca yani "Allah'ın zatından, sıfatlarından ve fiillerinden başka mevcut yoktur". Şu kadar ki, Allah Teâlâ fiillerinin bazısını bazısına yer yapmış, o yere fail, orada meydana gelen şeylere de onun fiili denilmiştir. Böylece bütün âlem Allah'ın fiili yani yaratığı olduğu gibi insanlar ve insanlara zorla ve isteklerine bağlı olarak nisbet olunan fiiller de "Sizi de yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır." (Saffât, 37/96) âyeti uyarınca Allah'ın yaratmasıdır. İşte bir mümin için zaruri olan tevhid budur, sıfat zatının aynı değildir. Aynı veya başkası değildir. Fiil de failin aynı olamaz. Yaratıcı ile yaratık aynen bir olamaz. Allah'ın olmayan hiç birşey yoktur. Hepsi Allah'ındır. Fakat Allah'ın olmak, Allah olmak değildir. Şunun da unutulmaması gerekir ki yakınlık makamı ne kadar yakın olursa olsun bir gereklilik farkıdır. Bağlantı kurmak ve birleşmek yakınlık değildir. Onun için yakınlık makamında, mesela bir elçinin fiili ve kuvveti onu gönderene nisbet edildiği zaman elçi, kendisini gönderenin aynı olması icap etmez. Belki elçinin aynı sabit olduğu halde kendisi de fiili de gönderenin olur. Aynısı olmada değil, hükümde birlik bulunur. Gerek farzların yakınlığı ve gerek nafilelerin yakınlığı ile yakınlık kurmuş olan kulun da aynı sabit olmakla beraber velilik makamına nail olarak bütün kuvvetinden ilâhî kudret tecelli eder. Fakat ondan onun Allah olması lazım gelmez, sonra mekan yakınlığı mutlaka arada bir mesafe bulunmasını gerektirir. Aradaki mesafenin büyüklüğüne küçüklüğüne göre düşünülür bir nisbettir. Bu itibarla o, hakikatte bir uzaklıktır. Allah Teâlâ mekandan münezzeh olduğu için onda mekan yakınlığı düşünülemez. Çünkü onda mekan yakınlığı var saymak mekanın bir kısmını O'nun kuşatmasının dışında ve mekanı O'ndan büyük ve geniş farzetmektir. Halbuki o çok yüce ve çok büyük olan Allah, her şeyi kuşatmış, her mekandan yüksek "Arş üzerine hükümrandır." (Tâhâ, 20/5). Bundan dolayı burada mekan yakınlığı olduğu zannedilmemesi için zat yakınlığı ile değil, sıfat yakınlığı ile tefsir edilmiştir. Çünkü sadece ruhu ile değil, bedeni ile de düşünülen insanın zatı yer tutan bir cisim olduğundan dolayı ona zati yakınlık ile daha yakın oluş düşüncesi mekani bir yakınlığı akla getirebilir. Ancak bunun gereği mekani olmayan Allah'ın zatından zati yakınlığı uzak tutmak değil, mekan itibarıyla yakınlığı ortadan kaldırmak suretiyle bir mecaz yapılmasıdır. Fakat bu şekilde de mecaz mânâsı zaruri olunca tefsirciler onun için en uygun olan mânâyı tercih etmişlerdir. "Rahman ve Rahim"de olduğu gibi sıfat ve Allah'ın isimlerinde aranan gayeleri olduğuna göre akreb (en yakın) vasfı, zat yakınlığı tefsir edilse bile müjde veya uyarı makamında zat yakınlığından gayesi ve gerektirdiği eserleri kastedilmiş olur. Onun için "O her nerede olsanız sizinle beraberdir." (Hadid, 57/4) âyetinin ifadesince her yerde "hazır ve nazır" diye anlaşılagelen ilâhî beraberlik ilim ile tefsir olunduğu gibi buradaki yakınlık da naklettiğimiz şekilde ilim veya kudret yakınlığı ile tefsir olunmuştur. Bakılırsa bunun birleştirilmesinde bir çelişki olmamalı hem ilmi hem kudreti ile yakınlık kastedilmiş olabilmeli idi. Acaba niçin terdid (iki ihtimalden biri) ile söyleniyor. Buna dair bir açıklama görmedim. Fakat şu iki sebep gösterilebilir: Birincisi zat yakınlığından mecaz olma itibarıyla iki mecazın iki lazımının bir arada bulunmasının caiz görülmemesi ve ikisini toplayan bir mânâda kastedilmiş olmamasıdır. Fakat temsilî istiare veya kinaye durumunda biz bunu mümkün zannediyoruz. İkincisi sözün gelişinde ve yukarısında "yarattık", "biliyoruz", "telâkki" ve zaptederler, "geldi", "üfürüldü" gibi karinelerin bazısının yalnız ilmi, bazısının da kudreti gerektirip ifade etmesidir ki ihtilafın sebebi de budur. Biz bunların birleştirilmesine taraftarız. Gerçi ilim çok geniştir. Fakat kudreti gerektirecek birşey değildir. Kudret ise ilmi gerektirir. Kudret ile yakınlık kastedildiği takdirde ilim yakınlığı da ifade edilmiş olacaktır. Halbuki ilim ile yakınlık kastedildiği durumda bunun bir müjde veya tehdit ifade etmesi kudreti düşünmeye bağlı olacaktır.

"Nefsinin ona ne vesveseler verdiğini biliriz." ifadesi ile en yakından ilim ifade edildikten sonra bir de "Biz ona habli veridden daha yakınız." buyurulmasının da bu nükte ile ilgisi olması gerekir, onun için biz, bundan yalnız ilmî yakınlık değil lütuf ve yardıma, kahır ve gazaba da darbı mesel olabilen bir yakınlık anlıyoruz ki bu en azından kudret yakınlığıdır. Nitekim Ragıb Müfredat'ında derki. "Yakınlık ve uzaklık birbirinin karşıtıdır". Yakınlık zamanda, mekanda, nisbette hazda, kıymet ve şerefte, gözetmede, kudrette kullanılır. Mekanda: "Şu ağaca yaklaşmayın." (Bakara, 2/35), "Yetim malına yaklaşmayın." (Enam, 6/152), "Zinaya yaklaşmayın." (İsra, 17/32), "Mescidi harama yaklaşmasınlar." (Tevbe, 9/28) gibi. Zamanda: "İnsanlara hesapları yaklaştı." (Enbiya, 21/1), "Uzak mı yoksa yakın mı olduğunu bilmem." (Enbiya, 21/109) gibi. Nisbette: "Miras taksim olurken akrabalar hazır bulunursa." (Nisa, 4/8), "Ana baba ve akrabalar." (Nisa, 4/7), "İsterse yakınlar olsun." (Maide, 5/106), "Yakın komşu." (Nisa, 4/36), "Yakınlığı olan bir yetim." (Beled, 90/15) gibi. Huzvede yani haz ve şerefte: "Allah'a yakın melekler." (Nisa, 4/172), "Yakın olanlardan." (Ali İmran, 3/45), "Allah'a yaklaştırılmış olanlar ondan içerler." (Mutaffifin, 83/28), "Eğer Allah'a yaklaştırılmış olanlardan ise." (Vakıa, 56/88), "Şüphesiz ki siz yakın olanlardansınız." (A'raf, 7/114), "Ve onu sırdaş olarak yaklaştırdık." (Meryem, 19/52) gibi. Ve huzveye yani hazza, yakınlık denilir. "Allah yakınlıklar." (Tevbe, 9/99), "Gerçekten bu onlar için bir yakınlıktır." (Tevbe, 9/99), "Sizi bize yaklaştırır." (Sebe, 34/37 gibi. Rivayette, gözetmekte. "Şüphesiz Allah'ın rahmeti yakındır." (Araf, 7/56), "Şüphesiz ki ben yakınım." (Bakara, 2/186) gibi Kudrette: "Biz ona habli veridden daha yakınız." gibi.

17- Zabıt tutan iki melek tesbit ederlerken, bu de en yakın ilim mânâsında; yalnız kudret mânâsında ise ile tenazü üzere amil olması yaraşır, yani her insanın söylediğini, alıp zaptetmekle görevli iki melek vardır. İfadesini zapteder dururlar. İşte onlar, sağdan ve soldan oturmuş zabıt tutarlarken, öyleki,

18- her ne söz atarsa, yani gerek hayra ve gerek şerre dair, ağzından ne çıkarırsa herhalde yanında bir murakabeci, ne yaptığını ne söylediğini gözeten bir murakıp hazırdır. Hiçbir dediğini kaçırmadan kaydederlerken Allah ona her yakından daha yakındır. Bu sırada insanın nefsinde onların da bilemeyecekleri gizlilikleri bilir. Dilediği tesiri yapabilir. Şu halde o meleklerin zaptedip kayda geçmesi onun ihtiyacından değil kulların geleceği için hikmete bağlıdır. Keşşaf'ta der ki: Hz. Peygamber (s.a.v.)'den şöyle rivayet edilmiştir. "İki meleğin oturduğu yer, ön dişlerinin üzeri, dili onların kalemleri, tükürüğün de mürekkebleri, sen ise lüzumsuz şeyler peşinde akıp gidiyorsun, ne Allah'tan utanıyorsun ne onlardan." Bu âyetin zahirinden anlaşıldığına göre bu melekler, ağızdan çıkan her sözü yazarlar, bunun delaletinden, fiilleri de yazdıkları anlaşılıyor. Öncesine göre getirilişinden de nefisteki vesveseler gibi bazı şeylerin Allah'a malum olmasıyla beraber, onlardan gizli kaldığı anlaşılmıştı. İmam Malik herşey yazılır. Hatta hastalıktaki iniltisi bile demiştir. Fakat bundan anlaşılan dışarıya çıkan herşey demektir. Akaid kitaplarından cCvhere ve şerhi Lakkânî'de Alûsî'nin nakline göre şöyle denilmiştir. İtikad etmek vacip olan şeylerden biri de şudur: Allah Teâlânın öyle melekleri vardır ki kulların fiillerini gerek hayır gerek şer, gerek onların dışında olsun, gerek söz olsun, gerek amel, gerek itikat, gerek niyet olsun, gerek azim, gerek karar verme, hepsini yazarlar. Allah Teâlâ onları onun için seçmiştir. Gerek kasten ve bile bile işlesinler gerek dalgınlıkla ve unutarak yapsınlar, gerek sağlıklarında meydana gelsin, gerek hastalıklarında, işlerinden hiçbir şeyi ihmal etmezler. Nakil ve rivayet alimleri böyle rivayet etmişlerdir. Demek ki niyet, azim, karar mertebelerine gelmeyen vesveseler yazılmaz. Bu bakımdan "Nefsinin ona verdiği vesveseler", niyet ve kast mertebesine içten konuşmalar, kararı olmayan soyut hatıralar olmuş olur. İçten kendi kendine konuşmanın hiç yazılmadığını bildiren eserler de vardır. Nitekim, Beyhaki Şuab'da Huzeyfe b. Yemam (r.a)'da şöyle rivayet etmiştir: Sözün yedi kilidi vardır. Onlardan çıktığı zaman yazılır. Çıkmazsa yazılmaz, Kalp, küçük dil, dil, iki çene, iki dudak. Bu "Her ne söylerse" ifadesinin zahirine uygundur. İmam Malik'in sözü de bunu andırır. Bazıları mübahların yazılmadığını, ancak sevab veya, azabı bulunanların yani sorumluluğu olanların yazıldığını söylemişlerdir. Biz ortaya çıkan her fiil ve sözün yazıldığı, gizli kalanlardan yazılmayanlar bulunduğu, bununla birlikte hafızaya geçenlerin yazılmış demek olduğu görüşündeyiz. Sonra burada âyetin ifade üslubuna dikkat edilirse bu tesbit ve kontrol altında insan gıyabında biyografisi yazılan bir şahıs durumunda değil, ya sorgulayan birinin huzurunda ifadesi kaydedilen ve gönlünden heyecanlar ve vesveseler geçen bir suçlu, yahut ölmek üzere bulunup başı beklenen bir hasta gibi tasvir edilmiş ve öyle bir anda gerek korku, ve gerek ümit açısından Allah Teâlâ'nın ilmi ve yakınlığı anlatılmıştır.

19- Bu nükte iledir ki buradan ölüm ve ahirete geçilerek buyuruluyor ki, Ve ölüm sarhoşluğu hak ile geldiğinde de Allah habli veridden daha yakındır. "Biz ona sizden daha yakınız. Fakat siz görmezsiniz." (Vakıa, 50/85) ölümün sarhoşluğu, sarhoşlukları, aklı gideren şiddetidir. Ölümün hak ile gelmesi Allah'ın emriyle "Her nefis ölümü tadacaktır." (Ali İmran, 3/185) gerçeğini getirmesidir.

20- O işte, ey insan! Senin kendisinden kaçtığın şeydir. Ve sura üfürülmüştür. İkinci üfürüş İşte bu cezanın verileceği gündür.

21-Yani yapılan tehdidin yerine getirileceği ceza verileceği gündür. Ve her bir nefis beraberinde bir sevkedici, bir şahit ile gelmiştir. İki çeşit melek, birisi o nefsi mahşere sevketmekle görevli, birisi de ameline şahittir. Herkesin ameline göre şahitlik ve sevkin şekli farklı olmakla beraber, hepsi böyle iki görevli ile beraber sevkedilir. Şahidin kontrol eden hafaza meleklerinden olması akla gelir. Bazılar günahları yazan sevkedici, iyilikleri yazan şahit, demişlerdir. Daha başka da söylenmiştir. Ayrıntılarını Allah bilir.

22-26- Andolsun ki sen bundan gaflette idin. Bu cümle ya istinafiye (başlangıç cümlesi) veya mukadder kavil (söylemek) fiilinin mef'ulüdür. Hepsine bu hitabın yapılması, herkeste ahiretten az çok bir gaflet bulunması "Haber görmek gibi değildir." ifadesindeki hikmete dayanmaktadır. Kendisine yakın olan demiştir. Yani yanındaki sevkedip götüren, Hak Teâla'nın huzuruna hazırlayıp böyle demiştir. Bu benim yanımdaki hazır, Hak Teâlâ tarafından da o sevkedene ve şahitlik yapana veya cehennem zebanilerinden ikisine yahut tekid şeklinde emir suretiyle birine şöyle hitap buyurulur. "Atın cehenneme her inkarcıyı ve inatçıyı"

27- "Yakını ona der ki": Bu yakının, dünyada o kafire musallat olup, ahirette beraber sevkedilen şeytan olduğu şu sözünden bellidir.

"Ey Rabbimiz onu ben azdırmadım." Demek oluyor ki, Ya Rab! Beni bu azıttı diye özür beyan edip şikayet etmek istemiş, o da bu yolda cevap vermiştir. "Fakat kendisi uzak bir sapıklık içinde idi." Yani kendisi haktan uzağa sapmış bulunuyordu da ben ona öyle yanaştım. "Benim size karşı bir hakimiyetim yoktu." "Ancak sizi davet etmiştim." (İbrahim, 14/22) der.

28- Allah Tealâ buyurur ki, benim huzurumda çekişmeyin. Vaktiyle ben size tehdit göndermiş iken, önceden dünyada çalışma çağında kitaplarla ve peygamberlerle uyarmış, azgınlık edenlere böyle şiddetli azap edileceğini haber vererek tenbihler, tehditler yapmış iken dinlemediğiniz halde şimdi hesap ve ceza yerinde boşuna çekişmeyin.

29-Özellikle şunu anlamış iken Benim huzurumda söz değiştirilmez. Vaad değiştirilmediği gibi tehdit de değiştirilmez. Bazı günahkârları af meselesi ise değiştirme değil, tehditleri tahsis eden af delillerinin tatbikidir. "Ben kullarıma zulmedici değilim." ifadesi de, genel bir şekilde hakkı gerçekleştirme hususunda varid olmuştur ki bu şartlar altında tehdidin tatbik edilmesinin kendi hak ettikleri şeylerin neticesi olduğunu anlatmaktadır. Şimdi bu tehdit ve vaadi tamamlamak için buyuruluyor ki;

Meâl-i Şerifi

30- Biz O gün cehenneme: "Doldun mu?" diyeceğiz. O da: "Daha fazla var mı?" diyecektir.

31- Cennet de kötülükten sakınanlara yaklaştırılır. Zaten uzak değildir.

32-33- Onlara denir ki: "İşte size vaad edilen bu cennet, Allah'a yönelen, O'nun emirlerine riayet eden, görmediği halde Rahman olan Allah'tan korkan ve O'na yönelen bir kalple gelenlere mahsustur.

34- "Şimdi selam ve selametle oraya girin. İşte sonsuzluk günü budur."

35- Orada onlara ne isterlerse vardır. Katımızda daha fazlası da vardır.

30- "Biz o gün cehenneme doldun mu diyeceğiz." Bu mukadder veya ile mensubdur. Yahut sonunda o gün ne dehşettir! gibi bir takdir vardır, deniliyor. 'deki zulmün nefyini ifade eden fiil mânâsı, hepsinden yakındır. Bu soru ve cevap "Andolsun ki cehennemi dolduracağım." (Sad, 38/85) vaadinin yerine getirilmesi ve cehennemin dehşetini ve hızını tasirdir. İstifham takriridir. Yani cehennem o genişliğiyle beraber. "Andolsun ki cehennemi cinlerden ve insanlardan tamamen dolduracağım." (Hûd, 11/19) ifadesi gereğince grup grup atılan cin ve insandan doldurulacak, fakat hızı kesilmeyecek, günahkârlara öfke ve şiddetinden daha fazlasına hırs gösterecektir. Çokları bu soru ve cevabı bu şekilde bir tasvire yorumlamışlardır. Bazıları da hakikat demişlerdir ki, Alûsî zahir olan da budur. Hakikat mümkün iken ahiret işleri dünyaya kıyas edilmemeli der. Buharî ve Müslim ve daha diğerleri Enes (r.a.)'de şu meâlde bir hadis rivayet ederler: Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Cehennem daima içine atılır durur ve atıldıkça daha fazla yok mu der. Ta Aziz olan Rabbi ona ayağını koyuncaya kadar. O zaman bazısı bazısına büzülür de yetişir, yetişir, izzetin ve keremin hakkı için derler. Cennette de daima bir fazlalık bulunur. Ta Allah Teâlâ onun için bir halk meydana getirip de onları cennetin fazlalıklarında yerleştirinceye kadar." Yine Buhari ve Müslim ve daha diğerleri Ebu Hüreyre (r.a)'de rivayet ederler. Demiştir ki: Resulullah (s.a.v) buyurdu.

"Yani cennet ve ateş münakaşa ettiler. Ateş ben büyüklük taslayanlar ve zorbalarla tercih edildim." dedi. Cennet de: "Niye bana insanların ancak zayıfları ve sakatları giriyor?" dedi. Allah Teâlâ da cennete şöyle buyurdu. "Sen benim rahmetimsin, ben seninle kullarımdan dilediğime rahmet ederim. Ateşe de şöyle buyurdu; sen sırf benim azabımsın. Ben seninle kullarımdan dilediğime azap ederim. Her birinize de dolusu var. Ama ateş dolmaz ta o ayağını koyuncaya kadar ki o vakit yetişir yetişir der. O vakit dolar, bazısı bazısına büzülür. Ve Allah yarattıklarına hiç zulmetmez. Cennete gelince onun için de Allah Teâlâ yeni bir halk meydana getirir. Ayak cehenneme en son atılacak kullar, yahut ayağını koymak çiğnemek gibi gazap eseri olan bir sıkıştırma ile şiddetini kırmaktan kinayedir.

31- "Fazla" kelimesi mimli masdar veya gibi ismi mef'ul olabilir. Uzak olmayarak veya uzak olmayan bir yakınlık ile, 'den sonra bu kayıt yalnız tekide yorumlanmış ise de yukarıda geçtiği üzere "Bu uzak bir dönüş" (Kaf, 50/3) diyenlerin sözlerini açıkça red içindir. Yani kâfirlerin zannettikleri gibi Allah'ın kudretinden uzak olmayarak takva sahiplerine yaklaştırılmış bulunacaktır. İşte bu size vaad edilen şeydir. Zahiri, bu şimdi söyleniyor. İşte bu ki size vaad ediliyor. Fakat tefsircilerin çoğu takdiri ile ahirette söyleneceği, hikaye diyorlar ki, işte bu o ki size vaad ediliyordu diye mânâsında olmuş oluyor. Bunun karinesi aşağıdaki "Allah'a yönelmiş bir kalp ile geldi." ifadesidir. Her tevbekar için. "Müttakiler"den bedel, aradaki söz muteriza (ara cümlesi) olmuş oluyor. "Her tövbekâr için olan bir vaad" mânâsıyla "size vaad edilir", ifadesine bağlanması da uygun olur. Evvab Sâd Sûresi'nde geçtiği üzere Allah'a dönüşü çok olan ve çok tevbekâr olan mânâlarına gelir. "Vazifesine rivayet eden", vazifesini bilip korunan "Allah'ın sınırlarını korumuş." (Tevbe, 9/112) olan ki bu da şöyle bir bedel ile açıklanıyor. Görmediği halde Rahmân olan Allah'dan korkmuş. Henüz huzuruna gelmeden, ahiret olmadan perdeler açılmadan Rahmân'a iman edip rahmetinin zevki, azabının dehşeti ile saygısını duymuş. Ve Allah'a yönelmiş bir kalp ile yani herşeyden geçip yalnız o Rahmân'ın rahmetine sığınan bir kalp ile huzuruna gelmiş bulunan kimseler vaad edilmiş olup yaklaştırılmıştır.

32-33- "Fazla" kelimesi mimli masdar veya gibi ismi mef'ul olabilir. Uzak olmayarak veya uzak olmayan bir yakınlık ile, 'den sonra bu kayıt yalnız tekide yorumlanmış ise de yukarıda geçtiği üzere "Bu uzak bir dönüş" (Kaf, 50/3) diyenlerin sözlerini açıkça red içindir. Yani kâfirlerin zannettikleri gibi Allah'ın kudretinden uzak olmayarak takva sahiplerine yaklaştırılmış bulunacaktır. İşte bu size vaad edilen şeydir. Zahiri, bu şimdi söyleniyor. İşte bu ki size vaad ediliyor. Fakat tefsircilerin çoğu takdiri ile ahirette söyleneceği, hikaye diyorlar ki, işte bu o ki size vaad ediliyordu diye mânâsında olmuş oluyor. Bunun karinesi aşağıdaki "Allah'a yönelmiş bir kalp ile geldi." ifadesidir. Her tevbekar için. "Müttakiler"den bedel, aradaki söz muteriza (ara cümlesi) olmuş oluyor. "Her tövbekâr için olan bir vaad" mânâsıyla "size vaad edilir", ifadesine bağlanması da uygun olur. Evvab Sâd Sûresi'nde geçtiği üzere Allah'a dönüşü çok olan ve çok tevbekâr olan mânâlarına gelir. "Vazifesine rivayet eden", vazifesini bilip korunan "Allah'ın sınırlarını korumuş." (Tevbe, 9/112) olan ki bu da şöyle bir bedel ile açıklanıyor. Görmediği halde Rahmân olan Allah'dan korkmuş. Henüz huzuruna gelmeden, ahiret olmadan perdeler açılmadan Rahmân'a iman edip rahmetinin zevki, azabının dehşeti ile saygısını duymuş. Ve Allah'a yönelmiş bir kalp ile yani herşeyden geçip yalnız o Rahmân'ın rahmetine sığınan bir kalp ile huzuruna gelmiş bulunan kimseler vaad edilmiş olup yaklaştırılmıştır.

34-Haydin selam ve selamet ile girin ona, denecek.

İşte o, giriş günü ebedilik günüdür. Yani ebedi kalmanın takdir edildiği gündür ki Kur'ân'da "Orada ebedi olarak kalcaklar." diye zikredilip duran ebedilik, o günden itibaren başlayacaktır. Artık onun sonu yoktur.

35- Onlara orada ne dilerlerse vardır. İstenecek olan çeşitli şeylerden her ne isterlerse vardır. Nezdimizde fazlası da vardır. Onların hatırlarına gelmeyen dilekleri içine girmeyen öyle şeyler ki ne gözler görmüştür, ne kulaklar işitmiştir, ne de bir insanın gönlüne doğmuştur. Burada iki mânâ vardır. Birisi Allah Teâlâ cennettekilere istediklerinden fazla, hatırlarına gelmez nimetler verecek, henüz yaratılmamış şeyler de yaratacak demektir. Birisi de cennetlikler Allah'ın ziyafetine gidecekler, huzurunda fazlasıyla ikram görecekler demek olur. Bu tebliğden sonra bir de şu hatırlatma ile buyuruluyor ki;

Meâl-i Şerifi

36- Ey Muhammed! Biz onlardan önce kendilerinden daha kuvvetli olan ve beldeleri delik deşik eden nice nesilleri helak ettik, hiç kurtuluş var mı?

37- Şüphesiz ki bunda kalbi olan ve hazır bulunup kulak veren kimse için elbette bir öğüt vardır.

38- Andolsun ki biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yarattık, Bize hiçbir yorgunluk da dokunmadı.

36- Yani kuvvetli olduklarından yeri delik deşik etmişler, ölümden kurtulmaya çare aramışlardı. Allah'dan veya ölümden kaçacak bir yer var mı?

37- Şüphesiz bunda, yani bu sûrede söylenen sözde elbette bir ibret dersi, bir öğüt ve hatırlatma vardır.

Kalbi olan, yani vicdanı olan kimse için yahut şahit olarak kulak veren, yani kendinden gafil olmayarak şuuruna sahip, zihni hazır, görür bir halde duya duya dinleyen kimseler için.

38- "Altı günde." (Araf, 7/54 ve Fussilet, 41/10-12'inci âyetlerin tefsirine bkz.)

Ve bize bir yorgunluk dokunmadı, bir usanç gelmedi, yani yahudilerin dediği gibi Allah yedinci gün dinlenmeye ihtiyaç duymuş değildir. Hala yaratıyor, hala yaratıyor, yeniden de yaratır. Topraktan da yaratır.

Meâl-i Şerifi

39- Ey Muhammed! Onların söylediklerine karşı sabret. Güneşin doğuşundan önce (sabah namazını) ve batışından önce de (öğle ve ikindi namazalarını kılarak) Rabbini Hamd ile tesbih et.

40- Geceleyin (akşam ve yatsı namazlarını kılarak), namazlardan sonra da (vitir ve nafile kılarak) O'nu tesbih et.

41- Bir münadinin yakın bir yerden sesleneceği güne kulak ver.

42- O gün insanlar, o çağrıyı gerçek olarak duyarlar. İşte bugün, kabirlerden çıkış günüdür.

43- Gerçekten biz hem yaşatırız, hem öldürürüz. Sonunda dönüş yalnız bizedir.

44- O gün yer yarılır, insanlar kabirlerinden çabucak çıkarlar. İşte bu, sadece bize göre kolay bir toplanmadır.

45- Biz onların söylediklerini daha iyi biliriz. Sen onlara karşı zor kullanacak değilsin. O halde sen, benim tehdidimden korkanlara bu Kur'ân ile öğüt ver.

39-40- Ve secdelerin arkalarında, yani namazlardan sonra; tesbih her namazın arkasında yapılır. Nafile namaz mânâsına tesbih ise sabah ve ikindi namazlarından sonra mekruhtur. "Secdelerin arkasından" ifadesinin akşam namazının son sünnetine işaret olduğunu söyleyenler de çoktur.

41-43- O çağırıcının sesleneceği gün, O çağırıcı İsrafil ve Cebrail (a.s.)'dir. Ey çürümüş kemikler, kopmuş mafsallar, didiklenmiş etler, dağılmış saçlar, Allah Teâlâ size ayırt edici dava için toplanmanızı emrediyor diye bağıracak. Yakın bir yerden, yani ses herkese eşit, olarak işitilecek şekildeki yeniden yaratmadaki bu seslenmeyi ilk yaratılıştaki "ol" emrine benzetmişlerdir. Taberî'nin naklettiği üzere bazı rivayetler de bu yakın yerin, Beyti Makdis sonrası olduğu rivayet edilmiştir ki, bu Rum Sûresi'ndeki, "Yerin yakın bir yerinde." (Rûm, 30/3) ifadesi gibi olmuş oluyor. İslâm'ın geleceği ile ilgili olan bu rivayetin bizce özel bir önemi vardır. Hakk'a çağıran o sesi işitecekleri gün işte o çıkış günüdür. kabirlerden çıkış günü. Beydâvî der ki; çıkış günü kıyamet gününün isimlerindendir. Bayrama da denilir.

44- Yerin onlardan çatlayıp ayrılacağı gün, bu öncekilerden bedel veya dönüş kelimesine bağlı, yahut süratli kelimesine bağlıdır. Gün, gün diye günlerin çokluğu, korkutmak için olmakla beraber, olayların çokluğuna da işaret olmalıdır. Yerin yarılıp ayrılmasının nükteli bir kaç mânâya ihtimali vardır. Süratle kelimesi ya 'den haldir, üzerinde toplanmış hızla giderlerken altlarından yerin çatlayıp, kendilerinden ayrılması, ve düşmeleri demek olur. Yahut 'nin müteallakı (bağlandığı kelime) olarak süratlice çıkarlar, veya süratlice koşarlar, demektir ki, bu şekilde, yerin üzerlerinden çatlayıp içinden dışarı fırlamaları demek olur. Birisinde yer üzerinden sıkışma ile birisinde de altından sıkışma ile çatlamış oluyor. İkisinde de "O gün yer başka yere çevrilir." (İbrahim, 14/48) ifadesi gerçekleşmiş bulunuyor. Bu toplanış, müthiş bir toplanıştır. Öyle ki ancak bize kolaydır, başkalarının yapabileceği bir şey değildir.

45- Onun için şimdi sen benim tehdidimden korkacak kimselere bu Kur'ân ile vaaz ve nasihat et de o gün için korunsunlar. Allah'a yönelmiş bir kalp ile gelmeye, selam ile ebedîlik yurduna girmeye çalışsınlar.






KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)


51-ZARİYAT:

"Tozdurup savuranlara andolsun."ZERV, tozutup götürmek, savurmak, kırıp ufalamak demektir.

ZÂRİYÂT: Kırıp ufalayan veya savuran, ya da toz duman edip götüren kuvvetler demektir. Mesela toprağı ve başka şeyleri tozdurup savuran rüzgarlar, volkanları püskürten, yaratıkları kırıp dağıtan ve yayıp açan melekler ve barut, dinamit gibi sonradan bulunmuş ve bulunacak şiddetli patlayıcı, tahrip edici ve yakıcı bütün sebepler bu kavrama dahildir. Beydâvî, "Bütün yaratıkları savuran sebepler" demekle bu genelliği göstermiştir. Müfessirlerin çoğunluğunun "rıyah" yani rüzgarlar ile yetinmesi Hz. Ali'den gelen rivayete göredir ki bu tefsir "kavram" itibarıyla değil bir "örnek ile tefsir" olsa gerektir. Yoksa kavram itibarıyla nesiller dünyaya getiren doğurgan kadınlar diye de mânâ verilmiştir.

2- Sonra bir ağırlık yüklenenlere, yağmur yüklenen bulutlar, bulutları taşıyan rüzgarlar veya gebe kadınlar veya bütün bunların sebepleri ki bunlar öncekilerin aynısı da, başkası da olabilir. Önce tozdurur, sonra da yüklenir, taşır, veya tozdurup savuran başka, taşıyıp götüren başka olur, bir ordunun ağırlıkları ve ganimetleri gibi.

3- Sonra da kolaylıkla akanlara, gemiler ve benzeri trenler, otomobiller gibi.

4- Sonra da bir emir taksim edenlere yemin olsun, yani bütün bunları idare etmek, tozdurulan taşınan, götürülen şeyleri varacakları yerlere yetiştirmek için yüce Allah'ın emrini ayırıp dağıtan meleklere, Cebrail, Mikail, İsrafil, Azrail gibi emir meleklerine yemin olsun, bunlara yemin, cezanın meydana gelmesinde özellikle hizmetlerini hatırlatmadır. Yani sayılan bu kuvvetlerin önemlerine işaret ile kesin bir şekilde uyarıda bulunur ki;

5- Size vaad olunan, muhakkak doğrudur. Kâf Sûresi'nde geçtiği üzere size yapılmakta bulunan vaadler ve tehdidler, o yeni yaradılış, dirilme ve çıkma, girme ve ebedilik hep doğrudur.

6- Ve din mutlaka olacaktır, din yani ceza ve sorumluluk vardır. Amellerinin cezası, iyiliğe çalışanlara iyilikle mükafat, kötülüğe çalışanlara kötülükle ceza mutlaka olacak, herkes ettiğini bulacaktır.

7- "Zatü'l-hubük" semaya yemin ederim. "Zatilhubük" niteliği, eşsiz bir ifadedir. Bunun mânâsının ne olduğu hakkında çok şeyler söylenmiştir.

HUBÜK: "Habike'nin de, "Hibâk"in de çoğulu olabilir. "Târika" "Turuk" "Misal" "Müsül" gibi.

HABÎKE: Dikkat ve özenle sağlam sanatlı dokunmuş yol yol, menevişli güzel kumaşa denir.

HİBAK" de, rüzgar hoş estiği zaman denizde veya kumda meydana gelen yol yol kıvrıntılara denir. Saçların çok kıvırcıklığından meydana gelen dalgalanmalara, yani ondülasyona hubük denir. Kelimenin kökü olan "Habk" sıkı bağlayıp sağlam yapmak, ve kumaşı sıkı, sağlam ve üzerinde sanat eseri ortaya çıkacak şekilde güzel bir zemin üzere dokumak anlamına gelir ki aslı, "sefâkat" yani kumaşı sağlam ve güzel dokumak diye özetlenmiştir. Birçok kimse, hâreli yollu yollu mânâsı ile "yollara sahip" diye tefsir etmiştir. Bundan da bazı kimseler yıldızların yörüngeleri mânâsına kendilerine özel yollar, bazıları da, ilim ve bilgiye götüren ve yaratanın birliğine, kudretine, ilmine ve hikmetine delalet eden aklî yolları anlamışlar, bazıları da saman yolları, adına kehkeşan da denilen samanyollarını söylemişlerdir. Fakat İbnü Abbas, Katade, İkrime, Mücahid, ve Rebî'den rivayet olunduğuna göre de "güzel, düzgün yaratılışlı", Mücahid'den diğer bir rivayette de "yapısı sağlam" diye tefsir olunmuştur. Mânâyı kısaca özetleyen bu ifadeden biz şunu anlıyoruz ki gökyüzü, yıldızları ve türlü yörünge ve yıldızların döndükleri yerlerle pek sıkı ve son derece sanatlı bir biçimde dokunmuş güzel nakışları olan düzgün ve sağlam, üzeri menevişli bir kumaşa benzetilmiş ve buna yemin ile, onun genel biçiminde tevhîde delalet eden ve yaratıcısının birlik ve kudretini gösteren güzel ve sağlam uyum ve ahenk hatırlatılarak sözleri değişik olanlara bir yasaklamada bulunulmuş, görüş ayrılıklarının tevhide döndürülmesi gerektiği anlatılmıştır. "Habk" kökü, hem yolları hem de sağlam ve güzel bir dokuma mânâsını taşıması itibarıyla bunda, dağınıklıkları birleştiren yüksek bir toplumun manzarasına da işaret vardır. Bunun yedinci sema olduğunu söyleyenler olmuş ise de "sema cinsi" olması daha uygundur. Şu halde mânânın özeti şudur:

8-O sağlam ve düzgün dokunmuş meneviş kumaşlı güzel ve yüksek semaya dikkatinizi çekerek söylerim ki: Siz gerçekten farklı farklı ifadelerde bulunuyorsunuz. Sözleriniz birbirini tutmuyor, bir hüküm altında toplanmıyorsunuz. "Gökleri ve yeri yaratan Allah" dersiniz, sonra da tutar başkalarına taparsınız. Çeşitli ilahlara taptığınız için, gittiğiniz yollar ve amaçlarınız bir hedefte birleşmiyor, hakta birleşmediğiniz için peygambere bazen sihirbaz, bazen kâhin, bazen şair bazen de deli gibi birbirini tutmaz sözler söylüyorsunuz! Bir taraftan dinin, yani cezanın olacağına inanmıyor, Hakk'a uymayan görüşleri benimsiyorsunuz, bir taraftan da ileride bize şefaat ederler diye putlara tapıyorsunuz.

9- Ondan çevrilen çevrilir. O çeşitli görüşlerden dönmesi takdir edilmiş olan döner, doğruya iman eder. İman etmeyenlere gelince "O kendi tahminlerini ileri atanlar kahrolsun..." yahut hak yolundan saptırılmış, sapıklık da tabiatı ve huyu olmuş bulunan çevirilenler, o doğru ve gerçekleşecek olan vaad ve tehdide, ahiret ve cezaya iman etmekten saptırılır, çeşitli görüşlere ve kanaatlere sürüklenirler.

10-11- O kahrolası harraslar, yani sırf kendi zan ve tahminlerine göre atan, fikir adına kendi heveslerini ileri süren yalancılar ki onlar bir cehalet içinde, yani herşeyi kuşatan bir sel gibi kendilerini her noktadan sarıp bürümüş olan batak, bir sarhoşluk veya bir cehalet içinde şuursuzdurlar. Allah'ın emrinden gafiller, başlarına gelecek felaketin farkında değiller.

12- O din günü, yani gerçekleşeceği haber verilen o cezanın günü ne zaman? diye soruyorlar. İnanmadıkları için eğlenmek istiyorlar.

13- İşte cevabı: Onların ateş üzerinde kıvrandırılacakları gündür.

"FİTNE"nin asıl mânâsı: Altın ve gümüş gibi herhangi bir maden cevherinin iyisini kötüsünden ayırmak için ateşe atılmasıdır. Bundan meşakkate sokmak, sınamak yani imtihan etmek, azdırmak , çok beğenip tutulmak gibi fitnenin sonucu, lazımı olan mânâlarda da kullanılır.

14-16-Nitekim "Tadın fitnenizi!" Azaba yahut azab ve meşakkate sebep olan küfür ve fesat mânâsınadır. "Bu işte, sizin acele ile istediğiniz!" yani böyle denecek. Yani nasıl olduğunu ve miktarını tayin ve takdir edemiyeceğiniz Cennetler ve pınarlarda, Rablerinin kendilerine verdiğini alarak, yani hoşnutlukla kabul edip razı ve hoşnud olarak. Çünkü onlar ondan önce, yani dünyada iyi amel işleyen kimselerdedirler. Güzel ameller yapar ve güzel yaparlardı, onun için mükafata ve sevaba layık olmuşlardı, onu hoşnutluk içinde gülerek alırlar. Bu cümle "Rablarının vermesi'nin sebebini gösterirken, takvanın da yalnız menfi, eylemsiz bir mahiyette olmayıp aynı zamanda güzel işler yapmak mânâsında müsbet bir mânâ ifade ettiğini anlatır.

17- Onun için bu da şöyle açıklanıyor: Geceden pek az uyurlardı. "Birazı hariç geceleri kalk namazı kıl!" (Müzzemmil 73/2) âyetinin mânâsına göre amel ederler, Allah şevki, ahiret endişesi ile gözlerine uyku girmez, ibadet eder, vazife yaparlardı.

HUCU', az uyku, ve özellikle gece uykusu, demektir. Âyet metnindeki ziyade veya mevsul veya masdarlık bildiren bir harftir. Olumsuzluk bildiren bir harf olarak şöyle de mânâ verilmiştir: "Bazı gece biraz bile uyumazlar, hepsini ihya ederlerdi." Bir rivayette de "Az idiler, geceden uyumazlardı." diye iki cümle olarak mânâ verilmişse de ağır basan şık birincisidir.

18- Ve seher vakitleri onlar istiğfar ederlerdi. Yani geceleri öyle ibadet etmekle birlikte sanki günah ile vakit geçirmiş gibi seher vakitleri de yatmaz, kusurları için af dilerlerdi. Âyetteki zamiri ile ifadede kasır vardır. Yani dua ve istiğfarın en güzel zamanı olan seher vakitleri öyle icabet ve kabule şayan istiğfarı onlar, o iyi kimseler yaparlar.

19- Mallarında da dilenci ve mahrum için bir hak vardı.

SAİL, isteyen, dilenen, MAHRUM, iffetinden dolayı zengin zannedildiği için sadakadan dahi mahrum bulunan muhtaç demektir. Resul-i Ekrem (s.a.v)'den rivayet edilmiştir ki: "Miskîn bir yemek iki yemek ve bir lokma iki lokma ve bir hurma iki hurma, kendisini savacak olan değil" buyurmuş. O halde miskin kimdir? demişler, "Miskin; öyle bir kimsedir ki, bulamaz ve bilinip kendisine sadaka da verilemez." buyurmuş. İbnü Abbas'tan bir rivayette: Kazanamayan bedbaht denilmiş, bazıları da rızık sebepleri kendisine yaklaşmış olduğu halde uzaklaşmış, mahrum kalmış olan düşkün diye tefsir etmişler ise de önceki daha kapsamlıdır. "Hak" deyimi zahiren bunun vacib olduğunu ifade eder. Onun için Kâdî Münzir İbnü Saîd, bunun farz olan zekat olduğu kanaatine varmıştır. Fakat bu sûrenin Mekkî, ve zekatın Medine'de farz kılınmış olması dolayısıyla çokları bunu nafile sadaka olarak anlamışlar, ve zekattan ayrı olarak kendilerinin taahhüt ettikleri "bol bir nasip" diye tefsir etmişlerdir. İslam toplumunun yükselmesinde çok büyük önemi olan bu noktanın özellikle dikkat çekici olduğunu hatırlatmaya gerek yoktur.

20-21- Yeryüzünde de âyetler vardır, kesin bilgi edinecekler için nefislerinizde de nice deliller vardır ki cezanın ve hesaba çekilmenin olacağını ve dinin hak olduğunu gösterirler. Yeryüzünde dolaşan ve yerküreyi inceleyenler iyi çalışanlarla çalışmayanların, korunanlarla korunmayanların, tasdik edenlerle inanmayanların akıbetlerindeki farkı gösterecek çok deliller bulurlar. Vicdanlarla başvurulması halinde de iman eden herkes, yaratılmasının merhalelerinden Allah'ın kudretini ve her günkü hayatında bile vazife ve sorumluluğunun varlığını anlar.

22- Semada da rızkınız, yağmur sıcaklık vesaire gibi rızık sebepleri ve size vaad edilen şeyler var yahut mukadder. Bunun zahiri yukarıki gibi vaad ve tehdidi içine alır. Fakat çoğunlukla sevap ile tefsir etmişler ve cennetin yedinci semanın üstünde, Arş'ın altında olduğunu nakletmişlerdir.

23- İşte o sema ve yer yüzünün Rabbine yemin olsun ki, O size edilen vaad mutlaka haktır tıbkı sizin konuşmanız, söylemeniz gibi, yani sizin konuşmanız nasıl kesin olan bir şey ise sorumluluğunuz, vaad olunan ceza ve mükafaatınız da öylece olacaktır.

Yeryüzü ve nefislerdeki bu deliller bazı örnekler ile açıklanıp peygamberliği beyan etmek için buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

24- Ey Muhammed! İbrahim'in şerefli misafirlerinin haberi sana geldi mi?

25- Hani onlar İbrahim'in huzuruna girmişlerdi de "Selam sana!" demişlerdi. İbrahim: "Size de selam" demiş, ve içinden: "Bunlar tanınmamış bir topluluk!" diye geçirmişti.

26- İbrahim, sonra ailesine giderek semiz bir buzağı (eti) getirdi.

27- Onu önlerine sürerek: "Yemez misiniz?" dedi.

28- Yemediklerini görünce onlardan içine bir korku düştü. Onlar İbrahim'e: "Korkma!" dediler ve onu çok bilgili bir oğul ile müjdelediler.

29- Bunun üzerine karısı (Sâre) bir çığlık atarak geldi ve elini yüzüne vurarak: "Ben kısır bir kocakarıyım, nasıl çocuğum olur?" dedi.

30- Misafir melekler: "Evet bu böyledir. Rabbin böyle buyurdu. Gerçekten O hüküm ve hikmet sahibidir. Herşeyi hakkıyla bilir." dediler.

31- İbrahim, kendisine misafir olarak gelen meleklere: "Acaba sizin asıl önemli işiniz nedir ey elçiler?" dedi.

32- Onlar: "Gerçekten biz günahkâr bir kavim (olan Lût kavmine) gönderildik.

33- Onların üzerine çamurdan pişirilmiş sert taşlar yağdıracağız.

34- O taşlardan herbirinin haddi aşanlardan kime isabet edeceği Rabbin katında işaretlenmiştir." dediler.

35- Nihayet biz müminlerden orada bulunan kimseleri çıkardık.

36- Fakat biz orada müslümanlardan bir ev halkından başka kimseyi de bulamadık.

37- Biz orada acı bir azabdan korkan kimseler için bir ibret nişanesi bıraktık.

38- Musa'nın kıssasında da ibret vardır. Hani biz onu apaçık bir delille Firavun'a göndermiştik.

39- Firavun ise ordusuyla birlikte yüz çevirmiş, onun hakkında: "Bu bir sihirbazdır, ya da bir delidir." demişti.

40- Nihayet biz onu ve ordularını yakalayıp hepsini denize attık. Firavun ise o sırada (inadından dolayı pişmanlık duyarak) kendi kendini kınıyordu.

41- Âd kavminin helâkinde de bir ibret vardır. Hani biz onların üzerine köklerini kesecek bir rüzgar göndermiştik.

42- O rüzgar üzerine uğradığı hiçbir şeyi bırakmıyor, mutlaka onu kül gibi dağıtıyordu.

43- Semud kavminin helâkinde de bir ibret vardır. Hani onlara: "Belirli bir süreye kadar dünyadan yararalanıp, geçinin!" denmişti.

44- Onlarsa Rablerinin emrine karşı büyüklük tasladılar. Bunun üzerine kendilerini, bakıp dururlarken yıldırım yakalayıp, çarptı.

45- Artık onlar, ne kendi kendilerine ayağa kalkabildiler, ne de yardım gördüler.

46- Daha önce de Nuh kavmini helâk etmiştik. Çünkü onlar yoldan çıkmış fâsık bir kavimdiler.

24- "Geldi mi sana?" Bu ifade, hikayenin büyüklüğü ve vahiy ile bildirdiği hakkında bir uyarıdır.

HADİS, insana gerek uyanıklık anında gerek uykuda vahiy veya işitme biçiminde gelen söze denir. Biz bu gibi yerlerde "kıssa" diyoruz.

DAYF, aslında misafire ikram ve ziyafetin kaynağı olan meyil mânâsına mastar olmakla tekil ve çoğul anlamında kullanılır. Eski Türkçe'de buna "konuk" derlerdi. Biz "misafir" diyoruz. Fakt biz bunu Arapça'da bilinen yolcu mânâsı ile değil, Araplar'ın "dayf" dediği mânâ ile Türkçe bir kelime gibi kullanıyoruz. Burada kelimenin mânâsı çoğuldur. Çünkü "ikram edilenler" sıfatı ile nitelenmişlerdir. Bunlar Enbiya Sûresi'nde "Lütuf ve ihsana mazhar olmuş kullardır." (Enbiya 21/26) buyurulduğu üzere Allah katında ikrama eren şerefli meleklerdir. Hz. İbrahim de bunlara eşi Sâre ile kendisi bizzat hizmet etmek ve ziyafet vermek suretiyle ikram eylemiştir. Bir rivayette "on iki melek" bir rivayette de "üç melek: Cebrail, Mikail, İsrafil" denilmiştir.

25- Selam cümlesinden hafifletilmiş bir cümledir. "Sana selam verir selamet dileriz." demek gibidir. Selam "aleyküm selam" demektir.

Merfu halinde sübut mânâsı olması itibarıyla daha kuvvetli bir selam ile cevap vermiştir. Münker, yani görülmedik, tanınmadık, acaib bir topluluk dedi. İslâm'ın alameti olan ve o zaman bilinmeyen selam verişleri, hal ve tavırları tuhafına gitmiş bu suretle kimliklerini gizleyerek geldiklerini de sezer gibi olmuştur.

26- Derhal bir yolunu bularak eşine sıvıştı, yani misafirlere sezdirmeksizin önce yemek tedariki için ailesine koştu, demek ki, misafire ikramın adabından birincisi budur. Gitti ne yaptı ise yaptı. Çok geçmeden semiz bir buzağı getirdi. Hûd Sûresi'nde kebap edilmiş, kızartılmış olduğu (Hud, 11/69) geçmişti. Burada da semizliği anlatılıyor. Demişler ki genel olarak malı sığır cinsi idi. Onun için en güzel ikram olmak üzere semiz danayı seçti.

27- Hemen onu yakınlarına koydu yemez misiniz? dedi. Bunun yemeğe buyurun mânâsına bir teklif veya ne için yemiyorsunuz? mânâsına bir soru olma ihtimali olduğu söylenmiştir.

28- Bunun üzerine onlardan içine bir korku düştü. "Yemeğe el uzatmadıklarını görünce onlardan işkillendi." (Hud, 11/70) Çünkü düşmanlık ve tepkiye delalet eden bir mânâdan uzak kalmaz. İbnü Abbas'tan rivayet olunduğuna göre melek olduklarını sezdi, azab için gelmiş olmaları ihtimali hatırına gelerek korktu. "Korkma" dediler, ve ona çok bilgili bir oğlu olacağını müjdelediler. Hud Sûresi'nde açıklandığı üzere bu oğul İshak'tır. Saffat'da, "İşte o zaman biz onu uslu bir oğul ile müjdeledik" (Saffat, 37/101) âyeti ile müjdelenen İsmail idi. "Alîm" yani büluğ çağından sonra çok bilgili olacak bir oğul ki peygamberlik ile de tefsir edilmiştir. Bu vasıf ile müjde hem hayatını hem de olgunluğunu beyan ile müjdelemedir.

29- Bunun üzerine hanımı yüzünü döndü. Müfessirler diyorlar ki: Hanımı Sâre bir köşede bakıyordu, o müjdeyi işitince utandı evine gitmek içini yüzünü döndü.

SARRE, "Sarir" kelimesinden türeme "haykırma" mânâsınadır. Yani, a... diye içini çekerek bir çığlık kopardı da elini yüzüne çarptı ve kısır bir ihtiyar kocakarı dedi. Yani ihtiyarlamış, bununla birlikte gençliğinde bile doğurmamış kısır bir koca karı çocuk mu doğurur?

30-Buna kar dediler ki öyle Rabbin buyurdu, yani biz o söylediğimizi kendimizden söylemiyoruz, yalnız Rabbinin kelamını haber veriyoruz. Şüphesiz ki O, öyle Hakîm öyle Alîm'dir. Hikmetiyle dilediğini yapar ve nasıl yapacağını bilir. Bundan dolayı O'nun dediği mutlaka olur.

31-Bu şekilde İbrahim (a.s) onların Allah tarafından gönderilmiş melek olduklarını anladığı gibi görevli oldukları vazifenin bu müjdelemeden ibaret olmadığını da sezerek Dedi: Şu halde "hatb"ınız nedir?

HATB, önemli bir iş yani bir müjdeden sonra asıl gönderilmenize sebeb olan iş nedir? Ey "mürseller", Allah tarafından gönderilmiş şanlı elçiler!

32- "Günahkâr bir kavme" yani Lut kavmi üzerlerine salmak için, memleketlerinin altını üstüne çevirdikten sonra üzerlerine yağdırmak için

33-34- çamurdan taşlar, çamurdan taşlaşmış "siccîl" Rabbinin katında damgalanmış nişanlanmış, hangisinin kime ve nasıl isabet edeceği takdir olunmuş, belli edilmiş o müsrifler için, cürümde fasıklıkta ve günahta haddini aşmış, aşırıya kaçmış azgınlar için alametleriyle tertib edilmiş, hazırlanmış, mendud,

35- "Biz orada bulunan müminleri çıkardık." âyet metninde geçen "fâ" fasîha fâ'sıdır. Mahzuf, yani zikredilmeyen cümleleri özetler. Yani diğer sûrelerde beyan olunduğu üzere o kavmin köyüne vardıklarında, orada müminlerden kim varsa çıkardık.

36-38- Fakat orada bir evden başka müslüman bulmadık. Yani bir evden başka mümin yoktu, onun için bir ev halkından başka selamete çıkan bulunmadı ki o ev Hz. Lut'un evi idi, karısından başka bütün ailesi mümin oldukları için beraberinde selamete çıkmış kurtulmuşlardı. Demek Hz. Lût'un açıkladıklarına daha başka iman eden bulunsaydı onlar da kurtulacaklardı. Burada "müslimîn" (müslümanlar) "müminîn" (müminler) eş anlamlı gibi kullanılmış olmakla birlikte selamet bulanlar mânâsını da ifade etmektedir.

39-40- yani bir müjdeden sonra asıl gönderilmenize sebeb olan iş nedir? Ey "mürseller", Allah tarafından gönderilmiş şanlı elçiler! "Günahkâr bir kavme" yani Lut kavmi üzerlerine salmak için, memleketlerinin altını üstüne çevirdikten sonra üzerlerine yağdırmak için çamurdan taşlar, çamurdan taşlaşmış "siccîl" Rabbinin katında damgalanmış nişanlanmış, hangisinin kime ve nasıl isabet edeceği takdir olunmuş, belli edilmiş o müsrifler için, cürümde fasıklıkta ve günahta haddini aşmış, aşırıya kaçmış azgınlar için alametleriyle tertib edilmiş, hazırlanmış, mendud, "Biz orada bulunan müminleri çıkardık." âyet metninde geçen "fâ" fasîha fâ'sıdır. Mahzuf, yani zikredilmeyen cümleleri özetler. Yani diğer sûrelerde beyan olunduğu üzere o kavmin köyüne vardıklarında, orada müminlerden kim varsa çıkardık. Fakat orada bir evden başka müslüman bulmadık. Yani bir evden başka mümin yoktu, onun için bir ev halkından başka selamete çıkan bulunmadı ki o ev Hz. Lut'un evi idi, karısından başka bütün ailesi mümin oldukları için beraberinde selamete çıkmış kurtulmuşlardı. Demek Hz. Lût'un açıkladıklarına daha başka iman eden bulunsaydı onlar da kurtulacaklardı. Burada "müslimîn" (müslümanlar) "müminîn" (müminler) eş anlamlı gibi kullanılmış olmakla birlikte selamet bulanlar mânâsını da ifade etmektedir. Ve orada bir âyet bıraktık, yani o köylerin battığı yerde bir alamet kalmıştır ki yerküredeki alametlerden birisidir.

İbnü Cerir, "birçok istifli taşlar" demiş. Bazıları da bir kokar su demiştir. Bununla birlikte, "Ankebût" Sûresi'nde "Andolsun ki biz, aklını kullanacak bir kavim için oradan apaçık bir ibret nişanesi bırakmışızdır." (Ankebut, 29/35) âyetinde geçtiği üzere âyetten murat, "ayet-i kelamiye" yani sözlü ilâhî ayetleri olması da mümkündür ki, bu olayın vahiyle inen ilâhî kitaplarda zikredilmesi ile dillere destan olan bir ibret âyeti bırakılması demek olur. Bu şekliyle mânâ: Onlar hakkında bir âyet de bıraktık demek olacağından bu mânâya göre "Musa'da da.." ifadesinin hiçbir hazifsiz buraya atfı sahih olur. Önceki mânâda ise, "Musa'da da kıldık." diye âmil yani fiil takdiri ile üzerine atfolunur. Yahut "Musa'da da bir âyet vardır." takdirindedir. Bu takdirde üzerine atfı caiz görenler olmuştur. Kuvvetli açık bir delil ile, yani mucizelerle gönderdik de Firavun rüknü ile, yani bütün kuvvetiyle veya kavminden dayanmış olduğu kuvvetine güvenerek yüz çevirdi, Allah'ın âyetlerine iman etmedi. Kınanacak fiiller yaparken yani küfür ve azgınlık ile cinayetler yapıp dururken. Müfessirlerin gösterdiği bu mânâ, suda boğulmasından önceki halini beyan olur. Bir de "nefsini kınayarak" demek olabilir ki suda boğulurken "Gerçekten İsrailoğulları'nın inandığı Tanrı'dan başka Tanrı olmadığına ben de iman ettim." (Yunus, 10/90) diyerek gösterdiği pişmanlığı ifade eder.

41- Akîm bir rüzgar, hiç hayır ve faydası olmayan aşılama ve tozlaşma yapmaz bir rüzgar.Gerçi "akîm" müteaddi yani geçişli de olabildiği için burada akîm bırakıcı, helak edici mânâsına olması daha uygun olacaktır.

42-Nitekim şöyle tefsir olunuyor: "Uğradığı hiçbir şeyi bırakmıyor, mutlaka onu çürütüp kül gibi ediyordu." Çürümüş kül gibi tozup dağılıveren

43- "Onlara: Bir zamana kadar istifade edin, denilmişti." Bunu Hûd Sûresi'nde geçen "Yurdunuzda üç gün daha yaşayın." (Hud, 11/65) ifadesi ile tefsir edenler olmuş ise de o, den sonra, bunun ise fâ'nın delaletine göre utüv'den önce olması dolayısı ile daha önceden verilmiş bir fırsat olması gerektiği söylenmiştir.

44-45-Yani Salih (a.s)'in gönderilmesi ile verilen fırsattan istifade etmediler de Rablerinin emrinden kaçınarak azgınlık ettiler, onun için kendilerini yıldırım çarpıverdi. Yani azab yakalayıverdi. Diğer sûrelerde "sayha" haykırış, burada ise "sâika" yani "yıldırım" denilmiştir ki maksat aynı musibettir. Bakıp duruyorlardı, üç gün denilmiş olduğu ve alametleri görülmeye başladığı için azabı gözetmeye başlamışlardı. Azabı beklemenin ise azabdan daha acı olduğu da unutulmamalıdır. Veya azaba çarpılmış henüz can çekişirken birbirlerinin bütün felaket ve korkunçluğunu görüp duruyorlardı.

Bakıyorlardı da ne kendi kendilerine kalkmaya güçleri yetiyordu, ne de bir yardım bulabiliyorlardı. Bu ifadeler herhangi bir suretle batmakta olan bir kavmin bütün dehşeti ile manzarasını göstermektedir.

46- Bunlardan önce Nuh kavmini de helak etmiştik.

"Nuh kavmini helak ettik." takdirindedir. Yahut deki üzerine atfedilmiş olarak o mânâdadır. Çünkü o helak edilenler hep fasık birer kavim idiler. Onun için helak edildiler. Bu şekilde bunlar yeryüzünde cezanın olacağına delalet eden birer örnektirler. Bunu haber verdikten ve beyan ettikten sonra yükselmeye davet için buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

47- Biz göğü kudretimizle bina ettik. Hiç şüphesiz biz, çok genişlik ve kudret sahibiyiz.

48- Yeryüzünü de biz döşedik. Bakın biz onu ne güzel döşüyoruz!

49- Biz herşeyden iki çift yarattık. Umulur ki, iyice düşünürsünüz.

50- Ey Muhammed! de ki: "Öyleyse Allah'a koşun, gerçekten ben size O'nun tarafından gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım.

51- Allah'la beraber başka bir tanrı uydurmayın (O'na ortak koşmayın). Gerçekten ben size O'nun tarafından gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım."

52- Böylece onlardan öncekilere de herhangi bir peygamber gelince, onun hakkında da mutlaka: "Bir sihirbazdır veya bir delidir." dediler.

53- Onlar birbirlerine bunu mu tavsiye ettiler? Hayır onlar azgın bir kavimdir.

54- Ey Muhammed! Sen onlardan yüz çevir. Artık sen kınanacak değilsin.

55- Sen öğüt verip hatırlat. Çünkü, hatırlatmak müminlere fayda verir.

56- Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.

57- Ben onlardan herhangi bir rızık istemiyorum. Beni yedirmelerini de istemiyorum.

58- Şüphesiz ki, rızık veren O sağlam kuvvet sahibi olan Allah'tır.

59- Şüphsiz ki, zulmedenlerin geçmiş arkadaşlarının payı gibi, dolgun bir azab payı vardır. Ama şimdi onu acele istemesinler.

60- Kendilerine vaad edilen günlerinde uğrayacakaları azabdan dolayı vay inkâr edenlerin haline!..

47- "Bir de semaya bakın biz onu kuvvetle bina ettik." "İzmar alâ şaritati't-tefsir"dir. Yani semanın âmili olan "fiil" gizlenmiş de zamirine taalluk ettirilerek diye tefsir edilmiştir. Eserden, bunu yapan müessirin çıkarılmasını ifade eden, bir üslubda lafız mânânın muhtevasına terkibi ile de uyum sağlamıştır.

EYD, "yed" kelimesinin çoğulu olabilirse de burada "Davud'u, o kuvvet sahibi zatı hatırla." (Sâd, 38/17) âyetinde olduğu gibi teyidin aslı olan "kuvvet" mânâsına olması daha ağır basar. Bu beyan "Allaha kaçın!" ifadesi ile "Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zariyat, 51/56) âyetinin muhtevasına ve mânâsına önceden yapılmış bir hazırlıktır. Nitekim "Şüphesiz rızık veren güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır." (Zâriyât, 51/58) âyeti ile teyid olunacaktır. Ve hiç şüphesiz biz çok genişliğe malikiz. Bunun iki mânâsı vardır: Birisi, kudret genişliğini ifade eder. Kudret ve kuvvetimiz öyle geniştir ki semayı bina ile tükenmedikten başka onu daha çok genişletebilir. Bu mânâ hem, "Artık orada bize ne bir yorgunluk dokunacak ne de orada bize bir usanç gelecektir." (Fâtır, 35/35), hem de "O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır." (Bakara, 2/255) âyetlerinin mânâlarını andırır. Birisi de zenginliği, nimet ve nimet vermede genişliği ifade eder, biz darlıkları genişletiriz. Yalvaran darda kalmışlara icabet eden, sıkıntıları açan, ihtiyaçları gideren, fakirleri zenginleştiren, nimet vereniz, demek olur.

48- Yer yüzünü de döşedik, türlü nimetlerle donattık, döşek gibi altınıza serdik ki üzerinde bir zamana kadar durup hayattan nasip alasınız. Daha da ne güzel döşeriz, türlü nimetlerle döşenmiş olduğu gibi ilerde daha güzelini döşeyecek, daha güzel nimetler verecek kuvvet ve kudret de mevcuttur.

49- Her şeyden de iki çift yarattık. İbnü Zeyd gibi bazı zatlar, bunu her cins hayvandan erkek ve dişi çeşitleri olarak anlamışlar ve açıklamışlardır ki "Orada gönül açan her türden (bitkiler) yetiştirdik." (Kaf, 50/7) âyeti gereğince bitkileri de buna katabiliriz.

Mücahid hareket ve hareketsizlik, gece ve gündüz, gökyüzü ve yeryüzü, siyah ve beyaz, sağlık ve hastalık, tad ve acı, sevap ve ceza, genel olarak birbirine zıt olan şeylere ve birbirinin karşıtı olan herşeye işaret olunduğunu söylemiştir. Diğer bazıları da eşyanın çeşitlere ayrılması ile tefsir etmişlerdir ki, en azı iki çeşit olur. Bu çeşitlilik zaman zaman çeşitli ifadelerle ve tasniflerle hatırlatılmak istenmiştir. Beydâvî yalnız bu mânâyı göstererek "Her cinsten iki çeşit" diye tefsir etmiştir. Bu mânâ öncekileri de içine alması açısından daha kapsamlıdır. Ancak bu takdirde "Herşey"den maksat, sadece cins olmuş oluyor. İfadenin zahiri ise her ferdi içine almaktadır. Onun için biz bundan herşeyin dış alemde ve iç dünyada veya haricî ve zihnî olmak üzere iki özelliğini ifade eden ve dış dünya ile iç alemi arasında çift bir uyum ile tecelli eden idrak meselesine de bir işaret anlıyoruz. Gerçi herşey bize iç alem dışındaki biçimini hikaye eden bir izlenim ile tecelli eder ve hakikat bu iki şeklin bir diğerine uyumu ile bilinir ki bunun birine "asîl" birine "zıllî" dahi denilir. Herhangi bir şeyden hasıl olan her şuur yani algılama olayında bu ikilik kaçınılmazdır. Bu ikilik içinde birleştirilmeden hiçbir şeyin varlığına inanılamaz ve tefekkür edilip düşünülemez. "Düşünesiniz" buyurulması da bunu destekler. Yalnız şunu dikkatten kaçırmamak gerekir ki buradaki "Herşeyi" "Yarattık" karinesi ile ancak yaratıklara şamil olabilir. "Şüphesiz O herşeye kadirdir." (En'am, 6/17)deki "şey" gibidir. Bu "şey" kavramı içine yüce Allah dahil değildir. Çünkü O, "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." (Şûrâ, 42/11) hükmü ile ifade edilen bir ilahtır. Mahluk (yaratılmış) olmadığı gibi yaratık olan şey ile evlilik ilişkisine girmekten de münezzehtir. O "Ehad"dir, "Samed"dir. "Onun hiçbir dengi yoktur." (İhlas, 112/4), "O'nun eşi ne de çocuğu olmamıştır." Onun kendi zatı hakkındaki ilmi, çalışmakla elde edilen ilim kabilinden değil, bizzat olan "ilm-i huzurî" ile olduğu için zihin suretine (ideye) muhtaç olmayan ve dolayısıyla zatına bir eş gerekmeyen ezelî bir ilimdir. Allah'a da "şey" denilir diye "Fütuhat-ı Mekkiyye"de Muhyiddin-i Arabî'nin buradaki "her şey"e O'nu da katar yollu değerlendirmede bulunması doğru değildir. "Herşeyin yaratıcısı" (En'am 6/102) ifadesindeki "şey" kelimesine Allah dahil olmadığı gibi burada da dahil değildir. Kısaca çift olmaktan maksat, yalnız dış dünyadaki çeşitlilik ve eşyanın birbirinin karşıtı olması değildir, hem dış alemdeki hem de zihinlerdeki, biçimlerle dış dünyadaki ve iç dünyadaki çeşitlilik ve karşıtlığı da içine alır. Yüce Allah kuvvet ve kudret genişliğini göstermek üzere semayı bina etmiş ve yerküreyi döşemiş ve herşeyden çift çift yaratmıştır ki düşünesiniz, çiftler arasındaki ilişkileri düşünesiniz de yaratanın kuvvet ve kudretini, yaratmasının hikmetini, cezasının şiddetini, nimetinin genişliğini, bugünün, yarınını dünyanın ahiretini, ahiretin ceza ve sevabını anlayasınız.

50- O halde düşünüp de hep Allah'a kaçın, O'nun cezasından o elîm azabdan korunmak, Cennet ve pınarlar ile müjdelenen müttakiler içine girmek için iman ve tevhid, güzel amel ve kulluk ile O'nun koruması altına girin. Haberiniz olsun ki ben sizin için O'nun tarafından açıklayan bir uyarıcıyım, şirk koşanlara ve isyan edenlere hazırlanmış azabı haber vermeye görevli bir peygamber, hem de peygamberliği açık âyetler ve mucizelerle belli veya anlatılması gerekli olan şeyleri güzel anlatan bir peygamberim.

51-Yani "böyle söyle ey Muhammed!" Ve Allah ile birlikte diğer bir ilâh edinmeyin. Bu yasaklık ilk önce kaçınılması gerekli olan en büyük günahı ayrıca hatırlatmaktadır.

52-Bu böyledir, yani; "Onlardan öncekiler bir resul gelince ya sihirbaz dediler, ya da deli." Bu âyet Resulullah'a bir tesellidir.

53- Ona vasiyetleştiler mi? Yani sihirbaz ve deli demeyi öncekilerle şimdikiler hep birbirlerine tavsiye mi ettiler? Nerde edecekler, çoklarının birbirlerinden haberleri bile yok. Hayır onlar, Peygamberler'e öyle sihirbaz veya deli diyenler hep tuğyan etmiş, azgınlar zümresidir. Hakk'a karşı azgınlık etmekte, azgınlık sıfatında görüş birliği içinde oldukları için onun gereği olan sözleri de birbirlerine benziyor.

54- Onun için sen şimdi onlardan yüz çevir, zikrolunduğu üzere "Allah'a kaçın." "Allah ile birlikte başka bir ilah daha benimsemeyin!" diye davete tekrar edip tebliğ vazifeni yaptığın halde onlar inad ile azgınlıkta ısrar ettiklerinden dolayı artık onlarla mücadele ve münakaşadan kaçın, kendilerinden yüz çevir. O şekilde kınanacak sen değilsin, sende kusur olmaz.

55- Onunla beraber hatırlatmaya devam et, yani vazife ve sorumluluğu hatırlatarak vaaz ve nasihata devam et. Çünkü hatırlatma müminlere menfaat verir. Va'z ve nasihat ile vazifenin ve sorumluluğu hatırlatmanın müminlere faydası olur. İman etmiş olanların unumamasına, gaflete düşmemesine, imanlarının kuvvetlenmesine neşelerinin artmasına bilmediklerinin öğrenilmesine hatta iman etme eğiliminde olanların imana gelmesine sebep olur.

56-Hatırlatılması gerekli olan vazifenin esasının ne olduğuna gelince; Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet ve kulluk etsinler diye yarattım. İşte hatırlatılması gereken vazife budur. Cin ve insan cinsinin yaratılmasının hikmeti Allah'ı tanıyıp ona ibadet ve kulluk etmektir. Bunun dışında başka şeylere tüketilen ömürler, ameller zayi edilmiş olur, onun için azabı hak eder. Bazıları "bana ibadet etsinler diye..." ifadesinde "beni tanısınlar diye" şeklinde bir tefsir nakletmişlerdir. Bunun mânâsı da "Beni mabud tanısınlar." demektir. Bu ise benim emirlerimi tutarak bana kulluk ve ibadet etsinler demeye gelir. İbadet ve kulluk, isteyerek yapılan fiillerden olarak istenen fiil oldukları için bazılarının bunu yapmaması insan ve cin cinsi için en mükemmel gaye olmasına aykırı olmaz. Bundan yüce Allah'ın muradının geri kalmış ve yerine getirilmemiş olması mânâsının çıkarılması da gerekmez. Çünkü bu gibi yerlerde, Fıkıh bilginlerinin dedikleri gibi "Hikmet,fertlerin herbiri itibarıyla değil, cins itibarıyla göz önüne alınır." Kısaca bunun mânâsı ibadet ile mükellef olmak üzere yarattık demektir. Yoksa hepsinin salih kullardan olmasını tekdir eyledik, demek değildir.

57-Böyle ibadet ve kulluğun yararının Allah'a ait olmayıp yine kulların menfaatleri için olduğuna dikkat çekmek için buyuruluyor ki: Ve ben onlardan bir rızık istemem, bana yemek yedirmelerini de istemem, yani diğer efendilerin kullarından, uşaklarından bekledikleri gibi efendilerin menfaatine kulluk değil.

58- Zira Allah'ın kendisidir o rızık veren ve kuvvet sahibi metin, yani kuvvetli şiddetli, onun için O'na kulluk, O'nun kuvvetinden istifade ile kullarına yararlı olmak ve o sayede vaad buyurduğu yüksek sevaba ermek içindir. Onun için Allah'a kaçın, ve Allah'a kulluk edin.

59- Zira o zulüm edenlere, peygambere inanmayıp Allah'a kulluktan kaçan, şirk ve azgınlık ile kendilerini ebedi azaba sürükleyerek nefislerine yazık etmiş olan Mekke müşrikleri gibilere arkadaşlarının hisseleri gibi dolgun bir hisse var.

ZENÛB, su dağıtan sakaların su taksim ettikleri dolgun büyük bir küfedir ki burada azabdan pay almak mânâsına istiare olunmuştur. Şimdi onu benden acele istemesinler. "Bu tehdid ne zaman gerçekleşecektir?" (Yâsin, 36/48) deyip durmasınlar.

60- Çünkü kendilerine vaad olunan o günlerinden dolayı vay o inkâr edenlere! Zira sûrenin başında geçtiği üzere "Muhakkak o size vaad olunan her halde doğrudur ve muhakkak ceza, şüphesiz olacaktır." (Zâriyât, 51/5-6) Bu mânâ şimdi bir de Tûr Sûresi ile teyid olunacak, pekiştirilecektir.







KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)


52-TUR:

1-Andolsun o Tûr'a. Yani Hz. Musa'nın, Allah'ın sözünü işittiği Tûr-ı Sînâ dağına. Müfessir Beydâvî diyor ki: "Tûr, Süryânice'de dağ mânâsınadır. Ayrıca madde âleminden mânâ âlemine veya gayb âleminden müşâhede (görünenler) âlemine uçan şey anlamını da ifade etmektedir."

2-3- Andolsun yayılmış ince deri üzerine, satır satır yazılmış kitaba.

Rakk: Kağıt gibi inceltilmiş, üzerine yazılan deri demektir. Bu sebeble üzerine yazı yazılan her şeye rakk ismi verilebilir.

Menşûr: Neşredilmiş, dürülmüş, kapalı olmayan, açılmış, yayılmış ve yazılmış mânâlarını ifade ettiği gibi, yazılı harflerin dizilmesi, nizama konulması anlamına da gelmektedir.ü

Mestûr, Düzgün şekilde yazılmış demektir. Kitab-ı Mestûr'un Tûr lafzından sonra yer alması, bu düzgün yazılı kitabın Tevrat olduğu fikrini ilk defa akla getirirse de, şeklinde mârife getirilmeyip, olarak nekre zikredilmesi, bunun henüz tanınmayan bir kitap olduğunu ortaya koyar ki , "...kıyamet günü onun için, açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkarırız." (İsrâ, 17/13) âyetine dayanarak söz konusu kitabın amel defteri olduğunu söylemek, en doğru görüştür. Ayrıca bu kitabın, Levh-i mahfûz veya yeni bir kitap olması itibarıyla Kur'ân olduğu da düşünülebilir.

4- Ve Beyt-i Ma'mur'a (da andolsun).

Beyt-i Ma'mur, bir rivayete göre semada bulunan bir evdir. Bu evi her gün yetmiş bin melâike ziyaret eder ve kıyamete kadar bir daha geri dönmezler. Ona ayrıca "Durah" ismi de verilmektedir. Hasan Basrî'den gelen bir rivayette o şöyle der; "Beyt-i Ma'mur'dan maksat, Kâbe'dir. Allah Teâlâ onu her sene altı yüz bin kişi ile Ma'mur hale getirir. Eğer insanlar ondan eksilirse meleklerle doldurulur." Bilindiği gibi bir yerin Ma'mur olması, üzerinde ikamet edilmesi ve ziyaretçilerinin çok olup güzel bakılması mânâsında mecazî bir anlam taşımaktadır. Kabe'nin Ma'mur olması da "Ayakta duranlar, rükû ve secde edenler için evimi temizle." (Hacc, 22/26) âyetince etrafındakilerin ve hacıların çokluğu ve ziyaret etmeleriyledir. Beydâvî'ye göre de Beyt-i Ma'mur'dan kasıt, müminin kalbidir ki, onun bakımlı olması da, bilgi ve ilhâs iledir.

5- O yüksek tavana, yani semaya, bir rivayette de cennetin tavanı olan Arş'a yemin olsun.

6- Ve Mescûr denize (andolsun). Mescûr'un farklı anlamları vardır. 1) Alevlendirilmiş ve kızdırılmış demektir ki, âyetinde de kıyamet koparken denizlerin ateş olup kaynatılacağı ve onunla cehennemin kızıştırılacağı ifade edilmektedir. 2) Dolgun, taşkın demek olup, okyanus mânâsına gelmektedir. 3) Karışan, karışık, suyu birbirine ya da tatlısı acısına karışan demektir. 4) zıt mânâlı kelimelerden kabul edilerek "boş" mânâsına geldiği de ileri sürülmüştür ki bu da, kıyamet alâmeti anlamına alınabilir. Sûrenin başında yer olan Tûr lafzına bakılarak bu kızgın denizin, Firavun'un boğulduğu deniz olduğu da düşünülebilir. "Tûr" kelimesinin başındaki "vâv" kasem, diğerleri de ona âtf içindir.

7- "şüphesiz Rabbinin azabı olacaktır." cümlesi kasemin cevabıdır. Bu cümlede yer alan kelimesinin zarfıdır. Yani Rabb'ın azabı o gün vuku bulacak ki,

8- "şüphesiz Rabbinin azabı olacaktır." cümlesi kasemin cevabıdır. Bu cümlede yer alan kelimesinin zarfıdır. Yani Rabb'ın azabı o gün vuku bulacak ki,

9- sema bir çalkanış çalkalanacaktır. Bu cümle, kıyametin dehşetini tasvir etmektedir.

10- Dağlar da bir yürüyüş yürüyecek, yerinden oynayıp toz zerrecikleri haline gelecektir.

11- Artık yazıklar olsun o çalkanışın olduğu gün (ahireti) yalanlayanlara.

12- Ki onlar daldıkları bir batakta oynarlar, iman edip de o gün için hazırlanacak, korunacak yerde, birtakım yalan dolana dalarak uğraşıp dururlar.

13- O gün onlar, cehennem ateşine itilip kakılacaklardır. Bu cümlede bulunan "yevm" kelimesi, ya önce geçen "yevm" den bedeldir, ya da takdir edilen bir söz ile nasbedilerek "veyl"i izah etmektedir.

14- "İşte bu, o sizin yalan deyip durduğunuz ateş." Yani o gün kendilerine "işte yalanlayıp durduğunuz ateş budur" denilerek oraya atılacaklardır.

15- Bu da mı sihir? Takdir edilen cümleye atfedilmektedir. Yani siz bu ateşi haber veren vahye bir sihir, bir aldatma diyordunuz, şimdi onun fiilen tahakkuku da sihir mi?... onlara işte böyle denecektir.

16- Bu da mı sihir? Takdir edilen cümleye atfedilmektedir. Yani siz bu ateşi haber veren vahye bir sihir, bir aldatma diyordunuz, şimdi onun fiilen tahakkuku da sihir mi?... onlara işte böyle denecektir.

17-21- "Şüphesiz müttakîler cennetlerde ve nimet içindedirler." Kur'ân'da kâfirlerin halleri beyan edilirken mutlaka müttaki müminlerin durumlarına da işaret edilmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, Allah'ın azabından emin olmak, ancak O'nun korumasıyla mümkündür. Çünkü kimse azaba mâni olamadığı için onun vukûu muhakkaktır. Bu yüzdendir ki Allah ve peygamberi tasdik edip de, Allah'a kullukta, O'nun emrettiği şekilde çalışan ve korunan müttakiler, Allah'ın kendilerin koruması ile o gün cennet nimetleri içinde zevk alacaklardır. "İman edenler." Burada iki farklı durum söz konusudur. 1) Bu cümlenin e atfedilerek mahallen mecrûr olmasıdır ki, bu durumda müminlerin müminlerle arkadaşlığını ifade eder. Bunu "O hayvanlara saman ve soğuk su verdim." kabilinden olarak "Biz onları müminlere yaklaştırdık." mânâsında anlamak daha yerinde olur. O zaman da fiiline atfedilmiş olur. 2. Mübtedâ, , 'ya mâtuf, cümlesi de haber olur ki âlimlerin çoğu bu şekli tercih etmek istemişlerdir. Buna göre mânâ şöyle olur: O kimseler ki iman etmişler, zürriyetleri de iman ederek onların ardından gitmiştir. İşte biz onların zürriyetlerini de kendilerine katmışızdır. Yani zürriyetleri amel bakımından atalarından daha aşağı derecede olmakla beraber iman ederek onlara tâbi olmaları sebebiyle cennette atalarının derecelerine çıkarılarak yanlarında bulundurulurlar. Böylece onların zevk ve sevinçleri tamamlanmış olur. Bununla beraber kendilerine amellerinden hiçbir şey eksiltmemişizdir. Yani zürriyetlerini kendilerine katmaktan dolayı yaptıkları amellerin sevaplarından onlara bir şey eksik verilmiş değildir. Herkes kazancına bağlıdır. Yani rehin gibi bağlıdır. Kazanç, yani çalışma veya çalışılan iş, sanki bir borç ve insan o borca Allah yanında bir rehin gibidir. Kurtuluşu ona bağlıdır. Eğer güzel çalışır ve kazanırsa borcunu öder. Çünkü Allah, iyi işleri kabul eder. Şayet çalışmaz ya da kötü işler yaparsa o zaman kendisini kurtaramaz. Zira temiz ve güzel olmayan şeyler Allah Teâlâ'ya yükselemez. "Güzel söz O'na çıkar, iyi amel onu yükseltir." (Fâtır, 35/10) âyeti de bu anlamı ifade etmektedir.

Bundan dolayıdır ki ileride "Her can, kazandığı ile (Allah katında) rehin alınmıştır, yalnız sağın adamları (kitapları sağdan verilenler) hariç." (Müddessir, 74/38-39) âyetleri gelecektir. Yani kitapları sağ taraflarından verilenlerin dışındakiler kendilerini, o bağlantıdan (rehin olmaktan) kurtaramazlar. Onun için yalancılar yalanlarına bağlı kalarak cehennemde kıvranırlarken, müttakiler Allah'ın yardımı ile kurtulup cennetlerde nimetler içinde yaşayacaklar ve Allahın lütfuna mazhar olmak suretiyle zürriyetlerinin yükselmesine de sebeb olacaklardır. Bu cümlenin zikredilmesi, zürriyetler açısından da önemlidir. Yani zürriyetlerin kurtuluşu ve atalarının derecelerine yükselişleri, kendilerinin hiç katkıları olmaksızın sırf babalarının kazançlarıyla değildir. Kendilerinin iman ederek onlara uymaları ve izlerinden gitmeleri kurtuluşlarının asıl sebebidir. Ataları fiilen sebeb oldukları için evladlarını cennette yanlarında görmekten mutlu olacaklar, evladları da iman ile onlara tâbi oldukları için kendilerini kurtarmış ve Allah'ın lütuf ve kereminden babaları gibi istifade etmiş olacaklardır. Demek ki evlatlar kendi fiileri olmaksızın sırf babalarının ve dedelerinin yaptıklarıyla kendilerini kurtaramazlar. Ancak imanlı olarak çalıştıkları takdirde atalarının feyzinden de faydalanarak daha kolay bir şekilde yükselebilirler. İşte Allah Teâlâ, müminlerin evlatlarını atalarına uymak suretiyle yükselmeğe sevk ederken, soy şerefine güvenerek tembellik etmemeleri için "Herkes kendi kazandığına bağlıdır." buyurmaktadır. Şu halde bu âyette, "İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur." (Necm, 53/39) âyetinin anlamını ortadan kaldıran bir mânâ bulunduğunu zannetmek doğru değildir. Bilâkis âyeti, anlamındadır

22- Hem onlara canlarının istediği meyvalar ve etlerden bol bol verdik. Yani asıl nimetlerden fazla olarak sırf zevk ve lezzet almaları için zaman zaman onlara çeşitli nimetler yetiştirdik. Burada, ahiret saadetinin, dünya zevklerine düşkün ve içki bağımlısı olan kimseleri imrendirecek, iştahlarını gıcıklayacak tarzda neşeli bir tasviri vardır ki özeti, kumar ve günahtan uzak saf, temiz ve şiddetli bir arzu hissettirir.

23- Orada, yani cennette bir kadeh kapışırlar ki.

Ke's, dolgun kadeh demektir. Mecazen içindeki içkiye de denilir. Kadeh çekiştirmek (kapışmak) de, neşe ile birbirlerine kadeh vermekten mecazdır. Bir kadeh ki onda lağiv yoktur. Yani onu içerken boş, saçma sapan söz söylemek yoktur. günaha sokmak da yoktur. Ancak bu dünya içkileri gibi değildir. Şâir şu beytinde bunu ne güzel dile getirmiştir:

Hûn-i ciğerle memlu câm-ı zer olmadansa

Bî inkisâr-ı hatır şikeste sâgar olsun.

Ciğer kanı ile dolu altın bir kadeh gibi olmaktansa

Gönlü hoş, kırık bir kadeh gibi olmak daha iyidir.

24- Ve onların etrafında dönerler. Vâkıa Sûresi'nde de geleceği gibi, kadehler sürahilerle emre hazır bir vaziyette etraflarında pırıl pırıl dönüp dolaşırlar, sahibi bulundukları uşaklar, cennet sakîsi genç hizmetçiler sanki saklı iri inciler, yani sadeflerinde gizli hiç kirlenmemiş, el değmemiş, beyaz, saf, temiz ve pırıl pırıl inciler gibidirler.

Lü'lü, parıldayan büyük inci demektir.

25- Ve bazısı bazısına dönmüş soruyor. O zevk ve neşe esnasında yüz yüze gelmiş birbirlerine hâl ve hatırlarından soruyorlar, yani hasbı hal ediyorlar.

26- Soranlardan her biri şöyle dediler: Evet doğrusu biz daha önce ehlimiz arasında; ilimiz, obamız, evimiz ve ailemiz içinde yüreklerimiz titrer, korkardık. Geleceğimizden endişe eder, bir isyana düşmekten veya bir azaba maruz olmaktan korkardık.

27- Şimdi ise Allah bize iyilikte bulundu. Lütuf ve yardımıyla bu nimetleri ihsan etti. Ve bizi semûm azabından korudu.

Semûm: Daha evvel de geçtiği gibi vücûdun içine işleyen, zehirli, sıcak, samm denilen bir rüzgardır. Burada zikri geçen azabtan maksat, cehennem ateşi veya buna benzetilen korkunç dünya hayatıdır. Semûmun cehennemin isimlerinden olduğu da rivayet edilmektedir.

28- Evet biz bundan önce O'na, yani Allah'a dua ediyor ve "Rabbimiz bize dünyada da güzellik ver, ahirette de güzellik ver, bizi cehennem azabından koru." (Bakara, 2/201) diye yalvarıyorduk. Gerçekte iyilik eden yani sözünde duran, ihsan eden, kerem sahibi olan ancak O'dur. O, rahimdir. Kendisine dua ve ibadet eden müminlere sonuçta çok rahmet ve merhamet eden yine odur.

Meâl-i Şerifi

29. (Ey Muhammed!) sen hatırlat, öğüt ver. Rabbinin nimeti sayesinde sen ne kâhinsin, ne de mecnûn.

30. Yoksa onlar (senin için): "Bir şâirdir, zamanın felaketlerine çarpılmasını gözetliyoruz." mu diyorlar?

31. De ki: Bekleyin, çünkü ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.

32. Onların akılları mı bunu emreder yoksa onlar azgın bir topluluk mudur?

33. Yoksa "Onu uydurdu" mu diyorlar? Hayır onlar inanmıyorlar.

34. Eğer doğru iseler onun benzeri bir söz meydana getirsinler.

35. Yoksa onlar, hiçbir şey olmadan (yani yaratıcısız) mı yaratıldılar? Yoksa kendileri yaratıcı mıdırlar?

36. Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır, onlar düşünüp hakikati anlamazlar.

37. Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Yahut hâkim (her şeyin yöneticisi) kendileri midir?

38. Yoksa kendilerine mahsus (üzerine çıkıp sırları) dinleyecekleri bir merdivenleri mi var? Öyleyse dinleyenleri, açık bir delil getirsin.

39. Demek kızlar O'na, oğullar size öyle mi?

40. Yoksa sen kendilerinden bir ücret istiyorsun da, bu yüzden onlar ağır bir borç altında mı kalıyorlar?

41. Yoksa gayb kendilerinin yanında da onlar mı yazıyorlar?

42. Yoksa bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Fakat o küfredenlerin kendileri tuzağa düşeceklerdir.

43. Yoksa onların Allah'tan başka bir ilâhı mı var? Allah, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır.

44. Gökten bir parçanın düştüğünü görseler, "Üst üste yığılmış bulutlardır." derler.

45. Artık çarpılacakları günlerine kavuşuncaya kadar onları (kendi hallerine) bırak.

46. O gün hiçbir tedbirlerinin kendilerine zerre kadar faydası olmayacak ve hiçbir şekilde yardım da görmeyeceklerdir.

47. Şüphesiz o zulmedenlere ondan başka da azab vardır. Fakat çokları bilmezler.

48. Rabbinin hükmüne sabret. Çünkü sen gözlerimizin önündesin. Kalktığın zaman Rabbini hamd ile tesbih et.

49. Gecenin bir kısmında ve yıldızların batışında da O'nu tesbih et.

29- Mülâbese, (temas ve ilgi) yahut kasem (yemin) içindir. Rabbinin nimetiyle veya Rabbinin nimeti hakkı için demektir.

Kâhin, Bir nevi kendi zannî bilgisine dayanarak gaybdan haber verene denir. Başka bir ifade ile geçmişe dair bilgi verene kâhin, geleceğe dair bilgi verene ise Arrâf denilmektedir. Kehânette, genellikle cinlerden yardım alındığı söylenir.

30- Zamanın felâketi mânâsınadır.

Menûn: Kesmek anlamına gelen den alınmıştır. Ömür vesaireyi kestiği düşüncesinden hareketle zamana ve ölüme de "menûn" denilmiştir.

Rayb: Izdırap vermek demektir. Buna göre zamanın ızdırap veren musibeti, ya da ölüm felâketi mânâsını ifade eder. Anlatıldığına göre Kureyşliler Dârü'n-nedve'de toplanmışlar Hz.Peygamber hakkındaki görüşler de çoğalmıştı. Nihayet Abdûddar oğulları onu (peygamberi) kasdederek "Raybü'l-menûn'u gözetin. Çünkü o bir şâirdir. Züheyr'in, Nâbiga'nın ve A'şâ'nın helâk olması gibi o da helâk olacaktır." demişler ve bunun üzerine de dağılmışlardı.

31- "gözetin" Alay ve tehdit etmek mânâsınadır. Çünkü ben de sizinle beraber gözetenlerdenim. Yani, siz benim helâk olmamı bekliyorsunuz, ben de sizin helâkinizi bekliyorum.

32- Yoksa onlara akılları mı emrediyor bunu? Yani sözlerindeki bu çelişkiyi. Çünkü kâhin, keskin akıllı ve zeki olur. Mecnunun ise aklı fikri, karışıktır. O halde nasıl olur da onlar, kâhin dediklerine mecnûn, mecnûn dediklerine kâhin diyebilirler; demek ki akıllı olduklarını iddia eden o kimseler, bu davranışlarıyla ne dediklerini bilmeyecek ve nasıl çelişkiye düştüklerini farketmeyecek derecede akılsız olduklarını ortaya koymuşlardır. Onun için buyuruluyor ki yoksa onlar akılsız, azgın, hakkı kabul etmemekte haddi aşan, kendi ihtiraslarına uymayınca akıl ve insaf dairesinden çıkan ve yalan uydurmaya alışkın bir gürûh mudurlar?

33- Yoksa onu, o Kur'ân'ı kendiliğinden söylemiş, uydurmuş mu diyorlar?

Tekavvül: Kendisinde olmayanı söylemeye çalışmak, bir mânâda yalan söylemektir. Çünkü yalan, onun ayrılmaz bir parçasıdır. Buna göre mânâ, yoksa o, vahyile değil, kendiliğinden söylüyor da bunu Allah'a mı isnad ediyor, diyorlar?

Hayır kendileri inanmazlar. Yani ya bu söyledikleri sözlere kendileri bile inanmazlar, ya da iman etmedikleri için öyle söylerler. Zira onlar da biliyorlar ki Muhammed yalan söylemez, şu halde kendi sözünü Allah'a iftira etmez. Ve yine bilirler ki bu söz (Kur'ân) uydurma bir söze de benzemez. Fakat sırf küfür ve inatları sebebiyle öyle söylerler.

34- Haydi onun benzeri bir söz getirsinler. Yani hem mânâ ve hem de nazım yönünden Kur'ân'ın içerdiği üstün vasıfları taşıyan, onun gibi bedi (güzel) bir söz uydurup getirsinler bakalım. Eğer sadık iseler. Yani peygamberin uydurduğunu ileri sürdükleri iddialarında doğru iseler, kendilerinin de öyle bir sözü uydurup getirmeleri gerekir. Çünkü Kur'ân, beşer uydurması bir kelâm olsaydı, onların da peygamber gibi beşer olmaları dışında, nutuk, hitâbet ve şiir ile meşgul olmaları, nazm ve nesir kelâm üsluplarındaki deneyimleri, tarih ve olaylara olan vukufları, okuyup yazmaları, tahsilleri ve kâhinlerinin olması gibi sebeblerden dolayı Kur'an'a nazîre yapma kudretlerinin bulunması gerekirdi. Böyle bir kudreti gösteremediklerine göre niçin onu Allah'ın gönderdiğine inanmıyorlar da imansızlık ediyorlar? Yoksa kendilerine cezalarını verecek yok mu sanıyorlar.

35- Yoksa kendileri hiçbir şey olmadan, yani yaratıcısız mı yaratıldılar. Önceleri yokken sonradan yaratıldıklarına göre, şayet akılları varsa, kendilerini bir yaratanın olabileceğini hiç düşünmüyorlar mı?

Bir yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Yoksa yaratanı hiçbir şey yerine koymadıkları için mi O'nun kudretini hesaba katmıyor, cezasından korkmuyor ve imansızlık ediyorlar? Burada bütün aklî ilimlerin esası olan bir hususa işaret edilmektedir ki o da şudur: Hiçbir şey yoktan olamadığı gibi, yokluk da varlığa illet (sebeb) olamaz. Var olan şeyin illeti de aynı şekilde yok olamaz ve hiç bir varlık da yaratıcısız varlık alemine geçemez. Yok olan, ne kendini ne de başkasını vücuda getiremez...

Ancak yanlış anlaşılarak buradan, önce yok olan bir şeyin sonra yaratılamaması gibi bir anlam çıkarılmamalıdır. Çünkü her yaratılan, yok iken yaratılır, var olanı yaratmak mümkün değildir. Zira bu hâsılı tahsil (elde edileni tekrar elde etme) olur. Ancak yok olan şeyi meydana getirecek yaratıcı, yokluktan ibaret de olamaz. Çünkü yoku var edecek yaratıcının muhakkak bir varlığının olması gerekir. Tabiat ilimlerinde de esas olan bu kanun, eşyanın kendiliğinden meydana geldiği bir tabiat fikrini de iptal eder. Gerçi bazıları bundan her yaratılan şeyin bir madde ile arkada bırakılacağı fikrini çıkarmıştır. Fakat madde bir şeyin var olması için yeterli bir sebep olmadığı gibi mutlak varlık için gerekli de değildir. Gerekli olan, ancak yaratıcının olmasıdır. Zira yaratıcı mevcut olmayınca hiçbir şey yaratılamaz. İşte böyle aklın en esaslı kanunu, yaratıcının varlık ve kudretini tanımak iken, kâfirler kendilerini yaratanı hiçe sayarak O'na imana bir türlü yanaşmıyorlar. Yoksa yaratıcı onlar mıdırlar? Yani kendilerini ve eşyayı yaratmışlar da onun için mi kibirleniyor,

36-Allah'tan korkmuyor ve peygambere dil uzatıyorlar. Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hiç birisi olmadığı belli fakat hakikati anlamazlar. Yani gökleri ve yeri yaratan Allah'tır, derler de yine şüphe içinde dolaşırlar. Onun mantıklı sonuçlarını tatbik edecek kesin bir kanaat ile hareket etmez, emir yasak tanımaz, mucizelere inanıp, peygamberi tasdik etmek istemezler. Sadece zamanın felaketlerine çarpılmasını bekler dururlar.

Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Yani seni yetiştirip rahmet ve nimetiyle peygamber olarak gönderen Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Hazine kâhyası onlar mı? Nimetleri onlar mı dağıtıyorlar ki, peygamberliği sana vermek istemiyorlar? Yoksa herşeyi hakimiyetleri altına alan onlar mıdır? Yani Allah'a galip gelmişler, hazinelerini elegeçirmişler de onun vergilerini verdirmek istemiyorlar? Yahut da Allah'ın verdiğini mi zorla almak istiyorlar.

38- Yoksa onların bir merdivenleri var da orada mı dinliyorlar? Yani Allah'ın Mele-i a'laya (yüksek melekler topluluğuna) gönderdiği emirleri, vahiyleri ve diğer bütün ilâhî sözleri o merdivenden mi dinliyorlar da bu vesile ile kimin kimden önce öleceğini ve Kur'ân'ın Allah tarafından gönderilmeyip uydurularak O'na isnad edildiğini biliyorlar? Öyle ise dinleyenler açıklayıcı, kuvvetli bir delil getirsinler, dinlediklerini isbat etsinler. Nasıl Hz. Peygamber (s.a.v) "Eğer doğru iseler onun benzeri bir söz meydana getirsinler." (Tûr, 52/34) şeklindeki âyetlerle onlara meydan okuyarak apaçık mucizesini gösterdi, onlar da öyle bir delil getirsinler.

39- Yoksa kızlar O'nun, oğlanlar sizin mi? Yani aklınızın bozukluğuna ve ilâhiyata ait duygularınızın neden ibaret olduğuna delalet etmek üzere bu konuda getireceğiniz en açık delil bu olacak değil mi?. Necm Sûresi'nde de ifade edileceği gibi bu ne haksız bir taksim? Çünkü onlar, meleklerin Allah'ın kızları olduğunu ileri sürüyorlar ve onların adına bir takım putlar yapıp, Lât, Uzza, Menât gibi müennes isimler vererek tapıyorlar, sonra da, "Biz bunları Allah'a ortak koşmuyoruz, Allah'ın kızları oldukları için bize şefaat etsinler diye ibadet ediyoruz" diyorlardı. Ancak kendilerine gelince kız evladını hor görüyor ve oğlan istiyorlardı.

40- Yoksa sen onlardan bir ücret mi istiyorsun?

Yani onlara vaaz ve nasihat etmekten ve peygamberlik vazifesini yapmaktan dolayı bir ücret mi istiyorsun da bu yüzden onlar ağır bir borç altında mı kalıyorlar?

Mağrem: Ğurm ve ğarâmet (diyet ödeme) anlamını ifade etmekle birlikte mutlak borç mânâsına da gelmektedir. Ragıb İsfahanî'nin açıklamasına göre Mağrem esasen suçsuz bir insanın malından vermesi gereken zarar karşılığı demektir. Bu yüzden kefil olmak gibi açık yahut yardımlaşma gibi zımnen bir söz verme ya da cebri bir sorumluluk neticesi meydana gelen zarara da Mağrem denilir. Türkçe'de buna karşılık olarak zarar ve cereme vermek tabiri kullanılır. Yani zorba hükümetlerin baskıları altında ağır vergilerle ezilmekte olan halk gibi midirler ki senin için felaketler bekliyorlar?

41- Yoksa gayb onların yanında da, onlar mı yazıyorlar? Kimin önce öleceğini Levh-i mahfuz'dan alıp halka onlar mı haber veriyorlar?

42- Yoksa bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Yani sana ve müminlere bir su-i kasd mı hazırlamak istiyorlar ey Muhammed! Bu âyet müşriklerin Dârü'n-nedve'de tertip etmek istedikleri su-i kasdı haber vermektedir. Fakat o küfredenlerin kendileri aldanacak, kurdukları tuzağa kendileri düşeceklerdir.

Nitekim öyle olmuş Hz.Peygamber (s.a.v) sağ sâlim hicret ederken Ebû Cehiller Bedir'de yakalanmışlardır. Böylece sözkonusu âyet, gaybı önceden haber vermiş ve bunu onların değil, Allah'ın bilip peygamberine haber verdiğini gözler önüne sermiştir. Denildiğine göre, Peygamber'e su-i kasd tertip edenler, İslâm'ın yayılışının 15. senesinde vuku bulan Bedir Harbi'nde katledilmişlerdi. Bu sûrede de (yoksa) kelimesi 15 defa zikredilmiştir. İşte bu, o olaya işaret sayılabilir. Şihâb'ın dediği gibi bu kabil gizli işaretler, Kur'ân'ın mucizeleri arasında sayılırlar.

43- Yoksa onların Allah'tan başka bir ilâhları mı var? Yani o taptıkları putların kendilerini Allah'ın azabından kurtaracaklarını mı zannediyorlar? Allah onların koştukları ortaklardan uzaktır. Gerçekte Allah'tan başka ilâh yoktur ve onun azabı "Mutlaka vuku bulacaktır ve ona engel olacak bir şey yoktur." (Tûr, 52/7-8)

44- Bununla beraber onlar öyle kâfirlerdir ki, semadan bir parçanın düşmekte olduğunu görseler "Üzerimize gökten parçalar düşür." (Şuarâ, 26/187) diye istekte bulundukları halde azabın başlarına inmekte olduğuna şahid olsalar bile yine inanmazlar da (onun için) toplanmış bir bulut derler. Fiilen başlarına gelmedikçe kabul etmezler. Bu yüzden Allah Teâlâ, "Üzerlerine Rabbi'nin kelimesi (hükmü) hak olanlar inanmazlar; onlara (istedikleri) bütün mucizeler gelmiş olsa bile acıklı azabı görünceye kadar (iman etmezler)." (Yunus, 10/96,97) buyurmaktadır.

45-Onun için şimdi o tuzak kurmak isteyenleri bırak kavuşacakları zamana kadar ki o gün çarpılacaklar helak olacaklardır.

46- O gün kurdukları tuzakların kendilerine zerre kadar faydası dokunmayacak ve hiçbir şekilde kurtarılmayacaklardır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v)'e su-i kasd hazırlamak isteyen Ebu Cehil ve yandaşları Bedir günü böyle bir akibete uğramışlardı.

47- Ve o zulmedenlere ondan önce de bir azab vardır. Burada iki muhtemel mânâ söz konusudur.

Birincisi: O günden önce, yani dünyada da bir azab var, demektir. Nitekim Mekkeliler yedi sene kıtlık çekmişlerdi.

İkincisi: O günden sonra yani ölüm sonrası kabirde ve ahirette bir azab daha vardır. Ancak onların pek çoğu (bunu) bilmezler. Yani sonuçlarının bu şekilde olacağını idrak edemezler de onun için kâfir olurlar.

48- O halde Rabbinin hükmüne sabret, küfredenlere o işler için izin verip, seni zahmetlere göğüs germeğe memur eden Rabbinin vereceği hükme sabret, telaş etme. Çünkü sen bizim gözetimimiz ve nezâretimiz altındasın, bundan emin ol. Ve Rabbini hamd ile tesbih et. Yani "O'nu her türlü noksanlıklardan tenzih eder ve O'na hamd ederim." demek sûretiyle Allah'ı zikret.

49- Kalkacağın zaman. Yani herhangi bir meclisten kalkarken (Allah'ı tesbih ve tahmid et). Ebû Dâvûd ve Nesâî'nin Sünen'leri ile diğer bazı hadis kitaplarında mevcut olan ve Ebû Berzetel-Eslemî (r.a)den gelen bir rivayette şöyle denilmektedir: "Resullah (s.a.v) bir meclisten kalkacağı zaman "Ey Allah'ım seni her türlü noksan sıfattan tenzih eder ve sana hamd ederim. Senden başka ilâh olmadığına şehâdet eder, senden mağfiret diler ve (günahlarımdan dolayı) sana tevbe ederim." derdi. Konuyla ilgili soru sorulduğunda da "Bu, mecliste olanlar için keffârettir." demişti. Bazıları da bunun namaza durulduğu zaman "Ey Allah'ım seni noksan sıfatlardan tenzih eder ve yalnız sana hamd ederim. Senin ismin ne yüce ve makamın ne uludur. Ve senden başka ilâh yoktur." duasının okunması hakkında rivayet edildiğini söylemişlerdir. Âlimlerden bir kısmına göre de sözkonusu âyetten maksad, yataktan kalkıp namaza durduğun vakit demektir. Buna göre âyete, "kalkacağın zaman" mânâsını vermek daha uygun olacaktır. Geceden de onu tesbih et. Yani gecenin bir kısmında da tesbih ederek O'na ibadet et. Hem de yıldızların batışında, batmaya yaklaştığı zaman, yani gecenin sonunda, sabah vakti. Allah Teâlâ'yı gece tesbihden maksadın akşam ve yatsı namazları, yıldızların batışı sırasında tesbih etmekten kasdın da, sabah namazı olduğu ileri sürülmüştür. Hz. Ömer , Hz. Ali, Ebû Hureyre ve Hasan-i Basrî (r.a) de, gece tesbihden maksatdın, nafile ibadetler; yıldızların batışında tesbihden maksadın da, sabah namazının iki rekat sünneti olduğunu söylemişlerdir. Böylece Tûr Sûresi, sabahın gelmekte olduğunu gösteren "yıldızların batışı" ile son bulurken, bu bitişle, Necm Sûresi'nin başlangıcı olan "İndiği zaman andolsun yıldıza" cümlesi başlamış olmaktadır. Bu da iki sûre arasında güzel bir münasebetin varlığını göstermektedir.






KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)


53-NECM:

Yıldıza yemin olsun. Buradaki elif-lâm ahid ya da cins için olabilir.

Necm: Bu kelime birkaç mânâya gelir ki, burada her birine ihtimal verilmiştir. Bunlar şöyle sıralanabilir:

1) Necmden maksat, yıldız demektir.

2) Ağacın karşılığı olarak sapı olmayan ot, ya da çemen mânâsına gelir. "(Yerden biten) otlar ve ağaçlar (Allah'a) secde etmektedirler." (Rahmân, 55/6) âyetinde olduğu gibi.

3) Zaman aralıklarıyla parça parça verilen bir şeyin herbir parçasına denir. Kur'ân da yirmi üç senede peyder pey indirildiğinden "müneccemen" nazil oldu denilir ve her inen kısmına necm adı verilir.

4) Lam-ı ahidle beraber şeklinde özellikle Süreyya yani Ülker yıldızına isim olarak verilmiştir ki bu, "esma-i gâlibe" (yaygın kullanım) kabilinden bir isimlendirmedir. Ülker yıldızı, gökte üzüm salkımı gibi görünür ve ayın menzillerinden üçüncüsü sayılır. Araplar darb-ı mesel olarak "Ülker akşam vakti doğarsa, çoban örtü ister." derler. Çünkü o zaman güneş, Ülker'in karşısında Akreb'den önce bulunduğundan, güneşin batması ile hemen doğuverir. Bir hadiste de denilmiştir ki, "Ülker sabahleyin doğarsa âfet (belâ, musibet) kalkar." anlamındadır.

Süreyya, yıldızların en göze çarpanı ve menzillerin en meşhuru olması hasebiyle bazı müfessirler buradaki "Necm"i, "Süreyya yıldızı" diye tefsir etmişlerdir.

Bir de bu sûrede bulunan "Şi'râ yıldızının Rabbi" (Necm, 53/49) ifadesine dayanarak tefsircilerden bir kısmı da necmin, lâm-ı ahidle beraber Şi'râ yıldızı olduğunu söylemişlerdir. Her iki tefsir şeklinde de âyette yer alan doğmak mânâsınadır. Bir çoğu da "ve'n-necmi"deki lâmı, lâm-ı cinsiyye kabul ederek herhangi bir yıldıza tahsis etmeden mutlak yıldız mânâsına almışlardır. Bunlardan başka söz konusu kelimeyi, hakikat yahut mecaz mânâsında yorumlayanlar da olmuştur. Nitekim Ca'fer-i Sadık Hazretleri, "Necim'le murad Hz. Peygamber, 'dan maksat, onun mirâcdan inmesi yahut semaya çıkmasıdır, demiştir. Ancak Ebu Hayyân'ın nakline göre, İbnü Abbas, Mücâhid, Ferrâ ve Kadî Münzir b. Saîd söz konusu sûrede geçen "en-Necm"den maksadın Kur'ân'dan inen miktar olduğunu ileri sürmüşlerdir. Nisâbûrî de:" âyetinin "Hikmetli Kur'ân'a andolsun ki, sen elbette gönderilmiş peygamberlerdensin." (Yâsin, 36/23) mânâsını ifade ettiğini söylemektedir. Biz de bu anlamı tercih etmek istiyoruz. Onun için meâlde "Necm"i yıldız diye terceme etmeyip, bu ihtimallere de uygun olabilmesi için, o yıldıza yemin ederim indiği zaman, yani "inen yıldıza andolsun" şeklinde mânâ vermiş olduk. İkinci babdan gelmektedir. Masdarı, dir ki, şahinin inişi gibi süratle süzülüp inmek, düşmek yahut yukarı fırlamak mânâlarına gelir. Yıldızların doğuşu da, batışı da bir "heveyân" yani ufuktan bir fırlayış, bir iniş yahut bir düşüş demektir. Göğe ait cisimler, "Hepsi bir felekte (yörüngede) yüzmektedirler." (Yâsin, 36/40) âyetine göre sukut (çekim) kanununa tâbidirler. Fransızca "gravitation" yani "yer çekimi" denilen bu kanun, bir heveyân (çekim) kanunudur. Söz konusu fiil, dördüncü babdan kullanıldığı zaman da mastarı gelir ki, bu da nefsin, şehvete meyletmesi ve arzulara düşkünlüğü anlamını ifade eder. Bu sûrenin ilk âyetinde yer alan kelimesi yıldız mânâsına geldiğine göre, sözü edilen heveyânın (inişin) hem güneşin batışı, hem de doğuşuna ihtimali olduğu söylenebilir. Yolcular, yıldızların doğuş ve batış zamanlarına dayanarak yollarını bulurlar. Bütün yıldızların batması ise sabahın geldiğini gösterir. Şu halde "en-necm"deki elif-lâmdan cins kasdedilirse, yemin sabah vaktine yapılmış olur. Şayet çemen mânâsı verilirse, bu durumda da heveyân, otların yükselip yere yattığı, baharın son vakti demektir. Eğer necm ile Kur'ân'dan inen miktar kasdedilirse "hüviy" de onun inişi mânâsınadır.

2-Bu durumda Kur'ân'ın nüzulü esnasında her inen kısmın indiği zamana, yani vahiy olayının görünmekte olduğu saatte tecelli eden Kur'ân âyetlerine yemin edilerek sonra da, Arkadaşınız ne sapıttı ne de azdı. âyetiyle te'kid ve isbatlı bir tarzda bu yemine cevap verilmiş olmaktadır.

Dalal: Hidayetin zıddıdır. Yani yolu kaybetmek veya hiç yol bulamayıp şaşkın dolaşmak demektir.

Gayy: Bu da rüşdün zıddıdır ki, aklın istikametini veya yolun doğrusunu yitirmek mânâsını ifade etmektedir.

"Sahib"den maksat da, Hz. Peygamber'dir. Zaten hitab da ona ve "Kur'ân'ı kendi uydurdu." diyen Kureyş ve benzerlerinedir. Bunlara karşı "sahibiniz" tabirinin kullanılmasında özel bir anlam vardır. Zira sahip, daima sohbette bulunan veya arkadaşlık edip koruyan, yani "hâmi" mânâlarına gelmektedir. Bu yüzden âyetin meâli şöyle olmalıdır: "Şimdiye kadar sohbetinde bulunarak çok iyi tanıdığınız, aklına ve doğruluğuna güvendiğiniz, sizinle sohbet edip hak yolunu göstermek isteyen arkadaşınız, ne yolunu şaşırdı ne de aklını; ne aldanır ne de aldatılır. O, ne sihirbaz, ne kâhin, ne de mecnûndur".

3- O, hevâdan (nefsinin arzularına göre) da konuşmuyor. Onun konuşması, özellikle Kur'ân kelâmını söylemesi kendi görüş ve arzusundan, gönlünün meyli ve ona olan sevdasından kaynaklanmaz. O, öyle sırf kendisine ait bir söyleyiş değildir. Şu halde Hz.peygamber de ne bir şâirdir, ne de kendi keyf ve arzusuna göre hüküm vermek isteyen ehl-i hevâ (kendi isteğine göre yaşayan)lardandır.

4- O, yani Kur'ân veya onun lafzi söylenişi, ancak bir vahiydir, orada vahyin dışında bir söz yoktur. O, yalnız vahyolunur. Yani bunlar ancak, Allah tarafından kendisine vahiy ve tebliğ edilmek suretiyle bilinip söylenebilir. Bilimsel gerçekler, özellikler, istikbâlin karanlıklarını keşfederek verilecek hükümler ve söylenecek haberler, ancak Allah tarafından yapılacak haber verme ve denemeye dayanmaktadır.

Hz. Peygamber (s.a.v)'in hiç, ictihâdı ile amel etmediğini ileri süren âlimler, görüşlerine bu âyeti delil getirmektedirler. Fakat "Allah seni affetsin, niçin onlara izin verdin?" (Tevbe, 9/43) gibi âyetler, peygamberin ictihâd yaptığını, ancak isabet etmediğinde, o halde bırakılmayıp vahyile düzeltildiğine işaret etmektedirler. Bu âyet de, esas itibariyle Kur'ân hakkındadır. Ancak Hz. Peygamber'in hadislerini de içine almak üzere ifade ettiği mutlak mânâda yorumlandığı takdirde de, âyetin son tarafına dikkat etmek gerekecektir.

5-6-7-Zira, 'da vahyin muzâri kipiyle te'kidli bir şekilde zikredilmesinde bu hususa da bir işaret vardır. Sonra da vahyin en kuvvetli bir ilim olduğunu beyan için de ona öğretti, buyurulmaktadır. Ta'lim fiili, iki mef'ul alır. O yüzden burada ya birinci ya da ikinci mef'ulün hazfedildiği anlaşılmaktadır. Eğer fiilindeki zamir Hz. Peygamber (s.a.v)'e gönderilirse, bu durumda Kur'ân'a râci olan ikinci zamir hazfedilmiş demektir. Bu zamirler, "Onu öğretti" şeklinde mânâ verilerek Kur'ân kasdedilirse, o takdirde de peygambere râci olan birinci zamir hazfedilmiş olur. Mamafih her iki durumda da mânâ aynıdır. Yani arkadaşınıza o vahyedilen Kur'ân'ı öğretti, belletti, şeklindedir. Kuvvetleri şiddetli bir kuvvet sahibi "Çok merhametli (Allah), Kur'ân'ı öğretti." (Rahmân, 55/1,2) âyeti, Kur'ân'ı öğretenin Allah Teâlâ olduğunu gösterirse de, "De ki: "Allah'ın izniyle Kur'ân'ı, kendinden öncekini doğrulayıcı ve inananlara yol gösterici ve müjdeci olarak senin kalbine indirdiği için, kim Cebrail'e düşman olur?" (Bakara, 2/97), "De ki: Onu Rûhul-Kudüs (Cebrail) Rabbinden hak (ve hikmet) gereğince indirdi." (Nahl, 16/102), "Onu, er-Rûhu'l-Emin (Cebrail) indirdi." (Şûarâ', 26/193) âyetlerine göre Kur'ân'ı Allah'ın izniyle Peygamber (s.a.v)'in kalbine indiren "Yahut bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahyeder..." (Şûrâ, 42/51) âyetinin delaletiyle de vahyi getiren elçi Cebrail olduğuna göre Kur'ân'ı öğretenin de o olduğu anlaşılır. Dolayısıyle burada her iki mânâ da düşünülebilir.

İbnü Abbas'tan gelen bir rivayette Kur'ân'ı öğretenin Allah olduğu ifade edilmiş ise de, Hz. Aişe'den yapılan bir nakle göre söz konusu âyetteki öğretici, Cebrail olarak tefsir edilmiştir. Lafzın zahirî anlamı da bu görüşe daha yakın olduğundan tefsircilerin çoğu, bu mânâyı tercih etmişlerdir. Nitekim Beydâvî, "Şiddetli kuvvetlere sahip bir melek ki o, Cebrail'dir. Zira Cebrail, harikaların gösterilmesinde bir vasıtadır." demiş, sonra da diğer görüşü "denilir ki" sözüyle zikretmiştir. Müfessir Taberi, âyetteki "şedidü'l-kuvvâ" "müthiş kuvvetler" sözünü, "şedidü'l-esbâb" "müthiş sebebler" diye tefsir etmiş, Nisâburi de bu sözü, ilim ve amel yönünden müthiş kuvvetler şeklinde yorumlamış ve ardından şunu ilave etmiştir: "Burada öğrencinin faziletinin anlaşılması için öğretmen medhedilmiştir. Eğer "Onu Cebrail öğretti." denilmiş olsaydı bunun zahirî anlamından öğrencinin fazîleti açıkça anlaşılmış olmazdı." Burada ayrıca "Ona bir insan öğretiyor..." (Nahl, 16/103) diyenlerin sözüne de bir cevap söz konusudur: Çünkü, "Size ilimden pek az bir şey verilmiştir." (İsrâ, 17/85), "Çünkü insan zayıf yaratılmıştır." (Nisâ, 4/28) âyetlerine göre insan, hem ilmi bakımından mükemmel değildir, hem de zayıf bir yaratıktır."

Mirra, mürûr mastarından bina-i nev'idir. Öd, akıl, kuvvet, kat ve sağlamlık gibi mânâlara gelir. Buna göre "zûmirre"; te'sir eden, nüfuz sahibi, ödlü yani korkağın zıddı, ruhsal yapısı kuvvetli, akıllı, güçlü ve sağlam vücutlu demektir. Ancak tefsirciler başlıca üç mânâ üzerinde durmuşlardır:

1. Kuvvetli, 2. Sağlam yapılı, güzel manzaralı, 3. Keşşâf, Beydâvî ve Ebu's- Suud'un ifadelerine göre akıl ve görüşünde sağlam olan demektir.

Bunlardan birincisi, yani kuvvetli mânâsı, "Şüphesiz rızık veren, sağlam kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır." (Zâriyât, 52/58) âyetine göre Allah Teâlâ'nın sıfatı olabilirse de ikinci ve üçüncü mânâlar, sıfat olarak Cebrail'e uygundur. Hemen istivâ ediverdi (doğruluverdi). Ragıb der ki: "İstivâ kelimesi iki türlü kullanılır. Birincisinde iki veya daha fazla fâile isnad olunur. Mesela, "Zeyd ve Amr eşit oldular." demektir ki bu eşitlik, hem nitelik hem de nicelik yönünden bir denklik ifade eder." "Bunlar Allah yanında bir olmazlar..." (Tevbe 9/19) âyetindeki istivâ da bu mânâdadır. İkincisi de bir şeyin zâtındaki itidâle yani düzgünlük, denklik, doğruluk ve yükseklik gibi özel nisbetlere denir. "Ki o, akıl ve re'yinde kuvvetlidir. Hemen doğruldu". (Necm, 52/6), "Derken gövdesinin üstüne dikildi", (Fetih, 48/29), "Ki onların sırtına binesiniz..." (Zuhruf, 43/13), "Sen ve yanında bulunanlar gemiye yerleştiğiniz zaman..." (Mü'minûn, 23/28), "falancanın işi düzeldi", "falanca, işcilerini emri altına aldı" şeklindeki cümlelerde olduğu gibi harfi ile müteaddi olduğunda "istilâ" yani ele geçirme, yayılma ve hakimiyeti altına alma mânâsını ifade eder. Tefsirciler, kelimesini tefsir ederken bir kaç mânâ üzerinde durmuşlardır. Öncelikle bu fiilin zamiriyle ilgili iki görüşün bulunduğunu söylemeliyiz.

Birinci görüşe göre söz konusu zamir, öğretene, Cebrail'e; ikincisine göre de öğrenene, yani Hz. Peygamber (s.a.v)'e râcidir. Eğer zamir Cebrail'e gönderilirse bu durumda tefsiriyye olarak fiiline atfedilip sözüne kadar, öğretimin nasıl gerçekleştiğini bir çeşit beyan etmektedir. İstivâ burada, Cebrail'in bizzat kendi suretiyle en yüce ufukta doğrudan görülmesi mânâsına alınarak "Hakiki sûretinde görüldü." şeklinde izah edilmiştir. Denildiğine göre peygamberlerden hiçbiri, Cebrail'i hakiki şekliyle görmemiştir. Ancak Resulullah (s.a.v) biri yerde, diğeri de gökte olmak üzere iki defa onu müşâhede etmiştir. Bu açıklamalara göre âyetin mânâsı şöyle olabilir. Cebrail Hz. Peygamber (s.a.v)'e (Kur'ân'ı) öğretti ki o bu durumda bazan olduğu gibi insan şekliyle değil, Allah'ın yarattığı gibi hakiki suretinde doğrudan doğruya en yüce ufukta durup, görünmüştü. Bunu dosdoğru semada göründü diye de ifade edebiliriz. Bazıları, öğretti de semada durdu demişler, bazıları da kendisine verilen emir üzerine kuvvetiyle istivâ etti mânâsını vermişlerdir. İstivâ edenin peygamber olduğu kabul edilirse -ki biz bu mânâyı daha uygun buluyoruz- o zaman fiilindeki fâ-i tâkibiyye veya sebebiyye olarak kuvvetleri şiddetli yani müthiş kuvvet sahibi öğretti de arkadaşınız hemen istivâ etti. Yani ilim ve nübüvvetle yükseldi, şeklinde açıklanabilir. Ve O, istivâ ettiği zaman, en yüksek ufukta iken doğruldu.

Ufuk, esasen kıyı ve kenar mânâsınadır. Özellikle göğün kıyı ve eteklerine denilir. Rüzgarların estiği yönlere de bu isim verilmektedir. Astronomi bilginlerinin ufk-ı hissi, (hissedilen ufuk) ufk-ı zahiri, mer'î veya şuaî (görünen ufuk) ve ufk-ı hakiki (gerçek ufuk) diye düşündükleri üç daire, ıstılah olarak ikinci mânânın dışında değildir. Çünkü bakan kimsenin boyuna dik olarak bulunduğu noktadan, veya yerin merkezinden geçtiği düşünülen arz düzleminin gök ile bitiştiği noktaya ufuk denilmiştir ki bu, yer cihetiyle gök kubbenin tam kıyısı demektir. Şu halde ufuk, bir bakıma yerin, bir bakıma da göğün kıyısı olacağından, en yüksek kıyı mânâsını ifade eden ufk-ı â'lâya, ufk-ı sema (gök ufku) ve ufk-ı şarkî (doğu ufku) denilmiştir.

Fahreddin-i Râzî der ki: "Meşhur olan görüşe göre zâmiri Cibril'e râcidir. Zira bu âyete, Cebrail Allah'ın yarattığı gibi ufku istivâ etti ve büyüklüğü sebebiyle bütün doğuyu kapladı, şeklinde mânâ verilmiştir. Halbuki en uygun olanı, söz konusu zamirle Hz. Peygamber (s.a.v)'in kasdedilmiş olmasıdır. Gerçi mânâsı, yüce bir makamda istivâ etti ise de, esas maksad, gerçekten bir mekanda bulunmak değil, peygamberin kadr ve kıymetinin, rütbe ve makamının yüksekliğidir."

8- Sonra yaklaştı, aşağı doğru sarktı. Tedellî kelimesinin üç ayrı kökten gelmesi muhtemeldir. Birincisi, delâlden "tedellül" şeklinde dilberin naz ve cilve yapması mânâsını ifade eder. Burada bu mânâdan bahsetmişlerse de, Allah'a isnad edildiği takdirde seven ile sevilen arasında muhabbetin olduğunu gösteren güzel bir istiâre olabilir. İkincisi, "yâ"lı olarak "delâ"dan yaklaşmak ve tevâzu göstermek anlamına gelebilir ki, bazı âlimler bu mânâyı vermişlerdir. Bu durumda fiilinin tefsiri olarak yaklaştı, indi ya da indi, yaklaştı diye terceme edilir. Üçüncüsü "vâv"lı olarak masdarından türemiş olmasıdır. "Delv" kovaya isim olarak verildiği gibi, "delv" masdarı da kovayı sarkıtmak veya çekmek mânâlarına gelir. Onun için "tefe'ul" kalıbından gelen "tedelli" kelimesine herhangi bir şeyin yukarıdan aşağıya doğru sarkması veya aşağıdan yukarıya çekilmesi mânâsı verilebilir. Bu sebebledir ki, müfessirlerin çoğu, Cebrail'e ait bir fiil olarak, bu kelimeyi sarkmak mânâsıyla tefsir etmişlerdir. Yani Cibril, en yüksek ufukta istivâ ettikten sonra yaklaştı ve birden bire Peygamber (s.a.v)'e doğru sarktı, demektir. Esasen bu takdir, Hirâ dağında "Rabbinin ismiyle oku..." (Alâk, 96/1) öğretisi ile vahyin, başlangıçta gelişini anlatmış oluyorsa da henüz peygamberin mirâcı ile ilgili bir mânâ ifade ettiği söylenemez. Bu yaklaşma ve tedelliyi Allah'ın fiili olarak düşünenler, "tedelli" fiilini bir de "cezb" (çekme) mânâsı ile tefsir etmişlerdir.

Nitekim Beydâvî bu hususu açıklarken konuyla ilgili olarak şunları söyler: "Allah Teâlâ'nın tedelli etmesi, peygamberi her şeyi ile kendisine cezbetmesi (çekmesi) demektir." Fakat biz bunu cezb değil, cezbin eseri ve istivâ gibi Peygamber (s.a.v)'in vasfı olarak, çekilmek suretiyle yükselme mânâsında anlıyoruz ki bu da, yukarıdan aşağıya sarkmak değil, aşağıdan yukarıya çıkmak demektir. Görüldüğü gibi bununla da tam mânâsıyla mirâc olayına işaret edilmiştir.

Yani Hz.peygamber, Cebrail'in öğretisi üzerine yüksek ufukta yalnız istivâ ile kalmadı, istivâdan sonra da Allah Teâlâ'ya doğru yaklaştı. Allah bilir ya belki de "Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder." sözünün mânâsı kendisine zahir oldu da birden bire bir çekim kuvvetiyle yüksek ufkun ötelerine fırlayıverdi.

9-derken iki yay kadar veya daha yakın oldu. Yani onunla arasındaki mesafe, iki yay kadar yahut daha az kaldı.

Kavs: Bilindiği gibi yay demektir.

Kâb da yayın kabzası ile kiriş kısmı olan iki köşe aralığına denir ki bir yayda iki kâb mevcuttur. Bazı âlimler de bu mânâya dayanarak kalb etmek yolu ile bir yayın iki kabı 'nın olabileceğini de söylemişlerdir. Ayrıca yayın kabzasıyla kirişi arasına da kâb ismi verilmiştir. Mızrak (rumh), değnek (sevt), arşın (zira, kol), boy, kulaç (ba), adım (hatve), karış (şibr), serre (fitr), parmak (isba) uzunluk ölçüsü olarak kullanıldığı gibi "kavs" da aynı şekilde bir ölçü olarak kullanılmıştır. Hicâz dilinde kavs'ın zirâ' mânâsına geldiği söylenmektedir. İbnü Abbas'tan da âyette geçen söz konusu kelimenin aynı mânâda olduğu hususunda rivayet vardır. Buna göre cümlesi, onunla arasındaki mesafe iki arşın kadardır, mânâsını ifade eder. Ancak bu âyetle ilgili daha güzel bir yorum nakledilmiştir. Şöyle ki; Araplar cahiliye döneminde bir ittifak kurmak üzere anlaşacakları zaman iki yay çıkarır, birini diğerinin üzerine koyarak ikisinin kâbını birleştirirler, sonra da ikisini beraber çekip onlarla bir ok atarlardı. Bu, onlardan birinin razı olacağı şeye diğerlerinin de razı olacağını, birisini kızdıran şeyin diğerlerini de kızdıracağını ifade eden bir birlik antlaşmasıydı ve aksi mümkün olmayacak tarzda söz birliği ettiklerini gösteriyordu. Bu anlamda kâb, miktar mânâsına değil, üst üste gelen iki yayın birlik manzarasını gözler önüne seren kabza ile kiriş arası demektir. Görülüyor ki bu mânâ, hem diğerinden daha fazla bir yakınlık tasvir etmekte, hem de mânevî bir yakınlığı göstermektedir. 'daki 'in, "daha yakın mânâsına" bir yükseliş ifade ettiği söylenebilir. Bu hususun muhatablara terdid (iki ihtimalle anlatım) şeklinde anlatılması, ifadenin temsilî olduğunu hatırlatmak içindir. Bu yüzden tefsirciler derler ki, yakınlığın en üst seviyesini tasvir eden bu söz, birleşme alışkanlığını temsil etmekte ve belirsizliği ortadan kaldırmak suretiyle Peygamber (s.a.v)'in vahyi işitmesini gerçekleştirmektedir.

10- Bu şekilde Allah Teâlâ, kuluna verdiği vahyi verdi. Burada kelimesindeki zamirin Allah'a râci olduğunda ihtilâf yoktur. Müthiş kuvvetlerin sahibinden maksad Allah olduğuna göre, burada da vahyedenin o olduğu açıktır. Diğer tefsir şekillerinde de ifadenin akışından Allah'ın isminin zikredildiği kabul edilmektedir. Şu halde burada başlıca iki mânâ üzerinde durulabilir. Birisi. İşte Cebrail ona böyle yaklaştı da, Allah Teâlâ'nın elçisi Muhammed (s.a.v)'e gönderdiği her vahyi getirdi, ona vahyetti ve öğretti. Başlangıçta hakiki suretiyle görünerek getirdikleri şeylerin Allah'ın vahyi olduğunu öğretti ve belirli zaman aralıklarıyla tebliğ etti. Diğer mânâ da Şöyledir: İşte Allah'ın has kulu olan arkadaşınız Muhammed (s.a.v), İstivâ ettikten sonra O, Rabbine öyle yaklaştı ki, bütün vasıtalar kaldırıldı ve Allah Ona doğrudan doğruya verdiği vahyi verdi. Yani Mirâc'da her ne vahyetti ise Cibril'in dahi herhangi bir aracılığı olmaksızın vahyetti. İşte biz de bu mânâyı tercih ediyoruz. Zira önceki mânâya göre Mirac olayı, yalnız "Andolsun onu bir kez daha görmüştü." (Necm, 53/13) âyetine bırakılmış olmaktadır.

Mirac'da vasıtasız olarak vahyedilen ne idi? Birisinin namaz olduğu bilinmektedir. Diğeri de peygambere söylenen şu sözdür: "Peygamberlerden hiçbiri senden evvel cennete girmeyecek, ümmetlerden hiçbiri de senin ümmetinden önce cennete girmeyecektir". Bakara Sûresi'nin son iki âyeti olan 'nün de Mirac'da indirildiğine dair rivayet daha önce geçmişti. Müslim'in Sahih'inde de "Resulullah (s.a.v)'a üç şey verildi, beş vakit namaz, Bakara Sûresi'nin sonu, ümmetinden şirke düşmeyenlere muhkimat yani büyük günahların mağfiret edildiği haberi" şeklinde bir rivayet mevcuttur. Bununla beraber o husûsi meclisteki vahyin tafsilatını ancak Allah ve peygamberi bilir. Nitekim Nizâmu'd-Din-i Nisâbûri de tefsirinde, "ortaya çıkan bir takım sır ve hakikatler var ki, onları Allah ve Resulunden başkası bilemez" demektedir.

11- Gördüğünü gönül yalanlamadı. Buradaki fiilinin zamiri, bir önce geçen âyetteki "abd" kelimesine de "fuâd"e de gidebilir "Gözü şaşmadı..." buyurulduğuna göre, bu görme işinin gözle (baş gözüyle) olması gerekmektedir. Buna göre âyetin mânâsı, gözünün gördüğünü kalbi yalanlamadı, şeklinde olur. Yani gerek bütün o müthiş kuvvetleriyle Cibril'i, gerekse Mirac'daki o tecelliyatı (beliren şeyleri) görmesi bir hayal değil, kalb ve vicdanın yalancı çıkarmayıp görerek tasdik ettiği hakikattır. Onun için Cebrail'i hangi suretle olursa olsun, her geldiğinde tanıdı.

12- Şimdi siz gördüklerine karşı onunla mücadele mi ediyorsunuz? Burada muzari siğasıyla buyurulması, bakışın devamlılığına delalet eder.

13- Nitekim bunun açıkca te'kid edilmesi için de şöyle buyuruluyor: Andolsun O, onu bir kez daha görmüştü. Yani O, müthiş kuvvet ve akıl sahibi ve kendisine Kur'ân'ı öğreten Cebrail'i, hakiki sureti ve bütün kuvvetleriyle bir de Mirac'dan inerken gördü. Burada Cebrail'in, makam itibarıyla Resulullah'dan geride olduğuna işaret vardır. Müfessirlerin çoğuna göre, kelimesi mastar bina-i merre olduğundan dolayı mânâsında zarf olarak mansuptur. Buna göre âyetin mânâsı, "Onu diğer bir defasında da bir inişte gördü." şeklinde olur. Sofi ve İbnü Atiyye gibi bazı âlimler de hal makamında mastar olduğunu söylemişlerdir ki, "inerken" mânâsına gelmektedir. Birinci görüşe göre nin sıfatı "diğer bir iniş", ikinciye göre de "diğer bir kerre", yahut fiilinin mef'ul-i mutlakı olarak "diğer bir görüş" demektir. Bu inişin Mirac gecesi olduğunda ittifak vardır. Ancak kimin inişi olduğu konusunda farklı yorumlar mevcuttur. Bazıları Allah Teâlâ'nın inişi demişlerdir. Bu hususta Râzî şöyle der: Allah hakkında hareket ve iniş tasavvur etmek bâtıldır. Manevî yakınlık ile inişte de rahmet ve fazl üzere kula yaklaşma söz konusudur ki bu durumda da kul O'nu göremez. Onun için Musa "Ey Rabbim azâmet ve celal perdelerinden bir kısmını ortadan kaldır, kuluna rahmet ve fazlınla yaklaş da seni göreyim." (Arâf, 7/143) dedi. Âlimlerden bazıları da, buradaki inişten maksat, Cebrail'in hakiki görünümü ile inişidir demişlerdir. Ancak Cebrail, Sidre-i Müntehâ'dan öteye geçemediğine göre âyeti Cibril'in inişi haline münasip olmaz. Çünkü Cibril'in Sidre-i Müntehâ'nın yanında görülebilmesi için oraya daha yüksekten inmiş olması gerekir. Bunun içindir ki biz 'dan Peygamber (s.a.v)'in Mirac'dan inişi mânâsını anlıyoruz. Râzî ve Nisâbûrî'nin tefsirlerinde zikrettikleri bir habere göre, Mirac gecesi, Cebrail, "Bir parmak ucu daha yaklaşsaydım muhakkak yanardım." dediği makamda kalmış, peygamber ondan ayrılıp daha ileri gitmişti. İşte söz konusu âyette geçen inişten maksat, Hz. Peygamber (s.a.v)'in gittiği makamdan daha sonra Cebrail'in yanına dönüşüdür. Bir de Resulullah, namaz meselesiyle ilgili olarak birkaç kere inip çıkmıştı. tabiri, de böylece son inişi ifade etmiş olacağından, yukardaki mânâya daha uygun düşmektedir. Biz de bu mânâda karar kılmak istiyoruz. Bu hususu şöyle özetlemek mümkündür: Resulullah, (s.a.v) her Kur'ân bölümünü getirdiğinde Cebrail'i, girdiği surette görüyordu. Onu melek sureti ile bir defa Mirac'dan önce görmüş -ki o zaman Cebrail, Peygamber'in yanına gelmişti- bir kere de Mirac'dan inerken görmüştü.

14- Bu görüşmede de Resulullah, Cebrail'e doğru yaklaşmış ve Cebrail onu, Sidre-i Müntehâ'nın yanında karşılamıştı.

Sidre-i Münteha, son sidre demektir ve izâfi bir terkiptir.

Münteha: İsm-i mekân ya da mimli mastar olan bu kelime, "nihayet sidresi" veya "son sınır sidresi" anlamını ifade eden bir isimdir. Sidre, daha evvel de geçtiği gibi ağaç demektir. Kamus Tercemesi'nde sidre ile ilgili şu bilgiler vardır. "Sidr, in kesri ve n sükunu ile okunur. Nebk ağacına verilen bir isimdir. Buna Arabistan kirazı da denir ki, Trabzon hurması da aynı nevidendir. Bu kelimenin müfredi sidre, çoğulu, siderât, sidirat, sider ve südür şeklinde gelir. Adı geçen bu ağaç, iki çeşittir. Birisi büstânî (bahçeye mahsus)dir ki meyvası hoş olup yapraklarıyla da yıkanılmaktadır. Diğeri de berrî (toprağa mahsus)dir ki bunun meyvası tatsızdır. Her ikisinin de gölgesi gayet koyu, hoş ve hafiftir".

Bu kelime de ayrıca bir hayret mânâsı da vardır. Seder ve Sederat göz kamaşmak ve hayran olmak demektir. Bunun binâ-i nev'isi de bir nevi hayrete düşmeyi ifade eder. Bu sebeble müfessirler sidre-i müntehâyı, her iki mânâyı da gözeterek tefsir etmişlerdir. Bu konudaki farklı yorumları şöyle sıralamak mümkündür.

1. Sidre-i müntehâ, yedinci semada bir hadise göre de altıncı semada Arş'ın sağ tarafında bulunan bir nebk ağacıdır ki müttakilere vaad edilen cennetin nehirleri, (Muhammed, 47/15 bkz.) onun altından çıkar. Hz. Peygamber (s.a.v)'in meyvasını tacın püsküllerine, yapraklarını da fil kulaklarına benzeterek tavsifde bulunduğu bu ağaç hakkında şunları söylediği rivayet edilmiştir: "Öyle bir ağaç ki bir binici onun gölgesinde yetmiş sene yol alsa yine katedemez. Bir yaprağı ümmetin hepsini örter." "Öyle bir ağaç ki bir binici onun gölgesinde yüz sene gitse katedemez. Bir yaprağı bütün ümmetin üzerini örter." gibi haberler nakledilmiştir. Bu haberler, söz konusu ağacı, mahlukatın cisim ve boyutları bakımından aldıkları son şekil, ve emir âleminin sınırına dikilmiş bir ağaç, bir "oluşum ağacı" olarak göstermektedir. İbnü Mes'uddan gelen bir rivayette onun şöyle dediği görülür: "Sidre-i Müntehâ, cennetin uc kısımlarında bulunan bir yerdir. Üzerinde ise Sündüs ve İstebrak'ın etekleri vardır." Keşşâf'da da "Sidre-i Müntehâ sanki cennetin bitiş noktasındadır." şeklinde bir ifade vardır. İbnü Abbas ve Ka'b'dan nakledildiğine göre Sidre-i Müntehâ, arşın altında bulunan bir ağaçtır ki, melekler, nebiler ve mahlukat içinde bulunan âlimlerin ilmi sonuçta ona ulaşır. Ondan ötesi ise gaybdır, Allah'tan başkası bilemez. Dahhâk'tan yapılan bir rivayette de şöyle denilir: "Allah'ın her emri ona ulaşır, ondan daha ileri geçemez." Görüldüğü gibi bütün bu sözler, müntehâ kelimesinin ifade ettiği anlamı açıklayıcı mahiyettedir.

2. Fahreddin Râzî de tefsirine ikinci sırada kaydettiği bir görüşte şunları söyler: "Sidre, "Rakib" den "rikbe" gibi bina-i merre olarak alınırsa bu takdirde sidre-i müntehâ, hayret-i kusuâ (en son hayret) mânâsını ifade eder." Yani akılların, daha fazla hayret tasavvur edilmeyecek derecede hayrette kaldıkları bir makamda, Hz. Peygamber hayrete düşmedi, şaşmadı, kendisini kaybetmedi ve gördüğünü gördü, demektir. Ancak yine de Râzî, sahih olarak, ilk verdiği rivayeti kabul etmektedir.

3. Ebu's-Suud'un da bu konuda şöyle dediği görülür. "Ve sonunda senin Rabbine varılacaktır." âyetine göre müntehâdan maksat, Allah'tır. Bu yüzden Sidretü'l-Müntehâ da, mülkün mâlikine izâfeti kabilinden" Allah'ın sidresi" mânâsını ifade edebilir."

15- Cennetu'l-Me'vâ da onun yanındadır. Yani Sidretü'l-Müntehâ'nın yanında Cennetu'l-Me'vâ vardır ki o, müttakilerin ve şehidlerin varacakları cennettir.

16- O zaman sidreyi kaplayan kaplıyordu. Mirac hadislerinden İbnü Cerir'in naklettiği rivayetlerde Enes (r.a.), Resulullah (s.a.v)'ın şöyle dediğini nakletmiştir: "Melek beni Mirac'a çıkardı, derken sidreye ulaştım. Onun sidre olduğunu, yaprağını ve meyvasını tanıyordum. Az sonra onu Allah'ın emrinden bürüyen bürüyünce, âni bir değişikliğe uğrayıp hiç kimsenin tavsif edemeyeceği bir hale geldi ki, o hali ben de anlatamam." Yine İbnü Cerir'in İbnü Zeyd'den yaptığı bir nakilde o şöyle demektedir: "Peygamber (s.a.v)'e: "Ya Resulullah sidreyi kaplayan ne gördün?" diye sorulduğunda buyurdu ki "Altından bir pervanenin onu bürüdüğünü ve her yaprağında bir meleğin oturup Allah'ı tesbih ettiğini gördüm." İbnü Abbas'tan âyeti ile ilgili şöyle bir rivayet vardır: "Onu (sidreyi) Allah bürüdü de Muhammed Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü". Bu gaşy (bürümek) sıfatının, bir fiil olması gerekir. Rebi'de, "Sidre'yi Rabbin nuru ve melekler kapladı." demektir. Ebu'l Âliye'ye göre de onu, ağaca uçuşan kuşlar gibi Allah'ın nuru kapladı. Mücahid'in görüşü ise, "Muhammed hem Sidre'yi hem de kalbi ile Allah'ı gördü." şeklindedir.

17- Göz şaşmadı. Onu (sidreyi) gören Resulullah (s.a.v)'ın gözü yerinden kaymadı, şaşıp da sağa sola meyletmedi. Ve aşmadı. Yani görme sınırını aşıp da yanlış bir bakış bakmadı. Akılların şaşacağı, gözlerin kamaşacağı hayret verici şeyler görmekle beraber O, ne şaştı, ne de görme sınırını aştı. Son derece dikkatli ve sıhhatli bir şekilde Allah'ı tesbih edip onu müşâhede etti. Âyetin ilk cümlesi, Peygamber (s.a.v)in edebini, diğeri ise kuvvet ve kudretini beyan etmektedir. Râzî der ki : "Peygamber'in müşâhedesi Hz.Musa gibi olmadı. Zira Hz. Musa olayında dağ dümdüz olmuş, Musa baygınlık neticesi yere yıkılmış ve bakışını kesmişti. Lakin Sidre, dağdan kuvvetli idi. Çünkü dağ, darmadağın oldu, fakat Sidre sebat edip yerinden kımıldamadı. "Musa baygın düştü..." (A'râf, 7/143) fakat Muhammed (s.a.v.) sarsılmadı."

18- Şüphesiz O, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü. Yeminin cevabıdır. kesinlik ifade etmektedir. "Âyet" ise acaiplikler anlamındadır. "El-kübrâ" lafzında iki irab vardır. Birincisi meâlde de gösterildiği şekilde fiilinin mef'ûlü olarak "en büyük âyet" mânâsınadır. İkincisi, âyetin sıfatı olup, "şüphesiz Rabbinin en büyük âyetlerinden bir şey gördü" anlamını ifade eder. Üçüncü bir mânâ da in zâid olduğu düşünülerek "muhakkak Rabbinin en büyük âyetlerini gördü" demek olabilir. Özetlemek gerekirse şöyle denilebilir. Hz. Peygamber, Mirac'da Rabbinin rubûbiyyet âyetlerinden, mülk ve saltanatının acaipliklerinden kelâmın ifade sınırına sığmayıp ancak müşahede ile ulaşılabilecek en büyük âyet veya büyük âyetlerini gördü. Şu halde bu âyetlerin mânâlarını izaha kalkışmak haddimize düşmez. Görüldüğü gibi burada Rabbini gördü denilmeyip, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü, şeklinde bir ifade kullanılmıştır. Dolayısıyla bundan Allah'ı görme mânâsını anlamak, âyetin zahiri itibariyle mümkün görünmemektedir. Gerçi (Necm, 53/11) âyetinde geçen "peygamberin gördüğü şey" bu âyette görülenlerden ibaret değildir ve âyeti de zâta yakınlığa işaret etmektedir. O yüzden buradaki görmenin baş gözüyle mi, yoksa mücerred kalb gözüyle mi gerçekleştiği konusunda tartışma yapılabilirse de âyeti, yukarıda ifade edilen hususların bir özeti olduğundan da başka bir görme söz konusu olsa bile, bu âyette zikredilenden daha büyük olamaz.

Buhârî'de Mesrûk tarikiyle Hz. Aişe'den gelen şöyle bir rivayet vardır: Mesrûk der ki: Hz. Aişe'ye: "Valide hazretleri! Muhammed (s.a.v) Rabbini gördü mü"? diye sordum. O da bana "Söylediğin bu sözden dolayı tüylerim diken diken oldu." dedi. Ve arkasından şunu ilave etti, "Her kim şu üç şeyi söylerse yalan söylemiştir. Kim Muhammed (s.a.v) Rabbini gördü derse yalan söylemiştir. Sonra "Gözler O'nu görmez, O gözleri görür; o latifdir her şeyi haber alandır." (En'âm, 6/103) âyetini okudu. Her kim sana yarın ne olacağını bilirim derse yalan söylemiştir dedi ve sonra "Kimse yarın ne yapacağını bilmez" (Lokman, 31/34) âyetini okudu. En sonunda da her kim sana peygamber risaletten bazı şeyler gizledi derse yalan söylemiştir, dedi ve ardından "Ey elçi, Rabbinden sana indirileni duyur..." (Maide, 5/67) âyetini okudu. Ancak Peygamber, Cebrail'i iki defa hakiki sûretinde gördü."(1) Yine Buhârî'de, Abdullah b. Mes'ud'dan gelen iki ayrı rivayet vardır ki bunların birinde Peygamber'in, Cebrail'i altıyüz kanatlı olarak gördüğü, diğerinde ise, Cennet'ten gelen ve ufku kaplayan yeşil bir refrefi müşâhede ettiğini belirtmiştir. Bu rivayetler de gösteriyor ki görülen âyetler, Cebrail'den ibaret değildir.

Müslim'de de şu rivayetler vardır.

1. Ata tarikiyle gelen bir rivayette İbnü Abbas: "Peygamber onu kalbi ile gördü." dedi.

2. Ebu'l- Âliye tarikiyle gelen bir rivayette de İbnü Abbas'ın şöyle dediği nakledilir: "Andolsun ki onu bir kere daha gördü." Buna mukabil Buhârî'de zikredilen hadisten başka, Mesruk'dan nakledilen daha genişçe bir rivayet de vardır ki o da şöyledir:

3. Mesrûk der ki: "Hz. Aişe'nin yanındaydım, bana dedi ki "Ya Ebâ Aişe, her kim şu üç şeyden birini söylerse Allah'a karşı büyük iftira etmiş olur." Onların ne olduğunu sorduğumda da bana şunları söyledi; "Her kim, Muhammed (s.a.v) Rabbini gördü diye zannederse Allah'a karşı büyük bir iftirada bulunmuş olur." O esnada ben dayanıyordum, oturdum ve ey müminlerin annesi bana müsaade buyur dedim, o da acele etmememi söyledi ve Allah Teâlâ, (Necm, 53/13), "Andolsun (Muhammed) onu apaçık ufukta görmüştür." (Tekvir, 82/23) buyurmadı mı? dedi, sonra da şöyle devam etti. Bu ümmet içinde onu Resulullah'a ilk defa ben sordum ve o da bana, "O Cibril'dir, Onu yaratıldığı hakiki sûrette iki kereden başka görmedim. Semadan inerken görmüştüm, büyüklüğü, gök ile yer arasını kaplamıştı." dedi. Hz. Aişe sonra da bana Allah'ın şöyle buyurduğunu işitmedin mi? dedi. "Gözler O'nu görmez, O, gözleri görür; O Latif'tir, her şeyi haber alandır." (En'âm, 6/103) ve yine bana Allah'ın şöyle buyurduğunu duymadın mı? dedi. "Allah bir insanla konuşmaz. Ancak vahiyle, yahut perde arkasından konuşur; yahut bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahyeder. O, yücedir, hakimdir." (Şûrâ, 42/51) Bu rivayette hadis, yalnızca Hz. Aişe'nin ictihadına dayanarak mevkuf olmayıp, Hz. Peygamber'e de isnad edildiği için müsned hadis hükmünü de almıştır. Bu yüzdendir ki Müslim bu hadis için etemm (en mükemmel) ve atvel (en uzun) tabirlerini kullanmıştır.

4. Abdullah b. Şakîk ve Ebu Zer'den yaptığı bir rivayette şöyle söyledi: "Resulullah (s.a.v)'a "Rabbini gördün mü?" diye sordum "O bir nurdur, nasıl görebilirim, yahut nereden görebilirim?" dedi.

5. Başka bir rivayetinde de Abdullah b. Şakîk diyorki, Ebu Zer'e "Resulullah (s.a.v)'ı görseydim sorardım" dedim, "neyi sorardın" dedi, "Rabbini gördün mü?" diye sorardım dedim. Ebu Zer de bana dedi ki, "ben sordum Resullullah buyurdu ki "Bir nur gördüm." Kâdî İyâz Şifâ-i Şerif'de der ki: bir cemaat Hz. Aişe'nin görüşünü benimsemiştir. İbnü Mes'ud ve Ebu Hureyre'ye göre de meşhur olan görüş budur. Bu sebebten dolayı bir grup hadisçi, fakih ve kelâmcı dünyada Allah'ı görmenin imkansız olduğunu ileri sürmüşlerdir. İbnü Abbas'tan nakledilen meşhur kavle göre de Peygamber Allah'ı gözleriyle görmüştür. Hatta İbnü Abbas bazı rivayetlerinde Hâkim, Nesâî ve Taberânî rivayetlerinde "Allah Teâlâ Musa'yı kelâm, İbrahim'i dostluk ve Muhammed'i de görme (rü'yet) sıfatı ile mütahassıs kıldı." demiştir. Eş'arî ve ona tâbi olanlardan bir grup da, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Allah'ı basarı ile yani baş gözüyle gördüğü kanaatindedirler. Bazı tasavvuf erbabı da, açık bir delil olmadığı için rü'yetin (Peygamber'in Allah'ı görmesinin) baş gözü ile gerçekleşmesi konusunda görüş beyan etmemekle birlikte, bunun caiz olabileceğini söylemektedirler. Kâdî İyâz der ki: "Hiç şüphesiz doğru olan görüş budur. Zira, Allah Teâlâ'nın dünyada görülmesi aklen caizdir ve akılda, onu imkansız kılacak bir şey yoktur. Şeriat'te de mümkün olamayacağı konusunda kat'i bir delil söz konusu değildir. âyeti de "Gözler onu ihata edemez veya her göz onu göremez." gibi yorumlara müsait olduğu için görmenin imkansızlığına delil olamaz. "Sen beni göremezsin." (A'raf, 7/143) âyeti de umumî bir mânâ ifade etmemektedir. Bununla beraber peygamberimizin gözle görmesi hakkında da kesinlik ifade eden bir delil yoktur. Zira bu konuda en fazla itimâd edilen Necm Sûresi'nin 11. ve 13. âyetleridir. Bunlara göre de mesele ihtilaflı olmakla birlikte hem olabilirlik hem de olmama ihtimali vardır. Ayrıca Peygamber'den bize ulaşan mütevatir bir haber de mevcut değildir. İbnü Abbas'ın görüşü ise kendi kanaatidir ve Hz.Peygamber (sav)'e dayanmamaktadır. Aliyyu'l-Kârî de "Şifâ şerhi"nde şunları söyler: "Gazzâlî İhyâ'sında" sahih olan görüş, Resulullah (s.a.v.)'ın Mirac gecesi Allah Teâlâ'yı görmemiş olmasıdır" demektedir. Ancak Nevevî "Fetâva"da görmenin vuku bulduğunu kabul ederek kritikçi âlimlerden de nakillerde bulunmaktadır. Fahreddin Râzî tefsirinde, herhangi bir yön ve karşılaşma söz konusu olmadan Allah'ı görmenin caiz olduğunu beyan ettikten sonra şunları söyler: "Ehl-i Sünnet'e göre görmenin meydana gelmesi kulun değil, Allah'ın irâdesiyledir. Allah dilerse gözde, dilerse gönülde idrak halk edebilir. Bu mesele, sahabe arasında da ihtilâfa yol açmıştır. Ancak şunu belirtelim ki, görmenin vuku bulduğu konusunda ihtilâf olmakla birlikte caiz olduğu hususunda ittifak vardır." Râzî sözüne şöyle devam etmektedir. âyetinde, Peygamber (s.a.v)'in Mirac gecesi Allah'ın âyetlerini görüp, Allah'ı görmediğine bir delil vardır. Mamafih Allah'ı gördüğü konusu zaten ihtilâflıdır. Bu husus şu şekilde izah edilebilir: Allah Teâlâ, Mirac kıssasını "âyetleri görme" ile mühürlemiş "Eksiklikten uzaktır, o ki geceleyin kulunu... yürüttü." (İsrâ, 17/1) âyeti içerisinde "...ona âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye..." buyurmuştur.

Eğer Muhammed Rabbini görmüş olsaydı mümkün olanın en büyüğü olurdu. O takdirde âyet, rü'yet olur ve en büyük şey de rü'yetten ibaret bulunurdu." Yani peygamber bizzat Allah'ı görmüş olsaydı, Mirac'ın en büyük gayesi o görme olacağından sonunda "Şüphesiz o (Muhammed) Rabbini gördü." veya "Bizi görsün diye." söylenmesi gerekirdi.

Râzî'nin bu son ifadesi bize başka bir mânâyı hatırlattı. Rü'yet en büyük âyet olunca burada "kübrâ"yı görme ile tefsir etmemiz gerekecektir ki bunu da iki şekilde düşünmek mümkündür. Birisi: Rabbinin âyetlerinden, yani üstün mucizelerinden en büyüğü olan rü'yet mucizesini görmekle kalmadı ahirette ümmetinin göreceği gibi beni de gördü. Diğeri de en büyük âyet olan rü'yetin hakikatini müşahede etti şeklinde olabilir. Çünkü (En'âm, 6/103) âyetinde de geçtiği gibi bakışların ve rü'yet denilen fiilin hakikatini ancak Allah bilir. O halde rü'yetin hakikatini müşâhede etmek, "Ben onun kulağı, gözü ve kalbi oldum." hadisi ve "Attığın zaman sen atmadın." (Enfâl, 8/17) âyetinin ihtiva ettiği mânâ üzere Allah Teâlâ'nın Resulullah'da tecelli eden en büyük âyet ve delilleriyle mümkün olmuş olur. Bu mânâya göre en büyük âyet, Muhammed'e verilen hakikatler demektir. "Şüphesiz O, işitici ve görücüdür." (İsrâ, 17/1) âyetinde de bu mânâya bir işaret vardır. Aliyyu'l-Kârî bu konu hakkında güzel bir yorum yaparak diyor ki: "Allah bilir ya bu zor meselede delillerin arasını cemetmek yani onları uzlaştırmak şöyle mümkün olabilir:

Rü'yetin isbat edilmesi konusunda zikredilen deliller, Allah'ın sıfatlarının tecellisine; rü'yetin nefyi (imkansızlığı)ne işaret eden hususlarda zikredilen deliller de, Allah'ın zatının tecelli etmesine bağlanmıştır. Bir şeyin zâtının tecelli etmesi, ancak onun hakikatinin ortaya çıkması ile mümkün olacağı için bunun, Allah'ın zatı hakkında caiz olması imkansızdır. Nitekim "Gözler onu göremez", "Onlar ise ilimleriyle O'nu kavrayamazlar." (Tâhâ, 20/110) âyetleri de buna delalet eder. Ayrıca "...Rabbi dağa görününce onu darmadağın etti." (Â'raf, 7/143) sözünde yer alan ceale (kılmak) tabirinde ve "Yüzler varki o gün ışıl ışıl parlar, ve Rabbine bakar." (Kıyâme, 75/22,23) âyetinde de aynı hususa işaret vardır. Yine Peygamber'in "Rabbinizi, Bedr (ayın ondördüncü) gecesi ayı birbirinizle sıkışmayarak gördüğünüz gibi göreceksiniz" hadisinde de bir açıklık söz konusudur.

Hasılı dünyada kesin olarak bilinen, ahirette de kesin olarak görülecektir. Bununla beraber Allah'ın zâtının hakikatinden ortaya çıkan sıfatların görüntüleri de, ebedi makam ve hallerde sonsuzluğa doğru uzanmaktadırlar. Allah'da sonsuzluğa erişen kimse, cenette yine sonsuzluğa dek Allah ile olacaktır. "Ve sonunda senin Rabbine varılacaktır." buyurulmuştur. Bununla beraber O'nun ne evveliyatının başı, ne de ahirinin sonu vardır.

Âyetin zahiren ifade ettiği mânânın açıklanmasında iki nokta üzerinde durulmuştur. Bu konuda Keşşâf sahibi şöyle söyler: "Âyetin zahirî anlamına göre yaklaşma ve sarkma Peygamber ile Cebrail arasında meydana gelmiştir ve görünen de Allah değil, Cebrail (a.s.)dir." Nitekim âlimlerin çoğunluğu da bu görüştedir. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v)'in Hz. Aişe'ye cevap olarak verdiği haber de sahih olunca, hiç kimsenin bundan başka bir görüşe meyletmesi de mümkün görünmemektedir. Allâme Tîbî de der ki, nazmın gereği şudur: 'ya kadar olan söz, vahiy emri, Cebrail'den aldığı ve düşmanların şüphelerini ortadan kaldırmak hakkında 'dan âyetine kadar olan kısım da Allah Teâlâ'ya yükselme hakkındadır. Her akıl sahibi anlar ki, makamı, "Cibril Allah'ın kuluna vahyetti" şeklindeki bir yoruma imkan vermez. Zira gönül ehli olanlar bundan birbirlerine sırlarını açan iki kimse arasındaki yakınlık mânâsını sezerler ki, ona kuruntu sergisi dar, fakat anlayışın sınırı dar değildir.

Bu izahtan sonra şunu da belirtelim ki, Hz. Aişe hadisinin Peygamber'e ulaştırılan noktasını düşünmekle beraber bizim de âyetlerin akışından anladığımızın özeti, bu tarzdadır. Önce Resulullah'ın Cibril vasıtasıyla "Rabbinin adıyla oku." (Alâk, 96/1) âyeti gereği öğretimi, sonra istivâ ile yüksek ufka varması, daha sonra da ufkun üstünde yükselerek Cibril'in makamını geçmesi ve onu görmesi anlatılmaktadır ki esasen (Necm, 53/12) âyetinden onu devamlı görmesi gibi bir mânâ anlaşılmakla beraber biri, Mirac'a çıkmadan evvel üst tarafında biri de Mirac'dan inerken alt tarafında olmak üzere Resulullah'ın onu, hakiki suretinde iki defa gördüğü bilinmektedir. Anlatılan hususlardan biri de, Hz. Muhammed (s.a.v)'in Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü görmesidir. Cümlenin gelişinden anlaşıldığına göre, âyette geçen "Kübrâ"nın Cebrail'den ibaret olmayıp, daha büyük bir şey olmasıdır. Nitekim Râzî de "Âyetlerden maksat, Cebrail'den başkasıdır." demektedir. Alûsî de bu konuda şöyle der: "Bazı haberlerde Peygamber (s.a.v)'in gördüğü şeyin Cebrail ve Refref olduğu açıkça zikredilmişse de, esas olan belli bir şeyin kasdedilmemesidir. Çünkü Peygamber (s.a.v) Mirac gecesi, sayılamayacak kadar çok âyetler görmüştür." Müslim'in Sahîh'inde bulunan ve Ebu Habbeti'l-Ensârî tarikiyle İbnü Abbas'tan yapılan bir rivayette peygamber şöyle buyurmuştur: "Sonra göğe yükseltildim tâ ki öyle bir makama çıktım ki orada kalemlerin gıcırtılarını duyuyordum." Yani bir makama, bir seviyeye çıkarıldım ki kâinatın mukadderâtının nasıl cereyan ettiğine muttali oluyordum. Biz bu hadisi, âyetinin mânâsı ile ilgili görüyoruz. Ayrıca 'nın takdirinde "en büyük âyet" demek olduğunu ve sözün akış tarzının da Muhammedî makamın açıklaması hakkında bulunduğunu kabul ederek sözü edilen en büyük âyetlerin, Muhammed'e verilen hakikatler olduğunu düşünüyoruz. Çünkü hangisi kasdedilirse edilsin, âyetlerin en büyüğünün, ya da âyetlerden en büyüğünün Peygamber'de tecelli etmesinde asla şüphe yoktur.

Burada şu noktayı da öneminden dolayı hatırlatmak istiyoruz. Müslim'de bulunan bir hadis-i şerifde zikredilmiştir ki, "Resulullah önünü gördüğü gibi arkasını da görüyordu." Demek ki onun görmesi, yön ve karşılaşmaya bağlı olmayan nitelikte bir görme idi.

Meâl-i Şerif

19. Siz de gördünüz değil mi o Lât ve Uzza'yı?

20. Ve üçüncü olarak da öteki (put) Menat'ı?

21. Size erkek O'na dişi öyle mi?

22. Öyle ise bu çok insafsızca bir taksim.

23. Onlar hiçbir şey değil, sırf sizin ve babalarınızın taktığınız (boş) isimlerdir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmedi. Onlar yalnız zanna ve nefislerin sevdasına uyuyorlar. Halbuki onlara Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir.

24. Yoksa her arzu ettiği şey, insanın kendisinin mi (olacak) dir?

25. Son da ilk de (ahiret de dünya da) Allah'ındır.

19- "Siz de gördünüz değil mi? Risalet anlatılıp Allah'ın kuvvet ve kudreti, âyetlerinin büyüklüğü ve tevhide işaret edildikten sonra, burada da müşriklere taptıkları tanrılarının hakaretleri ve inançlarının bozukluğu gösterilmektedir.

Buradaki hitap Kureyş topluluğunadır.

Yani sırf ilâhî bir vahiy olan bu kelâmı dinledikten ve arkadaşınız (Muhammed)ın gördüğünü duyduktan sonra şimdi siz de söyleyin, gördünüz ya o Lât ve Uzza'yı

20- hem üçüncü put Menat'ı . Lât, Uzza ve Menat onların taptıkları putlardandı. Onun için bu putlarla, Abdullât, Abdul Uzza ve Abdul'l Menat diye isimler vermişlerdi. Hatta "Bismillâti ve'l- Uzza" sözünü yemin ifadesi olarak kullanırlardı. Ebu Ubeyde gibi bazı âlimler, bunların taştan putlar olup, Ka'be'nin içinde bulunduklarını söylemişlerse de, başka mekânlarda kurulan hususî puthanelerde de putların bulunduklarını gösteren nakillere rastlanmaktadır. Ka'be içinde Hübel gibi diğer putların bulunması sebebiyle, yukarıda isimleri sayılan putların husûsi hanelerde bulunan putlar olması gerekir. Lât için Tâif'de, Uzza için Nahle'de, Menat için Kudeyd'de birer mekânın olduğu nakledilmektedir. "Mu'cemu'l-Büldân"da anlatıldığına göre Lât Tâif'de idi. Sakif kabilesi, beyaz bir taş üzerine onun beytini kurmuş, ve ona bakıcılar tayin etmişti. Başta Kureyş olmak üzere bütün Araplar ona hürmet ederlerdi. Bakıcıları da, Sakif kabilesindendi. Yeri, bugünkü Tâif Mescidi'nin sol minaresinin bulunduğu tarafda idi. Sakif'liler İslâm'ı kabul ettiklerinde Resulullah Ebu Sufyân b. Harb ile Muğire b. Şu'be'yi göndermiş, Onu yıktırmıştı. Uzza da Nahle'de bir ağacın yanında bulunan bir put idi. Gatafan kabilesi ona tapardı. Bu putun bakıcıları, Sayreme b. Murreoğullarındandı.

Uzza'yı Zâlim b. Es'ad put edinmişti. Bu put, Nahle-i Şâmiyye vadisi içindeki Hurad mevkiinde bulunuyordu. Mekke'den Irak'a doğru giderken Mus'ad'ın sağ tarafında, Amir'in hizasında ve Zat-ı Irk'ın üst kısmında, Bustan'a dokuz mil mesafede idi. İbnü Es'ad onun üzerine Bess denilen bir beyt yaptırmıştı ve onun içinde bir ses duyarlardı. Araplar ve Kureyşliler ona saygı gösterirlerdi, Kureyş'lilerin nazarında da putların en büyüğü Uzza idi. Onu ziyaret eder, ona hediye ve kurban verirlerdi. Kureyşliler onun için Hurad vadisinde Sükam adını verdikleri bir koruluk kurmuşlardı ve onu Kabe'nin Harem'ine benzetmek istiyorlardı. Şeybân b. Câbir b. Mürre oğullarından olan bakıcıları, Beni'l-Haris b. Abdilmuttalip b. Hâşim'in adamlarındandı. Bunların en son bakıcıları da "Dübeyye b Harmeselemî idi. Hz. Peygamber (s.a.v) Mekke'yi fethettiği zaman Hâlid b. Velid'e dediki: "Batn-ı Nahle'ye git orada üç semüre ağacı bulacaksın, birinciyi kes!" Hâlid varıp kesti ve geri dönüp geldi: Peygamber (s.a.v) ona: "Bir şey gördün mü?" dedi. O da, "hayır" dedi: "Öyle ise git ikinciyi de kes!" dedi. Kesip geldiğinde de ona tekrar "Bir şey gördün mü" diye sordu. Hayır deyince, "O halde git üçüncüyü de kes!" dedi. Halid b. Velid kesmek üzere gittiğinde kendisini vazgeçirmek isteyen çıplak bir kadınla karşılaştı. Saçlarını dağıtmış, ellerini ensesine koymuş ve dişlerini gösteren bu şeytan kılıklı kadının arkasında da bakıcı olan Dübeyye b. Harmesselemi eşşeybânî Halid'e bakıp şöyle diyordu:

"Ya Uzza! Haydi yalan çıkarma, Halid'in üzerine şiddetli bir şekilde saldır. Örtüyü bırak ve kollarını sıva, çünkü sen bu gün Hâlid'i öldürmezsen peşin bir zilletle dönecek ve hıristiyanlaştırılacaksın."

Halid de şöyle dedi

"Ya Uzza nankörlük sana, senin için tenzih (berî kılma) yok. Gördüm ki Allah seni zelil kıldı."

Ve sonra kılıçla başına vurdu ve onu öldürdü, peşinden de ağacı kesti ve Dubeyye'yi de öldürdü Daha sonra da Resulullah'a gelip durumu haber verdi. Peygamber de, "O, Uzza idi, artık bundan böyle Araplara Uzza yok." dedi. Menat'a gelince, bu konu da da "Mu'cemu'l- Büldân"da şu bilgiler mevcuttur: "Menat, Medine ile Mekke arasında Muşellel nahiyesinde bulunan Kudeyd isimli mevkide, deniz sahilinde dikili bir putun adıdır. Bu put, diğer putların hepsinden önce dikilmiştir. Bunu ilk defa dikenin Amr b. Lühayyi Huzâî olduğu, onu Şam tarafından getirip Ka'benin etrafına diktiği rivayet edilmektedir. Bu put, Huzeyl ve Huzaa'nın putu idi, ancak Kureyş ve diğer Araplar da ona tapar, kurban ve hediyeler takdim ederlerdi. Bu putun daha sonra Kudeyd'e dikildiğini, Evs ve Hazrec kabilelerinin onu ziyaret etmedikçe hac ibadetlerinin tamam olduğuna inanmadıkları nakledilmektedir. Nihayet hicretin sekizinci fetih senesi Resulullah Medine'den dört veya beş gün ayrıldıktan sonra Ali b. Ebî Tâlib'i Menat'ı yıkmak üzere gönderdi. O da gidip yıktı ve ne varsa hepsini alıp getirdi. Getirdiği şeyler arasında Mıhzem ve Resub adında iki de kılıç vardı. Resulullah onları Hz. Ali'ye verdi. Bunlardan birinin Zülfikâr olduğu söylenir. Bu putun bakıcısı, Ezd kabilesinden Gatârif idi." Putlara verilen isimlerin hepsi müennestir. Bu konuda Taberi şöyle der: "El-Lât, Allah lafzından alınarak sonuna müenneslik (dişilik) tâ'sı getirilmiştir. Müzekkere Amr. Müennese Amre, erkeğe Abbas, dişiye Abbâse denildiği gibi. Müşrikler putlarına Allah'ın isimlerini vererek Ellât'ı Allah, Eluzza'yı da Allah'ın el-Aziz isminden almışlardır." Râzî'nin görüşü de şöyledir: "Ellât, 'in müennesidir." Aslı, idi, ancak te'niste hâ üzere durulup şeklini aldı. Sonra da kelimede bulunan iki "ha"dan birisi hazfolunarak, iki asıl harf ile bir te'nis tâsından ibaret kaldı. Bu te'nis tâ'sı da kelimenin aslı gibi kabul edilerek "zâmâl"ın müennesi "zâtimâl" gibi oldu. Kelimenin türetilmesi konusunda başka görüşlerden de bahsedilmiştir. Etrafında toplanılmak ve dolaşılmak mânâsında aslından şeklinde olduğu söylendiği gibi, kırâet-i aşere (on kırâet) imamlarından Yakub'un Ruveys rivâyetinde tâ'nın şeddesiyle okuması 'ın 'den türetildiğini de göstermektedir. Döğüp ezmek ve bulamak mânâlarına gelmektedir. Anlatıldığına göre vaktiyle bir adam yağ ile kavut yapıp halka yedirirmiş ve yiyenler de gelişirlermiş. Derken o zât mabud telakki edilip, onun suretinde bir put yapılarak Lât ismi verilmiştir. Râzî, bu hikayeye göre Lât'in, erkek olduğunu söylüyorsa da "suret" te'vili ile yine müennes olmalıdır. Zira âyetin ifade tarzından hep müennes oldukları anlaşılmaktadır. Uzza da belli ki "eazzın" müennesi olarak azîze demektir. Menat ya kader, ölüm veya ilâh mânâsına "Menâ"dan alınmıştır, ya da İbn kesir kırâetinde şeklinde okunması sebebiyle den alınarak, yanında kurban kanlarının dökülmesi veya kendi inançlarına göre yağmur ümid edilmesi gibi bir düşünce ile bu isim verilmiştir.

Burada Menat'tan sonra "diğer üçüncüsü" sıfatının zikredilmesi, alay ve küçümseme içindir. Öncelikle bu ifadede, o iki kere gördü ise siz üç defa gördünüz değil mi? Makamında bir alay vardır. İkinci olarak sıfatı ile putların geriliği, hakaretvâri bir tarzda dile getirilmiştir. Çünkü kullanımda, yaygın olarak "diğer" mânâsını ifade etmekte ise de aslında "gecikme"den ism-i tafdil olarak en geri mânâsında tevriyeli bir söz olduğu da söylenebilir. Menat en geri bir put olunca diğerlerinin geriliği de böylece anlaşılmış olur. Bir de Menat'ın daha önce dikilmiş en büyük bir put iken Lât ve Uzza'dan sonra üçüncü derecedeki putlar arasına düşürülmüş olmasına işaret sayılabilir. Böylece denilmiş olmaktadır ki, bu beyandan sonra siz de o taptığınız çeşitli putları ve onların geriliklerini gördünüz değil mi? Şimdi söyleyin bakalım.

21- Size erkek O'na dişi öyle mi? Yani erkek isimlerini kendiniz alıp kadın isimlerini tanrıya veriyorsunuz öyle mi? Arapça'da isimler, ya müzekker ya da müennes olur. Fakat müşrikler putlarına hep müennes isimler vermişlerdi. Özellikle Allah adına dikildiği iddia edilen söz konusu putlar, müennes isimli idiler. Müşriklerin kanaatine göre, putlar ilâhî kuvvetlerin ve meleklerin suretleridir. Melekler de Allah'ın kızlarıdır. Bu yüzden müşrikler; "Biz onların suretlerini yapıp müennes isimler vererek, onlara taparız. Böylece de bu putları Allah'ın yanında şefaatçı kabul ederek yardımlarını bekleriz." diyorlardı. Nitekim şu iki âyet onların durumlarını dile getirmektedir. "Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir ." (Yûnus, 10/18), "Biz bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz." (Zümer, 39/3) Yâkûtu'l-Hamevî, "Mu'cemü'l- Büldân"da Uzza'yı anlatırken şu fıkraya da yer verir: "Kureyşliler Ka'be'yi tavaf ederken "Lât, Uzza ve üçüncü olarak da öteki put Menat hürmetine, çünkü onlar ulu kuğulardır, her halde onların şefaatleri umulur." diyorlardı. Ve de onları Allah'ın kızları kabul edip şefaatlerini bekliyorlardı. Peygamber (s.a.v)'e risalet vazifesi verilince "Siz de gördünüz değil mi Lât ve Uzza'yı? Üçüncü olarak da diğer putunuz Menat'ı? Demek size erkek, Allah'a dişi öyle mi? Öyle ise bu çok insafsızca bir taksim! Onlar, hiçbir şey değil, sırf sizin ve babalarınızın uydurduğu kuru isimlerdir. Allah, onlar hakkında hiç bir delil indirmedi." âyetleri inzâl buyuruldu."

Bu nakilden Garanik meselesinin menşei de anlaşılmış olmaktadır. Garanik kelimesi çoğul bir kelimedir. Müfredi gurnuk gelir. Gurnuk, kuğu kuşu denilen beyaz bir su kuşudur ki kazdan daha büyük, uzun boyunlu ve güzel endamlı bir kuştur. Sîmten denilen beyaz, güzel ve dolgun bedenli taze dilberlere de kuğu ismi verilir. Gönül alıcı bir rüzgâr estiğinde deprenip oynayan yumuşak saçlara da "garanika" veya "garanikiyye" denilmektedir. İşte müşrikler beyaz taşlardan yaptıkları putlarını böyle şâirâne bir teşbih (benzetme) ile yüksekte uçan kuğu kuşuna benzeterek onların şefaatlerini umuyorlardı.

22- Bundan dolayı inançlarının temelsizliği ve çürüklüğü gösterilmek üzere önce kınama şeklinde "erkek size, dişi O'na öyle mi?" buyurulmuş ve ardından da "Bu, pek zalimce bir taksimdir." denilmiştir. Âyette yer alan "dayz" ve "davz" eksiklik etmek, bir kimseye hakkını eksik vermek ve zulmetmek demektir. "Dîzâ" da eksik, haksız hayıflı yani zalimce anlamını ifade eder. Kamus mütercimi Âsım efendi bu kelime ile ilgili özellikle şu hatırlatmayı yaparak der ki: "Şihâb, Dürretü'l-Gavvâs şerhinde şunları söyler, "Dîzâ kelimesi fu'lâ vezninde bir sıfattır. Noksanlık mânâsınadır." Aslında yani ilk harfi ötre iken ya (ikinci harfe) yakınlığı sebebiyle bu ötre, kesreye dönüşmüştür. Çünkü söz konusu kelime, yâ'lı ecvef olan den alınmıştır. Eğer den alınmış olsaydı o vakit, denirdi. Kaldı ki Arapça'da sıfat olarak ilk harfin kesresiyle "fi'la" vezninde kelime yoktur. Bu vezin, "şi'râ" ve "zikrâ" gibi isimlerin binasındandır." Hâşriye-Sâ'diyye'nin beyanına göre ise bu görüş, Sibeveyh'e aittir. Diğerleri bu sıfatları, ilk harfin kesresi ile "fi'la" vezninin varlığını nakleden "hîkâ" ve "kiysâ" ile gösterdiler. denildiğinde bununla "salınır, kibirli yürür" mânâsı anlaşılır. denilince de "yalnız yer ve yalnız konaklar" mânâsı kasdedilir. Ebu Hayyân da "dîzâ" kelimesinin, zikrâ gibi mastar olmakla birlikte sıfat mânâsını taşıdığını da kabul etmiştir. Sibeveyh'in kanaatine göre ise, söz konusu kelime, "Uzza " ve "Uhrâ" gibi üstünlük bildiren fiillerin müennes vezninde gelerek "en zalimane" mânâsını ifade etmektedir. Çünkü müşrikler, Allah'a çocuk isnad etmekle haddizatında O'na en büyük zulmü yapmakla kalmıyorlar, kız sahibi olmayı eksiklik sayıp, arzu etmedikleri halde, onları Allah'a tahsis etmek suretiyle kendi vicdanlarına karşı saygı göstermek istedikleri tanrıyı küçümsemiş oluyorlardı.

23-Bu kınamadan sonra gerçeğin açıklanması için de şöyle buyurulmuştur: Onlar, o müennes isimler ve sıfatlarla anılan putlar, hiçbir şey değildirler Uluhiyyet, izzet Allah'a nisbet ve şefaat gibi kendileri için (putlar için) gözetilen mânâları, gerçekleştirecek hiçbir şerefe sahip değillerdir. Sade kuru isimlerden ibarettirler. Yani gerçekte mânâsı olmayan boş isimlerdir. "İşaret isimleri zât ile birlikte sıfata, zamirler de yalnız zâta delalet eder", diye meşhur bir kâide vardır. Bu sebeble buradaki müennes zamiri mercii (işaret ettiği yer) itibariyle bize bir nükte ifade etmektedir. Zira "gördünüz değil mi?" hitabı ile o putların bilinen bütün vaziyet ve sıfatları hatırlatılıp ism-i işaretiyle de kendilerine isnad edilen vasıfların münasebetsizliği gözler önüne serilmiştir. Ardından da denilip, birden bire bu zamir bir ism-i işaret makamında görünerek o putları, iptal edilen sıfatlarıyla tavsif eder gibi olduktan sonra, zamir olması sebebiyle de onları bu sıfatlardan soyutlamış ve bunların kuru isimlerden başka bir şey olmadıklarını ortaya koymuştur. Bu tafsilatı vermemizdeki maksadımız, bu âyetin garanik uydurmasının da iptaline işaret ettiğini özellikle anlatmaktır. Zira garanik olayı da, müşriklerin putlarına isnad ettikleri vasıflardan olduğu için burada ayrıca şu anlam da kendini göstermiş oluyor: Sizin her halde şefaatlerini umarak garanik-i ulâ (ilk kuğular) dediğiniz o putlar, hiç bir şey olmayıp, kuru isimlerden ibarettirler.

Sırası gelmişken şunu da ifade edelim ki: Hac Sûresi'nde bulunan "Senden önce hiç bir resul ve nebi göndermemiştik ki o (bir şey) arzu ettiği zaman, şeytan onun arzusu içerisine mutlaka (bir düşünce) atmış olmasın." (Hac, 22/52) âyetinin tefsirinde Taberi ve Zemahşerî gibi bazı müfessirler, kendilerine yakışmayacak şekilde lafzıyla bir hikaye anlatmışlardır ki, o da şöyledir: Güya Necm Sûresi nazil olduğunda Resulullah Harem-i Şerif'te onu okumuş ve sonunda müminlerle beraber müşrikler de secdeye kapanmışlardır. İşte bu esnada âyetinden sonra "onlar, ulu ak kuğulardır. Herhalde şefaatleri umulur." sözü de yanlışlıkla işitilmiş, ancak şeytan tarafından atılan bu sözü, Allah Teâlâ neshedip (ortadan kaldırıp) âyetlerini onun tasallutundan korumuştur. Bu hikayeyi anlatan tefsirciler, şeytanların her türlü taarruzlarına karşı ilâhî vahyin kuvvetini ve nasıl korunduğunu anlatmak istemişlerdir. Ebu Hayyân der ki: "Bu kıssa, Sîret-i Nebeviyye derleyicisi Muhammed b. İshâk'tan sorulduğunda O, bunun zındıkların uydurmasından ibaret olduğunu söylemiş ve konuyla ilgili bir de kitap kaleme almıştır." Hâfız Ebu Bekr, Ahmed b. Huseyn el Beyhakî de demiştir ki: "Bu kıssa, nakil yönünden sâbit değildir ve râvileri de yalancılıkla itham edilmiştir. Bu yüzden sahih hadis kitapları ve diğer hadise dair eserlerde onlardan bir şey zikredilmemiştir. Şu halde bu sözün atılması vaciptir. Onun içindir ki ben kitabımı ondan uzak tuttum."

Bu âciz yazar da der ki: "Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, müşrikler Ka'be'yi tavaf ederlerken demek âdetleri idi. Bunu, Yakutu'l-Hamevî, "Mu'cemu'l- Büldan" adlı eserinde ifade etmektedir. Demek ki garanik benzetmesi Peygamber (s.a.v)'den önce de söylenegelmiş bir sözdür. Çeşitli şekillerde söylenmiş olması da bunu göstermektedir. O halde bu söz esas itibariyle müşriklere şeytan tarafından atılan bir sözdür. Ancak esas üzerinde durulması gereken mesele, bunu Peygamber'in söyleyip söylemediğidir. "İnmekte olan yıldıza andolsun ki sizin arkadaşınız şaşırmadı, azıtmadı da. O hevadan söylemiyor. O Kur'ân ancak vahyedilen bir vahiydir." diye okumuş dururken Peygamber (s.a.v)'in vahyi tebliği esnasında şeytanın herhangi bir müdahelesinin olamayacağında asla şüphe yoktur. Şu kadar var ki, Kur'ân'ın birçok yerinde kâfirlerin, müşriklerin ve şeytanların sözleri de hikaye yolu ile anlatılmıştır. Eğer söylenmiş olsaydı, bunlar gibi söz konusu kıssanın da Peygamber tarafından hikaye edilmesi mümkün olabilir ve tam âyetinden sonra ve den önce söylenmesi icap ederdi. Çünkü, tarzında söylenmiş olsaydı o zaman, "Erkekler size, dişiler O'na öyle mi? O halde bu insafsızca bir taksim." âyetlerinin ifade ettiği kınama mânâsı ile kelâmın ahengi bozulmuş olurdu. Halbuki bu kınamadan sonra denildiği takdirde fiili hâli (içinde bulunulan zamanı) hikaye ederek "o ulu kuğular ki bir de onların her halde şefaatleri umuluyor, onlar hiçbir şey değil, sade kuru isimlerden ibarettir" denilmiş olurdu. Bu mânâ ise, şeytanın ortaya attığı bir mânâ değil, müşriklerin şeytana aitmiş gibi ortaya attıkları sözlerini iptal eden düzgün bir söz ve istenen bir mânâ olacağından, neshedilmesine ihtiyaç kalmazdı. Çünkü, "Göklerde nice melek var ki onların şefaatı hiçbir işe yaramaz..." (Necm, 53/26) âyetinde özellikle şefaat konusuna işaret edileceği gibi bu anlam lâfzan açıklığa kavuşturulmadığı halde bile, kelâmın mefhumundan tamamiyle kasdedilenin bu olduğu hususunda şüpheye mahal yoktur. Demek ki burada (Hacc, 22/52) âyetinin mânâsı ile ilgili bir neshin söz konusu edilmediğine kelâmın kendisi şahittir. "O hevadan söylemiyor." Sözünü içeren bir sûreyi (Necm Sûresi'ni) okurken peygamberin dilinden kendi arzusuna göre bir sözün çıkmasına ihtimal olmadığı gibi, putların hakaret ve hiçliğini ilan eden âyetlerin arasında onların lehinde bir sözün geçmiş olmasının da, alaydan başka bir mânâsının olmadığı ortadadır. Zira putların hiçbir şey olmayıp, yalnız kuru isimlerden ibaret oldukları açıkça ifade edilmiştir.

Onlara o isimleri siz ve babalarınız taktınız. Yani ifade ettikleri mânâlardan hiçbiri kendilerinde bulunmaksızın o putlara isimleri siz ve babalarınız yalan yere taktınız.

Allah onlar hakkında bir delil indirmedi. Yani öyle bir isimlendirmeyi hakkı gösterecek hiçbir delil ve tesirli bir mânâ indirmedi. Onun için gerçekte onlar, mânâları olmayan kuru isimlerdir. O halde nasıl ve ne sebeple o isimleri verip de onlara taptıklarına gelince; bu hususun açıklanması sırasında onların hitaba layık olmadıklarını göstermek için muhataptan gaibe geçilerek buyuruluyor ki: Onlar başka bir şeye değil sırf nefislerinin arzularına uyuyorlar. İnanç ve amellerinde hakkı ve hayrı aramıyorlar. Dini, sırf nefsin istek ve arzularından ibaretmiş gibi kabul ederek nefs-i emmâreler (kötülüğe sürükleyen nefisler)in meylettiği boş ve mânâsız hayallerle kuru temenniler peşinde koşuyorlar. Halbuki Rablerinden kendilerine doğru yolu gösteren hidayetçi de geldi. Yani zan ve arzularla murada erilemeyeceğini anlatan ve isteklere kavuşmak için takip edilmesi lazım gelen hak ve hakikat yolunu gösteren Peygamber ve Kur'ân gelmişken yine kendi arzu ve zanlarına uyuyorlar da putlardan şefaat umuyorlar.

24- Yoksa her arzu ettiği şey insanın kendisinin midir? Yani her temenni ettiği ve gönlünce arzu edip kurduğu her hayali, her ideali gerçekleşir mi? Putlar şefaat ederler diye temenni etmekle, nefislerin arzuları yerine geliverir mi? Yahut Peygamber olmayı isteyen Peygamber olabilir mi? Hayır olmaz, insanın her arzusu yerine gelmez. Zira her şey Allah'ın iradesine bağlıdır.

25- Zira son da, ilk de (ahiret de, dünya da) Allah'ındır. İlk varlık âlemine geliş insanın kendi elinde olmayıp sırf Allah'ın hüküm ve iradesine bağlı olduğu gibi, sonu yani ahireti de, yine O'nun hüküm ve kanunları çerçevesinde cereyan eder. Şu halde insanın ahiretini kurtarması ve sonunda muradına erebilmesi için yalnız kendi arzu ve hisleriyle değil, Allah'ın hüküm ve iradesine göre indirmiş olduğu delil ve hükümlere uygun hareket etmesi gerekir. Demek ki sırf nefsin arzu ve temennilerinden ibaret ümit ve hayal peşinde gitme, yani sade idealizm, yeterli değildir. (Reel) gerçek bir esasa dayanarak yürümek gerekir. Çünkü eninde sonunda mülk ve hüküm insan nefsinin değil, Allah'ın dır.

Meâl-i Şerifi

26. Göklerde nice melek var ki Allah'ın dileyip razı olduğuna izin vermeden önce onların şefaatları hiç bir işe yaramaz.

27. Ahirete iman etmeyenler meleklere dişilerin adlarını takıp duruyorlar

28. Onların bu hususta bir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise, şüphesiz hakikat bakımından birşey ifade etmez.

29. Onun için bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlerden yüz çevir.

30. İşte onların ilimden erişebilecekleri (son sınır) budur. Şüphesiz, Rabbin, yolundan sapanı da iyi bilir; O, hidayette olanı da iyi bilir.

31. Göklerde ve yerde bulunanlar hep Allah'ındır. Akıbet (sonuçta) kötülük yapanları yaptıkları ile cezalandıracak, güzel davrananları da daha güzeliyle mükafatlandıracaktır.

32. Onlar ki günahın büyüklerinden ve çirkin işlerden kaçınırlar, yalnız bazı küçük kusurlar hariç. Şüphesiz Rabbinin affı geniştir. O, sizi daha topraktan yarattığı zaman ve siz annelerinizin karınlarında bulunduğunuz sırada, sizi en iyi bilendir. Bunun için kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü O, kötülükten sakınanı daha iyi bilir.

26- "Göklerde nice melekler vardır!" Müşrikler, putları melek ve melekleri de Allah'ın kızları olarak kabul ederek onların resimlerini yapıp takmakla meleklerin kuvvetlerine yaklaşmanın mümkün olacağı ve bu vesile ile şefaatlerine ulaşılabileceği kanaatinde bulunduklarından dolayı özellikle bu ilk âyette onların zanlarının çürüklüğü gösterilmek üzere evvel ve son (dünya ve ahiret)un Allah'ın olduğu ifade ediliyor. Yani göklerde ne kadar çok melek vardır da şefaatleri hiç bir şeye yaramaz. İzinsiz şefaat etmek hadleri değildir, ama şefaat ettikleri farzedilse bile bu, yine fayda vermez. Ancak Allah izin verdikten sonra faydalı. O da, herkes için değildir, kime diler ve razı olursa onun için. Bu mânâ, hem şefaat edecekler hem de kendilerine şefaat edilecekler için düşünülebilir. Demek ki eninde sonunda rızası aranacak olan mabud (kendisine ibadet edilen) melekler değil, Allah'tır. Meleklerin şefaatı böyle olunca putlardan ne şefaat beklenir

27- Evet, muhakkak ki ahirete imanı olmayanlar günahın ve Allah'a karşı yalan ve iftiranın ahiretteki ceza ve sorumluluğundan hakiki bir iman ile korkmadıkları için meleklere dişilerin adlarını verip duruyorlar, Allah'ın kızları diyorlar. Onun için nefislerinin arzularına uyacak tarzda kız suretinde putlar yapıyorlar.

28- Bununla birlikte ona dair bilgileri yoktur. Yani meleklerin ne olduklarını ve kendilerinin ne dediklerini bildiklerinden değil, sırf zanlarına tâbi oluyorlar. Burada zan, kuruntu mânâsınadır. Yani melekler dişi olarak düşünülür ve tasvir edilirse daha çekici olacağını zannediyorlar. Halbuki zan, hakikat bakımından hiçbir şey ifade etmez. Yani hiçbir şekilde hakkın yerini tutmaz. Çünkü zan, nefsî (sübjektif ferde göre değişen nitelikte) bir olaydır. Hak ise değişmeyen (objektif) bir hakikattır. Onun için kesin inancı gerektiren itikadî meselelerde zan kâfi değildir.

29- Bu yüzden sen aldırma, yüz çevir. Öyle kimselerden ki bizim zikrimizden, yani hakkı hatırlatarak nasihat eden (şânı yüce olan Kur'ân)'den yüz çevirmiş, dinlemiyor, aldırmıyor. Dünya hayatından başka bir şey istemiyorlar. Nadr b. Hâris ve Velîd b. Muğîre gibi

30- O, onların ilimden erişebildikleri, varabildikleri son sınırdır. Yani bildikleri o kadardır. Bütün ilimlerinin nihayet muradı, (son hedefi) dünya hayatının zevkidir. "Dünya hayatından sadece (görünen) dış yüzü bilirler; ahiretten ise onlar tamamen gafildirler." (Rûm, 30/7) âyeti de onların hallerini tasvir etmektedir. Herhalde yakından sapanı, sapıklıkta ısrar edeni en fazla bilen Rabbindir. Hidayeti kabul edip doğru yolu tutanı en ziyade bilen de odur. Bu cümle yüz çevirme emrinin sebebidir. "En fazla bilen" Sözünün tekrarı da, her iki malum (bilinen) arasındaki zıtlığı ifade etmektedr. İlimden maksad da, ceza ve mükafatını tertip ve tatbik edecek tarzda bilmektir.

31-Sonra da Allah'ın kudreti gösterilmek üzere şöyle buyuruluyor. Göklerdeki ve yerdeki Allah'ındır. Yaratma yönüyle de O'nun, tasarruf ve idare yönüyle de O'nundur. Bu ın müteallâkı (bağlandığı yer) hakkında birkaç ihtimalin olduğu söylenmiştir. nin delâlet ettiği şey olan yaratma veya milke veya ye ya da yüz çevirme emrine bağlanabilir. Kâdî Beydâvî der ki: "Makablinin medlûlüne illettir (kendisinden önceki mânânın delalet ettiği şeyin sebebidir)." Yani âlemi şunun için yarattı ve tanzim etti yahut yolunu şaşıranı ve hidayeti bulanı şunun için ayırıp hallerini korudu ki.." Buna göre birincisi, takdir edilen fiiline, ikincisi ye bağlı demektir. Ebu Hayyân'a göre de söz konusu "lâm" mülk mânâsının delalet ettiği şeye bağlıdır. Yani "Allah, karşılık vermek için ya sapıklıkta bırakır, ya da hidayete sevkeder." şeklinde takdir edilen cümleye bağlıdır. Ayrıca yukarıda geçen "Allah, karşılık vermek için sapıtanı ve hidayette olanı bilir." cümlesine bağlı olduğu da söylenmiştir.

Râzî, emrine bağlanma ihtimali varsa da en doğrusu ye bağlı olmasıdır, demiştir. Ebu's-Suud da bu görüşü tercih etmiştir. Ayrıca bu gibi ların ilâhî fiillerde hikmet ve akıbet için olduğunu da beyan etmişlerdir. Buna göre mânâ şöyledir: Bu göklerin ve yerin mülkiyet ve saltanatının veya sapıklık ile hidayetin yahut hak ile batılın bilinmesi, ya da dünya hayatından bir şey istemeyip Allah'ın zikrinden yüz çevirmiş kimselerden uzaklaştırılması şu hikmet ve akıbet (sonuç) içindir ki Allah, kötü iş yapanları yaptıkları ile cezalandıracak, kötü işlerine karşılık, benzer kötü cezalar verecek. Güzel iş yapanları da daha güzeliyle karşılayacak, hüsnâ, yani en güzel mükafat olan cennet ile yahut amellerinin daha güzeli olan kat kat sevapla karşılık verecektir. İhsan sıfatının gerçekleşmesi için büyük günahlardan kaçınmanın şart olduğu da, şu vasıfla ifade ediliyor.

32- O iyilikte bulunanlar ki, büyük günahlardan -yukarıda da geçtiği gibi büyük günahlardan maksat, cezası büyük olan yahut hakkında hususi tehdit bulunan günahlardır ve fevâhişten yani büyük günahlar içinde bilhassa çirkinliği açık olan fuhşiyyattan kaçınırlar. Lemem hariç, yani az ve küçük olan kusurlar müstesna Çünkü büyük günahlardan kaçınılınca mesela, bir bakış, bir göz işareti, bir öpücük gibi, küçük günahlar affedilir. Şüphesiz ki Rabbinin mağfireti geniştir. Büyük günahlardan kaçınılınca küçükleri affettiği gibi tevbe edilince büyükleri de affeder, dilerse tevbesiz de affedebilir. Ancak tevbe edilmekdikçe şirki mağfiret etmez. Hem O, sizi en iyi bilendir. Yani sizin her hâlinizi bilir, hükmünü de ona göre verir. Sizi topraktan yarattığı zaman yerde ilk insan cinsinin, hücrelerinin yaratılışı esnasında, ya da insan gıdasının topraktan yaratıldığı sırada ve siz analarınızın karınlarında cenin olarak bulunduğunuz vakitte, yani sizin kendinizi bilmediğiniz zamanlarda bile nasıl olduğunuzu ve ne halde bulunduğunuzu ve gelecekte neler kazanacağınızı, kısacası bütün eksiğinizle varlığınızı hep O bilir. O halde nefislerinizi temize çıkarmayın. Yani kendinizi hiç günahsız, kusursuz ve tertemiz kabul ederek öğünmeyin. Farkında olmadan birçok kusurunuz olabilir. Tamamıyla korunup müttaki olanı en fazla O bilir Çünkü her halinize vakıf olan O'dur. İyilerle kötüler ahirette Allah'ın huzurunda seçileceklerdir.

Meâl-i Şerifi

33. Şimdi gördün mü O yüz çevireni?

34. Azıcık verip (sonra vermemekte) direneni?

35. Gaybın bilgisi kendi yanındadır da, o mu görüyor?

36. Yoksa haber verilmedi mi Musa'nın sahifelerinde yazılı olanlar?

37. Ve çok vefakâr olan İbrahim'in sahifelerindekiler?

38. Ki hiçbir günahkâr başkasının günah yükünü yüklenmez.

39. Doğrusu insana çalışmasından başka bir şey yoktur.

40. Ve çalışması da yakında görülecektir.

41. Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir.

42. Ve şüphesiz en son varış, Rabbinedir.

43. Doğrusu güldüren de ağlatan da O'dur.

44. Öldüren de dirilten de O'dur.

45. Şüphesiz erkeği, dişiyi iki eş yaratan O'dur,

46. Atıldığı zaman bir nutfeden.

47. Şüphesiz tekrar diriltmek de O'na aittir.

48. Şüphesiz zengin eden de sermaye veren de O'dur.

9. Doğrusu Şi'râ yıldızının Rabbi O'dur.

50. O, helak etti önce gelen Âd'ı.

51. Ve Semûd'u da bırakmadı.

52. Önceden de Nuh kavmini (helak etmişti), çünkü onlar zulmetmiş ve azmıştı.

53. Altı üstüne getirilmiş şehirleri devirip yıktı.

54. Onları neler kapladı neler!

55. O halde Rabbinin hangi nimetinden kuşku duyuyorsun.

56. Bu da ilk uyarıcılardan bir uyarıcıdır.

57. Yaklaşan yaklaştı.

58. Onu Allah'tan başka açığa çıkaracak yoktur.

59. Şimdi siz bu sözden mi hayret ediyorsunuz?

60. Gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz?

61. Ve siz mi kafa tutuyorsunuz ey gafiller?

62. Haydi Allah için secdeye kapanın ve O'na kulluk edin.

33- Şimdi gördün ya o yüz çevireni, hakta sebat etmeyip de döneni. Mücâhid ve İbnü Zeyd'den rivayet olunduğuna göre, Velîd b. Muğire Resulullah (s.a.v)'ın meclisine gelmiş, onun okuduğu Kur'ân'ı ve va'zını dinlemiş ve İslâm'a yaklaşmıştı. Bundan dolayı da Resulullah onun hakkında ümit beslemişti. Sonra müşriklerden biri, onu azarlayıp "atalarının dinini terk mi ediyorsun? Dinine dön, onda sebat et, ahiret hakkında her neden korkuyorsan bana şöyle şöyle mal vermen şartıyla kendi üzerine alırım." deyince, Velîd de ona uyup İslâm'a olan gayretinden dönmüş ve şart koşulan malın bir kısmını verip geri kalanına dayatıvermişti. İşte âyet bu hususa işaret etmektedir.

34- Dayattı, vermedi.

Küdye, kazılmaz sert yer ve yalçın kaya, ikdâ da küdyeye (sert kaya) varmak mânâsınadır. Onun için Araplar derler ve bununla "yeri kazdı da küdyeye, yani kazılmayacak sert kayaya dayandı", mânâsını kasdederler. Bu kelime, cimrilik ve zor zaptetmek anlamında da kullanılmıştır.

35- Gayb bilgisi yanında da, artık görüyor mu? Yani şimdiden ahireti görüyor da günahını başkasının yüklenivereceğini biliyor mu?

36- Yoksa haber verilmedi mi? Musa'nın sahifelerinde bulunanlar

37- ve İbrahim'inkindeki, yani İbrahim'e indirilmiş olan sahifedekiler. O İbrahim ki çok vefâlı idi. "Rabbi bir zaman İbrahim'i birtakım kelimelerle sınamış, o da onları tamamlayınca; 'Ben seni insanlara önder yapacağım' demişti." (Bakara, 2/124) âyetince İbrahim (s.a) emrolunduğu kelimeleri tamamıyla ifâ etmişti. Her hususta sözüne çok bağlı idi. Ebu Hayyân, "el-Bahru'l-Muhit"de şöyle der: "Musa ile İbrahim'in tahsis edilmesi için denilmiştir ki: Nuh ile İbrahim arasında (geçen zamanda) bir adamı, babası, oğlu, amcası ve dayısı ile, bir kocayı karısı ile, bir köleyi de efendisi ile beraber hesaba çekerlerdi. Onlara ilk karşı çıkan İbrahim oldu. İbrahim'in şeriatından Musa'nın şeriatına kadar geçen süre içerisinde bir kimseyi başkasının suçundan dolayı hesaba çekmezlerdi." Bununla beraber burada asıl maksat, ahirete ait hükmü beyan etmektir. Musa ile İbrahim'in sahifelerinde olan hususlar şunlardır. ki doğrusu bu "enne"den hafifletilmiş ve şan zamiri hazfedilmiştir demektir.

38-Yani gerçek şu ki, günahkâr bir insan, başkasının günahını çekmez. Yani ancak kendi günahını çeker.

Vizr, günah ve ağır yük mânâsına gelir ki, burada günah ve günahın cezasını çekmek anlamındadır. Yani ahirette ceza çekecek kimse, hiç kimsenin günahının cezâsını çekecek değil, herkes kendi suçunun cezasını çekecektir. Bizde meşhur olan "Her koyun kendi bacağından asılır." tâbiri bunu ne güzel ifade etmektedir. Bunun fıkıhdaki karşılığı, "Ukubatta niyâbet câri olmaz" (yani cezalarda vekillik geçerli değildir) genel kuralıdır. Şu halde birisi, başkasının günahını boynuna almakla onu kurtaramaz, ancak kendi üzerine aldığının yani sorumluluğunun cezasını çeker. Zira, "Onlar, kendi yüklerini, kendi yükleriyle beraber başka yükleri de taşıyacaklar.." (Ankebût, 29/13) âyetinde de aynı anlam vardır. Ayrıca "Her kim kötü bir çığır açarsa, onun günahı ve kıyamete kadar onunla amel edenlerin günahı da, o çığırı açanın boynunadır." hadisi de böyledir. Şu da, o sahifelerde bulunan hususlardandır.

39- Doğrusu insanın çalışmasından başkası kendisinin değil, ancak çalışması kendisinindir. Yani bir insan başkasının günahından dolayı hesaba çekilmeyeceği gibi, çalışmasının dışında bir şeyle sevap alması da kendi has hakkı değildir. Olursa, başkasının hediyesi, bağışı olur. Gerçi "Herkesin kazandığı iyilik kendilerine, kötülük de kendi aleyhinedir..." (Bakara, 2/286) âyetinden ilk bakışta "insana çalışmasından başkası yoktur" mânâsı anlaşılırsa da, insana gerek dünyada gerek ahirette kazancından başka vehbî olarak (Allah tarafından) verilen nice rahmet ve ilâhî bağışların bulunduğunda da şüphe yoktur. Ayrıca yardımlaşmanın emrolunduğu, dünya ve ahirette de fayda sağladığı bilinmektedir. Ebu's-Suûd der ki: "Peygamberlerin şefaatı, meleklerin istiğfârı, dirilerin ölüler için dua ve sadakaları gibi insanın kendi amelinden olmamakla beraber faydalı olduğu bilinen karşılıksız işlere gelince, bütün bunların fayda sağlaması, insanın kendi ameli olan imana ve dine bağlılığına dayanır. İman olmayınca hiçbir şeyin faydası olamayacağı için, bunlarda da faydalı olan yine kendi gayret ve amelidir." Ebu Hayyân tefsirinde şöyle bir rivâyeti nakleder: Horasan valisi Abdullah b. Tâhir, Hüseyin b. Fadl'a "Allah dilediğine kat kat verir." (Bakara, 2/261) âyeti hakkında soru sormuştu. Hüseyin ona, "Adaletle ancak insana çalıştığı, lütufla ise Allah'ın dilediği kadar vardır." diye cevap verdi. Bunun üzerine Abdullah Hüseyn'in başını öptü. Bu âyetin mensuh (yürürlükten kaldırılmış) olduğuna dair İbnü Abbas'dan nakledilen rivayet sahih değildir. (Bu hususla ilgili olarak "Herkes kendi kazandığına bağlıdır." (Tûr, 52/21) âyetinin tefsirine bkz.) Âlimlerin çoğuna göre bu âyet, muhkemdir. İbnü Atiyye bu hakikati şöyle ortaya koyar. Bence bu âyet şu şekilde izah edilebilir: "Burada esasen mânânın dönüp dolaştığı yer, daki Lâm'dır. İnsanın "şu benimdir" demeğe hakkı olan şeyi araştırdığın zaman, onu ancak çalışmasından ibaret bulursun. Ondan başka bir şefaat, (yardım) veya hayırlı bir baba yahut hayırlı bir evladın gözetimi ile veya iyiliklerin kat kat verilmesi, yahut sırf lütuf ve esirgeme kasdıyla olanlar hep merhamettir. Onların hiçbiri insanın kendinin değildir. Ona, gerçekte benim demeğe yetkisi yoktur. Bu ancak mecazen hakikate ilhak edilerek (katılarak) söylenebilir. Bunun esası, Lâmın ihtisâs veya istihkâk (hakkı olma) mânâsına gelmesi, tahsisin de ona yönelik bulunmasıdır. Türkçe'de bu mânâyı ifade eden "Elden gelen.. öğün olmaz, o da vaktinde gelmez." şeklinde bir atasözü vardır. "Mâseâ" daki masdariyyedir. Çalışmak demektir. "Çalıştığı" mânâsına mevsûle olması ihtimali düşünülebilirse de, genellikle doğru değildir. Zira her çalıştığı, insanın olmaz. İnsanın olan ancak çalışmasıdır.

40- Ve hakikat çalışması yarın görülecektir, kıyamet günü defterinde görülecek ve mizanına konulacaktır. Yani çalışması boşa gitmez, fakat onun meyvasını peşin ve hemen görmeğe kalkışmamalıdır. Zira o, ileride görülecektir.

41- Sonra ona en dolgun karşılık verilecektir. Bu suretle insanın geleceği, çalışmasının neticesi olacak demektir.

42- Fakat bu âlemde bir çok güzel çalışmanın boşa gittiği görülüp dururken, bu değerli karşılığı kim temin edecek? denirse şu da bir hakikat ki, varış Rabbinedir, sonunda Rabbine gidilecektir. Bütün yaratıklar dönüp O'na varır, O'nun huzuruna çıkarılır. İşte o vakit o tam ceza da, hakka'l-yakîn (şüphe edilmeyen gerçek) olur.

43- Evvel O'dur, âhir O, ve gerçekten güldüren de ağlatanda O'dur. Hayatın safhalarından iki zıt durum ki biri neşe alâmeti, biri acı; biri sevap defteri, biri azab; biri cenneti ifade eder, biri cehennemi; biri Cilve-i Cemal (güzelliğinin yansıması) biri Cilve-i Celâl (Celâl sıfatının yansıması)'dir.

44- Ve gerçekten öldüren de dirilten de O'dur, başkası değil.

45- Ve hakikaten erkek ve dişi iki eşi yaratan da O'dur. Gerek insanlardan ve gerek hayvanlardan erkek ve dişi bütün çiftleri O yaratmaktadır.

46- Bir nutfeden döküldüğü zaman, yani rahme atıldığı zaman. Demek ki tabiata dilediği çeşitliliği verip, dilediği zıtları O yaratıyor ve bunları O'ndan başkası da asla yapamaz.

47- Ve gerçekten diğer yaratma da O'nun uhdesindedir (üzerindedir). Ölümden sonraki ahiret yaratmasını da O kendisine gerekli kılmıştır. O, yapacak, iyiliklerin ve kötülüklerin ceza ve mükafatını verecektir. Şu halde O'nu inkar etmenin hiçbir anlamı yoktur. Bütün bu çift yaratmalar, bu dünyanın bir ahireti bulunduğuna delalet edip durmaktadır.

48- Ve gerçekten zengin eden ve sermaye veren de O'dur. Fakiri zengin edip sermayelendiren, fakir olan bir kulunu ihtiyaçtan kurtarıp sermaye sahibi eden, yahut hoşnud eyleyen ki, "Seni fakir bulup zengin etmedi mi?" (Duhâ, 93/8) buyurulması da bu cümledendir.

49- Ve şüphesiz Şi'râ'nın Rabbi O'dur.

Şi'râ, esasen "zikrâ" vezninde şuur mânâsına masdar olup, göğün birinci derecede parlak yıldızlarından en parlak iki yıldıza isim olarak verilmiştir. Parlaklık derecesi 1. olan yıldızlardan Şi'râ adıyla iki yıldız vardır. Bunlardan birine Şi'rây-ı Yemânî veya Âbûr diğerine de Şi'rây-ı Şâmî veya Gumeysâ denilir. Şi'rây-ı Yemânî burçların en güzeli olan Cevzâ'da (İkizler burcunda) denilen suretin arkasında uydu sayılarak ismi de verilen Kelb-i ekber (büyük köpek)'de, Şi'rây-ı Şâmî de Kelb-i asgar (küçük köpek)'dadır. Şi'rây-ı yemânî göğün en parlak yıldızıdır. Burada bu mânâ ile tefsir edilmiştir. Zira mutlak olarak denilince, ilk akla gelen odur. Çünkü en parlak olmakla tanınan Şi'rây-ı Yemâni olduğu gibi, Câhiliyye döneminde kendisine ibadet de edilmiştir. Sûddî demiştir ki: "Hîmyer ve Huzâa kabileleri ona taparlardı. Alûsî'nin tefsirine kaydettiğine göre başkaları da bu hususta şöyle demişlerdir: "Onu ilk evvel tanrı edinen Ebu Kebşe olmuştu." Bu zat, Huzâa, kabilesinden biri, ya da reisleri olup ismi Vahz b. Gâlib idi. Onun için müşrikler Hz. Peygamber (s.a.v)'e "İbn Ebî Kebşe" diyorlar, putlara ibadet hususunda kavmine muhalefet etmesinden dolayı peygamberi ona benzetiyorlardı. Bazıları onu, Hz. Peygamber (s.a.v)'in babası tarafından dedelerinden biri olarak göstermiş ve kişinin her özelliğini atalarının birinden getirdiğini kabul edip filan damar filana çekmiş demişlerdir. Bunun hem, Peygamber'in anası tarafından dedesi, Vehb b. Abdimenâf'ın künyesi hem de süt anası Halîme-i Sadiyye'nin kocasının künyesi olduğu söylenmiştir. Kısacası Araplar'da Şi'râya hürmet eden ve dünyada onun tesirine inananlar bulunduğu ve doğuşu esnasında gayba dair sözler söyledikleri cihetle burada özellikle Şi'râ'ya izafetle "Rabbü'ş-Şi'râ" buyurularak Şi'râ'nın Rab (terbiye eden) değil merbûb (terbiye edilen) olduğu gösterilmiştir. Böylece onların inançları reddedilmiş ve kendilerine, Şi'râ'ya değil, Şi'râ'nın Rabbine ibadet edilmesi gereği anlatılmıştır.

50- Ardından da inzar (uyarı) ifade etmek üzere şöyle buyurulmuştur: Ve hakikat o helak etti, önce gelen Âd'ı, yani eski Âd kavmini ki, Nuh kavminden sonra helâk edilen Hûd'un kavmidir. Bu mânâda ûlâ (ilk) denilmesi, sonraki kavimlere göre olup, öteden beri gelen kıdemli Âd demektir. Bazıları, Âd-ı ûlâ'nın birinci Âd mânâsına olup, Âd-ı uhrâ (diğer Âd) karşılığı olduğunu söylemişlerdir ki, doğru olan da budur. Âd-i uhrâ hakkında ihtilaf edilmiştir. Zemahşeri'ye göre Âd-ı ûlâ Hûd kavmi, Âd-i uhrâ İrem'dir. Lakin İrem de helak edilmiş olduğundan burada Âd'ın ûlâ (ilk) ile tahsis edilmesinin anlamı yoktur. Müberred, "Âd-ı uhrâ, Semûd'dur" demiş. Taberî ise, Âd-ı uhrâ'nın Mekke'de Amalika ile beraber olan beni Lukaym b. Hüzel olduğunu belirtmiştir.(4) Amâlika'ya Cebbârîn (zorbalar) denildiği gibi "Âd-i uhrâ, Cebbârlar idi" tarzındaki görüş de buna yakındır. Bir kısım âlimler de Âd-i ûlâ, Âd b. İrem b. Avi b. Sâm b. Nuh'un çocuklarındandır. Âd-i uhrâ da Âd-i ûlâ neslindendir demişlerki, bu bize hepsinden doğru geliyor. Çünkü Âd kavminden Hz. Hûd'a iman etmiş olanların kurtarıldıkları Hûd Sûresi'nde geçmişti. Şu halde Âd-i ûlâ, Hz. Hûd'a iman etmeyip eski hallerinde inad ederek helak olanlar, Âd-ı uhrâ da, iman ile yeniden yaratılmaya hak kazanmış olanlar demek olur. Bu mânâ, Semûd'da da diğerlerinde de vardır.

51- Semûd'u da helak etti de hiç bırakmadı. Yani ne Âd ve ne de Semûd kavminden iman etmeyenlerin hiç birini bırakmadı, günahlarını cezasız yanlarına komadı.

52- Daha önce de Nuh kavmini helak etmişti. Çünkü onlar daha zalim ve daha azgın idiler, Nuh kavmi diğerlerinden daha zalim idi. Hz. Nûh'a pek fazla eziyet veriyorlardı. Yahut diğer bir mânâ ile Âd, Semûd ve daha önce Nuh kavmi hep o helâk edilen kavimler, Kureyş'ten daha zalim ve daha azgın idiler.

53- Mü'tefike'yi de haviyeye attı, havaya kaldırıp hâviyeye, yani yerin altına geçirdi. "Mü'tefike" Lût kavminin altı üstüne gelen şehirleri, Sedûm ve saire diye açıklanmıştır ki, "Münkalibe" de üstü altına gelmiş demektir. "Üstünü altına getirdik..." (Hûd, 11/82) âyeti de bu mânâdadır. Ebu Hayyân der ki: "Herhangi bir değişim ile evleri ve yerleri alt üst olan her memleketin kasdedilme ihtimalinin bulunduğu söylenmiştir."

54- Onları neler kapladı ise kapladı. Bu ifade, onlara inen azabın dehşetini göstermektedir. Bunlardan, insanın yaptıklarıyla hiç ilgisi olmayan soyut semavî (göksel) musibetler anlaşılmamalı, insanların kendi fiil ve günahlarına ait olan felaketler anlaşılmalıdır.

55- Nitekim şöyle buyuruluyor: Şimdi Rabbin hangi nimetlerinden şüphe edersin ey insan? Bu hitabın bilhassa Peygamber (s.a.v)'e olması düşünülürse de, dinin muhatab olarak kabul ettiği her insana hitab edilmiş olması daha uygun olur.

Nimet mânâsını ifade eden çoğul bir kelimedir. Tekili "ilyün", "elyün", "elen", "ilen" ve "elvûn"dür Burada ceza mânâsı da zikredilmiş olduğu halde söylenenlerin hepsine mutlak mânâda nimet denilmesi, cezaların hatırlatılmasının bile inanan ve akıl sahibi olanlar için ibret alınarak istifade edilen öğüt ve nasihat olması itibariyle bir nimet demek olduğunu anlatır. Bununla beraber soru edâtının getirilmesinde ve ile kendinden önce hatırlatılan helakların tertibinde şüphe ve nankörlük edenlere karşı önemli bir uyarı mânâsı da mevcuttur.

56- Onun için buyuruluyor ki, bu beyan yani (Necm, 53/36)'den beri haber verilenler önceki uyarılardan bir uyarıdır. Yani önceki peygamberlerin uyarıları cümlesinden veya onlar kabilinden bir uyarıdır. Bu mânâda nezir, (uyarıcı) inzar (uyarmak) anlamında masdardır. Eğer münzir (uyanan) mânâsında sıfat olursa Peygamber (s.a.v)'i göstermiş olur. Yani bu Kur'ân'ı getiren Muhammed (s.a.v) o Musa ve İbrahim gibi önceki peygamberler cümlesinden bir peygamberdir. Verdiği haberler muhakkak vuku bulacaktır. Bu işaretinin Kur'ân'ı işaret ettiği düşünüldüğü gibi özellikle şu habere işaret olduğu ihtimâli de vardır.

57- âzife yaklaştı.

Âzife, yaklaşan, yaklaşacak olan, yaklaşmakta bulunan demek olup, kıyametin isimlerindendir. Yani "Kıyamet saati yaklaştı." (Kamer, 54/1) diye yaklaşmak sıfatı ile vasıflanan vakit ve saat günden güne yaklaşmaktadır.

58- Onu, Allah'tan başka açacak bir kudret yoktur. Yani onun ızdıraplarını, acılarını Allah'tan başka açacak veya kaldıracak hiçbir kuvvet ve kudret yoktur. Yahut onun ne zaman ve nasıl olacağını Allah'tan başka keşfederek bilecek kimse yoktur.

59- Şimdi siz bu sözden mi hayret ediyorsunuz? İnanılmayacak gibi acaip görüyorsunuz?

60- Ve gülüyorsunuz? Eğlenceye alıyorsunuz. Ve ağlamıyorsunuz? Uyarılarının dehşetinden ve halinizin korkunçluğundan dolayı ağlamıyorsunuz?

61- "Ve kafa tutuyorsunuz."

Sümûd, kafa tutmak, kibirlenip somurtmak ve sersem olmak, oynayıp eğlenmek, çalıp oynamak şarkı söylemek mânâlarına gelir. Buna göre söz konusu kelime burada da çeşitli mânâlar ifade eder. Yani ağlamıyorsunuz da çalıp oynuyor musunuz? veya eyleniyor musunuz? yahut hayran hayran, sersem sersem duruyor musunuz? ya da siz mi kafa tutuyorsunuz? Ey gafiller!

62- Haydi şimdi Allah'a secdeye kapanın ve ibadet edin, gerçekten ibadet ve kulluk edin, boş temennilerle vakit geçirmeyin.

Burada âlimlerin çoğuna göre secde vardır. Daha önce de zikredildiği gibi İbnü Mes'ud'dan "Resulullah (s.a.v)'ın burada secde ettiği" haberi, Buharî Müslim ve diğer sahih hadis kitaplarında nakledilmiştir. Bir de İbnü Merdûye ve Beyhakî (Sünen'de), İbnü Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir. "Resulullah (s.a.v) bize namaz kıldırdı, Sûresi'ni okudu, bizimle secde etti ve secdeyi uzattı. Aynı şekilde Hz. Ömer de secde etti." Alûsi'nin kaydettiğine göre Said b. Mansûr, Sebere'nin şöyle dediğini nakletmiştir: "Ömer b. el-Hattâb bize sabah namazını kıldırdı. Birinci rekatta Yusuf Sûresi'ni okudu. İkincide ise Sûresi'ni okudu ve hemen secde etti, sonra kalkıp i okudu ve rükû etti."

Necm Sûresi burada bitti, bunu Kamer Sûresi takip etmektedir.






KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)


54-KAMER:

1-2. Saat yaklaştı, müminlere sevabın, kâfirlere cezanın vaad edildiği kıyamet vakti günden güne yaklaşmaktadır. Hazırlanmak gerekir. Ve Ay, yarıldı. Peygamber (s.a.v)'in en parlak mucizelerinden olan ayın yarılması mucizesi meydana geldi. Sahabe, Tâbiîn ve Müteahhirîn (daha sonraki dönemde yaşayanlar)'den bilinen tefsircilerin hepsi, âyetin bu mucizeyi haber verdiğinde ittifak etmişlerdir. Haber meşhurdur, sahabeden bir hayli kimse rivayet etmiştir. Bunlar arasında Hz. Ali, İbnü Mes'ud, İbnü Abbas, Huzeyfe, Enes, Cübeyr b. Mut'im, İbnü Ömer ve daha başkalarını sayabiliriz. Gerçi İbnü Abbas ve Enes gibi bazıları bu olaya bizzat şahid olmamışlardır. Zira İbnü Abbas henüz dünyaya gelmemişti, Enes de Medine'de o sıralarda dört beş yaşlarında bulunuyordu. Fakat âyetin tefsirinde olayı sahih olarak rivayet etmişlerdir. İbnü Mes'ud, Cübeyr b. Mut'îm ise bizzat şahid olarak rivayet edenlerdendir.

Buharî İbnü Mes'ud'dan şu rivâyetleri nakleder:

1) "Resulullah (s.a.v)'ın devrinde ay iki parçaya ayrıldı. Bir parça dağın üstünde bir parça da dağın ardında idi. Resulullah: "Şahid olun" buyurdu.

2) "Ay yarıldı, biz peygamberle beraberdik, iki parça oldu, bize şahid olun, şahid olun buyurdu." Buharî'de İbnü Abbas'tan yapılan bir nakil de şöyledir: "Peygamberin zamanında ay ikiye ayrıldı". Enes'ten de bir rivayet vardır. "Mekke halkı, kendilerine bir âyet gösterilmesini istediler. Peygamber de ayın yarılması mucizesini gösterdi, ay iki parçaya ayrıldı." Müslim'in ise İbnü Mes'ud'dan yaptığı rivâyetler şöyledir:

1) "Resulullah (s.a.v)'ın sözüyle ay iki parçaya bölündü. Resulullah: "Şahid olun" buyurdu."

2) "Biz Resulullah ile Mina'da bulunduğumuz sırada idi, ay ikiye ayrıldı. Bir parçası dağın arkasında, bir parçası da beri tarafında idi. Resulullah bize: "Şahid olun" buyurdu.

3) "Resulullah'ın sözüyle ay iki kısma ayrıldı. Bir kısmını dağ örttü, bir kısmı da dağın üstünde idi. Resulullah "Allah'ım şahid ol" dedi. İbnü Ebî Adi rivâyetinde ise, "şahid olun, şahid olun" dediği nakledilir." Enes de şöyle der: "Mekkeliler Resulullah (s.a.v)'tan bir mucize göstermesini istediler, o da iki defa "ayın bölünmesi" mucizesini gösterdi." Diğer bir rivâyette ise, "merreteyn" iki kerre sözü, "firkateyn" iki parça olarak geçmektedir. Buharî'nin yaptığı gibi, Tirmizi de İbnü Mes'ud'dan şu hadisleri nakleder: "Biz Resulullah ile beraber Mina'daydık. Ay, iki parçaya bölündü. Bir parçası, dağın ötesinde bir parçası da, berisinde idi. Resulullah bize "şahid olun" dedi." Yani "Kıyamet saati yaklaştı, ay (ikiye) yarıldı". Tirmizî'nin Enes'ten yaptığı nakil de şöyledir: "Mekkeliler Peygamber (s.a.v)'den bir mucize istediler. Bunun üzerine Mekke'de ay iki kere (merreteyn) yarıldı. İşte bu olaydan dolayı âyeti nazil oldu. İbnü Ömer'den de şu rivâyeti nakleder: "Resulullah'ın sözüyle ay yarıldı. Resulullah: "Şahid olun" buyurdu." Tirmizî, Cübeyr b. Mutim'den de şu nakilde bulunur: "Peygamber'in sözüyle ay yarıldı, hatta iki parça oldu. Biri şu dağın üstünde diğeri de şu dağın üstünde idi. Bunun üzerine, "Muhammed bizi büyüledi." dediler. Bir kısmı da, "Eğer bizi büyüledi ise herkesi de büyüleyemez ya!" dediler.

Şifâ-i Şerif'de de Ebu Huzeyfeti'l-Erhabî'den şöyle bir rivayet nakledilir: Hz. Ali dedi ki; "Ay ikiye ayrıldı. O sırada biz Resulullah ile beraberdik."

Yine "Şifâ"da ve Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde Esved rivayetiyle İbnü Mes'ud'un: "Hatta dağı, ayın iki parçası arasında gördüm." dediği nakledilir. Ayrıca Mesruk rivâyetiyle de İbnü Mes'ûd'dan şu nakledilir: "Kureyş kâfirleri "Ebu Kebşe'nin oğlu size büyü yaptı." dediler. İçlerinden birisi, "Eğer Muhammed, aya büyü yaptı ise, büyüsü bütün yeryüzündeki insanları tutacak değil ya! Diğer belde (şehir)lerden gelenlere sorun bakalım görmüşler mi? " dedi. Gelenlere sordular, onlar da aynı şekilde gördüklerini söylediler." Semerkandi'nin nakline göre; Ebu Cehil, "Bu bir sihirdir. Uzaklarda yaşayanlara haber gönderin gören olmuş mu bakalım?" dedi. Uzaklarda yaşayanlar da ayı yarılmış olarak gördüklerini haber verdiler.

Yine de onlar, "Bu öteden beri süregelen bir sihirdir." dediler.

İbnü Cesir, İbnü Ebî Hâtim ve Ebu Nuaym Delâil'de şu rivâyeti naklederler: "Huzeyfe Medâyin'de okuduğu bir hutbesinde demişti ki: "Uyanın Allah Teâlâ, "kıyamet saati yaklaştı, ay (ikiye) ayrıldı" buyuruyor. Evet kıyamet cidden yaklaştı ve peygamberimiz zamanında ay hakikaten ikiye ayrıldı. Dünya ayrılık ilan etmektedir. Haberiniz olsun ki bugün meydan yarın koşu vardır."

Kısacası bu konuda hayli çok hadis mevcuttur. Bütün bunlar âyetin tefsiri hakkında zikredilmiş rivâyetlerdir. Özellikle İbnü Mes'ud ve İbnü Abbas'ın rivâyetlerindeki ifadeler, ayın yarılması mucizesinin mâzide olduğunu göstermektedir. Nitekim İbnü Mes'ud'un diğer bir ifadesinde beş şey geçmiştir. Bunlar "duhân (duman), lizâm (gereklilik), batşe (şiddetli yakalama), kamer (ay) ve rum'dur. Enes'in rivâyetinde "iki defa" ifâdesi vardır. Alûsî'nin nakline göre Abd b. Humeyd, Hakim, İbn Merdûye ve Beyhakî İbnü Mes'ud'dan "Peygamber çıkmadan önce Mekke'de iken ay'ı iki kere ikiye ayrılmış olarak gördüm." diye rivayet etmişlerdir. Bunun için Hâfız Ebu'l-Fadl Irâkî "Nazmu's-siyer" adlı eserinde yarılmanın iki kere vuku bulduğu üzerinde İcmâ' bulunduğuna inanmış olarak, "İcmâ ile iki kere yarıldı." demiştir. Hafız İbnü Hacer de ayın yarılması hakkında demiştir ki: "Peygamber (s.a.v) zamanında yarılmanın birden fazla olduğunu kesin olarak kabul eden hiçbir hadis âlimini tanımıyorum. "İcmâ ile" kaydı iki kereye değil, yarılmaya bağlı olmalıdır diyenin kasdı da, firkateyn "iki parça" demek olsa gerektir.> Aliyyu'l Kâri der ki: "İbnü Cevziyye bir kitabında şunları söylemiştir: "Merreteyn"den bazı kere fiiler, bazı kere de eşyanın kendisi kasdedilir. Ekseriya fiiller için kullanılmakla beraber "Resulullah zamanında ay iki defa yarıldı." hadisinde olduğu gibi a'yânda dahi kullanılır ki, bu hadiste şıkkayn (iki yarım) ve filkateyn (iki parça) demektir. Bunu bilmeyenler, yarılmayı iki zamanda iki defa olmuş diye zannetmişlerdir. Halbuki şeyhim Irâkiye, yarılmanın bir kere olduğunu söyledim bana cevap vermedi." Lakin Alûsî İbnü Mes'ûd rivâyetinde şakketeyn (iki parça) ve merreteyn (iki kere) denilmesi sebebiyle bunun fırkateyn (iki yarım) mânâsına olmasının uygun olmayacağını ifade ederek sözüne şöyle devam etmiştir. İbnü Mes'ud'un sözündeki "merreteyn" ifadesinin, görmekle alakalı olması daha uygundur. Buna göre mânâ, ikiye yarılma olmayıp, iki kere bakıp şüphesiz olarak görme demektir. Bizim ise bu konuda vardığımız sonuç şudur: Ayın yarılması hadisesi iki değil, bir keredir. Ancak bu inşikâk (yarılma) esnasında ay, şimşek çakar gibi süratle iki defa ayrılıp kapanmıştır. Ve iki ayrılış esnasında da dağ, yani Hira, yahut Ebu Kubeys dağı ikiye ayrılan ayın arasından görülmüştür.

Ayetin "Ay yarıldı" diye açıkça ifade ettiği hadislerde de bu şekilde meşhur olduğu halde, bir iki müfessirin buna mecâzî bir mânâ verdiği de söylenmiştir. Ebu's-Suûd'un nakline göre: Osman b. Ata, babasının "ay kıyamet günü yarılacaktır" dediğini nakletmiştir. Nesefi gibi bazı tefsirciler de, bu rivâyeti Hasan-ı Basrî'ye isnâd etmişlerdir. Gerçi mazi (geçmiş zaman)nin muzâri (gelecek zaman) mânâsına geldiği ve gerçekleşmesine işaret için gelecek zamanın mâzi sigasıyla ifade edildiği yerler Kur'ân'da pek çoktur. Lakin burada böyle bir te'vilin mânâsız olacağı gösterilmiştir. Çünkü önündeki âyeti, bunu reddetmektedir. Fahru'd-dîn Râzî der ki: "Tefsircilerin hepsi bundan maksadın, "Ay ikiye ayrıldı, onda bölünme meydana geldi." demek olduğunu söylemişlerdir, nakledilen haberler de, yarılmanın meydana geldiğine işaret etmektedir ve bu konudaki haberler de sahihtir." Ayrıca ashabtan bir cemaat da yaptıkları rivâyetlerde, "Resulullah (s.a.v)'tan bir mucize olarak ayı ikiye ayırması istendi, O da Rabbine dua etti. Bunun üzerine Allah da onu ikiye ayırdı ve tekrar eski haline döndü." demişlerdi. Bütün bunlara rağmen bazı tefsircilerin ortaya çıkıp bundan kasdın "yarılacaktır" demeleri, uzak bir ihtimaldir ve tamamen mânâsızdır. Çünkü onu kabul etmeyip imkansız gören felsefeci, mâzide de öyle görür istikbalde de, mümkün olduğunu kabul eden için de yoruma ihtiyaç yoktur. Ayın yarılması aslında mümkün olan şeylerdendir. Meydana gelişi, doğru bir haberle ifade edilince inanmamak için hiçbir sebeb yoktur. Mütevatir olan Kur'ân, onu isbât etmek için en kuvvetli delil iken başkaca mütevatir haber aramaya da ihtiyaç yoktur. Olayın dışındaki tarihçi ve falcıların farkına varamamasından veya onu bir ay tutulması gibi görmelerinden dolayı yazıya geçirmemiş olmaları, söz konusu olayı inkarda onları haklı çıkaramayacağı gibi, gök cisimlerinin, yarılma ve kapanması mümkün değildir, diyenlerin lakırtılarının da önemi yoktur. Boş ve mânâsız olduğu ortadadır." Ebu Hayyân da der ki: Sözünün mânâsını "Kıyamette ikiye bölünecektir" şeklinde zannedenlerin hilafına ümmetin ittifakı vardır ve onu (bölünecektir diyenlerin görüşünü) "Onlar bir mucize görürlerse hemen yüz çevirirler ve "Eskiden beri devam edegelen bir büyüdür." derler (Kamer, 54/2) âyeti de reddetmektedir. Çünkü bu söz, ancak istenen bir mucizenin meydana gelmesinden sonra münasip olur." Huzeyfe Medâin'deki hutbesinde: "Uyanık olunuz ki, kıyamet saati yaklaştı ve Peygamber zamanında ay hakikaten yarıldı." demişken, artık Hasan-ı Basrî'nin, "Saat geldiği vakit, ikinci sûra üfürüldükten sonra ay yarılacaktır." şeklindeki sözüne itibâr edilemeyeceği gibi, "Ayın yarılması ay doğduğu esnada karanlığın yarılmasından ibarettir ve mânâsı: "durum ortaya çıktı" demektir. Çünkü Araplar, açık olan şeyler için ayın, darb-ı mesel (atasözü) yaparlar. Nitekim karanlığın ortadan kalkmasından dolayı sabah vaktine felak (sabah aydınlığı) ismi verilmiştir ve infilâka (yarılmaya), bölünme denilir." diyenlerin sözüne de iltifat edilmez. Bunlar, bozuk görüşlerdir. Eğer müfessirler bunları zikretmemiş olsalardı o zaman ben bunlara hiç itibar etmezdim. Hakikaten imandan ziyade inkara arzulu olanları memnun edecek gibi görünen bu son tevil, büsbütün bozuk bir safsatadır. Zira her dilde olduğu gibi Araplar'da da ay ile aydınlığın mesel olmuş bir münasebeti bulunduğu gizli bir şey değildir. Ayrıca bir şeyin üzerine ayın doğması, açıklık ve meydana çıkmadan mecaz ve kinâye olabilirse de ayın yarılmasına, karanlığın yarılması düşüncesinden hareketle "ayın doğması" mânâsını vermek sonra da bundan açıklık aydınlık ve görünme mânâsına geçerek, ortalığın aydınlandığı ve kıyametin yaklaştığı mânâsını anlamak pek aykırı bir düşünce olur. Evet sabahleyin karanlığın yarılmasına "fecr", "felak" ve "infilak" denilir. Çünkü sabah demek, o karanlığın yarılışı ve açılışı demektir. Fakat bundan dolayı güneşin doğmasına "inşikâk-ı şems" (güneşin yarılması) denilemeyeceği gibi, ayın doğmasına da "inşikâk-ı kamer" denilemez. Mecazda işitme şart değildir diye birisinin böyle bir mecaz düşünebileceği farz edilirse, o zaman Kur'ân'ı böyle aykırı mânâlardan uzak tutmak lazım gelir. Hatırlatmaya ihtiyaç yoktur ki, kıyametin yaklaşmasına yakışan mânâ ayın doğması ile ortalığın aydınlanması değil, ayın ayrılması ve gökteki cisimlerin de yıkılabileceğinin anlaşılmasıdır. Bu sebebledir ki ayın yarılması mucizesi, saatin zamânâ olan yakınlığından çok, akla yakınlığını göstermiştir. Bu münasebetle şunu da söyleyelim ki: Hasan-ı Basrî ve Ata'ya isnad edilen mânâda bir yanlış anlama vardır. Onların, ayın kıyamette yarılacağını söylemeleri, geçmişte ayın yarılması olayını inkâr ettikleri şeklinde anlaşılmıştır. Halbuki hakikat öyle değildir. Onlar, âyette açık ve haberde meşhur olan mâzideki ayın yarılması hadisesini inkâr etmiş değil, âyetin işaret ettiği diğer bir mânâyı açıklamış ve tefsir etmişlerdir. Yani meydana gelen ayın yarılması mucizesinden ileride ayın büsbütün yarılıp kıyametin kopacağı mânâsını anlamanın lüzumunu hatırlatmak istemişlerdir. Zira "kıyamet saati yaklaştı ve ay yarıldı" denilince, ayın yarılmasının kıyamet alâmetlerinden olduğu anlaşılmış oluyor. Fakat Peygamber (s.a.v.) zamanında yarılmış olmakla, olduğu gibi kalacak mıdır? Yoksa bu yarılışından ileride vakti geldiği zaman, "Güneşle ay bir araya getirildiği zaman" (Kıyamet, 75/9) âyetine göre hepsinde yok olma sırrının ortaya çıkacağını anlatmak için mi bu âyet (Kamer, 54/1) zikredilmiştir? İşte Hasan ve Atâ "Ay, kıyamette yarılacaktır." demekle bu hususa işaret etmiş olmaktadırlar. Bu mânâ, zannedildiği gibi fiil-i mâzisinin muzâri mânâsına yorumlanması tarzında bir mecaz ile te'vili değil, mazi olan yarılmanın müstakbeldeki yarılmaya bir işâreti ve aynı zamanda "Kıyamet saati yaklaştı." cümlesinin bir ifadesidir. Bu şöyle demektir: Ayın yarılması, meydana gelmiş bir hadisedir. Mazide vuku bulan bu yarılma, ayın ve onun gibi olan gök cisimlerinin de yarılıp parçalanabileceğini ve bu suretle kâinattaki her şey hakkında Peygmaber (s.a.v)'in haber verdiği kıyametin akla yakın olduğunu göstermiştir. Binaenaleyh müşriklere, o saatin gelip çatması ile Peygamber'in zaferi de uzak değil, yaklaşmaktadır denilmiştir. İşte bizim anladığımıza göre "ay yarılacaktır" denilmesinin mânâsı budur. Bu da, bütün müfessirlerin anladığı mânânın muhtevâsından başka bir şey değildir. Yoksa Hasan ile Ata ayın yarılması mucizesinin vukuundan haberdar olmamış veya rivâyetleri reddetmiş, yahut âyetin ifade şeklinden habersizce mazi mânâsını ortadan kaldırmışlardır, demek için hiçbir delil yoktur. Ancak istikbaldeki yarılmaya işaret için böyle söylemişlerdir.

Felsefe açısından meselenin münakaşası, kelâm ilminin konusudur. Fahru'ddin-i Râzî demiştir ki, "Felsefeci, (ayın yarılması hususunda) maziye de istikbale de karşı çıkar." Esasen mucizeleri tasavvur edemeyenlere karşı ilk yapılacak iş, Kur'ân'ın birçok yerinde yapıldığı gibi yaratılıştaki acaibliklere dikkat nazarlarını çekmektir. Bunun için önce burada İbn Sinâ'nın bazı sözlerini nakledelim:

İbnü Sînâ, "İşarât"ının sonunda adıyla mucize ve keramet gibi olağanüstü ve hayranlık uyandıran şeylerden bahseden "Onuncu ünite"de insan nefsinin fevkalâdelikle ilgili olan bazı hususiyetlerine, karakter ve kuvvetlerine, irfanına (kâinatın sırlarını bilmek kudretine) ve metafizik âleme dair işaretlerden sonra şu uyarıları yaparak der ki: "Belki sana ârifler (veliler) den alışılmamış türden birtakım haberler ulaşır sen de hemen yalanlamaya kalkışırsın. Mesela denilir ki bir ârif insanlar için yağmur duasına çıktı da, yağmur yağdı, yahut şifa dileğinde bulundu da şifa buldular, veya aleyhlerine dua etti de zelzeleye tutulup yere geçtiler, yahut başka bir şekilde helak edildiler, yahut lehlerine dua etti de üzerlerinden vebayı, hastalığı, sel ve tufanı bertaraf etti. Yahut bazılarına yırtıcı hayvanlar boyun eğdi, yahut bir kısmından kuşlar kaçmadı ve daha bunlar gibi açıkça imkansızlık derecesinde tutulmayacak şeyler duyduğun zaman birden bire inkara kalkışma da bekle, acele etme. Çünkü tabiatın sırlarında bu nevi olayların da sebebleri vardır. Belki ben sana bazılarını da hikaye ederim. Tabiat âleminde gayba dair işler, üç kaynaktan meydana gelir. Birincisi, daha önce zikredilen nefsin karakterleri; ikincisi, dört unsurdan oluşan cisimlerin özellikleri ki mıknatısın kendine has olan kuvveti ile demiri çekmesi gibi. Üçüncüsü göksel kuvvetler ki, bu kuvvetlerle yer cisimlerinin konumlarına göre, özel tabiatları arasında yahut onlarla insanların konumlarına göre özel tabiatları arasında bulunan bir ilgi, bir takım garip izlerin meydana gelmesine yol açar. Sihir, ilk kısma ait şeylerdendir. Belki mucizeler, kerametler ve neyrencât, (bir şeyi başka şeye çevirme) ikinci kısımdandır. Tılsımlar ise üçüncü kısma aittir. Sakın ukalalığın ve halktan farkın, münkirlikle her şeyden sıyrılıp çıkmak olmasın. O, bir beyinsizlik, hafiflik ve acizliktir. Sabit olan bir şeyi anlayamadığından dolayı yalanlamandaki hımbıllık (güçsüzlük), delili olmayan bir şeyi tasdik edivermendeki hımbıllıktan aşağı değildir. Kulağına gelen haberin garipliği seni rahatsız etse bile onun imkânsız olduğuna delilin olmadıkça bekle, hemen yalanlama. Doğru olan, bu durumdaki haberler için delilin bulunmadıkça onların mümkün olabileceğini kabul etmektir. İyi bil ki, tabiatta nice acayib ve aktif halde bulunan üstün kuvvetlerle, etkilenen pasif kuvvetlerin birleşmesinde nice garip durumlar vardır. Birader! Sana hak kaynağından yayık döğdüm ve latif kelimeler içinde hikmet lokmaları ile ziyafet çektim. Sen, o gibi cahillerden, rezillerden, görgüsü ve alışkanlığı olmayıp, gönül eğlencesi koku arkasında dolaşmak olan kimselerden yahut şu feylesofluk taslayanların inkârcılarından ve sinek gibi bulaşık mızmızlarından uzak ol."

Böyle dua ile deprem olabilmesi ve koleranın kalkabilmesini bile tabiat sırlarında imkansız görmeyen İbnü Sinâ maalesef, tabiat ilmi adına nazariyyesinde yanlış bir fikre saplanmış, gök ve göksel cisimleri, tabiatlarında doğrusal harekete bir meyil ilkesi bulunmayan, el ile dokunulmayan sırf örneği olmayan, maddesiz, basit bir cisim olarak düşünmüş ve bunun sonucu olarak da tabiatında doğrusal hareket ilkesi bulunmayan bir cismin yırtılma (yarılma) ve kapanma özelliğinin olamayacağını izah ederek bu büyük önerme ile şu neticeye varmıştır. Cüssesi büyük olan, yönleri sınırlayan ve kendisinde yalnız dairesel bir meyil ilkesi bulunan göğün cismi, yırtılmayı kabul etmez. İbnü Sinâ bunu söylerken delillere dayandığını da göstermiştir. Bu şekilde O, göğün, oluşum ve bozulma kabul etmediğini, onun tekvînî (madde ve suretin birleşimi) değil, ibdâî (maddesi ve örneği bulunmayan) bir cevher olduğunu söylemiş, sonra da yıldızların, taşıyıcıları olan feleklerin cisim olmadıklarını, bununla beraber dört unsurdan oluşmayan maddesiz bir cevher cinsinden olduklarını ifade etmiştir. İbnü Sinâ daha sonra da bu önermeye dayalı olarak mevcut olmayan cisimlerle mevcut olan cisimlerin yabancı bir şey gibi birbirlerinin içine giremiyeceklerini binaenaleyh, güneş, ay ve bütün yıldızların da basit (gayr-i mürekkeb) olmaları gerektiğini isbatlı bir şekilde göstermiş, sonra da rengi kabul edip görünür olmakla beraber kendilerine dokunulamayacağını da ilave etmiştir. Kısacası gök ve felekler sanki uzak gibi koparılması düşünülemeyecek sade bir boyut suretinde saydam ve basit bir büyük cisim ve yıldızlar da ışık gibi görünen ve fakat dokunulması ve bölünmesi mümkün olmayan, maddesiz basit ibdaî cisimler şeklinde telakki edilerek ya heyûla (madde)larının başkalığından yahut maddelerinin umumî tabiatı ile ayrılması mümkün olduğu halde, cisimlerinin tabiatlarından dolayı gök ve göksel cisimlerin yırtılma (yarılma) ve kapanmalarının tabiatıyla imkansız olduğu fizik felsefesinde delillendirilmiş gibi sayılmakla, zamanlarının ilmi adına bu felsefe ardından gidenler ayın tabiatına bakarak yarılmasını imkansız zannetmişlerdir.

Ancak gerçekte bu, delil ile isbat edilmiş olmayıp söylediğimiz gibi tabiatında doğrusal harekete ilke olabilecek bir meyil bulunmadığını kabul eden bir önermeye dayandırılmıştır ki, bu önermenin yıldızları da içine almasında eski Batlamyos astronomi nazariyelerinin tesiri vardır. Haydi uzay gibi hiç ölçüsü ve ağırlığı olmadığından dolayı harekete asla meyli olmayan basit, bölünmeyen sade bir "Etendu" (boyut) suretinde bir cisim tasavvur olunsun, fakat herhangi bir cisimde dairesel hareket ilkesi olan meyil kabul edildikten sonra doğrusal hareket ilkesi olan meylin imkansızlığını iddia eden bir konu bize tenakuz gibi gelmektedir. Çünkü doğrusal veya dairesel olmak hareket kavramının cevheri ile ilgili olmayıp, sıfatı ile ilgili bir durumdur. Birinin mümkün olabildiği bir yerde, diğeri de mümkündür. İki hareketten birisine mâni olan durumun, hareketin kendisinden değil başka bir engelden olduğunu düşünmek gerekir. Burada Kelâmcıların münakaşalarını izah edecek değiliz. Ancak şunu da söyleyelim ki bu feylesofların yıldızları, taşıyıcıları olan yörüngelerle beraber hareket ettirebilmek için maddesiz cisimlerden saymaları da doğru değildir. Onlar da yer yüzü gibi maddî cisimlerden oluşturulmuştur. Dolayısıyla oluşum ve bozulmayı kabul ederler. Zamanımızın fenni ve felsefî anlayışları da böyledir. Hatta bugün kabul edilen görüşe göre arz güneşten ayrılmış olduğu gibi, ay da arzdan ayrılmıştır. Buna göre de mâzide meydana gelmiş bir hadise olarak doğrudur. Felsefeci isterse âyete bu anlamı verebilir. Fakat bu mânâyı verirken gerek ayın yarılması mucizesini ve gerek kıyametin kopmasıyla ileride ayın yarılabileceğini imkansız saymağa hakkı olmadığını da itiraf etmesi gerekir.

Bugünkü fen, ayı bir gök cismi kabul etmediği gibi yarılabilme kabiliyyetini de inkâr etmez. Ancak yarılması için tatbik edilmesi lazım gelen kuvveti veya kudreti tayin edebilmek bir mesele teşkil eder. Yoksa gerek içinden bir parçalanma ve gerek dışından bir cereyan, bir dalga bir çarpışmanın farzedilmesiyle parçalanması düşünülebileceği gibi bir nevi elastikiyyet veya tazyikin farzedilmesiyle açılıp kapanmasını düşünmek de mümkündür. Burada söz konusu olan müessir (tesir eden) ise Allah Teâlâ'nın kudret ve iradesidir. Nitekim "Allah'ın izni olmadan hiçbir Peygamber için mucize getirme imkanı yoktur." (Ra'd, 13/38) âyeti de bunu ifade etmektedir. Necm Sûresi'ndeki "müthiş kuvvetlerin" öğretilmesi ile "doğrulma"dan sonra "İki yay kadar yahut daha yakın oldu." (Necm, 53/9) âyetinde ifade edilen sarkma sonucu mucizelerin görünmesiyle ortaya çıkan aklî ve hissî yakınlık, Kamer Sûresi'nde irade yakınlığı ile tecelli etmiş ve Resulullah (s.a.v)'ın arzusu üzerine ayın yarılması ile ilgili ilâhî irade ortaya çıkmıştır.

Şeyh Muhyiddin-i A'râbî "Fütuhât"ının üçyüz otuzuncu bâbında Hz. Muhammediyeden ayın menzillerini bilme hakkında rûhânî bir ifade ile şöyle der: "(Ey okuyucu!) Allah seni tarafından bir kuvvet ile güçlendirsin, bilki: Ay, hilâl ile bedir arasında ışığın fazla ve noksan bulunması haliyle görünen ara bir makamdır. Görülünce hayret ifadesi olarak "aay!" diye, sesler yükseldiği için hilâl denilmiştir. Görenin gözüne ışığın, dolunay halinde görünmesine de "bedr" denilir. Ayın, hilâl ile bedir arasının dışında başka bir menzili yoktur. Ancak ay ile gözler arasına perde olan güneş ışınları altında gözlerin idrakinden uzak kalan dolunay haline "mihâk" denir. O vakit, ayın güneşe gelen yüzünde, tıpkı bize doğru olduğu zamanki dolunay hali vardır. Güneşin görünmediği yüzü de mihaktır. Bu iki makam arasında da, bir yüzünde ışık göründüğü kadar diğer yüzünden eksilir ve bir yüzünden eksildiği kadar da diğer yüzünde ışık görünür. Bu ise, yörünge çizgisinin eğik olmasındandır. Demek ki o, hem daima dolunay, hem daima görünmez olur. Bu da, Allah Teâlâ'nın veli kullarına bildirmeyi istediği bir sır içindir. Onlara fiilen bu meseli zikretmiştir ki, bundan ibret alıp ayın yaratılış sebebini anlasınlar. Yani varlığının şekli, ve göründüğü mertebelerin tefsirine göre hallerinin değişmesi sebebiyle olgun insanı tanıma ve Allah'ı bilme gayesine ersinler. Allah Teâlâ "Ay için bir takım menziller (yörüngeler) tayin ettik." (Yâsin, 36/39) buyurdu da buna ne bedir, ne de hilâl ismini vermedi. Çünkü ayın bu iki durumdan (hilâl-bedr) başka menzili yoktur. Menziller tabiri, ancak ay hakkında doğru olur. Yaklaşma ve sarkma dereceleri de ay içindir. Gayb âlemine giriş ve şehadet âlemine çıkışta ışığın artması ve eksilmesi ona ait bir özelliktir. Sonra Allah Teâlâ ayı, kâmil (olgun) insanın İlâhî suret ile ortaya çıkışı için yarılma ile vasıflandırdı. Böylece kâmil insanın ortaya çıkışı, ayın yarılması demek oldu. Onun için kâmil insanın ortaya çıkışı ayın iki parça üzere yarılmasının ortaya çıkması gibi iki emir üzerine gerçekleşti. Sahabilerden rivayet edildi ki, Resulullah'ın sözü üzerine ay ikiye yarıldı. Araplar'dan bir cemaat, peygamberin hak Peygamber olduğuna dair kendilerine bir mucize gösterilmesini istemişlerdi. Bunun üzerine ay ikiye yarıldı da Resulullah (s.a.v) orda hazır bulunanlara "şahid olun" dedi. Allah Teâlâ da "kıyamet saati yaklaştı ve ay yarıldı." buyurdu. Fakat bu âyette Allah, istenen yarılma mucizesini mi kasdetti? Bu bilinmiyor.> Mamafih âyetten anlaşılan odur. Çünkü yarılmayı ifade eden kelâmın ardından "Onlar bir mucize görürlerse hemen yüz çevirirler ve 'Eskiden beri süregelen bir büyüdür.' derler." (Kamer, 54/2) buyurulmuştur. Gerçekten onlar ayın yarılması mucizesini gördükleri vakit öyle söylemişlerdi.

Ve onun için Resulullah (s.a.v) orada hazır bulunanlara "şahid olun" demişti. Çünkü onların meydana gelmesini istedikleri şey, gerçekleşmişti. Bununla beraber onlara göre gerçek olan ancak görünür olandır, meydana gelen o husus bizzat kendinde mi yoksa bakanın bakışında mı gerçekleşmiştir? Çünkü o ihtimal, ancak ayın, kendisinde de gözle görülen yarılmanın olduğunu haber verdiği zaman, haber verenin sözü üzerine artık tartışma konusu yapılmayacaktır. Halbuki haber verenin sözü münakaşa konusudur. (Yani sihir diyenlerin bakış açıları budur. Onlar ayın, açıkça kendilerine gösterilmesinden başka bir şeye inanmıyorlar.) İstedikleri mucize meydana geldiği zaman yaptıkları itirazın, kendilerinden ortaya çıkmamasını isteklerinde şart da koşmamışlardı. Binaenaleyh Peygamber (s.a.v)'e kendisinden istenenden fazlası da gerekmez. (Yani mucizeyi gösterdikten sonra zorlayıcı bir surette inandırmak, Peygamber'in vazifesi değildir. Hatta isteklerinde onlar bunu şart koşmuş olsalardı yine lazım gelmezdi. Çünkü inanmaya zorlayan mucize, peygamberlerin geliş hikmetlerine terstir. Yoksa bazı rivâyetlerde zikredildiği gibi onlar ay yarıldığı takdirde iman edeceklerini vaad etmekle, itiraz etmeyeceklerine de söz vermişlerdi. Fakat kendi hislerine, görüşlerine inanmadılar, başka bölgelerden gelecek haberlere işi havale ettiler.) Sonra başka yerlerden insanlar geldi, o gece meydana gelen ayın yarılması olayını haber veriyorlardı. Onun için de Allah Teâlâ Onların "Süregelen bir sihir" dediklerini hikaye etti, sonra da "Her iş yerini bulacaktır." (Kamer, 54/3) buyurdu. Böylece o iş de meydana gelmiş oldu. Kısacası: Ay, berzahiyyu'l-mertebe (yani iki mertebe arası) olmasa idi, ne hilâl ve bedr (dolunay) halini ne de fenâ ve gizlenmeyi kabul etmezdi. Demek ki, öteden beri süregelen sihir de: "Her iş bir gayeye bağlıdır." hükmüne dahildir. İşte bu, hakka karşı çıkma ve kesin bir bilgiden uzak kalmanın sonucudur. "İşte onların erişebilecekleri bilgi budur..." (Necm, 53/30) denilmek suretiyle de bunun bir ilim olduğu tesbit edilmiştir. Şeyh'in bu sözlerinden bazıları, yanlış bir fikre kapılarak, ayın yarılması mucizesi hakkında onun, "ayın aslında yarılmasının gerekli olmayıp bakanların gözlerine öyle gösterilmiş olmasının yeterli olduğunu söylediğini" zannetmişlerdir. Halbuki böyle demek, Şeyh'i sihir diyenlerin sözlerine iştirak etmiş farzetmektir. Bu ise, Şeyh'in şânına yakışmaz. Zamanımızda basılan en güzel eserlerden "Maddiyyun Mezhebinin İzmihlâli" adlı kitabında İsmail Fenni Bey mu'cizata dair verdiği son derece faydalı bilgiler sırasında, Şeyh'in bu sözlerine de temas ederek şöyle bir mütalaada bulunmuştur:

Muhyiddin-i Arâbî, ayın yarılmasının, bakan kimsenin bakışında meydana gelme ihtimalini ortadan kaldırmadığını beyan ediyor, şu halde ona göre bu mucizenin yalnız insanların bakışlarında vuku bulmuş olması da muhtemeldir. Gerçekte buna karşı, o halde müşriklerin ona sihir demekte haklı olmaları gerekir denilerek itiraz edilebilirse de bu itiraza cevap vermek mümkündür. Denilebilir ki, ayın yarılmasının yalnız insanların bakışlarında meydana gelmiş olması, onun hakiki bir mucize olmasına mâni değildir. Çünkü buna benzer bir sihrin vukuu, ne görülmüş ne de işitilmiştir. Sihirbazların bazı hayaller gösterdikleri rivayet edilirse de bu hayalleri öyle gök cisimlerini içine alacak seviyeye ulaştıran ve fiilen mevcud ay'ı, bulunduğu hâlin dışında gösteren bir sihirbazı hiç kimse işitmemiştir ilh..."

Böyle bir cevap hiç de doğru olmaz. İtiraf etmek gerekir ki, gerek sözde, gerek fiilde olsun vuku bulmamış bir şeyi, olmuş gibi göstermek, büyük bir hüner de sayılsa, yine de gerçeğe uymayan bir yalan ve bir aldatmadan başka bir şey değildir. Nübüvvet makamının kutsal kudretini, böylesi kusur ve noksanlıklardan uzak tutmak gerekir. Sihir diyenlerin maksadı da, onun gerçekte olmayıp yalnızca gözlere sunulan bir görüntüden ibaret olduğunu iddia etmekten başka bir şey değildir.> Şeyh'in anlattığı da budur. O, sözlerinin tamamında ayın yarılmasını bir vâkıa olarak anlatmıştır. Bununla beraber onlara göre gerçek, ancak açıkça görülendir. O olay ayın bizzat kendisinde mi? Yoksa bakan kimsenin bakışında mıdır? Bu ihtimal ancak haber verenin sözüyle ortadan kalkacaktır. Haber verenin sözü ise, tartışma konusudur, şeklindeki sözünden maksat da, sihir diyenlerin bakış açılarındaki berzehiyyeti anlatmaktır.

Zamirler, onlara râcî; ihtimal, onların kendi hislerindeki şüpheleri haber vermektedir. Tartışmaya giren yine onlardır. "Onların erişebilecekleri bilgi budur." ifadesi de onlar hakkındadır. Onun için Şeyh o sözlerinin arkasından şu hatırlatmayı yapar: "Yine bil ki, bakış ve varsayım, sır ve nurlardan ortaya çıkan ilimlerdendir. Nur da, göz ve görmek içindir. O yüzden Allah Teâlâ bu makamı zikrettiğinde "Ey akıl sahipleri ibret alın." (Haşr, 59/2) buyurdu. Yani gözün nuruyla idrak ettiği, görülebilen şeyler ve hükümlerinden size verdiğini, basiret (kalb) gözleriyle idrak edeceğiniz görüntü veya fikre geçiniz ki o, en kuvvetli ve en mükemmel görüştür. Fikir, o yüksek mertebeden aşağıda bulunan en aşağı görüntüdür. İkisi de açık olandan gizli ve bâtın olana doğru gider. Bunlar, "Sakınan bir kavim için elbette nice deliller vardır." (Yunus, 10/6) âyetindeki müttakiler olduğu gibi "Şüphesiz bütün bunlarda düşünen bir toplum için ibretler vardır." (Ra'd, 13/3) âyetinde yer alan mütefekkirlerdir. Müttakiye Allah ilim öğretir yetiştirir. Onun için onun ilmine şek ve şüphe girmez. Mütefekkir ise, kendisinde bulunan kabiliyyetlerin gücüne göre ilim elde eder. Onun için o, bazen isabet, bazen de hata edebilir. İsabet ettiği takdirde de yollar çeşitli olduğu için o isabeti ifade eden kuvvet ile kendisine şüphe girmesi de mümkün olur. Kısaca müttaki, basiret (sezgi) sahibidir. Mütefekkir ise basar (görme) ile basiret arasındadır."Basar" ile kalmaz, saf basirete de varamaz." İsmail Fenni Ertuğrul da sözünün sonunda hiss-i takvası ile basiretine sahip olarak şu sağlam hakikatleri hatırlatır: "Muhyiddin-i Arâbi, (k.s.) hem âlimlerin hem şeyhlerin büyüklerinden hem de müfessirlerden olduğu için kendisinin ayın yarılması mucizesini, bakışlarda meydana gelme ihtimali olan bir hadise olarak görmesinde şüpheciler, kendi düşüncelerine uygun bir izah tarzı bulabilirler. Lakin Allah'a şükür biz bu şekilde düşünenlerden değiliz. Allah'ın kudretinin her şeye yettiğine ve tabiat kanunlarının "ol!" emrinin neticesinden başka bir şey olmadığına ve Kur'ân'ın sırf hakikatleri ihtiva eden bir kitab olduğuna imanımız vardır. Madem Kur'ân'da ay yarıldı buyurulmuştur, âlimlerin büyük çoğunluğu ve müfessirler bu yarılmanın kıyamette meydana geleceği hakkında Osman b. Atâ'nın babasından yapmış olduğu rivayeti, daha önce geçen sahabilerin rivâyetleriyle, ayrıca "Bir mucize görseler yüz çevirirler ve: 'Sürekli bir sihirdir' derler." âyetinin açık delaletiyle reddederek, ayın yarılmasının Hz. Peygamber zamanında mucize olarak vuku bulduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Biz artık bunun bizzat meydana gelmiş olduğu hususunda asla şüphe etmez ve niteliğini ancak Allah ve Resulü'ne havale ederiz. Böyle bir olayın dünyanın her yerinde görülmesi lazım geleceği yolunda ortaya atılmak istenen itirazın dahi bize göre şüpheyi gerektirecek bir tarafı yoktur. Zira ayın yarılmasını etrafta bulunanlar da görmüşler ve bunu bizzat ifade etmişlerdir. Gerçi ufukların farklı oluşu, ayın bulutlarla kaplı oluşu, geceleyin insanların çoğunun evlerinde bulunmaları ve herkesin göğü gözetlemekle meşgul olmaması gibi sebeblerden dolayı bunu, tabiatiyla bütün âlem göremezse de, elbette diğer yerlerde de görenler olmuştur. Ancak o cehâlet döneminde hüküm süren bilgisizliğe dayalı olarak söz konusu hadisenin sihirbaz, cin ve şeytanların işleri gibi gösterilerek yazıya geçirilmemiş olması da muhtemeldir. Tabii kanunların mucizeleri olarak izaha çalışmak bu tarz mucizeleri olağanüstü durumdan çıkarıp sıradan işler derecesine sokmağa kalkışmak demektir. Halbuki akıl, bu gibi mucizelerin mahiyetlerini idrak etmekten acizdir. Böyle olmakla birlikte onu selâhiyyet dairesinin dışında kullanmak pek korkunç hatalara sebebiyet verir." Şerh-i Mevâkıf'da Seyyid-i şerif Cürcânî, ayın yarılması mucizesinin mütevatir olduğunu söylemiştir. İbn Hâcib'in muhtasar şerhinde Sübkî de bu görüşü tercih ederek der ki: "Doğrusu, ayın yarılması olayı mütevatirdir. Kur'ân'da delili mevcuttur. Buharî, Müslim ve diğer sahih hadis kitaplarında muhtelif tariklerden gelen rivayetler bulunmaktadır. Öyle ki mütevatir olduğunda hiç şüphe yoktur." Mütevatir olduğunu gösteren Kur'ân âyet-i âyetidir. Hadislerin de bu âyetin tefsiriyle ilgili olduğu düşünülürse bütün bunlara bakarak tevatürün, manevî tevatür boyutuna ulaştığı görülür. Bununla beraber, Ay'ın yarılması olayını ifade eden âyetin, mücmel ve mütevatir derecesine çıkaran hadislerin de tefsir mahiyetinde olduğu göz önünde tutulursa, hadiseyi değişik yorumlayan ve tafsilatını inkâr eden kimseyi tekfir etmek doğru olmaz. Çünkü dinden çıkarmak çok önemli bir iş olduğu için, ihtiyatlı davranmak lazım gelir.

Evet saat yaklaşıp ay yarıldığı halde hâlâ bir mucize görseler yüz çevirirler. Olacak, olmadan akıllanmıyorlar, akibeti düşünmüyorlar. İbret almak istemiyorlar da her gördükleri mucizeden yüz çeviriyorlar. Ve süregelen bir sihir diyorlar. Bu cümleden anlaşıldığına göre burada âyet, hayret verici alamet, yani olağanüstü durum ve mucize mânâsınadır. Bununla beraber şu da bir kâidedir ki, şart cümlesinde yer alan nekreler, olumsuz cümlelerdeki nekreler gibi umumî mânâ ifade ederler. Binaenaleyh, buradaki "âyet" söz konusu kâideye göre, herhangi bir mucize mânâsına gelip, her türlü mucizeyi içine almaktadır. Yani hiçbir âyeti, hiçbir delili ve hiçbir mucizeyi nazar-ı itibara almıyorlar da "öteden beri süregelen bir sihir" deyip geçiyorlar. Âyette geçen "müstemirr" kelimesine de bir kaç mânâ verilmiştir. Birisi bilindiği gibi yeniden yeniye cereyan eden ve ard arda gelen demektir. İkincisi de gelip geçici anlamındadır ki, Buharî'de bu mânâ nakledilmiştir. Bu iki mânâ da "mürûr" mastarından türemiştir. Bir de "mirre"den türemiş olarak kuvvet ve sağlam anlamı verilmiştir ki bunun da Ebu'l-Âliye ve Dahhâk'tan nakledildiği söylenir. Bu mânâ, verilen ilk mânânın lazımı olarak da düşünülebilir. Sihir tabirine yakışan, gelip geçici mânâsını vermektir. Âyet ve mucizelerin peşpeşe ve birbirini takip etmesine yakışan da, kuvvet ve devamlılık ifade eden mânâdır. Binaenaleyh bu mânâların hepsinin yeri vardır. Yukarıda geçtiği üzere ayın yarıldığını gördükleri vakit bu, Ebu Kebşe'nin oğlunun sihri, bakalım etraftan gelecek yolculara soralım dediler. Gelenler de gördüklerini söyleyince o zaman da bunun süregelen bir sihir olduğunu söylediler, şeklinde rivayet edildiğine göre burada kuvvetli ve devamlı mânâsının kasdedilmiş olduğu gerekir. Halbuki sihir, her ne suretle de olsa bâtıl olacağından onların böyle söylemeleri şaşkınlıkla bir nevi tenakuza düşmüş olduklarını göstermektedir.

3. Ve tekzib ettiler. Peygamber (s.a.v)'i ve getirdiği haberleri ve gösterdiği delil ve mucizeleri yalana nisbet edip inkar ettiler. Fakat bir şey bildiklerinden yahut bir delile dayandıklarından değil de arzularına uydular yani keyiflerine ve nefislerinin isteklerine tâbi oldukları için yalanladılar. Vuku bulan hadisedeki gerçeğin gereğini hesaba katmadılar. Halbuki her iş, müstakirrdir. Yani Peygamber (s.a.v)'in işi, zannettikleri gibi gelip geçici değildir. Onun her işi, Allah Teâlâ'nın ilim ve takdirine göredir ve ona doğru gitmektedir. Hepsinin varıp karar kılacağı bir gaye ve sonuç vardır ki, hakikatı o zaman ortaya çıkar. Peygamber (s.a.v)'in işlerinin hakikat ve yüceliği, onların arzularının mahiyeti ve uğursuzluğu,

4. Allah'ın yanında belli olduğu gibi saati gelince ortaya çıkacaktır. Şüphesiz onlara önemli haberlerden öylesi de geldi ki, yani geçen ümmetlerin halleri veya ahiretle ilgili haberlerden Kur'ân'da öyle mühimleri geldi ki onda vazgeçirecek tehdit, sakındıracak öğüt, yahut sakınılması gereken acı sonuçlar vardır.

5. Müzdecer, mimli mastar ya da mekân ismi olabilir (bunlar) üstün bir hikmettir. Hikmet-i Bâliğa, kuvvet ve gayeye isabet etme bakımından en yüksek dereceye ulaşmış hikmet demek olup, "mâ"dan veya "müzdecer"den bedeldir, yahut hazfedilmiş bir mübtedânın haberidir. Yani üstün bir hikmet olan tehdidler ve haberlerle Kur'ân geldi. Yahut bunların hepsi, durumun bu şekilde cereyan etmesi, üstün bir hikmettir. Demek ki o uyarılar fayda vermiyor.

6. O halde sen de onlardan, yani o arzularının peşinde giden inkârcılardan yüz çevir, boş yere onlarla mücadele etme de yaklaşmakta olan kıyamet saatine bak. O gün ki, davetçi davet edecektir. Buradaki "yevm" (gün) yaklaşmakta olduğu zikredilen saati beyan etmektedir. Bu "yevm" takdir edilen zikre bağlı olabilirse de, aşağıda gelecek olan fiiline bağlı olması daha uygundur. Kıyamet günü onlardan yüz çevir, şefaat etme mânâsına fiiline bağlanmasını caiz görenler varsa da, üzerine vakf-ı lazım işaretinin konulmuş olması bu ihtimali ortadan kaldırmaktadır. Meşhur görüşe göre buradaki davetci İsrâfil'dir. Başka bir melek olduğu da söylenmiştir. Ebu's-Sûud da, "Âyette geçen davetten maksat, "Ol' der, o da oluverir." ayetindeki emir kabilinden olabilir." diyor. Buna göre çağıran Allah Teâlâ'dır. Yani O çağırıcı münkere, benzeri görülmedik müthiş bir şeye; hesaba, haşre veya haşr için neşre, çağıracağı gün

7. gözleri huşu' içinde, yani olayın dehşetinden gözler korku ve saygı ile düşkün bir halde kabirlerden çıkacaklar. Sanki yayılmış çekirge sürüsü gibi. O çağıran davetciye doğru fırlayacaklar,

8. diyecek ki o kâfirler, bu çok zorlu bir gün. Bu ifadeden müminler için öyle olmayacağı anlaşılıyor.

9. Onlardan önce Nuh'un kavmi yalanladı. Yani o yalanlama fiilini ya Muhammed! Senin kavminden önce Nuh kavmi yaptı, Allah'ın Peygamber gönderdiğine inanmadı. Öyle ki o kulumuza yalan isnad ettiler ve mecnûn (cinlenmiş delirmiş) dediler. Hem de zecredildi, yani tebliğden men edilmek için çok azarlandı, incitildi, eziyet gördü. "Ey Nuh! (bu davadan) vazgeçmezsen, iyi bil ki, taşa tutulanlardan olacaksın." (Şuarâ, 26/116) diye vazgeçmezse taşlanarak öldürülmekle tehdit ediliyordu.

10. O da Rabbine dua etti. Şöyle ki: Ben mağlubum artık sen öcünü al.

11. Biz de dökülen bir su ile göğün kapılarını açtık. Çoğunluğun beyanına göre "su ile göğün kapılarını açmak" ifadesi bir istiare-i temsiliyyedir. Bulutlardan suyun boşalması, kuvvetli bir sel ile göğün kapılarının açılıp gök kubbenin yarılması manzarasına benzetilmiştir.

12. Yeri de kaynaklar halinde coşturduk derken su birleşti. "mâân", iki su denilmeyip müfred olarak şeklinde zikredilmesi, esas itibarıyla ikisinin bir su olduğuna işaret için olsa gerektir. Müfessirler söz konusu kelimenin müfredliği konusunda diyorlar ki, bundan maksat, iki suyun birleşmesinin mücâveret (yan yana bulunma) yoluyla değil, birbirine karışma ve birleşme suretiyle olduğunu göstermek içindir. Ezelde takdir edilmiş bir emre binâen ki bu da, indirilen suyun yerden çıkarılan kadar olması kanunudur. Yahut ezelde takdir edilmiş bir iş üzerine ki bu da, Nuh kavminin tufan ile helak edilmesi işidir.

13. Onu ise yükledik, tahtalı ve çivili bir şeye bindirdik.

"Elvâh" levh kelimesinin çoğuludur. Levh, her neden olursa olsun tahta gibi yassı olan şeye denir. Düsür de, disâr'ın çoğuludur. Disâr, geminin tahtalarını birbirine bağladıkları bağ, kenet, perçin (çivi) veya halata denir. Zât-ı elvâh ve düsur'dan maksat, gemidir. Tarif için bir nevi sıfat isim yerine konulmuştur. Yani bir takım tahtaların birbirlerine özel bir biçimde kenetlenmesiyle yapılmış olan gemiye bindirdik.

O tahtalardan yapılmış gemi bizim gözetimimiz altında akıp gidiyordu. "Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında, onlarla birlikte yüzüp gidiyordu..." (Yusuf,11/42) âyeti gereğince dağlar gibi dalgalar içinde Allah'ın görüp gözetmesiyle yani doğrudan doğru koruması altında akıp gidiyordu.

14. O küfredilmiş, değeri bilinmeyip nankörlükle karşılanmış olan zata, yani Nuh (a.s)'a mükafat için, ki onu yalanlayanlar boğulurken O, Allah'ın koruması altında bulunuyordu.

15. Şüphesiz biz onu, yani gemiyi bir mucize olarak bıraktık. Bu âyetin tefsiriyle ilgili Katâde'den, "Hz. Nuh'un gemisinin enkazı Cudi Dağı'nda kaldı, hatta önceki ümmetler onu gördü." şeklinde bir rivayet vardır. Ancak bu rivâyette kasdedilen bizzat o geminin kalmış olması değil, mutlaka onu hatırlatacak bir gemi cinsinin olduğunu göstermektir. Çünkü bunun ibret alma ve düşünme alanı daha geniş ve daha umûmidir. Böyle olunca da şu kınamanın faydası daha açık anlaşılmaktadır. Fakat hani düşünen? kelimesinin aslı zikr'dendir. İftiâl bâbından ism-i fâili gelir. Müzdecerde olduğu gibi, tâ, dâl'a kalbedilmiş sonra da zâl, dâl'a idgâm edilmiştir. Böylece mütezekkir gibi, düşünen mânâsını ifade etmektedir. Yani her gemiyi gören veya duyan kimsenin düşünmesi gerekirken, düşünen mi vardır? demektir.

16. *} Ki nasılmış azabım ve uyarılarım? Bu istifhâm (soru) korkutma, hayret ve dehşet içindir.

17. Şüphesiz Kur'ân'ı da kolaylaştırdık, yahut kolaylıkla ihsan ettik. Düşünülmek için fakat hani düşünen? Buradaki âyeti, bu sûrenin tekrar eden âyetidir ki, her kıssanın sonunda "Andolsun, onlara kötülükten önleyecek nice önemli haberler gelmiştir." (Kamer, 54/4) âyetini hatırlatmak için tekrar edilmiş ve bu suretle her birinin müstakil olarak söz dinleyip, düşünüp ibret alması gerektiğini anlatmıştır.

18. Âd yalanladı, burada anlatılacak kıssanın müstakil bir kıssa olduğunu göstermek için atıf yapılmamıştır. Yalanladı da, azabım ve uyarılarım nasıl oldu? Bu istifhâm önceki gibi korkutmak için değil, söylenecek söze dikkatleri çekmek içindir.

19. Çünkü biz onların üzerine bir sarsar rüzgarı gönderdik. Sarsar, soğuk veya gürültülü bir fırtına demektir. Uğursuzluğu devamlı bir günde ki uğursuzluğu, onların helak olmaları ile son bulmadı da, kıyamete kadar kabirde azab gördüler. Bazı astrologların (yıldız âlimlerinin) zannettiği gibi o uğursuzluk, günün kendisi ile ilgili değildir. Yani o gün, herkes ve her şey için uğursuz olmayıp, sadece onlar hakkında uğursuz olmuştur.

20. O insanları yoluyordu, yani çekip koparıp alıyordu. Sanki onlar, dibinden kopmuş hurma kütükleri gibidirler Âd, iri bedenli bir kavim olduğu için başları koparılıp yere serildikçe bu teşbihe konu oluyorlardı.

21. O halde azabım ve uyarılarım nasılmış? Bu istifham da korkutma ve hayret içindir.

22. Şüphesiz Kur'ân'ı da kolaylaştırdık, düşünmek için fakat hani düşünen.

23. Semûd kavmi de uyarıları yalanladı, burada nüzür, uyarma ve nasihat mânâsına nezîr'in çoğulu olabileceği gibi münzir, yani peygamberler mânâsına da gelebilir. Fahr-i Râzî konuyla ilgili şöyle bir mütalaada bulunup demiştir ki; "Allah Teâlâ, bu sûrede beş kıssa zikretmiş ve orta derecede bir kıssayı en mükemmel şekilde ifade etmiştir. Çünkü Sâlih (a.s)'in durumu, Hz. Muhammed (s.a.v)'in durumuna daha çok benzemektedir. Ayrıca onun getirdiği mucize diğer peygamberlerin getirdiği mucizelerden daha hayret vericidir. Gerci İsa (a.s) ölüyü diriltmiştir. Lakin ölü, canlılığın mekanı idi. Demek ki o, Allah'ın izniyle hayatı, mümkün olan bir yerde isbat etmişti. Musa (a.s)'ın da asâsı ejderha oldu demek ki Allah Teâlâ, bir odunda hayat ispat etmiştir. Lakin odun, nebattır. Nebatta da hayvandakine benzer bir büyüme kuvveti vardır. Bu, diğerinden daha enteresandır. Sâlih (a.s)'ın elinde görülen mucize ise taştan deve çıkmasıdır. Halbuki taş cemâddır. Hayata da nemâya (büyümeye) da onda imkan yoktur. Demek ki bu daha çok hayret vericidir. Hz. Peygamber (s.a.v) ise hepsinden daha üstününü getirdi ki, o da göksel bir cisimde yaptığı tasarruftur. Müşrikler diyorlardı ki: "Göğe kimse ulaşamaz. Onun yarılması ve kapanmasına imkan yoktur. Arz, maddeleri bitişik cisimler olup, her biri diğerinin suretini kabul edebilirse de gök onu kabul etmez". Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.v)'in getirdiği mucize Sâlih (a.s)'in enteresan olan mucizesinden daha enteresan daha beliğ ve devamlıdır."

24. Yalanladılar da dediler ki: bizden bir beşere, bir kişiye mi tâbi olacağız? Önce demekle bir beşere uymayı kabul etmek istemediler, melek ister gibi göründüler, sonra bizden demekle kendilerinden ve kendi içlerinden olan bir beşere tâbi olmak istemediklerini anlatmış oldular. Bunun tersi, kendilerinden olmayıp da dışardan bir insan olsa ona uyabileceklerini gösterir ki bu hal genellikle, istiklâle layık olmayan kavimlerin ruh hallerini gözler önüne sermektedir. Yani onlar kendi aralarında kıskançlıkla geçimsizlik yaparlar da, bir yabancının başlarına geçmesini memnuniyetle karşılayarak esârete doğru giderler. Daha sonra da diyerek kendi içlerinden bir ferde uymayı kabul etmezler. Ancak bu bir ferd değil de cemiyet olmuş olsa o zaman tâbi olabileceklerini ifade etmiş bulunurlar. Onun için olmalı ki içlerinde "O şehirde dokuz kişi vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar..." (Neml, 27/48) âyetinin mânâsı vâki olmuştu. Halbuki gerçekte bir cemiyetin teşekkül edebilmesi de bir kişinin başkanlığı altında birlik kanununa tâbidir. Ancak onlar kendilerinden bir beşere uymayı istemiyorlar da diyorlar ki, her halde biz o zaman muhakkak bir şaşkınlık ve çılgınlık içinde kalmış oluruz. Yahut o surette yolumuzu kaybetmiş ve ateşler içine düşmüş bulunuruz. Sâlih (a.s) onlara Allah'ın emrini dinlemedikleri takdirde sapıklık içinde kalıp ateşlerde yanacaklarını söylediği için, onlar da böyle reddediyorlardı. Yani asıl sana uyarsak şaşkınlık etmiş ve ateşlere düşmüş oluruz diyorlardı.

25. O zikir, yani vahiy aramızdan ona mı bırakılıyor? Biz de onun gibi bir ferd bir beşer değil miyiz? Yahut içimizde ondan daha layıkı yok mu? Hayır o bir mağrur, şımarık, şımarıklılıkla üstümüze çıkmak isteyen bir yalancıdır. İşte bu derece yalan isnad etmek suretiyle onu yalanladılar.

26. Yarın, yani azabı görecekleri gün bileceklerdir ki kimmiş o kezzâb-ı eşir, yani hakka inanmayan şımarık yalancı.

27. Çünkü biz onlara imtihan için nâkayı salacağız. Nâka, dişi deve demektir. Şuarâ Sûresi'nde geçtiği gibi, "Sen de, ancak bizim gibi bir beşersin. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize bir mucize getir". (Şuarâ, 26/154) diye Sâlih (a.s)'den âyet, yani peygamberliğine delil olabilecek mucize istemeleri üzerine, birkaç sûrede geçtiği şekilde işte size bir dişi deve, bir âyet olmak üzere Allah'ın devesi "İşte o da, size bir mucize olarak Allah'ın şu devesidir. Onu bırakın. Allah'ın yer yüzünde yesin (içsin) sakın ona herhangi bir kötülükle dokunmayın; sonra sizi acıklı bir azap yakalar." (A'râf, 7/73) denilmişti. Bu dişi devenin nereden ve nasıl çıktığı Kur'ân'da açıkca izah edilmiş değildir. Ancak "Allah'ın devesi." şeklinde ifade edilmiştir. Lakin haberlerde bir den, yani yalçın kayadan ibaret bir tepeden çıkarılmış olduğu bilinmektedir. Burada söz konusu devenin çıkarılması değil de irsâlinin, yani Allah'ın arzında otlasın diye salınmasının bir imtihan için olduğu beyan buyurulmuştur. Bunu çokları imtihan mânâsına tefsir etmişlerse de, meşhur mânâsına alınmasını caiz görenler de olmuştur. Râzî der ki: "Âyette geçen "fitne", mef'ûlünleh (tümleç)tir." Buna göre irsâl (salıvermek)den maksat, fitne (imtihan) demektir. Lakin asıl maksat, peygamberi tasdik etmektir. Çünkü bu, gerçek mânâda Sâlih (a.s)'in mucizesidir. Şu halde bunun tefsirindeki hakikat nedir? Deriz ki bu konuda iki farklı nokta vardır. Birincisi: Mucize bir fitnedir. Çünkü onunla, sevab kazanacak kimsenin hali, azap görecek kimsenin halinden ayrılır. Zira, Allah Teâlâ mucize ile sırf peygamberin doğruluğunu anlatmış olması hasebiyle küfredenlere azap eder. Bu yönüyle mucize, peygamberi tasdik etmekten ibaret sayılacağı için bir imtihan demektir. Çünkü tasdikten sonra tasdik edenle yalanlayan seçilecektir. Diğeri, bundan daha hassas bir durumdur. Şöyle ki: devenin kayadan çıkarılması bir mucize, salınması, aralarında dolaşması ve suyun taksim edilmesi de bir imtihandır. Onun için "Şüphesiz ki biz bir imtihan için deveyi çaracağız." değil de "Biz bir imtihan için deveyi salacağız." buyurulmuştur. Burada ayrıca gizli bir işaret de vardır ki o da şudur: Allah Teâlâ, dilediğine hidayet verir ve hidayetin yolları vardır. Bunlardan bir kısmı, insanın kendi gayreti ile gireceği şekilde olur. Mesela, Allah delil olacak bir şey yaratır ve onda insanın bakış ve düşüncesi o şekilde meydana gelir ki, gerçek o insanın fikrinde ortaya çıkar ve insan ona uyar. Bazan da o insanı başlangıçta delile mecbur eder de küçüklüğünden itibaren hatadan korur. İşte peygamberlerin elleriyle mucize göstertmek, çalışmakla doğru yolu bulmayı kendi dilediğine vermesi kabilindendir. Peygamberlerin kendilerine olan hidayet ise, çalışmak değil, belki onlarda çalışmaksızın bir takım ilimler yaratmak suretiyledir. Bu yüzden denilebilir ki: Onlara işarettir ve onun için "Onlar için." buyurulmuştur ki mânâsı, onlar için bir imtihan olabilecek şekilde demektir. Bu sebeble onları gözet, bak o yüzden nasıl bir meşakkat ve azaba düşeceklerdir. Ve sabırlı ol, sana eziyet ederlerse azabı acele etme

28. ve onlara haber ver ki, su aralarında taksim edilmiştir, yani deve ile onlar arasında "Su içme hakkı (bir gün) onundur, belli bir günün içme hakkı da sizin." (Şuarâ, 26/155) âyetinin işaretiyle nöbetleşe taksim edilmiştir. Birgün deve içer bir gün de onlar su alır ve hayvanlarını sularlar. Yahut devenin su içtiği günün dışında, onlar arasında taksim edilmiştir. Her içim, huzur iledir. Fıkıhda şirb (sulama hakkı), şefeden (kendisinin ve hayvanının içme hakkından) daha umûmidir. Yani hem içmek, hem kullanmak ve sulamak gibi hususları içine almaktadır. Her şirb, gerek devenin ve gerek halkın içimi, yahut gerek su ve gerek süt içimi demektir. Deniliyor ki, halk kendi nöbetlerinde su alıyorlar, devenin nöbetinde ise onun sütünü sağıp içiyorlardı. Demek ki bu devenin bir taraftan külfet bir taraftan nimet olan enteresan özellikleri vardı. Bir kere su nöbeti, bütün halkın su nöbetine eşit bir günü işgal ediyor, böylece onları tazyik eden bir deneme oluyordu. Buna mukabil onlara çok süt veriyor ve bu yönüyle de hallerine genişlik veren bir nimet oluyordu. Bu iki halin ikisinde de bir değil, bir çok devenin yerini tutan büyük bir yaratık oluyordu. Söz konusu deveye "Nâkatullah" Allah'ın devesi denilmesine, Allah'ın arzına bırakılıp yayılmasına bakarak, Allah'ın mülkü hükmüne tâbi olan vakıf veya beytü'l-mal (maliye hazinesi) malları gibi idare edilmiş bir cins sağmal mala benziyordu. Nitekim bir de yavrusunun olduğu nakledilmektedir. Allah için hakkı gözetilerek bakıldığı takdirde kendileri için pek büyük bir nimet olacak olan bu Allah devesi, gerektirdiği sıkıntı, zahmet ve taksim nizamı gibi maslahat ahkâmı (iş hükümleri) ile haklarında bir nevi baskı ifade eden bir imtihan ve deneme olduğu için bu sınırlama ve sorumluluğa dayanamadılar

29. derken arkadaşlarına bağrıştılar, şehirlerindeki "dokuz çetenin" başı olan ve Semûd'un kızılı (Uhaymir-i Semûd) denilen Kudar b. Sâlif'e feryad ettiler. O da aldı alacağını. Kalktı, silahını, arkadaşını veya cinayeti karşılığında alacağını aldı da deveyi öldürdü.

Akr, bir hayvanı ayağından biçerek devirip yıkmaktır. Bu suretle "akare" deveyi vurdu, öldürdü mânâsını ifade etmektedir. Deniliyor ki, Sâlih (a.s) "Bari yavrusuna yetişin." dedi. O, dağa kaçmıştı. Koştular, ancak o böğürerek anasının geldiği kayaya girdi, yetişemediler.

30. Fakat arkasından azabım ve uyarılarım nasıl oldu? Nasıl acı bir şekilde gerçekleşti. Salih (a.s) "Yurdunuzda üç gün daha yaşayın. İşte O söz, yalanlanamayan bir tehdit idi' diye tebliğ etti." (Hûd, 11/65) Rivâyet edildiğine göre Sâlih (a.s) onlara: "Yarın yüzleriniz sararacak, yarından sonra kızaracak, üçüncü gün kararacak sonra da sabahleyin başınıza azab gelecek" dedi. Derken bu alâmetleri görmeğe başladıklarında Sâlih (a.s.)'i de tutup öldürmek istediler. O da Allah'ın emri ile beraberindeki müminlerle Filistin'e gidip kurtuldular. Dördüncü gün ki bir pazar günü idi, o bölgeye azab geldiğinde, gözleri baka baka, titreye titreye bir anda helak oldular. Nitekim onların bu durumlarını "Bu yüzden kendilerini göre göre yıldırım çarpmıştı." (Zâriyât, 51/44) âyeti açık bir şekilde ifade etmiştir.

31. Zira biz onların üzerlerine şiddetli bir ses salıverdik. Yani evlerinin önünde titreşerek bakışıp dururlarken yıldırım çatlar gibi gökten şiddetli bir gürültü koptu, yerden de bir deprem. Ağılcının topladığı çalı çırpı kırıntıları gibi kırılıp dökülüverdiler. Çoban ağılının etrafına hususi bir mekân olmak üzere çekilen çalı çırpının döğülüp çiğnenerek çürümüş olan kırıntıları gibi, yahut çobanın ağılında yaktığı çalı çırpının yanık kırıntıları gibi kırılakaldılar. Bu teşbihin içeriğinde de düşünülecek mânâlar vardır.

32-33. Kur'ân'ı da kolaylaştırdık, düşünmek için fakat hani düşünen? Düşünüp de bu mânâlardan ibret alacak ve ona göre hareket edecek olan?

34. Zira biz onların üzerlerine şiddetli bir ses salıverdik. Yani evlerinin önünde titreşerek bakışıp dururlarken yıldırım çatlar gibi gökten şiddetli bir gürültü koptu, yerden de bir deprem. Ağılcının topladığı çalı çırpı kırıntıları gibi kırılıp dökülüverdiler. Çoban ağılının etrafına hususi bir mekân olmak üzere çekilen çalı çırpının döğülüp çiğnenerek çürümüş olan kırıntıları gibi, yahut çobanın ağılında yaktığı çalı çırpının yanık kırıntıları gibi kırılakaldılar. Bu teşbihin içeriğinde de düşünülecek mânâlar vardır. Kur'ân'ı da kolaylaştırdık, düşünmek için fakat hani düşünen? Düşünüp de bu mânâlardan ibret alacak ve ona göre hareket edecek olan? Lût kavmi de uyarıları (ve uyarıcıları) yalanladı. Bu kıssanın da çeşitli yerlerde zikri geçti, fakat sırf tekrar suretiyle değil, geçtiği her yerde hususi bir noktasına işaret edildi. Onun için biz üzerlerine salıverdik. Çakıl, taş yağdıran melek yahut rüzgar, üzerlerine cehennem vadisinden istif edilmiş taşlar yağdırıyordu. Ancak Lût'un iman eden mensupları müstesnâ ki karısı hariç olmak üzere ailesinden bir kaç kişi idi. Onları bir seher vakti, yani sabaha yakın kurtardık. Selamete çıkardık.

35. İşte biz, iman ve itaatla nimetimize şükreden kimseleri böyle karşılarız, böyle mükafatlandırırız.

36. Halbuki Celâlim hakkı için Lût, ötekileri yani kavmini uyarmış ve kendilerini yakalayışımızın dehşetini de onlara haber vermişti. Fakat onlar o uyarıları şüphe ve mücadele ile karşıladılar.

37-38. Yemin ederim ki o gelen misafirlerden dolayı istekte bulundular. Misafirlerden murad almak, ahlaksızca harekette bulunmak için gidip geldiler. Misafirlere baskı yapmak istediler ki bunlar, Hz. İbrahim'e gelen elçilerdi. Onun için biz de gözlerini siliverdik. Yani yüzlerinde izleri bile kalmayacak şekilde gözlerini kör ettik, evlerine girdiklerinde hiç bir şey göremez oldular, nereden çıkacaklarını dahi bilemediler de Hz. Lût onları tutup çıkarttı. "Bu suretle haydi azabımı ve uyarılarımı tadın!" dedik.

39. "Bu suretle haydi azabımı ve uyarılarımı tadın!" dedik. Şüphesiz sabahleyin erkenden de onları bastırdı. Müstakirr, yani üzerlerinde karar kılmış, bertaraf edilmez, yahut onları karargahları (kalınacak yer) olan cehenneme götürene kadar devam eden bir azab. Haydi şimdi azabımı ve uyarılarımı tadın bakalım. Yani kendilerine böyle diyerek bastırdı, yahut bu ifade onların hak ettikleri şeyi beyan için temsili bir hitaptır. Bunlar zevklerine düşkün oldukları için cezalarında da denilerek kendileriyle alay edilmiştir.

40. Bunlar gibi uyarıları yalanlayan çağdaş kâfirler hakkında da buyuruluyor ki. "Şüphesiz Kur'ân'ı da kolaylaştırdık düşünmek için, fakat hani düşünen?"

Beşinci kıssa:

Meâl-i Şerifi

41. Şüphesiz Firavun ailesine de uyarıcı peygamberler geldi.

42. Lakin onlar bütün âyetlerimizi yalanladılar. Biz de onları çok kuvvetli ve kudretli bir yakalayışla yakaladık.

41-42. Bu kıssalardan hisseye gelince;

Meâl-i Şerifi

43. Şimdi sizin kâfirleriniz, onlardan hayırlı mı? Yoksa kitaplarda sizin için bir beraet mi var?

44. Yoksa "Biz birbirimize yardım eden bir topluluğuz." mu diyorlar?

45. Her halde o topluluk bozulacak ve geriye dönüp kaçacaklardır.

46. Bilakis kıyamet onlara vaad edilen asıl saattir. Saat cidden çok feci ve acıdır.

47. Muhakkak ki suçlular sapıklık ve çılgınlık içindedirler.

48. O gün yüzleri üstü ateşte sürüklenecekler, "Cehennemin dokunuşunu tadın!" (denilecek).

49. Haberiniz olsun ki, biz her şeyi bir kadere göre yarattık.

50. Buyruğumuz yalnız bir tekdir, göz açıp yumma gibidir.

51. Andolsun biz, sizin benzerlerinizi hep helak ettik. Öğüt alan yok mudur?

52. İşledikleri her şey, kitaplarda mevcuttur.

53. Küçük, büyük hepsi satır satır yazılmıştır.

54. Takva sahipleri cennetlerde, nur içindedirler.

55. Güçlü padişahın huzurunda doğruluk koltuklarındadırlar.

43. Sizin kâfirleriniz, hitap, Mekke ehline, dolayısıyla Araplar'a ve son asır insanlarınadır. Yani ey bu zaman insanları! Sizin kâfirleriniz Onlardan hayırlı mıdır? Yani Nûh (a.s.)'un kavminden Firavun'a kadar helakleri zikredilen kâfirlerden daha mı kuvvetli, yahut Allah'ın azabından kurtulmaya daha mı layıktırlar? Yoksa sizin için kitaplarda bir berâet mi vardır? Yani ahirzamanda yaşayan insanlar, ne kadar küfr ve isyan ederlerse etsinler Allah'ın yanında ceza ve sorumlulukları yoktur diye aklanmanıza dair semâvî kitaplarda bir açıklama mı vardır?

44. Yoksa biz yardımlaşan düzenli bir topluluğuz, öcümüzü alır kendimizi kurtarırız mı diyorlar? Bu, son asrın insanlarında cemiyet ve medeniyet vasıtalarının çoğalacağına ve onunla iftihar edileceğine delalet eder.

45. Lakin o topluluk muhakkak bozulacak ve arkalarını döneceklerdir. İbnü Ebî Hâtim, Taberânî (Evsat'da) ve İbnü Merdûye, Ebû Huseyre'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: âyetini Allah Teâlâ, peygamberine Bedir gününden önce Mekke'de iken indirdi ve Ömer b. Hattâb (r.a.) şöyle dedi: "Ya Resulullah hangi cemiyet bozulacak?" dedim, vakta ki Bedir günü oldu ve Kureyş topluluğu bozuldu. Resulullah'a baktım arkalarından kılıcı çekmiş âyetini okuyordu. Bu suretle söz konusu âyetin Bedir günü için bir mucize olduğu anlaşıldı."

46. Daha doğrusu kıyamet saati onlara vaad edilen asıl saattır. Yani o bozgun, onların tam cezaları değil, bir başlangıçtır. Asıl miadları yani kendilerine azabın vaad edildiği zaman kıyamet saatidir. O saat ise daha büyük bir dâhiyedir. Dâhiye, kurtulma çaresi olmayan bela ve musîbet demektir. Ve daha acı, daha beterdir.

47. Şüphe yok ki, suçlular -gerek öncekiler gerek sonrakiler- sapıklık içinde, yanlış yolda helake giden şaşkınlık ve çılgın ateşler içindedir, yahut çılgınlıklar, delilikler içindedirler.

48. O yüzleri üstü cehennem ateşi içinde sürüklenecekleri gün, onlara denecektir ki tadın bakalım sekarın dokunuşunu, bir ismi de sekar olan cehennemin dokunuşu, okşayışı neymiş, nasılmış? Sekar, gibi güneş çalması denilen bir nevi yakmadır ki, rengi değiştiriverir.

Sekar, bu mânâdan alınarak cehenneme isim yapılmıştır ki, alemiyyet ve müenneslikten dolayı gayr-i munsarıftır. Kelimenin yabancı olduğunu söyleyenler de vardır Müddessir Sûresi'nde bu kelime, "Sen biliyor musun, Sekar nedir? Hem bırakmaz, hem vazgeçmez, insanın derisini kavurur, üzerinde ondokuz melek vardır." (Müddessir, 74/27,28,29,30) diye tarif edilmiştir.

49 Çünkü biz, herşeyi bir kader ile yaratmışızdır. Herşeyin, meydana gelmeden önce ezelde, Allah'ın ilminde takdir edilen bir kaderi, yani ilmî bir değeri vardır ki, kazasının cereyanı, fiilen yaratılışı, o kadere göre vâki olur. Onu başkası istediği gibi yönlendiremez ve mecbur tutamaz. Onun için suçlu, kendi keyf ve iradesine göre suçun mahiyet ve kaderini değiştiremez. Kaderde sonucu bedbahtlık, sorumluluk ve mahkûmiyyet ile cehenneme götürmek olan suç ve günahı, sevab ve mutluluk vesilesi yapılamaz. Onun için suçlular suçlu olduklarından dolayı sapıklık ve azab içindedirler.

50. Kader, kulun cüz'î iradesine zıt da değildir. Çünkü ihtiyârî fiilerin meydana gelmesi için cüz'i irade dahi kaderin içinde yer almaktadır. O yaratma ve fiilin nasıl olduğuna yani kaderin kaza ile cereyan etmesine gelince bizim emrimiz de, yani işimiz yahut herhangi bir şeyi yaratmak için verdiğimiz emir de başka değil ancak birdir. Bir kelimeden veya bir bakıştan ibarettir. Gözle bir bakış gibi, gözle seri bir bakış ânı, yani bir şuur ânı gibi ki, "Onun işi, bir şey yaratmak istediği vakit sadece "ol" demektir ve o şey derhal oluverir." (Yâsin, 36/82) buyrulduğu üzere bir "kün" emrinden ibarettir. Hakikatte tam sebeb, bu "kün" emridir. Sebeb, meydana gelince, yani "kün" emri vuku bulunca, sebebin sonucu da hemen oluverir ki bu da yaratmadır. Onun için o cemiyetler nasıl bozulacak, o saat nasıl olacak, suçlular o takdire nasıl sürüklenecek diye tereddüde mahal de yoktur. "Ol" deyince hepsi olur.

51. Hem benzerlerinizi hep helak etmişizdir, düşünseniz siz de gitmek üzere bulunduğunuzu anlarsınız. Fakat hani düşünen? Denilebilir ki, dünyadan kötüler de gidiyor, iyiler de, fâniliği ve helaki düşünmekten ne çıkar?

52. Bu gibi mukadder soruları çözmek üzere buyuruluyor ki, bununla beraber işledikleri her şey, kitaplarda yazılıdır. Yani kendileri helak olup gitmekle beraber iyi ve kötü bütün fiileri kitaplarına, amel defterlerine yazılıdır.

53. Küçük büyük hepsi satra geçmiştir, yazılmıştır. Demek ki insanın helak olduktan sonra da bir istikbâli vardır. Ve istikbâlin hakikatı, dünyada yaptığı işlerin bir özetidir. Hak Teâlâ'nın yanında mizana (ölçüye) konacak olan ancak odur. Ona göre haşrolunacaktır (diriltilip toplanacaktır). Helak olduktan sonra gerçeğin böyle olacağını düşünen bir kimse ise elbette defterini küfür ve suç ile kirletmez.

54. Zira şüphesiz müttakiler, küfür ve isyandan korunanlar cennetlerde ve nur cereyanı içindedir. Burada neher'in "nehr" gibi ırmak mânâsına ifade ettiği ilk olarak akla gelirse de, nehar maddesinden nur ve aydınlık mânâsına olması daha güzeldir.

55. Sıdk mak'adında, yani sıdk meclisi, doğruluk sandalyesi, ya da doğru kimselere mahsus olan, yalan söylenmesi ve ortadan yok olması ihtimali olmayan sabit bir makam ve mevkide gayet iktidarlı, yani kudretinin sonu olmayan bir kralın: Pek büyük mülk sahibi bir şahlar şâhının yüce huzurunda ki o, Allah Teâlâ'dır. "Melik" ve "Muktedir" isimlerinde bulunan tenvin, azamet (büyüklük) içindir. Denilmiştir ki, Allah Teâlâ burada, yüce huzuru yakınlığı üstü kapalı, muktedir kelimesini nekre (belirsiz) olarak zikretmekle, mülk ve kudretinin hakikatini akılların idrak edemiyeceğine ve onun yüce huzuruna yakınlığın, "Gözlerin görmediği ve kulakların işitmediği." kabilinden tarif ve beyana sığmayacak gayet büyük bir saadet ve keramet olduğuna işaret buyurmuştur. Âlûsî der ki: "Bazı eserlerde zikredildiğine göre duanın kabul olmasında bu iki yüce ismin keyfiyeti büyüktür." İbn Ebî Şeybe Saîd b. Müsseyyeb'den şöyle dediğini nakletmiştir: "Mescide girdim, sabah oldu zannediyordum. Meğerse uzun bir geceymiş. Benden başka kimse de yoktu. Uyumuşum, arkamdan bir hareket işittim, korktum. Ey kalbi korku dolan, korkma da: "Allah'ım şüphesiz sen, kudretli bir meliksin ne istersen o olur." de, "sonra da gönlüne ne doğarsa iste" dedi, ondan sonra Allah Teâlâ'dan ne istedimse kabul etti. Bu duanın tamamı şöyledir: "Ey Allah'ım sen kudretli bir meliksin, ne istersen o olur. Şu anda içinde bulunduğum durumda beni başarılı kıl. Dünya ve ahirette bana mutluluk ver. Hayat ve ölüm fitnesinden beni koru ve korktuğumuz şeylerden bizi emin eyle, ey gizli, lütufta bulunan Allah'ım! Allah'ın rahmeti Seyyidimiz Muhammed üzerine, ailesine ve ashabına olsun. Hamd, alemlerin Rabbi Allah'adır."






KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)


55-RAHMAN:

1. Rahmân, Fatiha Sûresi'nde besmele tefsir edilirken bu yüce isim hakkındaki açıklamalar geçti. Yani rahmet ve sonsuz ihsanı kaynaşıp duran ve ondan dolayı bir ismi de Rahmân olan Allah Teâlâ. İrâb yönünden mübtedâ, kendinden sonra gelen de haberi görünür. Lakin müstakil bir âyet olduğuna bakarak takdir edilen bir mübtedânın haberi olarak şöyle bir cümle ortaya çıkar.

Allah, Rahmândır, yahut "O muktedir Melik, Rahmândır."

2. Rahmetiyle O Rahmân, Kur'ân'ı öğretti. İlimden, öğretmek mânâsını ifade eden "ta'lim" fiili, iki mef'ul alacağı için bu anlamda burada birinci mef'ul hazfedilmiş, böylece maksat, şuna veya buna öğretmek değil, bizzat öğretimin kendisinin ifade edildiği anlatılmıştır. Böylece bu kelime, gerek Cibril'e, gerek Peygamber'e, gerek ümmete olan öğretimin kısımlarından hepsini içine almaktadır. Bazıları da demişlerdir ki, burada alâmet mânâsınadır. Buna göre âyetin anlamı, Kur'ân'ı alâmet kıldı, yani ibret alacak olanlara bir âyet, yahut nübüvvet için bir delil ve mucize kıldı demektir. Bu durumda diğer bir mef'ulün hazfini gözetmeğe gerek kalmaz ve önceki sûrenin başında yer alan "Ay yarıldı." (Kamer, 54/1) âyeti ile mütenasib olur. Yani o sûre heybet kapısından, bu sûre de rahmet kapısından bir mucize ile başlamış bulunur. Şu halde tercemede öğretti denilmeyip de ta'lim etti denilirse bu iki duruma da işaret edilmiş olur. Mamafih Alûsî der ki: "Konuşan bin münasebet de gösterse, yine bunun ilim öğretiminden ibaret olduğunu bilmek gerekir." Kur'ân'ın öğretimi mânâsına gelince, âyette fiilinin yer alması, Kur'ân'a ilim izafe etmektedir. Bu, Kur'ân'ın yalnız lafızlarının değil, mânâsının da çok üstün bir tarzda ilim ifade ettiğini göstermektedir . Ancak bu, farklılık arzetmektedir. Bazan işaret ve remizlerden kevnî hadiselere vakıf olma derecesine kadar çıkar. İbnü Cesir ve İbnü Ebî Hâtim'in İbnü Mes'ud'dan yaptıkları rivayete göre, Kur'ân'da her şeye dair ilim indirilmiş ve her şey beyan edilmiş ise de bizim ilmimiz onun tamamını kavrayacak durumda değildir. İbnü Abbas da demiştir ki: "Devemin ipi kaybolsa her halde onu Allah'ın Kitabında bulurdum." Mûrsî de şöyle der: "Kur'ân, evvelkilerin ve sonrakilerin ilimlerini içine almaktadır." Öyle ki onun hakikatini ancak mütekellim olan (konuşan) Allah Teâlâ bilir. Sonra "Onun te'vilini (yorumunu) ancak Allah bilir..." (Âli İmran, 3/7) âyetince Allah Teâlâ'nın kendine tahsis ettiği bilgiler müstesnâ olmak üzere Resulullah, sonra da sahabilerin büyükleri, onlardan sonra da ilimde onlara varis olan Tâbiîn bilir." Bir kısım âlimler de öğretimi, mânâların tasavvur edilmesi için nefsi uyarmak şeklinde tarif etmişlerdir.

Kıyametin yaklaşmasına karşı ilâhî rahmetten ortaya çıkan en büyük ve önemli nimetin Kur'ân öğretimi nimeti olduğu böylece ifade edildikten sonra, kime ve nasıl öğretildiği hususunu anlatmak için buyuruluyor ki:

3. O Rahmân insanı yarattı. Bazı âlimler burada insanla kasdedilen Âdem, bazıları da Kur'ân'ın işaretiyle Muhammed Aleyhisselâtü ve's-selâm'ın olduğunu söylemişlerse de, hepsini içine almak üzere insan cinsi olması daha doğru olabilir. Mamafih Kur'ân'ın öğretimine konu alan kâmil insanın kasdedilmiş olması da düşünülebilir. Yani Kur'ân'ı öğretmek üzere insanı yarattı.

4. Ona beyanı öğretti, yani kendini, vicdan ve gönlünde meydana gelen duygu ve anlayışlarını, başkalarına açık ve güzel bir şekilde ifade etmek, maksadı anlatmak ve anlamak demek olan konuşma ve dil nimetini belletti ki, ilmin elde edilmesi ve Kur'ân öğretimi nimeti de bununla meydana gelir. Hz. Âdem yaratıldıktan sonra kendisine eşyanın isimlerinin öğretilmesi sayesinde meleklerin bilemediklerini bildi, onların ulaşamadıklarına ulaştı. Peygamberlerin nübüvvete nâil olmaları, Allah tarafından tebliğ yapabilmeleri, kitaplar getirmeleri, ümmetlerin onlardan istifade edebilmeleri hep beyan ilmi, dil nimeti sayesinde olduğu gibi, Kur'ân'a ve Kur'ân'ın tefsir ve tercemesi nimetine ulaşmamız ve ondan faydalanma derecemiz dahi o nimetten aldığımız hisse oranındadır. Ebu's-Suud der ki: "Âyette ifade edilen beyanı öğretmekten murad, insanı sırf kendi beyanına gücü yeter kılmaktan ibaret değil, onunla başkasının beyanını anlamak mânâsını da ifade eder. Çünkü Kur'ân'ı öğretmek ancak onun üzerinde dönüp dolaşır." Bu cümleler, eşanlamlı haberlerdir. Sonrakilerin atıf harfi olmadan zikredilmeleri teker teker sayım üslubunda geldikleri içindir. Müsned-i ileyhin (mübtedânın) başta zikredilmesi de, kasr (tahsis) ifade eder.

5. Bundan sonra beşer hayatının en fazla ilgilendiği nimetler güzel bir surette beyan edilerek secde ve şükretmeye davet için buyuruluyor ki: Güneş ve ay bir hisâb iledir, yani hesâb ile cereyan ederler. Binaenaleyh insanlar hesâbı iyi bellemeli ve bir hesâb gününün geleceğini bilip ona göre hesâba hazır olmalıdır.

Hüsbân, "hâ"nın ötresiyle hisâb mânâsına ve hisâbın çoğulu hisâblar mânâsına gelir. Bir de değirmen taşının eksenine hüsbânü'r-rehâ denilir.

6. Ve Necim, yani arzdan çıkıp da sapı olmayan bitki, çemen ve şecer, sapı olan bitki, ağaç secde ederler, Allah'ın iradesine tabii olarak boyun eğerler, kanunları karşısında elastikiyetle istediği konumu alırlar. O halde insanlar isteyerek Allah'ın emirlerine uyarak, nimetlerine şükretmek için secdeyi bilmelidirler.

7. Hem semaya bak onu yükseltti. Bu terkib Nahiv'de tabiri ile ifade edilir. Yani bir mef'ulün fiilini önce hazfedip sonra zamiriyle meşgul olarak tefsir etmektir. Şu halde kelâm, "Göğü yükseltti, onu yükseltti." takdirindedir. Bunun faydası, evvela mef'ule dikkatleri çekmek, sonra da fiilin bilindiğini beyan etmekle özel bir şekilde bunu hatırlatmaktır. Semadan kasıt, bütün cisimleriyle üzerimizde yükselen yüce bir alemdir. Onun yükseltilmesi, yani yükseklik verilip yukarı kaldırılması da yüksek olarak yaratılması ve inşa edilmesidir. Yükseklikten maksat da, belli olan hissi ve sûrî yüksekliktir. Genel mecaz yoluyla hissi ve manevi yüksekliği içine alacak bir mânânın kasdedilmiş olması da caiz olabilir. Belli ki semanın böyle yüksekliği onu yükselten Rahmân'ın kudret ve rahmetinin yüksekliğini, böylece kendisinin daha yüce, yani cihet ve mekânın ötesinde bir ululukla yüksek olduğunu gösterir. Evet, O Rahmân öyle ulu, öyle yüksek, öyle secde ve saygıya müstahaktır ki, gerek maddî ve gerekse manevî tarafı ile yüksekliği görülüp duran o güzel semaya yüksekliği O verdi. Ve mizanı koydu, yani o yüksekliklerin durabilmesi için aşağıya ve yukarıya çeşitli ve birden fazla ağırlıklar, varlıklar ve haklar arasında her şeyin kendi hakkına göre duruşu ve konumu demek olan denge kanununu, adalet kanununu koydu ki, bu kanun olmasaydı göklerin ve yerin nizam ve intizamı olmazdı. Nitekim bir hadis-i şerifte "Göklerin ve yerin varlığını sürdürmesi adaletledir." buyurulmuştur.

Mizan, "misâk" kelimesi gibi hem tartmak mânâsına masdar hem de tartı aleti, terazi, mânâsına ism-i âlet olabilir. Vezin, eşyanın diğerine nibsetle miktarı veya miktarının tanınmasıdır ki esasen bu kelime ağırlık için kullanılır. Ve bir mukayese ve eşitlikle yapılır. İşte bu mukayesenin yapıldığı alete de mizan denilir. Bu surette vezin, daima bir muâdele, yani bir denkleşme nisbetini ifade ettiğinden adalete ve adaletin ölçüsü olan şeriata da mizan denilmiştir. Onun için burada mizan, eşyanın gerek ağırlık itibarıyla ve gerek diğer hususlarda miktarlarının bilinmesine ölçü olarak herhangi bir alet mânâsına yorumlanabildiği gibi daha genel bir anlam ifade etmek üzere adalet mânâsında kullanıldığı ve şeriat olarak da tefsir edildiği olmuştur. Burada mizan kelimesi üç kere zikredilmiştir. Her ne kadar Zemahşerî bunun şiddetli bir tavsiye ve takviye için tekrar edildiğini söylemiş ise de, marifet yönüyle zikir ve tekrar da ilk yaratıcının aynı olması şeklinde bir külli kaidenin olmadığı ve peşpeşe gelen üç fâsılanın (âyet sonunda yer alan kelimenin) aynı mânâda bir tekrardan ibaret olmasının uygun düşmeyeceği cihetle biz bunlardan herbirinin ayrı bir mânâya işaret ettiğine inanıyoruz. Öncelikle "Mizanı koydu." âyetinde yer alan mizan, semanın yüksekliği münasebetiyle ortaya çıkan bütün eşya arasındaki genel denge kanunudur ki: (pesenteur) yahut (gravitaion) denilen yer çekimi veya ağırlık kanunu bunun en açık görüntüsüdür. Bildiğimiz terazi, kantar ve çeki gibi tartı ölçeği olan bütün mizanların esası da budur. Eskiler bunun yalnız yeryüzünde kullanıldığını zannediyor idiyseler de, sema ve yerdeki bütün cisimler hakkında geçerli genel bir kanun olduğu ve astronomi ilmi bakımından hususi bir önemi bulunduğu artık anlaşılmıştır. Bununla beraber genel denge kanunu yalnız cansız, duygusuz ve fizikî olan çekim kanununa hasredilmeyip kimyevî ve ruhî münasebetleri dahi içine almak üzere adalet kanunu adıyla daha kapsamlı olarak izah edildiği takdirde, faydasının daha fazla olacağı âşikârdır. Bu, her şeyi eşya arasında layık ve münasib olduğu yer ve mertebeye koyma demektir. Kâdi Beydâvî mizanı, her hazır olan şeye hak ettiğini, her hak sahibine da hakkını vermek suretiyle âlemdeki işlerin düzeni ve doğru hareket etmesi diye tarif etmiştir. Böylece o, gerek yaratma ve gerek kanun koyma açısından adalet ve dengeden daha genel bir mânâ ifade etmiş olur. Şu halde ikinci mizan kelimesi, mastar yahut şeriat, üçüncüsü de amel defteri olabilir. Mamafih başka türlü düşünmek de mümkündür.

8. Evet, mizanı koydu ki tartıda haksızlık etmeyesiniz. Şeriat ve kanuna tecavüz edip de haddinizi aşmayasınız, tartısız iş yapmayasınız, yahut maddî ve manevî tartıda taşkınlık etmeyesiniz de Allah Teâlâ'nın emirlerine, hükümlerine itaat ve hukuka riayet edesiniz.

9. Hem vezni: ister söz, ister fiil olsun her hususta tartma işini adaletle yapın, yani hem ayarsız tartı kullanmayın, hem de tartarken insaf ve adaletle dosdoğru tartın. Kendiniz için tartarken bir tarafı, başkası için tartarken de diğer tarafı ağır tutmayınız. Hepsinde terazinin dilini doğru tutunuz. Ve tartıyı aksatmayın, eksiltmeyin. Teraziyi kötü niyetli kullanmak suretiyle ahirette mizanınıza yazık etmeyesiniz diye O Rahmân, mizanı koydu ve göğe yükseklik verdi.

10. Arzı da alta koydu, tevazulu (alçak gönüllü) kıldı, aşağıya serdi. Enâm için. Enâm, lugatta halk, yahut cin ve insan yahut yer yüzünde ki yaratıklar demektir. Yerin bu şekilde aşağıya konulması, üzerinde bulunan yaratıkların menfaati içindir.

11. Şöyle ki: Onda bir çok meyva vardır. Mahlukatın özellikle insanların faydalanabilmesi için bir çok meyva vardır. Ve ekmamı olan hurma ağacı vardır. Ekmâm, kâfın kesriyle "kimm"in çoğuludur ki, meyvanın çiçeğinin üzerindeki kabcık, tomurcuk demektir. Yahut kâfın fethiyle "kemm"den çoğul olarak örtmek anlamını ifade etmesi sebebiyle, lifleri, dalları ve kabcıkları gibi üzerini örten şeyler demektir ki birisinde gelecek için çoğalma ve faydalarına, diğerinde de kurutmasına işaret edilmiş demektir.

12. Ve çimli daneler, buğday ve arpa gibi hububat ki, taze çim yaprakları içinde yetişir ve o yapraklar kuruduğu zaman saman olur ve bu suretle hem kendilerinden hem de yapraklarından istifade edilir. Hem de reyhan, ki koku alma organını temizler, sinirlere ve ruha neş'e ve canlılık verir. Reyhan, güzel kokulu ve gönül açıcı demek olup, bizim de reyhan dediğimiz nebat gibi koklanan güzel kokulu otların hepsine denir. Bununla beraber İbnü Abbas'tan reyhanın burada rızık mânâsına olduğu da nakledilmiş. Nitekim bir a'rabiye nereye gidiyorsun? diye sormuşlar o da: "Allah'ın reyhanından yani rızkından istiyorum." diye cevap vermiş. Rızkın insana rahatlık vermesi, yahut ekmek kokusunun özellikle acıkmış olanlara her kokudan daha güzel gelmesi, reyhan ile rızık arasındaki münasebeti ortaya koymaktadır. Buna göre maksat, Zemahşeri'nin de dediği gibi, dânenin çimli yapraklarına karşılık özü demek olur. Hamza, Kisâ'i ve Halef-i âşir kırâetlerinde nasb ile şeklinde okunması, ihtisas üzere fiilin hazfedilmesinden dolayıdır. "Taneyi yarattı." Takdir edenler olmuşsa da "Özellikle taneyi..."takdiri bizim zevkimize göre daha mülayimdir ki, bu durumda mânâsı, hele o çimli daneler ve o hoş reyhan (koku) demektir.

13. İmdi Rabbinizin nimetlerinin hangisini yalanlıyorsunuz? "Fâ" kendisinden sonra geleni önce geçene uygun olarak sıralamak içindir. Âlâ, Necm Sûresi'nde geçtiği üzere nimetler ve lütuflar demek olup müfredi 'dür.

Nimeti yalanlamak, inkâr ile nankörlük etmektir. Nimetin nimet olmasını inkar veya nimeti verene nisbetini inkâr veya her ikisini inkâr mânâsını ifade eder. Mesela hem Kur'ân öğretiminin bir nimet olduğunu hem de bunun Allah'ın bir nimeti olduğunu inkâr ederler. Yaratılışın, lisanın, yer ve göğün, adalet ve mizanın nimet olduğunu inkâr edenler de bulunmaktadır. Meyvaların, yiyeceklerin ve koklanacakların nimet olduğunu inkâr etmeseler de özellikle Allah'a nisbetini açıkça veya işaretle inkâr edenler de çoktur. Hitab, aşağıda açıklanacağı üzere ins ve cinne olduğu içindir ki, yaratıkların hepsi buna dahildir. Rab isminin açıklanması da, azarlama da şiddet ifade etmektedir. Yani ey o yaratıkların gizli ve âşikâr iki kısmını teşkil eden insanlar ve cinler! Şimdi siz bunları işittikten sonra Rabbiniz Rahmân Teâlâ'nın şu dinleyip gördüğünüz türlü nimetlerinden hangi birine yalan deyip de nankörlük edersiniz! Hiç böyle bir nimet sahibine nankörlük edilir mi? İbnü Ömer ve Câbir (r.a)'den rivayet edilmiştir ki, Hz. Peygamber (s.a.v) ashabına er-Rahmân Sûresi'ni okuduğunda onlar sükût ettiler. Buyurdu ki, niye ben cinnilerden, sizden işitmediğim güzel cevaplar işitiyorum? Cinlerin gecesinde ben bu sûreyi onlara okumuştum da âyetini her tekrar ettiğimde "Hayır nimetlerinden hiçbir şeyi yalanlamayız, Ey Rabbimiz hamd sana." dediler. Bunun için Rahmân Sûresi okunurken dinleyenlerin her âyeti okundukça öyle söylemelerinin mendub olduğu nakledilmiştir.

14. İnsanlar ve cinlerden her birinin özellikle kendi yaratılışlarıyla ilgili nimetin şükrünü yerine getirmemelerine karşı kınamaya mukaddime yapılmak üzere her birinin yaratılışlarının başlangıç ve esasını beyan ile buyuruluyor ki: (Allah) insanı fehhâr gibi bir salsalden yarattı. İbtidâ içindir. Salsal, tıngır tıngır ses veren kuru çamur demektir. Fehhâr, iyi pişkin saksı, yani fağfur (porselen) gibi çın çın ses verecek kadar kurumuş, hayattan o derece uzak kuru topraktır ki, insanın ilk çıkış yeri olan arz, güneşin sıcaklığı karşısında bu derece hayattan uzak iken Allah Teâlâ ondan tavırdan tavıra bir sülale (soy) seçerek insanı yarattı. (Bakara, Al-i İmran, Hicr, Mü'minûn Sûrelerine bkz.)

15-16. Cânnı da yarattı. Cânn, nûn'un şeddelenmesiyle cin demektir. Mâlih ile milh gibi, ikisi de vasıftır. Veya cin milh gibi cins ismi, cânn da, mâlih gibi sıfat ismidir. Yahut burada insandan murad, Âdem (a.s.) olduğuna göre cânndan murad da, cinnin babası demektir. Bazıları bunu Mücâhid'den İblis değil, cinnin babasıdır diye nakletmişlerdir. Bizim kanaatimize göre başlangıç itibarıyla bütün insan cinsi salsalden yaratılmış olduğundan insandan kasıt, Âdem değil insan cinsi olduğu gibi, Cânn'dan kasıt da cin cinsidir. Aşağıda da "İnsan ve cin..." diye ikisi de cins olarak zikrolunacaktır. Hicir Sûresi'nde "Cinleri de daha önce zehirli ateşten yaratmıştık." (Hîcir, 15/27) buyurulduğuna göre, demek ki Allah Teâlâ, insanı yaratmadan önce cânn yahut cin denilen gizli mahlukları yaratmıştı. Bir mâriç ateşten, birinci ibtidâiyye, ikinci beyaniyye olarak bir mâric ateşten demektir. Burada mâric iki mânâ ile tefsir edilmiştir. Bazıları asıl mânâsı, ızdırap anlamını ifade eden merec'den, halis ateş ya da dumansız sâfi alev demek olduğunu söylemişler, bazıları da merec'in asıl mânâsının ihtilât (karışma) olması itibariyle, mâric'in muhtelit (karışık) dumanlı bir ateş olduğunu ifade etmişlerdir. Hicir Sûresi'nde geçen "nâri's-semûm" tâbirine (Hicr, 15/27) muhtelif mânâsı daha uygun düşmektedir. Şu kadar var ki, muhtelit, yalnız duman karışık demek gibi ibtidâi bir mânâya olmayıp, "semûm" anlamına da uygun olmak üzere her şeye nüfuz edebilen ve karışan mânâsında ateşin hakikatini ifade etmiş olsa gerektir. Bundan başka mâric "merc"den müteaddi olarak haltedici yani karıştırıcı mânâsına da gelebilir ki bu da ateşin, yani hararetin eşya üzerindeki kimyevî bir özelliğini belirtmiş olur. Kısaca demek oluyor ki, insan yaratılmadan önce güneşte veya arzın başlangıç durumunda olduğu gibi çalkalanıp duran ızdıraplı ve çoşkun bir halde bulunan saf bir ateş, veya elektrik halinde olduğu gibi her şeye karışabilen bir ateş veyahut eşyayı birbirine karıştırmak özelliği taşıyan bir ateşten, biz insanların gözüne âdet olduğu vechile görünmeyen gizli bir takım hayat kuvvetleri, hayati unsurlar yaratılmıştır ki, bunlara cânn ismi verilmektedir.

17-18. Hem iki doğunun Rabbi, hem iki batının Rabbidir O yaratıcı Rahmân, yani yalnız insan ve cinnin başlangıçtan yaratıcısı olmakla kalmayıp, bütün varlık yönlerinin hatta varlık ve yokluk nimetlerinin hepsinin sahibi ve bütün tekamül (gelişme) mertebelerinin Rabbidir. Âyette geçen iki doğu ve iki batı tabirlerinde de bir kaç mânâ vardır. Birincisi, "Güneş ve ay bir hesap iledir." âyetinden anlaşılacağı gibi güneş ve ayın doğuları ve batıları demektir. İkincisi, yaz ve kış mevsimlerinde günlerin uzayıp kısalmasına göre olan doğular ve batılardır. Bu durumda gerçi hergün için ayrı bir doğu ve batı varsa da, en son noktalarını zikretmekle aralarındakileri de içine aldığı anlaşılmaktadır. Nitekim "bütün doğu ve batı O'nun" denildiği vakit, bunlar arasında kalan bütün yönler de kasdedilmiş olmaktadır. Üçüncüsü, nev'i kasdedilerek gerek güneş ve gerek diğerlerinin doğusu demek olabilir ki, bununla bütün cisimlerin doğu ve batısına işaret edilmiş olur. Dördüncüsü arzın, kürevî olması nedeniyle her yarısına nazaran bir doğu ve batıya işaret edilmiş olur ki, bunda doğu kabul edilen bir nokta aynı zamanda batı ve batı kabul edilen nokta da aynı zamanda doğu olmuş olur. Beşincisi de, güneş ve ay gibi görünen ışıklarla, akıl ve şuur gibi görünmeyen ışıkların doğuş ve batış noktalarına işaret olabilir ki bunu, bir yönüyle üçüncü kısma dahil etmek de mümkündür. Bunlardan hangisi olursa olsun, asıl kasdedilen mânâ, Allah'ın var olan ve olmayan bütün nimetlerin sahibi ve yöneticisi olduğunu beyan etmektir. Görülüyor ki bu âyetler, hem nimeti hem kudreti hatırlatmaktadır. Nimeti tenbih, şükrü gerektirir, kudreti tenbih de, nankörlüğe karşı kınamayı takviye eder.

19. Evet iki denizi mercetti (salıverdi) . Burada merc müteaddidir . mânâsınadır ki, salıverdi demektir. Bu da esas itibariye karıştırmak mânâsına gelirse de, bu ayrı bir kullanmadır. Bu iki deniz hakkında misal olmak üzere çeşitli yorumlar yapılmıştır. Önce Furkan Sûresi'nde geçen "O, iki denizi birbirine salmıştır. Bu, tatlı ve susuzluğu giderici; şu tuzlu ve acıdır. Ve ikisinin arasına birbirine kavuşmalarına engel olan bir perde koymuştur."(Furkân, 25/53) âyetine mutabık olmak üzere biri tatlı diğeri acı iki derya denilmiş. Mesela Şap denizine Nil, Basra Körfezi'ne Dicle dökülmüş olduğu gibi, diplerindeki suların birbirlerine kavuşması ile beraber birden bire diğeri ile karışmaksızın bir hayli mesafeleri uzayıp giden büyük sularla temsil edilmiştir. Buradaki iltikâ (karşılaşma) fiilî olarak birbirine temas mânâsına gelmektedir. İltikâ, temas edecek şekilde yakınlık ve komşuluk olarak da yorumlanabilir. Bu, acı denizin altında veya yakınında yer alan su hazineleri şeklindeki düşünceye de uygun olabilir. İkincisi, her ikisinin suyu da acı olmak üzere bir zamanlar Faris Denizi adı verilen Hint Okyanusu ile Rûm denizi denilen Akdeniz ile temsil edilmiştir ve aralarındaki engel Arabistan yarımadası veya karşılaşmak üzere bulundukarı Süveyş engelidir. Buna göre : "o iki deniz, birleşeceklerdir" mânâsına da yorumlanabilir ki, bu da Süveyş kanalının ileride açılacağını göstermektedir. "İkisinden de inci ve mercan çıkar." (Rahmân, 55/22) âyeti de, bu ikinci mânâya daha yakın bir anlam ifade etmektedir. Zira tatlı sudan inci ve mercan çıkması, biraz te'vile dayalıdır. Üçüncüsü, gök denizi ve arz denizi denilmiştir ki denizlerle, bulutlar veya daha geniş bir mânâ kasdedilmiş olabilir. Dördüncüsü, yeri etrafından kuşatan dış denizle yerin kıtaları arasındaki iç deniz ki, bu iki deniz birbirine kavuşurlar. Yer, aralarında bir engel halinde kalır, böylece taşıp da o yeri istilâ edemezler.

Beşincisi, "maşrikayn ve mağribeyn" (iki doğu ve iki batı)de geçtiği üzere acı, tatlı, iç dış, semavî ve arzî hatta hakikat ve mecaz her iki nev'iyle deniz de demek olabilir ki en genel anlamı budur. Bu suretle işarî mânâ olarak cismanî (maddi) âlem ile ruhanî (manevî) âlem anlamı da bulunabilir ki aralarında mevcut olan berzah da, hayal ve gölge alemi olmuş olur. Kavuşurlar. Bu cümle ya istinâfiyye (başlangıç) ya da hal cümlesidir. Mânâsı, kavuşurlar yahut karşılaşırlar. Veyahutta öyle bir halde salmıştır ki, kavuşacaklardır veya kavuşuyorlardır.

20. Fakat "aralarında bir berzah vardır." Berzah, esasen iki şey arasında bulunan engel ve ayırıcı sınır demektir. Coğrafya ıstılahında bilindiği gibi iki deniz arasında bulunan karaya denir. Berzah, burada ya bu anlamı ifade etmektedir, ya da kudretten herhangi bir sınır mânâsınadır. Aralarında bir berzah bulunduğundan dolayı o iki deniz birbirine geçmezler. O berzahı, o haddi aşıp da diğerinin yerini işgal edecek, özelliğini ortadan kaldıracak bir zulüm ve tecavüz yapmazlar, yapmaya meydan bulmazlar

21. Fakat "aralarında bir berzah vardır." Berzah, esasen iki şey arasında bulunan engel ve ayırıcı sınır demektir. Coğrafya ıstılahında bilindiği gibi iki deniz arasında bulunan karaya denir. Berzah, burada ya bu anlamı ifade etmektedir, ya da kudretten herhangi bir sınır mânâsınadır. Aralarında bir berzah bulunduğundan dolayı o iki deniz birbirine geçmezler. O berzahı, o haddi aşıp da diğerinin yerini işgal edecek, özelliğini ortadan kaldıracak bir zulüm ve tecavüz yapmazlar, yapmaya meydan bulmazlar

22. inci, özellikle iri inci ve mercan. Lisanımızda da mercanın kırmızısı meşhurdur. Bilindiği gibi inci ile mercan, hem süs eşyası olarak kullanılır hem de ticaret nimetlerindendir.

23. inci, özellikle iri inci ve mercan. Lisanımızda da mercanın kırmızısı meşhurdur. Bilindiği gibi inci ile mercan, hem süs eşyası olarak kullanılır hem de ticaret nimetlerindendir.

24-25. O denizde inşa edilmiş akıp gidenler O'nundur. Cevârî, akıcı mânâsına câriyenin çoğuludur ki gemiler demektir.

Münşeât, iki mânâ ile tefsir edilmiştir. Birincisi, bilindiği üzere inşa edilmişler demektir ki, gemilerin inşasının ehemmiyetini ve bunun Allah'ın bir nimeti olduğunu gösterir. İnsanlar tarafından inşa edilmiş olması, "Oysa sizi de, yaptığınız (bu şeyler)ı da Allah yaratmıştır." (Saffât, 37/96) âyetine göre onların, Allah'a ait olmasına mani değildir. İkincisi yelkenleri açılmış mânâsına da tefsir edilmiştir. Çünkü inşa, yükseltmek, yukarı kaldırmak mânâsına geldiği için, münşeât, yükseltilmiş demektir. Gemiler hakkında kullanıldığında bu vasıf, yelken açmış veya bayrak açmış anlamını ifade eder. Şu teşbih de, buna da bir işaret vardır. Alemler gibi, yani dağlar gibi burada alem, dağ mânâsına olmakla beraber, bayrak ve alâmet mânâsına da gelebilir. Evet, inşa edilip de denizde akıp giden, o inci ve mercan gibi nice faydalı şeyleri taşıyan o dağlar gibi gemiler de Allah'ın nimetlerindendir. Mamafih "cevâri'l- münşeât" vasfı, gök deryasında yüzüp duran bütün gök cisimlerinin Allah Teâlâ'nın kudret delillerinden olarak denizde yüzüp giden gemiler gibi akıp gittiklerini de ifade etmeye müsaittir. Bu durumda gelecek âyete de bir girizgâh (maksadı beyan için uygun söz) olmuş olur. Şöyle ki:

Meâl-i Şerifi

26. Yer üzerinde bulunan her şey fânidir.

27. Yalnız celâl ve ikram sahibi Rabbinin yüzü (zâtı) baki kalacaktır.

28. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

29. Göklerde ve yerde bulunanlar, O'ndan isterler. O, her gün yeni bir iştedir.

30. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

31. Ey insan ve cin! sizin de hesabınızı ele alacağız.

32. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

33. Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çevresinden geçmeye gücünüz yeterse geçin gidin. Ama Allah'ın verdiği bir güç olmadan geçemezsiniz.

34. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

35. Üzerinize ateşten alev ve duman gönderilir, kendinizi savunamazsınız.

36. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz

37. Gök yarılıp da, erimiş yağ gibi kıpkırmızı bir gül olduğu zaman...

38. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

39. İşte o gün, ne insana ne de cinne günahından sorulmaz.

40. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

41. Suçlular simalarından tanınır, alınlarından ve ayaklarından tutulur.

42. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

43. İşte bu, suçluların yalanladığı cehennemdir.

44. Onunla kaynar su arasında dolaşırlar.

45. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

26. "Yer üzerinde bulunan herşey fanîdir." Buradaki zamiri, "cevâri" dolayısıyla yahut doğrudan doğruya yukarıdaki (10. âyete) arza râcidir. Yani o arz üzerinde bulunan her kim olursa olsun hepsi yok olucudur. Gerek o gemilerdekiler, gerek diğerleri hepsi de su üzerindeki o yüzen gemiler gibi akıp akıp yokluğa gidecekler ve öleceklerdir.

27. Ey muhatab! Rabbinin yüzü ise bâki kalır O celâl ve ikram sahibi, deki vechin, "O'nun zâtından başka her şey helak olacaktır.." (Kasas, 29/88) âyetinde olduğu gibi Allah'ın zâtı mânâsına olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü zül-Celâl ve'l-ikrâm sıfatı "zû" diye merfu (ötreli) olarak "vech" kelimesine sıfat yapılmıştır. Eğer öyle olmasaydı sûrenin sonunda geleceği şekilde "zi'l-celâli ve'l-ikram" diye cer (esre) ile Rabba sıfat yapılması gerekirdi. Bununla beraber başka mânâlar da verilmiştir. Kâdî Beydâvî vechi, zât ile tefsir ettikten sonra şöyle demiştir: "Varlıkların cihet (sebeb) ve vecih (zât)lerini araştırmış olsan hepsini fâni bulursun, ancak vechullah yani Allah'ın yüzü müstesnâ ki bu, "O'nun cihetine (tarafına) yönelen yüz", yahut cihetine O'nun sahip olduğu yüz demektir." Hâşiyesinde Şihâb bunu şöyle izah etmiştir: "Bu, başka bir tefsir şeklidir. Burada vech, zattan mecazdır. Organ mânâsına değil, belki kasdedilecek ve kendisine yönelinecek cihet (taraf-yön) mânâsınadır." Üstadımız Makdisi (k.s.) de der ki: "Hadd-i zatında yok olanda asıl, kendi zâtı itibariyle bulunduğu hal üzere kalması, yani yok olmasıdır. Ancak Allah'ın sahip olduğu cihet, yani lütfuyla yakınlık gösterip kendi katından o şeyi feyizlendirdiği cihet müstesnâdır. Şu halde mânâ şudur: Hakk'ın dışındaki her şey fânidir. Yani aslında yok olmayı kabul etmektedir. Allah ona nazarı ve varlık elbisesini feyziyle giydirmeseydi, onun için varlık şerefi mümkün olmazdı. Bulunduğu hal üzere kalır, ortaya çıkmamış olurdu. Demek ki Hakk'ın ona nazarından sonra ancak varlık alemine geçmiş aslında Hakk'ın kendine nazarı ile kendisi için sabit olan yokluk üzere kalmamıştır. Şu halde bazı tefsirlerde olduğu gibi vech ile amel-i sâlih kasdedilmiş de olabilir. kavlinin mânâsı da şudur: Onunla Allah'a yaklaşılır ve yönelmeyi bize emrettiği cihet kasdedilir. O yokluk meydanında iken kul, onu emre uyarak işleyince Allah o kula mükafatını verinceye kadar onu, kul için dâim kılar. Diyebilirsiniz ki: O, kabul ile yokluğu kabul etmez oldu, çünkü ceza, onun yerine geçmiştir, O ise, bâkidir. Âlimlerimizden bazıları da şöyle dedi: "O yok olmamakla vasıflanan vech (yüz) Allah Teâlâ'nın varlıklara kayyumiyetidir (özdenliğidir). Ve o, Hak Teâlâ'nın zâtında yokluğu kabul etmeyen bir sıfatıdır. Biz vech sıfatına Allah Teâlâ'nın haber verdiği şekilde iman ederiz. Selef mezhebinin yolundan giderek "vech", "yed" gibi sıfatları ispat eder, keyfiyeti yahut te'vili ile uğraşmayız, dediğimiz takdirde de bu sıfatı, esasında yokluğu kabul etmez şeklinde tavsif etmiş oluruz ki, bu da, sahihtir. Bazı ârifler de demişler ki, Muhakkikler (hakikatı araştıran âlimler)i, Allah Teâlâ'dan başkasına şehadet etmekten yüz çevirdiler. Çünkü Allah, onları varlık delilleri ve daimi bir bilgi ile donatmıştır. İbnü Ata demiştir ki; varlık hep karanlıktır. Varlığı, ancak Hak Teâlâ'nın onda görünmesi nurlandırmaktadır. Binaenaleyh her kim varlığı görür de onda veya onun yanında veya ondan önce ya da sonra ona şehadet etmezse, o nurlardan yoksun kalmış, kendisinden bilgi güneşleri, bulutlarla gizlenmiş olur. Kısacası Allah'ın yüzü, eşyanın veya insanların Allah'a bakan yüzü, yani kendi zâtlarına nazaran değil de Allah'ın rubûbiyyetinden (Rab sıfatından) ve yansımasındaki feyzinden istifade etmeleri sebebiyle ona nisbet edilmeleri, ilimdeki eşyanın sabit olan sûret ve hakikatleri ile gelecek kader görüntüsü gibi bir mânâ ile de düşünülebilirse de, burada vechin, zü'l-celâl ve'l-ikrâm sıfatı ile vasıflanması, bütün bu düşüncelerin hepsine mânidir. Bununla ancak Allah Teâlâ'nın zât-ı kibriyâsı vasıflanabilir. O halde "Rabbinin yüzü." "Rabbinin zatı." demek olunca "Rabbin kalır." denilmekle yetinilmeyip de zatın vech ile ifade edilmesinin nüktesi ne olabilir? diye bir soru hatıra gelebilir. Bunun nüktesi, zâtın yalnız gizli ve mücerred zât olarak değil, sıfat ve rubûbiyyetinin görünmesi ve yansıması itibariyle dahi bâki oluşunu göstermektedir. Bunu kayyumiyet (ebedilik) sıfatı ile ifade edenler de bu nükteyi anlatmak istemişlerdir. Özellikle şu iki sıfatla vasıflandırmak da bunu te'yid etmektedir. Yani Rabbinin bâki kalacak olan yüzü, şu iki sıfatla vasıflanmaktadır. Ki hem celâl hem ikram sahibi. Karşısında hiçbir şey kendi kendine tutunamayacak, azamet ve celâli ile her şeyi kahr ve yok edebilecek derecede büyüklük ve mutlak ihtiyaçsızlık sahibi, hem de yok olan ve yok olacaklara hayat vererek bağış ve ihsanına nâil kılacak tam bir lütuf sahibidir. Burada zikri geçen Celâl ve ikram, gelecek âyetlerle açıklanacaktır. Rağıb el-İsfahânî der ki: "Bu zü'l-Celâl ve'l-ikram sıfatı Allah'a mahsus olan ve ondan başkası için kullanılmayan sıfatlardandır. Binaenaleyh Allah Teâlâ'nın en hususî vasıflarındandır." Tirmizî'nin Enes'ten, Ahmed b. Hanbel'in Rebia b. Âmir'den merfu olarak rivayet ettikleri şu hadis de buna işaret etmektedir. "Yâ ze'l-Celâli ve'l-İkram"a devam edin, dualarınızda onları çok söyleyin." demektir. Yine Tirmizî, Ebu Dâvud ve Nesâî Enes'ten rivayet etmişlerdir ki söz konusu sahabî Peygamber (s.a.v)'le beraber bulunuyordu, bir adam da namaz kılıyordu. Sonra dua etti de şöyle dedi: "Ey Allah'ım senden istiyorum, hamd sanadır, senden başka ilâh yoktur, sen ihsanı bol olan, semavatı ve arzı yaratan, celâl ve ikram sahibisin. Ey hayy ve kayyum olan Allah'ım." Bunun üzerine Hz. Peygamber buyurdu ki biliyormusunuz bu zât ne ile dua etti? Onlar da Allah ve Resulu en iyisini bilir dediler. Resulullah buyurdu ki: "Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki O, Allah'a en büyük ismiyle dua etti. O, ism-i azam (en büyük isim) ki onunla çağrıldığı zaman cevap verir, ve onunla istenildiği vakit ihsanda bulunur."

28. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlarsınız? Yani sizler fâni olduğunuz halde, sizin yok olmanızdan sonra bile ikramı devam eden Rabbinizin hangi nimetlerine nankörlük edersiniz?" Buradaki "Fa" evvelki âyetin mânâsıyla ilgilidir. Çünkü fenâ, bekânın, ebedi hayatın sürekli nimet ile sevabın bir kapısı olmuş oluyor. Teybî demiştir ki, "Geçen âyetten murad, mânâsının içeriğidir. Zira o, bir ceza ve mükafat vaktinin geleceğinden kinayedir. Onun için bilhassa celâl ve ikram zikredilmiştir. Bu sıfatlar ceza ve sevaba delalet ederler. Cezayı hatırlatmakdan maksat da, günahı, gerektiren fiillerden kulları sakındırmaktır. Bu gibi sakındırmalar ise, ayrıca bir nimettir. İşte "Hangi nimet?" hitabı, bu nimetlere teşvik içindir." Bunu şöyle de anlayabiliriz, Allah'ın celâlinde de nimet, ikramında da nimet vardır. Yahut şöyle diyebiliriz; Allah'ın celâlinden nasıl korkmaz, ikramına nasıl talib olmaz da nimetlerine nankörlük edersiniz?

29-30. O celâl ve ikramı izah konusunda cümle-i istinâfiyye (başlangıç cümlesi) veya hâliyye (hâl cümlesi) ile buyuruluyor ki: Göklerde ve yerde olan her kes O'ndan ister, gerek sonradan meydana gelmeleri ve gerekse aynı hal üzere kalmaları ve diğer halleri itibariyle muhtaç oldukları her dileği ondan isterler. Gerek davranışla ve gerek sözle olsun daima ondan ister dururlar. Çünkü kendi kendilerine ve mümkün olan hakikatlerine nazaran var olmaya asla hakları yoktur. Bu yüzden her an O'ndan isterler.

O hergün bir iştedir. Ya celâle veya ikrama bağlı bir iştedir ki, onlara istediklerini vermek de bu cümledendir. Zira Hak Teâlâ üstün hikmetlerine dayalı dileği gereğince her an nicelerini yok eder ve nicelerini var eder, nicelerini de zengin kılar, bazı halleri giderir, bazılarını getirir. İbnü Mâce, İbnü Hibbân ve daha bazı hadis âlimleri, Ebu'd-Derdâ (r.a.)'dan rivayet etmişlerdir ki, Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Günahları affetmek, sıkıntıları gidermek ve birtakım insanları yükseltip, bir takımlarını alçaltmak da O'nun şânındandır". Bezzâr'ın rivayetinde dualara icabet (kabul) etmek ziyadesi de vardır. cümlesi, iki mânâ ile tefsir edilmiştir. Birisi gün, mutlak vakit mânâsına olarak her saat, her an diye açıklanmıştır. Bir de İbnü Uyeyne ve Hasan-ı Basri'den nakledildiği üzere Allah Teâlâ'ya göre zaman iki günden ibarettir. Birisi dünya birisi ahirettir. Her birine göre de Allah'ın bir şe'ni (işi) vardır. Dünyadaki işi, emir ve nehiy, ahiretteki işi de, hesâb ve cezadır.

31-32. Nitekim ahiretteki işi beyan için buyuruluyor ki sizin için boş kalacağız. Ferağ, lugatta boşalmak demektir. Buna göre bir meşguliyetten boşalmak sonradan bir meşguliyeti gerektirir. Halbuki Allah Teâlâ'yı hiç bir iş, diğer işten alıkoyamayacağı için burada özellikle ahiret işleri olan hesap ve cezayı ifade etmek üzere bu suretle bir istiâre veya kinaye yapılmıştır. Yani bugünkü dünya işleri geçecek, bu dünya hayatı ve nimetleri yok olacak, bu mühletler, hoşgörüler tükenecek, yarın Allah'a dönüşle mücerred sorumluluk hesap ve ceza için huzura geleceksiniz de sırf sizin işinize bakılacak, sizin sorumluluğunuzun gereği yapılacaktır.

33. Ey sekelân. Sekalân yahut sekaleyn iki sekal; bundan sonraki âyette de açıklanacağı üzere insan ve cinnin bir adıdır. Sekal, yük ve ağırlık demektir. İsimlendirme şekli anlatılırken deniliyor ki: Arz bir yüklü hayvana insan ve cin de ona yükletilmiş iki ağır yüke benzetilerek bu isim verilmiştir. Buna göre yer yüzünde insan ve cinden başka mahlukat, ilave kabilinden demek olur ki, iki denk (yük) arasına konulan fazlaya veya takılan takıya ilave denilir. İnsan ve cin yeryüzünde gizli ve açık hayatî kuvvetler olması itibarıyla onun esaslı ağırlığı gibi düşünülmüş demek olur. Bir de yer üzerinde ağırlıkları veya görüşlerinin ağırlıkları, itibar ve şöhretlerinin önemi ve büyüklüğü hasebiyle o ismi aldıkları söylenmiştir. Bundan başka sorumlulukla kendilerine ağırlık verilmiş olduğu için bu ismi almış olabilirler. Ayrıca günah ile ağırlaşmasından dolayı bu ismin verildiği nakledilmektedir. Bir hadisde "Ben sizin içinizde iki ağırlık bıraktım, biri Allah'ın kitabı, biri de ıtretim (zürriyetim)." buyurulmuş ve bunda sakalân tabiri kitabullah gibi itibar ve şöhreti büyük olan manevî ağırlıklar hakkında kullanılmış bulunduğuna göre bu mânâ, üçüncü hususa uygun olabilir. Yani insan ve cinne maddî taraflarından ziyade manevî şerefleri itibarıyla sakalân isminin verilmiş olması tercihe şâyan görünmektedir.

34. Yani yarın böyle hesâb gelip çatacakken gerek bugün içinde bulunduğunuz hayat nimetlerine ve gerek yarının ceza ve mükafatına nasıl nankörlük edersiniz? Yahut bu uyarı ve haberle nankörlükten sakındırmak dahi o nimetlerden birisi iken nasıl olur da bugün nankörlük edip yarının o yüksek nimetlerinden mahrum kalır ve kendinizi büyük tehlikelere sürüklersiniz? Bu suretle bir ceza gününün geleceği anlatıldıktan sonra Allah Teâlâ'nın hüküm ve saltanatından çıkıp kaçmanın imkan ve ihtimali bulunmadığı ve binaenaleyh yok olmakla hesâb ve cezadan kurtuluşa çare bulunamayacağını anlatmak için buyuruluyor ki ey cin ve insan topluluğu, bununla sekalân da tefsir edilmiş oluyor. Yani ey cin ve ins cemaati O semavât ve arzın aktarından, göklerin ve yerin hudud ve uzaklıklarından çıkıp gitmeğe gücünüz yeterse, yani Allah Teâlâ'nın mülkünden, hüküm ve saltanatı altından kaçabilirseniz haydi çıkıp gidin, mümkünse kendinizi kurtarın. Bu emir onları aciz bırakmak içindir. Fakat çıkamazsınız bir sultan olmadıkça, yani bütün o göklerin ve yerin kuvvetlerini mağlup edecek başka bir kuvvet ve saltanat olmadıkça çıkamazsınız. Zaten öyle bir kuvvetiniz de yoktur. Cin ve insan, kendilerine sekalân ismi verilecek kadar itibar ve şöhrete sahip olmakla beraber, bütün şu yer ve gök kuvvetlerinin üstüne çıkacak derecede bir kuvvet ve saltanatı elde etmiş değillerdir. Onun için çıkamazsınız. Daha doğrusu Allah Teâlâ tarafından bahşedilecek bir kuvvet veya bir emir olmadıkça çıkamazsınız, kaçamazsınız, denilmektedir.

Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilir ve inkâr edebilirsiniz? Yani her nereden bakılsa onun hüküm ve saltanatının hududundan çıkmak imkanı olmadığı halde ona karşı nasıl küfür ve nankörlük etmeğe cesaret edersiniz? Ancak çıkmağa kalkışıldığı takdirde ne olur? Denilirse, bunun cevabı şöyle verilir.

35-36. Üstünüze ateşten yalın bir alev salınır. Ve bir bakır, yani erimiş bakır, yahut bakır gibi kızıl bir duman, veya zehirli bir duman ki hem yakar hem boğar "da her ne yapsanız bundan kurtulamazsınız." Kendinizi savunamaz ve kaçıp gidemezsiniz, yakalanır ve yakılırsınız. Ebû Hayyan "Bahr" de der ki: "Bu ifadeden maksat, cin ve insanın acizliğini göstermektir." Yani kaçamayacaklarını beyan etmektir. Lakin dikkat edilmesi gereken bir husus şudur ki, bu tehdit tarzı zamanımızdaki topların, uçak bombalarının ateşlerini andırır şekilde bir tasvir fikri vermektedir. İbnü Ebî Şeybe'nin bu âyetle ilgili olarak Dahhak'tan yaptığı bir rivayete göre: Bu, dünyada da vuku bulacak, batı tarafından bir ateş çıkacak insanları hatta maymunları bir araya toplayacak, domuzlar da onların yattıkları yerde yatacak, uyudukları yerde uyuyacaklardır. Buralarda hitabın gerektirdiği tehdit bir lütuf ifade eder. Çünkü, itaat edenle isyan edeni ayırmak ve kâfirlerden intikam almak da bir nimettir. Mamafih bu görüşleri takdir etmek suretiyle hal cümlesi olarak yukardaki âyete bağlamak da mümkündür. Yani onlara böyle söylenerek ateş salınır.

37. Sonra da gök bir yarıldı mı yani kıyamet kopmaya başlayıp gök dürülmek üzere çatladığı çatlayıp da bir gül olduğu, kıpkırmızı bir gül gibi kızarmış bir halde yağ gibi eridiği zaman.. şartiyyedir, cevabı mahzuftur. Yani şimdi tafsilatını anlayamayacağınız, beyana sığmaz ne dehşetler, ne inkılablar olacaktır.

38. Böyle iken şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Zira o, korkunç dehşetli inkılâb günlerini haber vererek kurtuluşa götürmek ve terbiye için hatırlatmada bulunmak dahi ilâhî lütuflardandır. Yahut o günler, o yalanlayanların cezasını vermek için böyle hitabı ceza ile azarlayarak gelecektir.

39-41. İşte o gün gök yarılıp olacaklar olduğu gün ne insan ne de cin günahından sorulmaz. Yani suçlu olup olmadığının anlaşılması için şuradan buradan sorularak araştırılmaya ihtiyaç yoktur. Günahlı ile günahsız karıştırılmaz. Çünkü hepsi tesbit edilmiştir. Şimdi açıklanacağı gibi suçlular, yüzlerinden tanınırlar. Demek ki hesâb ve sorumluluk yok değil, Lakin o gün suçlunun şahsını tanımak için soru sorulmaz.

42. Buralarda hitabın gerektirdiği tehdit bir lütuf ifade eder. Çünkü, itaat edenle isyan edeni ayırmak ve kâfirlerden intikam almak da bir nimettir. Mamafih bu görüşleri takdir etmek suretiyle hal cümlesi olarak yukardaki âyete bağlamak da mümkündür. Yani onlara böyle söylenerek ateş salınır. Sonra da gök bir yarıldı mı yani kıyamet kopmaya başlayıp gök dürülmek üzere çatladığı çatlayıp da bir gül olduğu, kıpkırmızı bir gül gibi kızarmış bir halde yağ gibi eridiği zaman.. şartiyyedir, cevabı mahzuftur. Yani şimdi tafsilatını anlayamayacağınız, beyana sığmaz ne dehşetler, ne inkılablar olacaktır. Böyle iken şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Zira o, korkunç dehşetli inkılâb günlerini haber vererek kurtuluşa götürmek ve terbiye için hatırlatmada bulunmak dahi ilâhî lütuflardandır. Yahut o günler, o yalanlayanların cezasını vermek için böyle hitabı ceza ile azarlayarak gelecektir. İşte o gün gök yarılıp olacaklar olduğu gün ne insan ne de cin günahından sorulmaz. Yani suçlu olup olmadığının anlaşılması için şuradan buradan sorularak araştırılmaya ihtiyaç yoktur. Günahlı ile günahsız karıştırılmaz. Çünkü hepsi tesbit edilmiştir. Şimdi açıklanacağı gibi suçlular, yüzlerinden tanınırlar. Demek ki hesâb ve sorumluluk yok değil, Lakin o gün suçlunun şahsını tanımak için soru sorulmaz. Suçlular, yüzleriyle tanınırlar da bu sebeble perçemleriyle ayaklarından tutulurlar daha Türkçesi yaka paça yakalanırlar. Rabbinizin hangi nimetlerine yalan derdiniz? diyerek yakalanırlar. Yahut suçluların bu şekilde yakalanması suçlu olmayanlar için bir nimet olur.

43. İşte bu cehennem ki suçlular onu yalanlıyor ve yalan olduğunu söylüyorlardı.

44-45. Dönüp dolaşıyorlar onunla o cehennem ateşi ile kızgın bir hamîm arasında Hamîm, sıcak su Ân, son derece kızgın demektir. Diye suçlarının, küfür ve nankörlüklerinin cezası çektirilir.

Zü'l-celâl ve'l-ikramın celâl tecellileri (görüntüleri) bu şekilde beyan edildikten sonra ikram tecellileri ifade edilmek üzere buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

46. Rabbinin makamından korkan kimselere iki cennet vardır.

47. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

48. İkisinin de çeşitli ağaçları, meyvaları vardır.

49. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

50. İkisinde de akıp giden iki kaynak vardır.

51. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

52. İkisinde de her türlü meyvadan çift çift vardır.

53. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

54. Astarları atlastan yataklara yaslanırlar. İki cennetin de devşirmesi yakındır.

55. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

56. Oralarda gözlerini yalnız eşlerine çevirmiş dilberler var ki, bunlardan önce onlara ne insan ne de cin dokunmuştur.

57. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

58. Sanki onlar yâkut ve mercandırlar.

59. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

60. İyiliğin karşılığı, yalnız iyilik değil midir?

61. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

62. Bu ikisinden başka iki cennet daha vardır.

63. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

64. (Bu cennetler) yemyeşildirler.

65. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

66. İkisinde de fışkıran iki kaynak vardır.

67. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

68. İkisinde de her türlü meyva, hurma ve nar vardır.

69. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

70. İçlerinde güzel huylu, güzel yüzlü kadınlar vardır.

71. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

72. Çadırlar içerisinde gözlerini yalnız kocalarına çevirmiş hûriler vardır.

73. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

74. Bunlardan önce onlara ne insan ne de cin dokunmuştur.

75. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

76. Yeşil yastıklara ve hârikulâde güzel işlemeli döşeklere yaslanırlar.

77. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

78. Büyüklük ve ikram sahibi Rabbinin adı ne yücedir!

46-47. Rabbinin makamından korkan kimse için ise, Burada zikredilen makam kelimesi, mimli mastar ya da mekân ismi olabilir. Mastar olduğunda da ya failine ya da mütaallakına (bağlı olduğu kelimeye) muzaftır. Failine muzaf olması durumunda mânâsı, Rabbinin makamı, âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ'nın kıyamı ve her şey üzerindeki hakimiyeti ve insanların bütün hallerine gözcü ve muhafız oluşu demektir ki, "Her nefsin kazandığını gözetleyip muhafaza eden (hiç böyle yapamayan gibi) olur mu?" (Ra'd, 13/33) âyetindeki kıyam gibidir. Mutaallakına muzaf olması durumunda ise anlamı, insanların kıyamet günü hesap için Hak Teâlâ'nın huzuruna duruşu demek olur. İsm-i Mekân olduğunda da bu mânâ ile Rabbinin huzurunda duracağı yer demek olur. Yahut makam kelimesi, kinaye yoluyla "Rabbinden korkan" mânâsında da yorumlanabilir. Korkudan kasıt, yalnız yürek çarpıntısı değil, küfür ve nankörlükten sakınıp iman ve şükür ile itaat için saygı ve hürmet göstermek demektir. Kısacası, rubûbiyyet sıfatını taşıyan, zü'l-celâl ve'l-ikram sahibi Rabbinin celâlinden korkan, yahut kıyamet günü onun celâli karşısına dikileceği makamını sayıp da korkan kimseler için de iki cennet vardır, ki biri cismanî, biri rûhanî cennet yahut biri adn, biri naîm cenneti veya biri dâru'l-İslâm biri dârû's-selam gibi mânâlara gelebilirler. Zikredilen iki cennet için daha başka anlamlar da söylenmiş ise de kıyamet halleri görülmeden bunların tafsilatı bilinemiyeceğinden daha fazla izaha girmek doğru olmasa gerektir. İbnü Ebî Hâtim ve Ebu'ş-şeyh, Atâ'dan şöyle bir rivayeti naklederler: "Ebu Bekr, (r.a.) bir gün düşünüp, kıyamet, mizan, cennet, nâr, meleklerin dizilmeleri, göklerin katlanışı dağların serpilip dağılışı, güneşin dürülmesi ve yıldızların parçalanışı hakkında fikir yürütmüş de, "Arzu ederdim ki, ben şu yeşilliklerden bir yeşillik olsaydım, hayvanlar gelip beni yeselerdi ve ben yaratılmamış olsaydım." demişti. İşte bunun üzerine âyeti nazil olmuştu." Beyhaki Şuabu'l-îman'da Hasan-ı Basrî'den şu rivayeti zikreder: Hz. Ömer zamanında bir genç, mescide ve ibadete devam ederdi, derken bir kızla birbirlerine aşık olmuşlardı. Birgün kız tenhada yanına geldi, konuştular sonra gencin gönlü onu çekti, bunun üzerine genç çığlıkla hıçkırdı ve arkasından bayıldı. Onun bir amcası vardı, geldi onu yüklenip evine götürdü. Genç ayılıp kendine geldiği vakit ey amca! dedi: "Ömer'e git benden selam söyle ve ona sor ki; Rabbinin makamından korkan kimseye ne vardır? Bunun üzerine amcası gitti durumu Ömer'e haber verdi. Ancak genç arkasından bir çığlıkla daha hıçkırıp vefat etti. Hz. Ömer bu olaya vâkıf olunca "Sana iki cennet var, sana iki cennet." dedi."

48-49. İkisi de efnân sahipleri, zevâtâ, zâta gibi, zâtın tesmiyesidir. Zira sâhibe mânâsına zâtın aslı zevât olup tekil ile çoğulunu ayırmak için "Vâv" hazfedilmiştir. Efnân, fen yahut fenen'in çoğuludur. Fenn, çeşit demektir. Nitekim ilmin çeşidine de örfte fen ismi verilmektedir. Fenen de ince ve yumuşak dal ve taze fidan mânâsınadır. Yani her birinde türlü türlü bostanlar, yahut birçok dallar, bölümler vardır. İkisi de çeşitlidir.

50-51. Onlarda iki kaynak akar birine tesnîm birine de selsebil denilir.

52-53. Her meyvadan çift çift, mesela yaşı da vardır kurusu da, yahut biri dünyada tanınan veya tanınmayan olmak üzere iki sınıf

54-55. dayanmış oldukları halde deki den haldir. Mefrûşât, yaygı, döşeme takımları ki astarları, kalın ipek kumaştandır Artık yüzlerinin güzelliğini Allah bilir. Hem iki cennetin meyvalarının toplanışı da yakındır her konumda zahmetsizce alınıverecek derecede yakındır.

56-61. Cennetlerde. Burada "hümâ" denilmeyip "Hünne" diye çoğul zâmiri'nin zikredilmesi, her iki cennetin çeşitleriyle bir çok cenneti ihtiva etmiş olduğuna yahut her perde ikişer cennetten daha fazla verileceğine işaret etmektedir. Bakışı kısan dilberler. Buradaki "kâsırâtu't-tarf" ifadesi, bir kaç mânâda yorumlanabilecek bir övgü sıfatıdır. Birincisi bakışlarını yalnız kocalarına çeviren, başkalarına bakmayan sevgili, sadakatli ve vefâlı dilberler demektir. İkincisi, bakanın bakışlarını kendisine çeken, gören bir gözü başkasına bakmak istemeyecek derecede kendisine bağlayan güzeller anlamındadır. Nitekim Mütenebbi şöyle demiştir:

"Bir bel ki ona gözler dikilir, sanki üzerinde göz bebeklerinden bir kuşak teşekkül eder."

Üçüncüsü, süzgün bakışları kendi önlerine çevrilmiş; şuraya buraya bakmayan; edeb, haya, vakar ve nezâketiyle seçkin dilber mânâsına gelir. Nitekim İmru'ul kays şöyle demiştir:

"O bakışlarını kendi önüne çevirmiş dilberlerden ki bir karıncanın bakışı, burnunun üstünde dolaşsa rahatsız eder."

Çokları ilk mânâyı tercih etmişlerdir. Bazı haberlerde de Hz. Peygamber'in söz konusu kavrama, kocalarından başkasına bakmazlar diye mânâ verdiği nakledilmiştir. Âlûsî der ki: "Bazı haberlerde şöyle zikredilir. : Onlardan her biri kocalarına, "Rabbin izzeti hakkı için ben cennette senden daha güzelini görmüyorum. Beni sana, seni de bana eş yapan Allah'a hamdolsun." der.

Tams, esasen kanamak demektir. Onun içindir ki hayız kanına tams denir. Bu kelime daha sonra bekâret halinde olan birleşmeye isim olmuştur. Ayrıca mutlak cinsî yaklaşım anlamı ifade ettiği de söylenmiştir. Buna göre âyetin mânâsı şöyle olur: Onları kimse kanatmamıştır. Yahut onlara kimse dokunmamıştır. Hep bekâr kalmışlardır. İyiliğin karşılığı ancak iyiliktir. Yani güzelliğin karşılığı güzellik, güzel iş yapanın karşılığı güzel sevaptır. Bundan anlaşılıyor ki (Rahmân, 55/46) âyetinde yer alan "havf" (korkmak)dan maksad, güzelce amel etmektir. Zira ihsanda esas olan hadisinde zikredildiği üzere "Sana gereken Allah'ı, görüyormuşsun gibi ona ibadet etmendir. Çünkü sen O'nu görmesen de O seni görüyordur." prensibine uygun hareket etmektir. Hakim et Tirmizi'nin Nevâdiru'l-Usûl'de, Bağavi'nin tefsirinde, Deylemi'nin Müsned-i Firdevs'de ve İbnü Neccâr'ın tarihinde Enes'ten yaptıkları rivayette, Resulullah (s.a.v) âyetini okuyarak, oradakilere: "Biliyor musunuz Rabbiniz ne buyuruyor? diye sormuş, bunun üzerine onlar da, "Allah ve Resulü en iyisini bilir." diye cevap vermişler. Hz. Peygamber (s.a.v) de "O, "Benim kendisine tevhidi nimet olarak verdiğim kimsenin mükafatı ancak Cennettir, buyuruyor." diye karşılık vermiştir."

Tevhid, ilim ve amelden daha umumî olarak düşünülünce bu, yukarıda geçen ihsan hadisinin içeriğini meydana getirmiş olur. Mamafih âyette iki ihsanı mânâ itibariyle birleştirmek için daha genel anlamda tefsir edilmiş olduğu açıkça görülmektedir.

62-63. Onların berilerinde yahut ötelerinde (diğer) iki cennet vardır. İbnü Zeyd'den yapılan rivayete göre önceki cennetler, mukarrebler (takva ve kullukta Allah'a yakın olanlar) için bunlar ise, ashab-ı yemin (amel defteri sağ eline verilenler) içindir. Hasan-ı Basri'ye göre de öncekiler sahabiler, sonrakiler de tâbiîn içindir. Bu iki görüşe göre de ikinciler, şeref ve mertebe yönünden öncekilerden aşağıdır ve nın ifade ettiği anlam da budur. Öncekiler, ikisi de çeşitli olmakla daha derli toplu ve daha olgun vasıfla vasıflanmıştır. âyeti de, en yüksek olan ihsan mertebelerini göstermiş olmaktadır. Mamafih bir kısım âlimler de sonrakilerin vasıflarının daha üstün olduğunu kabul etmişlerdir. Bu anlayışa göre onların daha ilerisinde demektir.

64-65. Yemyeşil. Müdhâmmetân, müdhâmme'nin tesniyesidir. Müdhâmme, ihmirâr bâbından den ism-i fâil müennestir. Aslı, dühmeden gelir ki, gece karaltısı ve yağız at rengi demektir. Nitekim yağız ata edhem denilir. Yağıza yakın tam koyu yeşile de bu isim verilir ki, burada da aynı mânânın olduğu beyan edilmektedir. İbnü Abbâs, Mücahid, İbnü Cübeyr, ikrime, Ata, İbnü Ebî Rebâh ve daha başkaları söz konusu kelimeyi, "hadrâvân" (yemyeşil) diye tefsir etmişlerdir. Hatta Taberânî ve İbnü Merdûye'nin rivayetlerine göre, Ebû Eyyûb (r.a.) demiştir ki; "Hz. Peygmber (s.a.v.) 'den âyeti hakkında sordum, onun hadravân mânâsına geldiğini söyledi."(2) Demek ki bundan maksat, yeşilliklerin şiddetini beyan etmektir. Lisanımızda biz bunu, yemyeşil, yahut gömgök şeklinde ifade ederiz.

66-67. Onlarda fışkıran çifte pınarlar vardır. Yahut fıskıyeler, şadırvanlar vardır. Âyette geçen nadh, suyun fışkırması ve püskürmesidir. Nokta ile nadh ise, daha kuvvetlice fışkırma halini gösterir ki, burada kelimenin "hâ"sı noktalıdır. Böyle fışkıran şadırvanlar daha sanatlı ve cereyandan fazla güzelliğe sahib bulundukları için bazıları bunları "Akan iki pınar." dan daha övgüye layık ve daha üstün saymışlardır.

68-69. "İkisinde de türlü türlü meyveler, hurmalıklar ve nar ağaçları vardır." Bu kelimelerdeki tenvin, onları benzeri görülmedik derecede nekreleştirerek (bilinmez yaparak) üstün kılmaktadır. Fâkiheden sonra özellikle nahl ile rummân zikri de En'âm Sûresi'nde geçtiği üzere bunların yemiş olmaktan başka yemek ve ilaç olmak gibi bir özelliklerinin bulunmasındandır. Hele çekirdeksiz nar bilhassa zikre şâyândır.

70-71. Onların içinde hayırlı ve faydalı güzeller vardır.

72-75. Çadırlar içinde kocalarından başkasına bakmayan hûriler vardır. Yani şurada burada dolaşan takımdan değil, evlerinin işleriyle meşgul namuslu, beyaz tenli, kara gözlü seçkin dilberler bulunmaktadır. Hûr, ahver veya havra'nın çoğuludur ki gözünün beyazı şiddetli beyaz, karası da şiddetli kara olan âhû gözlüye denilir. Âlûsî der ki: "İbnü Münzir ve diğerlerinin İbnü Abbas'tan nakline ve Ümmü Seleme'nin Resulullah (s.a.v)'dan rivayetine göre hûr, "beyaz" mânâsına tefsir edilmiştir." Ümmü Seleme hadisi sahih kabul edilirse Resulullah (s.a.v)'ın tefsirinden dönmemek gerekir. Hayme dilimizde çadır diye meşhurdur. Kâmus tercemesinde hayme, Arap evlerinin yuvarlak olanına denir ki, işte çadır diye isimlendirilen bu evdir. Bazıları dedi ki, üç yahut dört direk üzerine kurulup üstü Sümâm denilen otlukla kapatılan ve havanın sıcağını alta geçirmeyen bir evdir. Yahut mutlaka ağaç dallarından yapılan eve denir ki, Türkçe'de bu tip evlere salaş adı verilir. Kısaca ifade etmek gerekirse Araplar'ın kıldan yuvarlak kubbe tarzında yaptıkları, bazan dikdörtgen biçiminde olan evleridir. Deriden dahi yapılabilir. İşte bunlara çadır denilir. Ayrıca ağaçtan yapılanları Türkmen dilinde "alacık", sazlıktan yapılanlara ise "hüg" ismi verilir. Bu bilinen çadırlar hâlâ yapılmaktadır. Çadırların otak, şemşiyye, kubbe ve aylak gibi türleri vardır. Fakat burada cennet çadırlarının inciden olduğu nakledilmiştir. Buharî, Müslim, Tirmizî ve diğerleri Ebû Mûsa el-Eş'arî'den Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir. "Çadır, içi boş bir incidir: "Dürretin mücevvefetün" Gökte boyu altmış mildir. Her köşesinde müminin bir ehli (yakını) vardır. Diğerleri onları görmezler, mümin bunları dolaşır." Bir takımlarının da Ebu'd-Derdâ'dan yaptıkları rivayete göre "Hayme, büyük bir incidir ve inciden yetmiş kapısı mevcuttur." Şüphe yok ki bunlar, cennet evlerinin sefâsını tasvir etmek için yapılan temsillerden ibarettir. Râzî de der ki: "Çadırlar içinde kocalarından başkasına bakmayan hûriler." Sözü, hûrilerin büyüklüklerine işarettir. Çünkü onlar, yasaklama ve hapsetmek suretiyle bakışlarını kendi kocalarına çevirmiş değillerdir." Âyet kendileri için hususî çadırlar kurulduğuna ve üzerlerine örtüler atıldığına işaret etmektedir. Ahşabdan oda gibi yapılan çadırlar yatak odası, olarak kullanılırlardı. Hatta Araplar, kıldan yaptıkları evlere çadır ismini verirlerdi. Çünkü bunlar, ikamet için hazırlanmış çadırlardı. Bunu tesbit ettikten sonra şunu da ifade edelim ki bu sözü, gayet güzel bir mânâya işaret eder. Şöyle ki: Cennette mümin bir şeyi elde etmek için harekete ihtiyaç hissetmez, eşya ona doğru hareket eder. Binaenaleyh o hareket etmeden yiyeceği içeceği gelir. Arzu ettikleri şeyler, üzerlerinde dolaşırlar. Hûrîler evlerde bulunurlar, istedikleri vakit müminlere intikalleri çadırlarla olur. Müminlerin köşkleri vardır, huriler o çadırlardan köşklere inerler. Râzî'nin gösterdiği bu mânâdaki güzelliği ifade edebilmek için meâlde çadırı cibinlik olarak terceme etmek zevkimize daha uygun olacaktır.

76-78. Dayanmışlardır. Bu kelime, ihtisas üzere mansuptur. Yahut kelâmın mânâsı ile zamirinden hal olarak, tams edenler (dokunanlar) dayanmış oldukları halde demektir. Burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır ki, öncekilerde "Astarları atlastan yataklara yaslanırlar." hâli, "Oralarda gözlerini yılnız eşlerine çevirmiş dilberler var." diye kadınların zikrinden önce söylenmişti. Burada ise "Kocalarından önce onlara ne insan dokunmuştur, ne de cin." ifadesinden sonra söyleniyor. Bunun hikmeti konusunda Râzî der ki: "Cennet ehli için yorulmak ve çabalamak yoktur. Onlar daima nimetler içindedirler. Lakin dünyada insan çeşit çeşittir. Kimisi ailesiyle cimada bulunur, ihtiyacını giderdikten sonra da yıkanmak veya işiyle uğraşmak için gider. Kimi de kazancı peşinde koşar, elde ettikten sonra ailesine döner. Fakat ilk önce istirahat edip yorgunluğunu dinlendirmek ister. İşte Allah Teâlâ, cennet ehlinin gerek toplanmadan önce, gerek sonra daima sükun ve istirahat üzere olup her iki halde de yorgunluktan uzak olduklarını beyan için birinde ittikâ (sakınma)yı önce zikretmiş birinde de sonraya bırakmıştır." Yeşil refref, Refref, cins ismi yahut refrefe'nin çoğul ismi olması itibariyle ahdarın veya hadranın çoğulu olan hudr ile sıfatlanmıştır. Aslı raf gibi yükseklik ifade eden ref'ten türemiştir. Bu münasebetle çeşitli mânâlarının olduğu söylenebilir: Perde ve döşeme yapılan yeşil kumaşa, ince ve nazik kumaşlara, döşeklerin, tahtların, karyolaların, yaygıların, perdelerin sarkan eteklerine, yere gelen saçaklarına ve salkım söğüt gibi dalları aşağı doğru sarkan ince ve nazik ağaca ve çadırların eteklerine, çayırlık ve çimenliğe de refref denir. Kâmus tercemesinde bundan başka mânâları da vardır. Alûsî şöyle der: "Hz. Ali, İbnü Abbâs ve Dahhâk onun fuzûl-i mehâbis, yani yatakların üzerine serilen çarşaf olduğunu naklederken, Cevherî, yapılan ince kumaş; Hasan-ı Basrî, minder, yaygı ve döşeme olduğunu ileri sürmektedirler. Refrefin bunlardan başka, Âsım-ı Cahderî'ye göre yastık gibi üzerine dayanılan şeyler, Cübbâi'ye göre de yüksek döşek gibi anlamları vardır. Ayrıca tahtlardan sarkan pahalı örtüye de refref denildiği ileri sürülmektedir. Rağıb, refrefi bahçelere benzeyen bir nevi mensûcat (dokuma), İbnü Cerir ve diğer bir grup âlim de Sâid b. Cübeyr'den yaptıkarı rivayete göre onu, cennet bahçesi olarak tavsif etmektedirler ki, Abd b. Humeyd'in İbnü Abbas'tan yaptığı rivayet de böyledir."

Ve güzel abkarîler ve döşekler üzerine (dayanırlar). Abkarî, esasen abkare mensup demektir. Ebu's-Suud ve diğer müfessirlerin beyanına göre abkar, Araplar'ın itikadına göre Çin beldelerinden birinin ismidir ki, onlar acaip gördükleri her şeyi abkara nisbetle tavsif ederek abkarî derler. Mu'cemu'l-Büldân'da şu izah vardır: "Abkar, dolu yani buluttan inen donmuş sudur. Ayrıca abkara, cinlerin sakin olduğu bir yer anlamı da verilmiştir. Mesela "sanki abkar cinni gibi" denilir. Merrâr-ı Adevî şöyle demiştir:

Tibrâk ile Abkar'ın Şessa vadisi arasındaki yurdu tanıdın mı? Tanımadın mı? A'şâ da şöyle demiş:

Olgunlar ve gençler olarak Abkar'ın Cinleri gibidirler. İmru'l-Kays:

Kum taneciklerinin uçuşmaları esnasında çıkardıkları ses, Abkar'da sayılan bozuk paraların çıkardığı ses gibidir.

Küseyyir:

Sevgili dostundan dolayı seni bir bakışla ödüllendirdi. Rabbim de seni bundan dolayı cennetine yaklaştırdı.

Zaman içinde herhangi bir gün onlara gelirsen fazilet hususunda onları insanlardan üstün bulursun.

Sanki onlar Abkar'daki siyah vahşi cinler gibidirler Bir şeye yöneldiklerinde onu elden kaçırmazlardı.

İzahında demişlerdir ki abkar, Yemen toprakları içerisindedir. Bu gösterir ki, o meskun bir yer ve kuyumcuları ile meşhur bir beldedir. Elbette kuyumcuları olunca diğer insanların da olması gerekmektedir. Galiba bu harab olmuş eski bir beldedir. Nakışlı kumaşlar, ona nisbet edilirken, tanınmaz hale gelince bu defa o beldeyi cinne nisbet etmişlerdir. "En iyisini Allah bilir." Ensâb ilmi bilginleri demişlerdir ki: "Enmâş b. Errâş b. Amr b. Gavs b. Nebt b. Mâlik b. Zeyd b. Kehlân b. Seb'a b. Yeşcûb b. Ya'rûb b. Kahtân, Hind binti Mâlik b. Gafik b. Şâhid b. Akk ile evlenmişti. Hind, Enmâş'dan Eftel denilen Haş'amî'yi doğurdu. Hind'in vefatı üzerine Enmâş Büceyle binti Sa'b b. Sa'di'l- aşire ile evlendi. Büceyle de Sa'd'ı doğurdu, ona abkar lakabı verildi, Büceyle onu dedesi Sa'dü'l-aşîre'nin ismiyle isimlendirmişti. Abkar lakabı da ona lakab olarak verilmişti. Çünkü O, adada bir yerde abkar denilen bir dağ üzerinde doğmuştu ki orada veşiy, yani alca kumaş yapılırdı. Bir de Abkar, Yemâme'de bir yer adıdır. Abkar'ı cinn bölgesine nisbet edenler, Züheyr'in şu sözünü delil olarak ileri sürmüşlerdir.

O cimridir, onun üzerinde bir Abkar cinni vardır. Onlar (Abkar cinniler) bir gün istediklerini elde ederlerse yücelmeye layıktırlar.

Bazıları da demişlerdir ki: "Abkarî'nin aslı, vasfına hırslı bir şekilde rağbet edilen her şeye sıfattır. Bunun da esası, Abkar'da döşeme ve diğer nakışların yapılmış olmasıdır. Onun için her iyi şey, Abkar'a nisbet edilmektedir. Ferrâ, Abkârî'yi tanafisi sihan, yani kalın kumaş diye tanımlamıştır. Müfredi, abkariyyedir. Mücahid'e göre abkari, dibâc yani ipek kumaş, katâde'ye göre, zerabi yani halı kilim, Said b. Cübeyr'e göre ise antika döşeme demektir. Bu rivayetler, akbarî'nin bir yere nisbet edilmeyip isim olduğunu ortaya koymaktadır. Doğrusunu Allah bilir. Şimdi bütün bu açıklamalardan sonra "Müdhâmmetân"ın karinesiyle şöyle özetleyebiliriz. Buna göre refref, o yağız yeşil cennetlerin çimeni, abkarîler de cennet ehlinin şimdiki durumda sırrını açıklamak mümkün olmayan güzel elbiseleri olabilir. Görülüyor ki bununla beraber aynı âyet, otuz bir defa tekrar edilmiştir. Bunlardan sekizi yaratılış üstünlüklerinin sayılması ve dünya ile ahirete dair hususların akabinde, yedisi cehennemin ahvaliyle ilgili tenbihlerin peşinde -ki bu rakam, cehennem kapılarının adedine müsavidir- sekizi de ilk iki cennetin vasıflarının ardında -ki bu da cennet kapılarının sayısına eşittir- zikredilmiştir. Bu suretle şuna işaret edilmiş gibidir ki, ilk sekiz hususa inanıp da gerektirdiği şekilde amel eden kimse, her iki cennete girmeyi hak etmiş ve cehennemden korunmuş olacaktır. Bu yüzden söz konusu mübarek sûrede zikredilen, cinn, insan ve hayvanlara bolca verilen Allah'ın nimetlerini ifade etmek ve her türlü eksiklikten, kusurdan münezzeh olan Allah'ın adını takdis için sonuç olarak buyuruluyor ki, (Tebâreke kelimesi hakkında Furkan Sûresi, 25/1. âyetinde verilen bilgiye bkz.) Burada "Büyüklük ve ikram sahibi." vasfına en uygun olan tebârekenin yükselme ve yücelik mânâsına olmasıdır. Bazıları bu sûrede sayılan nimetlerin ardından ona en münasip olan mânânın hayır ve bereketin çokluğu mânâsı olacağını söylemişlerdir. Alûsî der ki: "Tebâreke" fiilinin bu anlamda Allah'ın ismine isnadı uzak değildir. Çünkü onun hürmetine rahmet ve yardım istenir." Allah'ın ismi, esmâ-i hüsnâsından her birine uygundur. Bununla beraber özellikle sûrenin başında geçen ismini ilk önce düşünmek gerekir. Şüphe yok ki, isminin yüksekliğini yüceltme de, daha evvel zâtının yüksekliğini gösterir. Onun için zü'l-celâl ve'l-ikrâm vasfı, doğrudan doğruya zâtına cereyan ettirilmiştir. Ancak İbnü Âmir kırâetinde sıfat ismi olarak "zü" şeklinde okunur. Bunun için bazı âlimler, ismin "Sonra selam ismi üzerinize olsun." gibi muhkem, bazıları da müsemmâ mânâsına olduğu kanaatindedirler. İşte ismiyle başlayan bu Arûs-ı Kur'ân (Kur'ân'ın gelini) böyle celâl ve ikram ile tamamlanmış bulunuyor ki, bu celâl ve ikramın görüntülerinden biri olmak üzere "Vâkıa" Sûresi başlayacaktır.






KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)


56-VAKİA:

1. O vâkıa meydana gelince, yani kıyamet kopunca. Vâkıa, esasen vukua gelen, vukuu muhakkak olan hadise demektir. Ahid lâmı ile da, kıyametin bir ismidir. Gelecekte muhakkak surette meydana geleceği için bu isim verilmiştir. Şart mânâsını ifade eden zarftır. Âlimlerin çoğu cevabın, korkutmak için hazfedilip, mânânın "kıyamet kopunca neler neler meydana gelecektir!" şeklinde olduğunu söylemişlerse de, esasen cevap şudur:

2. Onun meydana gelmesini yalanlayacak kimse yoktur. Vuku', düşmek anlamını ifade ettiği gibi, vak'a da masdar bina-i merre olarak şiddetli bir düşüş demektir. Sonra yaygın bir şekilde başa çarpan büyük iş mânâsında kullanılmıştır. Bazen de özellikle harbe isim olarak verilmiştir. Kısacası, kıyamet kopmadan önce onu yalanlayan ve inkar edenler bulunursa da, vukuu gerçekleşip bir kere meydana geldi mi, artık onu kimse inkar edemez ve çaresizce tasdik etmeye mecbur olurlar. Başka bir ifade ile onun başa çarpışı yalan olmaz. Değişiminin tesirinden kurtulma imkanı yoktur.

3. İndirdiğini indirir bindirdiğini bindirir. yani bazılarını düşürür alçaltır, bazılarını kaldırır yükseltir. Çünkü devletler yıkan fitneler, ihtilâller, inkılâblar gibi büyük olaylar, azizleri zelil, zelilleri aziz ederek nicelerini aşağı düşürür nicelerini de yükseklere kaldırır. Burada "hafdın" takdim edilmesi, korkuya düşürmek yahut bu nevi olaylarda yıkımın yapımdan önce geldiğini göstermek içindir. Bu âyet , den bedel olarak bir nevi onu tasvir etmektedir. Yahut tenâzu üzere ya bağlıdır. Âyetteki recc, zelzele, şiddetli hareket ve sarsıntı demektir ki, bizim dünya yerinden oynadı sözümüze benzer.

4. Yani üzerindekilerin yıkılacağı şekilde yer dehşetle sarsılıp yerinden oynadığı

5. dağlar da toz duman olup bir serpiliş serpildiği "Dağlar yürütülür, serap haline gelir." (Nebe', 78/20) âyeti tahakkuk edip,

6. hepsi havada uçuşan zerreler haline geldiği

7. siz de üç çift, yani üç sınıf olduğunuz zaman. Âyetteki hitab, tâğlib tarikiyle hem şu andaki hem de geçmiş ümmetlerin hepsine ve bütün insanlara olabilirse de, bazı müfessirlerin kanaatine göre yalnızca şu andaki ümmet için olması, bizce de tercih edilen bir görüştür.

8. O üç sınıf, "Fâ-i tafsıliyye" (açıklama Fâ'sı) ile şöyle beyan ediliyor: Ashab-ı meymene. Meymene, yemin yeri yani sağ kol, sağ taraf yahut meymenet, uğur ve bereket mânâlarına gelir. Sağ taraf, meclis ve mahfellerde saygı ve hürmet mevkii olduğuna göre, "ashab-ı meymene" hürmet makamında bulunan yüksek şeref sahipleri demek olur.

Aynı zamanda bu gibi kimseler hayra yarayan ve kendilerinden istifade edilen faydalı zatlar olmaları sebebiyle meymenetli diye nitelendirilirler. Nitekim kelimenin iki mânâsına da işaret etmek için dikkatler şöyle celbediliyor: Amma ne ashab-ı meymene, yani öyle çok meymenet sahibi zatlar ki uğur ve bereketleri her vechile gıpta ve hayrete şayandır. Kanaatimizce bu vasıf, hitabın şu andaki ümmet için olduğunu hatırlatmaktadır. Yani geçmiş ümmetlerde benzeri bulunmayan ashab-ı meymene demektir.

9. Bunlara mukabil ve ashab-ı meş'eme. Meş'eme, şum yeri, yani sol kol, yahut yümnün (uğurun) zıddı olan şeâmet ve uğursuzluk mânâlarına gelir. Ashab-ı meş'eme de sol tarafta, alçak yerde bulunan değersiz, yahut kendilerine ve yakınlarına uğursuzluğu dokunan kimseler demek olur. Burada her iki mânâya işaret için de şu vasıf tekrar edilmiştir. Amma ne ashab-ı meş'eme, ne uğursuz kimseler! Biraz sonra gelecek âyetlerde ashab-ı meymene'ye ashab-ı yemin, ashab-ı meş'eme'ye de ashab-ı şimâl denilmiştir. Sebebi orada izah edilecektir

10. Bunların hepsinin önünde olmak üzere önde olanlar da öncüdürler ileri geçmişlerdir. Bunlar hakka kullukta iman ve itaatta hayır yarışlarında en öne geçenlerdir. Peygamberler, Sahib Yasin (Habib b. Musa en-Neccâr) Firavun ailesinden iman edenler, muhacir ve ensardan sâbikûn-ı evvelin (ilk geçenler) ünvanına sahib sahabiler gibi. Mübtedâ ve haberdir. Yani "sâbikun" adını alanlar, gerçekten sâbikûn vasfını kazanan ve üç sınıfın ilerisinde, kasdettikleri gayeye hepsinden önce ulaşan zatlardır.

11. İşte onlar mukarreblerdir yani Allah'ın yanında yakınlığına, en yüksek mertebe ve makama erdirilmiş kimselerdir.

12 Naîm cennetleri içerisinde üstün makamlardadırlar ruhânî ve cismanî nimetlerle devamlı ve saf lezzetler içindedirler.

13. Çoğu evvelkilerden

14. birazı da sonrakilerden. Hitab şu andaki ümmete olduğuna göre böyle olmasının mânâsı açıktır. Sâbikûnun (öne geçenlerin) çoğunun öncekilerden olması gerekir. Nitekim ilk öne geçenler sahabilerdendir. Hitab geçen ümmetleri de içine aldığına göre ise, öncekilerden sâbikunun çok olması, bütün nebi ve resulleri içine alması sebebiyledir. Sülle cemaat, büyük bir grup demektir.

15. Bunlara verilen naîm cennetlerini tasvir ile zihinlerde hayal ettirmek için buyuruluyor ki cevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler. Sürur, seririn çoğuludur. Serir, taht, sandalye ve köşk demektir. Mevdûne, altın, inci, yâkut ve elmas gibi mücevher işlemeli, yani murassa, veya birbirlerine yakın dizilmiş tertipli ve düzenli demektir

16. Bunlara verilen naîm cennetlerini tasvir ile zihinlerde hayal ettirmek için buyuruluyor ki cevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler. Sürur, seririn çoğuludur. Serir, taht, sandalye ve köşk demektir. Mevdûne, altın, inci, yâkut ve elmas gibi mücevher işlemeli, yani murassa, veya birbirlerine yakın dizilmiş tertipli ve düzenli demektir.

17. Daima vildan şeklinde taze kalan genç hizmetçiler, garsonlar, yahut hılede denilen bir nevi küpeli uşaklar

18. küpler, sapı ve emziği olmayan sürahi, desti ve küp gibi kaplar ibrikler, emziği ve sapı olan kaplar, dolgun kadeh, menbaından, kaynağından akan içki

19-24. başlarına başağrısı verilmez, başları ağrıtılmaz. Yahut cemiyetleri perişan edilmez, lezzetleri kesilmez nezf de yapmazlar akıllarını gidermezler. Sarhoş olmazlar, yahut içtikleri tükenip bitirilmez, yok olmaz.

25 Orada: O naîm cennetlerinde hiç boş mânâsız laf veya çirkin lakırdı duymazlar. Te'sim de işitmezler. Te'sim: isme, günaha nisbet etmektir. Yani kendilerine günah işlediniz denilmez.

26. Ancak bir söz işitirler ki o da selam selamdır, yani tam bir selametle selamlanır dururlar.

27. *} Ashab-ı yemin ise ne ashab-ı yemindir! Bu "ashabu'l-yemin" cümlesi, üzerine atfedilmiştir. Yukarıda "Ashâbu'l-meymene" burada ise "Ashabu'l-yemin" şeklinde zikredilmesi, ifade çeşitliliği içindir. Bunlara ashab-ı yemin denilmesi amel defteri denilen kitapların kıyamet günü "Kimin kitabı sağından verilirse." (İnşikâk, 84/7) âyetince sağ taraflarından verilmesi sebebiyle olduğu dahi ileri sürülmüştür. Ashab-ı yemin, yeminine sadık, sözünü tutan, işine sahip mutlu kişi mânâsını ifade edebilir ki, mukâbili yeminini bozan demektir. Ayrıca bu tabirin, Allah için yeminine sadık ve vefakârlar anlamında kullanıldığı da söylenebilir.

28. Sidr-i Mahdûd: Daha önce de geçtiği gibi Arabistan kirazı denilen meşhur nabk ağacının ismidir. iki mânâ ile tefsir edilmiştir. Birincisi, silinmiş, tesviye edilmiş ve düzeltilmiş demektir. Arabistan ağacı dikenli olduğu için burada sidr-i mahdûd denilerek cennet ağacının dikensiz olduğu anlatılmıştır. Hâkim ve Beyhaki Ebû Ümâme (r.a.)'nin şöyle söylediğini nakletmişlerdir: "Resulullah (s.a.v)'ın sahabileri derlerdi ki: "Allah Teâlâ bizi çölde yaşayan Araplar'dan ve onların meselelerinden istifade ettiriyor. Mesela, bir gün bir çöl bedevisi Hz. Peygamber (s.a.v)'e gelerek, "Ya Resulullah, Allah Teâlâ Kur'ân'da sıkıntı veren bir ağaç zikrediyor. Halbuki ben cennette sahibine eziyet verecek bir ağacın bulunacağını zannetmezdim." dedi. Resulullah, "Nedir O?" diye sorunca bedevî, "Sidr ağacı, zira onun dikeni vardır." dedi. Bunun üzerine Resulullah da buyurdu ki, "Allah Teâlâ buyurmuyor mu? Allah onun dikenlerini silmiştir de her dikeninin yerine bir meyva koymuştur ve onun meyvalarından her biri yetmiş iki renk ile açar ve bir rengi diğerine benzemez." İkincisi, Abd b. Humeyd'in İbnü Abbas, Katâde, İkrime ve Dahhâk'tan yaptığı rivayete göre meyvasının çokluğundan dalları bükülmüş mânâsına tefsir edilmiştir ki biz bunu, "dal bastı" tabirimize yakın görerek meâlde de "dal bastı kiraz" diye ifade etmeyi diğer mânâdaki dikensizlik anlamına da uygun olacağı kanaatiyle zevkimize muvafık bulduk.

29. Ve Talh-i Mendûd, meyvası aşağıdan yukarı istifli, sıvama muz demektir. Bazıları, muz olmadığını söylemiştir. Bunun dünya muzuna benzer, meyvası baldan tatlı bir ağaç olduğu zikredilmiştir. Daha başka türlü mânâ verenler de vardır.

30. Uzanmış bir gölge ki çekilmesi ve boşluğu yoktur. Fecr ile güneşin doğması arasındaki sabah gölgesi gibi hoş ve güzel bir gölgedir.

31. Ve çağlayan bir su, yani yüksekten dökülen akarsu. Bu suyun, kovasız, dolabsız ve istenilen yerde akan bir su olduğu da söylenmiştir. Yukarıda sâbikûn (öne geçenler)un durumu, dünyada şehirlerin, medenî halkın imrenecekleri en yüksek zevk ve lezzetlere göre tasvir edilerek, yeni edebiyatçıların "sembolizm" dedikleri işaret yoluyla ifade ve temsil edilmiş olduğu gibi, sağın adamlarının hâli de bedevileri imrendirecek güzel yayla manzaralarını andıran remizlerle ifade edilerek ikisi arasındaki farkın, medenilerle bedevilerin farkı gibi olduğuna bir nevi işaret yapılmıştır, denebilir. Mücahid'den nakledilmiştir ki o yaylalar; gölgelikleri, meyva ağacı ve sidri (Arabistan kirazı) ile müslümanların hoşlarına gitmişti. Allah Teâlâ, âyetlerini indirdi. Dahhâk'tan gelen rivayette de şöyle denilmiştir: Müslümanlar o yaylalara bakıp imrendiler. "Ne olurdu bunun gibi bizim de olsaydı" dediler. Bunun üzerine söz konusu âyetler nazil oldu.

32. Ve her türlüsünden bol bol meyva ki bunlar, dünya meyvaları gibi değil, hiçbir zaman kesilmeyen, tükenmeyen ve almak isteyenlerden men edilmeyen, yasaklanmayan meyvalardır.

33. Ve her türlüsünden bol bol meyva ki bunlar, dünya meyvaları gibi değil, hiçbir zaman kesilmeyen, tükenmeyen ve almak isteyenlerden men edilmeyen, yasaklanmayan meyvalardır.

34. Ve yüksek döşekler. Ebû Ubeyde demiştir ki: "Burada firaştan maksat, kadınlardır. Yükseklik de manevi yüksekliktir yani değer üstünlüğüdür. Zira şöyle buyurulmuştur:

35. Şüphesiz biz onları (hûrileri) yepyeni bir yaratılışla yaratmışızdır. İbnü Cerir, Tirmizi ve daha başkalarının Enes (r.a.)'den rivayetlerinde, Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki: "Bu yeniden yaratılan kadınlar, dünyada kocamış ve buruşmuş kadınlardır." Taberânî, İbnü Ebî Hâtim ve daha bazı âlimlerin rivayetlerine göre Selemetü'bnü Mirsed-i Cu'fi (r.a.) demiştir ki: "Resulullah'ı âyeti ile ilgili olarak işittim, şöyle diyordu: "Bunlar, ister dul, ister bekâr olsun dünyadaki kızlar ve kadınlardır." Tirmizî'nin "Şemâil"de rivayet ettiği üzere Resulullah (s.a.v)'a bir kocakarı geldi ve ona: "Ya Resulullah Allah'a dua et beni cennete koysun." dedi. Resulullah: "Ey falancanın annesi, cennete asla kocakarı girmez." buyurdu. Bunun üzerine kadın ağlayarak döndü. Resulullah buyurdu ki: "Ona haber verin kocakarı olarak girmez, çünkü Allah Teâlâ buyurmuştur ki: "Şüphesiz biz onları yeni bir yaratılışla yaratmışızdır."

36. *} Yaratıp da onları hep bekâr kızlar kılmışızdır.

37. Öyle ki hep güzel kadınlar olarak. Urub, arubun çoğuludur. Bu kelimenin üç farklı tefsiri vardır.

1) Kocalarını çok seven kadınlar.

2) Cilveli, nazlı edâlı kadınlar.

3) Güzel söz söyleyen kadınlar. Şüphesiz cilve ve anlatım güzelliği de, sevişmenin en latif sebeblerinden ve edâlı kadının şiarındandır. Hep aynı yaşıt, yani yaşları da eşit, hep birbirine denktir. Tirmizî'nin Muaz (r.a.)'dan rivayet ettiği bir hadiste şöyle denilmiştir: "Cennet ehli cennete tüysüz, bıyıkları henüz terlemeye başlamış, gözleri sürmeli, otuz, otuz üç yaşlarında girerler."

38. Sağın adamları için (yaratılmışlardır)

Meâl-i Şerifi

39. Bir çoğu öncekilerdendir.

40. Bir çoğu da sonrakilerdendir.

41. Solun adamları, nedir o solcular!

42. İçlerine işleyen bir ateş ve kaynar şu içinde,

43. Kapkara dumandan bir gölge altındadırlar.

44. Ki ne serindir, ne de faydalı.

45. Çünkü onlar bundan önce varlık içinde sefâhete dalmışlardı.

46. Büyük günahı işlemekte ısrar ediyorlardı.

47. Ve diyorlardı ki: "Biz ölüp, toprak ve kemik yığını olduktan sonra, biz mi bir daha diriltileceğiz?"

48. "Önceki atalarımızda mı?"

49. De ki: "Öncekiler ve sonrakiler"

50. "Belli bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır."

51. Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar!

52. Elbette bir ağaçtan, zakkum ağacından yiyeceksiniz.

53. Karınlarınızı hep onunla dolduracaksınız.

54. Üstüne de kaynar su içeceksiniz.

55. Susuzluk illetine tutulmuş develerin içişi gibi içeceksiniz.

56. İşte ceza gününde onlara sunulacak ziyafet budur.

57. Biz sizi yarattık; tasdik etmeniz gerekmez mi?

39-40. Birçoğu öncekilerden ve birçoğu da sonrakilerdendir.

Yani sağın adamları öncekiler gibi değil daha çoktur. Öncekilerden de, sonrakilerden de çokturlar. Öncekiler ve sonrakiler ya bütün ümmetlerin öncekileri ve sonrakileri, ya da bu ümmetin öncekileri ve sonrakileridir. Ahmed b. Hanbel, İbnü Münzir, İbnü Ebî Hâtim ve İbnü Merdûye'nin Ebû Hureyre'den yaptıkları rivâyete göre âyeti inince sahabilerin gücüne gitmişti. İşte bunun üzerine âyeti nazil oldu. Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: "Ben her halde ümid ederim ki siz cennet ehlinin üçte biri, belki de yarısı olursunuz. Kalan ikinci yarısını da onlarla paylaşırsınız." Demek ki sahabiler, cennet ehli içerisinde Muhammed ümmeti az olacak diye merak etmişlerdi. Böylece o endişe bertaraf edilmiş oldu. Buna göre Muhammed ümmetinin ilklerinden sâbikûn (önde gidenler), sonrakilerden çok olduğu gibi geçmiş ümmetlerin önde gidenleri de Hz. Muhammed'in ümmetinden sayı itibariyle fazladır. Çünkü geçmiş ümmetlere çok sayıda peygamber gelmiştir. Bununla beraber Hz. Muhammed'in ümmeti içerisindeki öncülere uyanlar, geçmiş ümmetlerin öncülerine uyanlardan daha çok olacaktır. Çünkü onlar cennet ehlinin yarısından çoğunu teşkil edeceklerdir. Bu, ihtimal ki insan nüfusunun artması meselesi ile de alakalıdır. Dikkat edilmesi gereken bir husus da şudur ki, sâbikunda "Yaptıklarına karşılık olarak." (Vâkıa, 56/24) buyurulduğu halde Ashab-ı yemin'de bu zikredilmemiştir. Bundan Ashab-ı yemin'in mutluluğunun sâbikuna uymaları sebebiyle sırf fazilet olduğu şeklinde bir mânâ çıkarılabilir. Nitekim "zıll-i memdûd" (uzanmış gölge) ifadesinde de aynı durum söz konusudur. Bu mânâ, Tûr Sûresi'nde geçen "İman eden ve zürriyetleri de iman ile kendilerine tabi olanlar (var ya!) işte biz onların nesillerini de kendilerine kattık..." (Tûr, 52/21) âyetinin mânâsına benzemektedir. Buna bakarak denilebilir ki, öncüler, hayırda öncüler olan peygamberler ve müctehid imamlardır. Ashab-ı yemin de onlara sadakatle uyanlardır.

41. Üç sınıftan üçüncüsü olan ve Ashab-ı yemin'in zıddı olarak sâbikunun solunda yer alıp, kitapları sol taraflarından verilecek solun adamlarına, (Ashab-ı Şimâl'e) gelince buyuruluyor ki Ashab-ı Şimâl ise ne Ashab-ı Şimâl! Ne uğursuz, ne bedbaht insanlardır!

42. Bir ateş, içlerine işleyen bir hararet içinde ve bir kızgın su, cehennem suyu içinde

43. ve zifirden bir gölge kömür veya kurum gibi kararıp duran sisli, boğucu bir gölge içindedirler. Yahmûm, kömür gibi simsiyah olan şey, zifir ve kara duman mânâlarına gelir. Buna zulmet denilmeyip de gölge isminin verilmesi alay içindir. İbnü Abbas'tan gelen bir rivayette de, cehennem halkını her taraflarından kaplayıp, kuşatan perdenin ismi olduğu zikredilmiştir.

44. Serin de değil kerim de değil, yani hiç bir hayır ve menfaati ve hiçbir güzelliği olmayan bir gölgedir.

45. Bunların içine düşmelerinin sebebi ise çünkü onlar bundan önce, yani bu azabın vuku bulmasından evvel mühlet verilmiş, şımartılmış keyiflerine düşkün ve hiçbir şeye aldırış etmeyen kimseler idiler.

46. O büyük günahta ısrar ediyorlardı. Hıns, esasen günah mânâsınadır. Yemini bozmaya da hıns denir. Müfessirlerin çoğu, burada hıns-i azim'i büyük günah diye tefsir etmişlerdir. Çünkü "Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür." (Lokman, 31/13) buyurulduğu üzere şirk, büyük bir zulüm ve en büyük günahtır. Bazıları da "hıns"ın yemin-i gamus, yani yalan yere yemin etmek olduğunu söylemişlerdir. Takiyyuddin Sübki'ye göre de, "Onlar, olanca güçleriyle Allah'a yemin ettiler ve dediler ki: Allah ölen bir kimseyi tekrar diriltmez." (Nahl, 16/38) âyetinde buyurulduğu gibi, onların büyük günahta ısrar etmeleri, kuvvetlice yemin ederek dirilmeyi inkar etmeleri demektir. Bu anlam "hıns"ın meşhur mânâsına uygun olursa da

47-49. "ve diyorlardı ki..." âyeti, bu mânâyı ifade etmiş olacağı için önceki mânâ daha tercihe şayandır. Ancak şirki, "hıns-ı azîm" (büyük günah) tabiriyle ifade etmenin bir nüktesini de göz ardı etmemek lazımdır. Bu nükte ise, "Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar ve dininize saldırırlarsa, küfrün önderlerine karşı savaşın..." (Tevbe, 9/12) âyetinde ifade edildiği gibi bunların yemin tanımaz, yeminlerinde durmaz yalancılar olduklarına işaret olsa gerektir. Nitekim bunlara "Ey yalancı sapıklar!" (Vâkıa, 56/51) diye hitap edilmesi de bu hususu kuvvetlendirmektir. İşte böylece bu mânânın yardımı ile de Ashab-ı Şimâlin, Ashab-ı yeminin tam zıddı bir anlam taşıdığı da anlaşılmış olmaktadır.

50. "Bilinen bir günün muayyen vaktinde mutlaka toplanacaklardır." O bilinen gün, kıyamet günüdür. Mikât, bir şeyin vaktini tayin eden ölçüdür. Kıyamet de dünyanın vaktini tahdid ettiği için mikât denilmiştir. Buradaki izâfet, izâfet-i beyaniyyedir. Mânâsı, mikât olan gün demektir.

51. "Bilinen bir günün muayyen vaktinde mutlaka toplanacaklardır." O bilinen gün, kıyamet günüdür. Mikât, bir şeyin vaktini tayin eden ölçüdür. Kıyamet de dünyanın vaktini tahdid ettiği için mikât denilmiştir. Buradaki izâfet, izâfet-i beyaniyyedir. Mânâsı, mikât olan gün demektir.

52-54. "Bir ağaçtan, zakkumdan..." (Zakkum ağacı ile ilgili bilgi için Saffât Sûresi'ne bkz.)

55. Hîm, ehyem'in veya heymâ'nın çoğuludur. Hüyam hastalığına tutulmuş deve demektir. Hüyam, deveye ârız olan bir susuzluk illetidir ki bu hastalığa yakalanan deve suya bir türlü kanmaz. İşte onlar da bu deve gibi zakkumu yer, kaynar suyu içer içer ama asla kanmazlar.

56. Bu, onlara o din (ceza) günü sunulacak ziyafettir. Nüzul, konuk, misafir gelince kahve veya kahvaltı gibi ilk sunulan yiyecek ve içeceklerdir. Konuklara ilk defa böyle şeyler takdim edilince, artık daha sonraki azabın nasıl şiddetli olacağı düşünülmelidir.

57. Bu beyandan sonra inkârcıları susturmak ve azarlamak için değişik bir hitab tarzı ile buyuruluyor ki biz sizi yarattık, hâlâ tasdik etmeyecek misiniz? Bunu daha açık ifade etmek için de şöyle buyuruluyor:

Meâl-i Şerifi

58. Attığınız meniyi gördünüz mü?

59. Onu siz mi yaratıyorsunuz yoksa yaratan biz miyiz?

60. Aranızda ölümü takdir eden biziz ve bizim önümüze geçilmez.

61. Böylece sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir yaratılışta tekrar var edelim diye (böyle yapıyoruz).

62. Andolsun, ilk yaratılışı bildiniz. Düşünüp ibret almanız gerekmez mi?

63. Ektiğinizi gördünüz mü?

64. Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz?

65. Dileseydik, onu kuru bir çöp yapardık. Hayret eder dururdunuz.

66. "Doğrusu borç altına girdik."

67. "Doğrusu, biz yoksul bırakıldık" (derdiniz).

68. İçtiğiniz suya baktınız mı?

69. Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz?

70. Dileseydik onu tuzlu yapardık. O halde şükretseniz ya!

71. O çaktığınız ateşi gördünüz mü?

72. Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz?

73. Biz onu bir ibret ve çölden gelip geçenlere bir fayda yaptık.

74. Öyleyse büyük Rabbinin adını yücelt.

58. Akıttığınız yani rahimlere döktüğünüz meniyi (gördünüz mü?)

59. Onu siz mi yaratıyorsunuz? Siz mi takdir ederek, şekillendirip insan biçimine koyuyorsunuz? Yoksa yaratıcı biz miyiz, hiç yokken biçim verip yaratan?

60. Aranızda ölümü biz takdir ettik. Sonsuz hikmetleri ihtivâ eden irademizin gerektirdiğine göre, her birinize bir vakit tayin ve taksim ettik. Ve biz önüne geçilenlerden değiliz yani kimse bize üstün gelemez. İrademizi alıkoyamaz. Her dilediğimizi istediğimiz şekilde yaparız. Buna kadiriz.

61. "Kılıklarınızı değiştirmek üzereyiz." Müfessirler bu âyete, gerek nın bağlı olduğu fiil, gerek "emsâl"in anlamı itibarıyla birkaç türlü mânâ vermişlerdir. Söz konusu âyet, âyetinin mânâsındaki kudrete veya mahzufa ya da bir üsteki âyette yer alan fiiline bağlanmış olabilir. de mimin kesriyle mislin çoğulu olabileceği gibi fetha ile de meselin çoğulu olabilir. Mimin kesresi ile olan mislin çoğulu ve fiiline bağlı olduğu durumda mânâsı; "Aranızda ölümü takdir ettik ki neslinizi kesmeyip benzerlerinizi getirelim." şeklinde olur. âyetinin ifade ettiği ye bağlı olduğu durumda ise; "Aranızda ölümü takdir ettiğimiz gibi sizi yok edip yerinize benzerlerinizi getirmek suretiyle değiştirmeye de kadiriz." anlamı verilebilir. İkinci takdire göre yapılan tefsir, "Allah dilerse sizi yok eder ve yerinize yeni bir mahluk getirir." (Fâtır, 35/16) âyetinin mânâsına uygun olur. Lakin burada iki üstün ile meselin çoğulu olması tercihe şayandır. Mesel, sıfat ve şekil mânâlarıyla maddi ve manevî benzeyişi ifade eden huy, kılık ve kıyafet demek olduğundan bu durumda da mânâ şöyledir: "Gerek fikir ve ahlâk yönünden gerek şekil ve suret yönünden bulunduğunuz ve bildiğiniz kılıklarınızı değiştirmeğe ve sizi bilemeyeceğiniz bir yaratılışta varetmeğe kadiriz. Bunun önüne hiç kimse geçemez Bu mânâ, hem dünyevî değişmeyi hem uhrevi yaratma olan dirilmeyi ifade eder. Ayrıca hem tehdit hem müjdeyi içerir. Hasan-ı Basri de tehdid cihetini düşünerek, "Sizi maymunlara, domuzlara çevirir." tarzında bir mânâya geldiğini söyler ki, bu da Nisâ Sûresi'nde geçen "Ey ehl-i kitab! Biz bir takım yüzleri silip dümdüz ederek arkalarına çevirmeden, yahut onları, cumartesi adamları gibi lanetlemeden önce, size gelenleri doğrulamak üzere indirdiğimiz kitaba iman edin.." (Nisâ, 4/47) âyetinin mânâsına benzemektedir. Sözün başı ve sonu yaratmak, ceza ve yeniden dirilmekle alakadar olduğundan tebdil (değiştirme) sözü dünyevi değişime, inşa (yaratma) sözü de, ondan sonra gerçekleşecek olan öldükten sonra dirilmeye işaret sayılabilir.

62. Herhalde ilk yaratmayı öğrendiniz. Yani insanın bu dünya hayatında topraktan, sonra nutfe, alaka, mudğa gibi tavırdan tavıra tekamül ettirilerek nasıl gerçekleştiğini gerek müşahede ve tecrübeden ve gerek Kur'ân'ın açıklamalarından öğrenmiş bulunuyorsunuz. O halde düşünseniz ya! Yani düşünseniz de bildiğiniz bu tarzı değiştirip ve tekamül ettirerek sizi peyderpey yaratıp bulunduğunuz duruma getiren ve aranızda ölümü takdir etmiş bulunan yaratıcınız Allah Teâlâ'nın sizi değiştirip, şimdi teferruatını bilemeyeceğiniz yeniden diriltmeye kâdir olduğunu anlasanız ya!

63. İnsan hayatı için gerekli olan hususlardan biri de rızıktır. Rızıkta esas maddî veya manevî planda ekipbiçme olduğu için yaratma konusu hatırlatıldıktan sonra rızka da yer verilmiş ve bu hususa ekin ile başlanarak buyurulmuştur ki Şimdi ektiğiniz tohumu gördünüz mü?

64. *} Onu siz mi bitiriyorsunuz? Siz mi tutturup, büyütüp gayesine ulaşan ziraat haline getiriyorsunuz? Yoksa biz mi bitiriyoruz? Kurtubî der ki: "Ekini eken kimsenin den sonra bu âyeti okuyup şöyle demesi müstehâb olur: "Ekini bitiren, yetiştiren Allah Teâlâdır." "Allah'ım Muhammed'e rahmet eyle ve bizi bu ekinin ürünü ile rızıklandır ve zararından uzak tut. Hem de bizi nimetlerine şükredenlerden kıl." Bu duanın, ekinleri musibetlerden koruyup bereketlendirdiği ifade edilerek bunun tecrübe ile sabit olduğu nakledilmiştir.

65. Hutam, kuru şeylerin kırıntısına denir. Çörçöp, ot çöpü, saman çöpü ve kabuk kırıntıları gibi. Tefekküh eder dururdunuz. Tefekküh, esasen türlü yemiş yemek demek olup, mecazen taaccüb etmek ve pişman olmak mânâlarına da gelir. Burada ifade ettiği anlam, "şaşkınlıkla şu lakırdıları, yemiş yer gibi tekrar tekrar söyler, çiğner ve ağzınızda geveler dururdunuz." şeklindedir. Yani şöyle der dururdunuz.

66. Biz herhalde çok zarardayız. Ektiğimiz tohumlar zayi oldu. Yaptığımız masraflar boşa gitti, yahut borçlandık. Veya garamın, helâk mânâsına olduğu göz önünde tutulursa, inanın helak olduk, mahvolduk anlamı da verilebilir.

67. Daha doğrusu biz mahrumuz. Yani ektiğimiz mahvolduğu gibi yiyeceğimiz rızıklardan da mahrumuz. Yahut bundan böyle hiç kazanç ihtimali kalmamış, her şeyden mahrum ve sefalete mahkumuz. Bu sözlerin bir cümlesi birisi, diğeri başka biri tarafından söylenmek suretiyle karşılıklı konuşma tarzında tekrar tekrar ifade edilir. Böylece ümitsizliğe kapılarak teşekkür edecek hiçbir nimet kalmamış gibi mırıldanılır durulur. Düşünülmez ki bunu söylerken içilecek bir su olsun bulunur ve Allah'ın bundan daha büyük felaketleri olabilir.

68. Onun için bunun arkasından buyuruluyor ki "Gördünüz mü o içtiğiniz suyu?"

69. buluttan Müzn, esasen bulut yahut ak bulut demektir ki ondan yağmur nadiren yağar. Ayrıca bu buluttan inen yağmur suyunun daha tatlı olduğu da ifade edilmiştir.

70. *} Dilersek onu bir ucâc, yani tuzlu ve acı bir su yapardık ki, içilme ihtimali olmazdı. Ekilen tohumların bazen çürüdüğünün gerçekte bilindiği, yağmurun acı olarak yağmasının mümkün olduğu yahut yiyeceklerin içeceklerden daha mühim olduğu tarzındaki sebeblerden dolayı öncekinde Lâm ile , bunda ise lâmsız olarak buyurulmuştur. Gerek evvelkinde, gerek bunda "dileseydik" ile başlayan iki şart cümlesi, Allah Teâlâ'nın ekini ve suyu, onlardan faydalanmayı ortadan kaldıran âfât ve diğer hallerden koruması da nebatı bitirme ve gökten su indirme nimetlerinden ayrıca şükredilmesi gereken iki ayrı nimettir. İşte bu iki cümle söz konusu meseleyi beyan etmek için zikredilmiş birer başlangıç cümlesidir. O halde şükretseniz ya! Yani bütün bu nimetlerden her birine şükretseniz de biri eksik oluverince hemen mahrumuz diye ümitsizlikle veya biz ekip biçiyoruz diye gururlanıp da nankörlük etmeseniz ya!

71. Sonra o çaktığınız ateşi gördünüz mü? Yani birbirine sürtüp çakmak suretiyle çıkardığınız ateşi ki sürtme ve temas ile çıkan bir elektrik ateşi demektir. Yâsin Sûresi'nde geçen "Yeşil ağaçtan sizin için ateş çıkaran O'dur..." (Yâsin, 36/80) âyeti de bu konuyla ilgilidir.

72. Onun ağacını siz mi inşa ettiniz? Ki bu sözü edilen ağaç, merh ve afar diye bilinen ağaçtır. Bununla beraber her ağaçta ve elektrik elde edilen her şeyde ve çakmak taşında dahi bu anlam vardır. Nitekim denilmiştir ki, "Her ağaçta ateş vardır. Fakat merh ve afar bu konuda çok meşhur olmuştur." Yoksa inşa eden biz miyiz? Yani o ağacı diğerlerinden fazla bir özellikle var edip yaratan biz miyiz? Şüphe yok ki Allah Teâlâ cisimleri o elektrikiyyet özelliği ile yaratıp inşa etmemiş olsaydı, hiç bir şekilde elektrik üretimi kâbil olmaz, ne bedevinin çakmağı çakar ne de bugünkü medenilerin elektrik fenerleri yanardı.

73. Biz onu hem bir ibret kıldık, yani yaşama sebebleri kendisine bağlanıp hayat mücadelesine örnek ve cehennem azabının ateşinin andırıp düşündürecek bir ibret kıldık. Hem de bir metâ bir faydalanma ve kazanç vasıtası, alanda bulunanlar için, yani sahraya konup göçenler için. Ondan en fazla konup göçenler istifade ederler. Çünkü çakmak çakarak ateş yakma ihtiyacı medenîlerden ziyade bedevilerde olur. Ve o ağacı en çok onlar getirip satarlar. Âyete şöyle bir mânâ da verilebilir. "İhtiyacı çok olan fakirler için." Zira başka bir kâr ve iş bulamayan fakirler hiç olmazsa odun toplayıp geçimlerini temin ederler.

74. O halde Rabbini azîm ismiyle tesbih et. Yani bu nimetleri ihsan edip duran Rabbin çok büyüktür, şirk ve noksanlıklardan münezzehtir (berîdir). Onun için Allah'ı "Yüce Rabbimi tesbih ederim" diye tenzih ederek tesbih et, yahut namaz kıl.

Meâl-i Şerifi

75. Hayır, yıldızların yerlerine yemin ederim.

76. Bilirseniz bu büyük bir yemindir.

77. O, elbette şerefli bir Kur'ân'dır.

78. Korunmuş bir kitaptadır.

79. Ona temizlenenlerden başkası el süremez.

80. (O), âlemlerin Rabbinden indirilmiştir.

81. Şimdi siz bu sözü mü küçümsüyorsunuz?

82. Rızkınızı, yalanlamanızdan ibaret mi kılıyorsunuz?

83. Can boğaza dayandığı zaman

84. Ki o zaman siz (ölmek üzere olana) bakar durursunuz.

85. Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz.

86. Eğer cezalandırılmayacak iseniz,

87. Onu geri çevirsenize; şayet iddianızda doğru iseniz.

88. Fakat ölen kişiye gelince, eğer o rahmete yaklaştırılanlardan ise,

89. Ona rahatlık, güzel rızık ve Naîm cenneti vardır.

90. Eğer O, sağın adamlarından ise,

91. "(Ey sağcı), sana sağcılardan selam!"

92. Ama yalanlayıcı sapıklardan ise;

93. İşte ona da kaynar sudan bir ziyafet vardır.

94. Ve cehenneme atılma vardır.

95. Kesin gerçek budur işte.

96. Öyle ise Rabbini o büyük ismiyle tesbih et.

75. "Yemin ederim..." Âyette bulunan kelâmın sonu ile başı arasındaki tertibi ifade etmektedir. Razî bu tertib şeklini şöyle anlatmaktadır: "Allah Teâlâ hidayet ve Hak din ile Resulünü gönderdiğinde ona gereken herşeyi vermiş ve lazım olmayan şeylerden de onu temizlemiştir. Binâenaleyh ona hikmeti, yani kesin delillerle onların kullanım şekillerini ve Mevize-i hasene'yi, yani kalpleri inceltip, fikirleri aydınlatacak faydalı nutukları ve en güzel yollarla mücadele usûllerini bahşetmiş ve herkesi herhangi bir şekilde tartışmasında aciz bırakmıştı. Ancak bununla beraber kâfirler iman etmemişlerdi. Bütün bunlar kendisine okunup da iman etmeyen kimsenin ise sonuçta söyleyeceği şey şudur: "Bu beyan, onu iddia edenin haklı olmasından değil, zihnî gücünden ve delilleri sıralamadaki kudretinden; sözünün ortaya çıkması ile değil, mücadelesinin kuvvetiyle galip geleceğini bilmesindendir. Nitekim bir çokları tartışmalarda aciz kalınca derler ki: "Benim haklı olduğumu biliyorsun, ama beni zayıf görüyor, insaf etmiyorsun." İşte durum bu noktaya gelince de karşısındakine söylenecek sözde, yemin ile güven vermekten başka çare kalmaz. Onun içindir ki Allah Teâlâ indirdiği âyet ve delillerini bir de çeşitli yeminlerle kuvvetlendirmiştir. Bundan dolayı ilk inen sûrelerde özellikle (Kur'ân'ın) son yedide birinde yemin çoktur. Kur'ân'daki bu yemin şekillerinden biri de, dür. Bu ifadede kasem (yemin) fiili açıkça zikredilmekle beraber ayrıca harfi ile de mânâ olumsuz hale sokulmuştur. Söz konusu hakkında müfessirlerin üç ayrı izah tarzı vardır. Birçokları, sözün ahengini süslendirmek için ziyade kılınan ve olumsuzluk mânâsı kasdedilmeyen Lâ-i zâide (zâid lâm) olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bazıları da bunun te'kid lâmı olup aslının şeklinde bulunduğunu ve vakıf (duruş) halinde olduğu gibi fethasının uzatılmış olduğunu söylemişlerdir. Âlimlerden bir kısmı da "Lâ, vallahi" denildiği gibi aslı üzere olumsuzluk edâtı olduğunu iddia etmişlerdir ki, bizim de tercihimiz budur. Buna göre nün mânâsı şöyledir: "Yok, hayır, iş öyle zannettikleri gibi değil, yemin ederim, yahut artık başka söze gerek yok, yemin ederim. O yıldızların mevkilerine ki: Nücûm, yıldızlar mânâsına geldiğine göre onların mevkileri battıkları veya doğdukları yerler, yani batı ve doğuları, yahut gökteki bulundukları yerleri, burç ve menzilleri, yahut akan yıldızların düştükleri mevkiler, veya kıyamet günü döküldükleri zaman düşecekleri yerler olmak üzere dört beş değişik yorumun her birine yahut da hepsine ihtimali vardır. Ancak bu âyette nücûmu, Kur'ân'ın yıldızları yani her indirilmede gelen âyetler, indirilen kısımlar şeklinde yorumlamak mânâya daha uygun düşmektedir. Bu anlam tevriye suretiyle de olsa her halde kasdedilmiş olacağından, nücûmu yıldızlar diye terceme etmemek gerekir. Bu mânâya göre o yıldızların yerleri ise, Melekler, Peygamberler ve hâfızların kalbleri, yahut Kur'ân âyetlerinin yazıldığı sahifeler veya mânâları, yahut onların inişine sebep olan olaylar ve hükümlerdir. Şu halde yıldızların yerleri diye nitelendirilen hususların hepsini içine alan en uygun mânâ budur.

76. "Şüphesiz o bir yemindir." Bu cümle, bir mu'tarıza cümlesidir. "Eğer bilseydiniz." Bu da, mu'tarıza içinde mu'tarızadır.

77. "Şüphesiz o bir Kur'ân'dır." Yeminin cevabıdır. Çok faydalı ve feyizli mânâsınadır. Çünkü dünya ve ahirete dair birçok önemli ilmin esaslarını ihtivâ etmektedir. Diğer bir mânâ ile gayet güzel, hoş, yüceltmeye ve hürmete layık demektir. Ayrıca bu kelimeye, Allah katında değerli mânâsı da verilmiştir.

78. Korunmuş bir kitapda Meknûn, saklı, yani temiz tutulmak, kirletilmemek ve zayi edilmemek için saklanıp, kablar içinde muhafaza edilmiş demektir. İşte mushaflar öyle korunmalıdır.

79. Öyle ki temiz olanlardan başkası ona el süremez. Buradaki nefiy (olumsuzluk), nehiy (men etmek) mânâsınadır. Yani temiz olmayan kirli eller Ona dokunmasın, ancak maddî ve manevî pisliklerden, kötülükten ve necasetten temizlenmiş imanlı ve abdestli kimseler ona dokunsun. Bu âyet sebebiyledir ki, fıkıhta cünüp iken Kur'ân okunamayacağı ve abdesti olmayanın mushafa el süremeyeceği beyan edilmiştir.

80. Çünkü O, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiş bir kitaptır.

81. Şimdi siz bu söze mi yağ süreceksiniz? Yani hürmetsizlik edip inkâr içinde ve temizlenmeden onu kirletmeye mi kalkışacaksınız?

82. Ve rızkınızı sırf yalanlamanızdan ibaret mi kılacaksınız? Yani o kitaptan nasibinizi, onu yalanlamak ve bu suretle o nimete karşı nankörlük etmekten ibaret mi kılacaksınız? Çünkü ondan istifade edecek yerde ona hürmetsizlik etmek ve kirletmeye çalışmak, ondan elde edilecek nasibi küfr ve nankörlükten ibaret kılmaktır.

83. Bunun üzerine de yalanlama ve inkarda ısrar etmenin âkıbetine işaret edilerek buyuruluyor ki: O halde haydisenize can boğaza dayandığı vakit. Âyetteki kelâmdaki yalanlamayı sıralamak içindir. da onların acizliklerini göstermek üzere tahdid ifade etmektedir. Bu nın cevabı, ikinci dan sonra gelecek olan cümlesidir. fiilinin altındaki zamirinin nefse, yani ruha ait olduğu, sözün cereyan tarzından anlaşılmaktadır. Hulkûm, boğaz demektir. Dilimizde de "Can hulkuma geldiği vakit" denilir ki bu, ruhun çıkmak üzere bulunduğu can çekişme vakti demektir.

84. "Ve siz." Vâv, itirâziyyedir. Yani onun etrafında hazır bulunan ilgililer, sizler o zaman, içinizden birinin canı hulkuma geldiği o demde bakar durursunuz. Onun ölüm sarhoşluğunu görür, kurtaracak hiçbir şey yapamaz, acz içinde kara kara bakarsınız

85. biz ise ona, o can çekişen arkadaşınıza sizden daha yakınızdır. Gerek ilim, gerek kudret, gerek tasarruf cihetiyle olsun her hususta yakınız. Siz onun hallerinden yalnız açıkta gördüğünüz izleri tanıyabilirsiniz. Onun mahiyetine, niteliğine ve gizli özelliklerine vâkıf olamaz ve onlardan hiçbirini def edemezsiniz. Biz ise hepsini bilir ve dilediğimizi yaparız. Ve lâkin siz görmezsiniz, yani o yakınlığı idrak etmezsiniz.

86. O vakit haydi, bu diğerini kuvvetlendirmektedir. Eğer siz hak dinin hükmüne uymayacak ve yalanlamanızın cezasını çekmeyecekseniz,

87. o hulkuma gelen canı geri çevirseniz ya! Bu cümle, ların cevabı olmakla beraber şartiyyesinin cezası da olabilir. Yani onu geri çevirseniz ya bakalım. Eğer sadık iseniz, yani Allah'ın dinine tâbi olmamak, birliği ile Rablığını tanımamak davasında doğru iseniz!... Fakat ihtimal var mıdır? Siz Allah Teâlâ'nın hüküm ve kudreti altında öyle âciz, öyle mahkûm durumdasınız ki sizin için bu mümkün müdür?

88. Şimdi sonuç olarak o vefat eden zâtın ölümden sonraki halini beyan etmek için de buyuruluyor ki o canı geri dönmeyip ölen kimse, o Allah'a yakın olanlardan ise, sûrenin baş tarafında zikredilen üç sınıftan en ileride bulunan sâbikûndan (öncülerden) ise ki bu, en yüksek vasıfları olan "mukarrebûn" ile ifade edilmiştir.

89. Artık ona bir ravh. Ravh, rahat, rahmet, ferah ve devamlı hayat mânâlarına gelir ve güzel bir rızık ve bir naim cenneti, hiç kederi olmayan bir nimet ve saadet cenneti vardır.

90. Amma Ashab-ı yemin'e gelince aynen yukarıdaki isimle zikredilmişlerdir.

91. Artık sana sağın adamlarından selam. Burada ashab-ı yeminin birbirlerini selamlamaları hususu, Allah tarafından haber verilmektedir.

92. amma o yalanlayan ve inkâr eden sapıklara gelince ki bunlar Ashab-ı şimâl'dir (solun adamlarıdır) ve "Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar" (Vâkıa, 56/51) diye nitelendirilmiş, kötülenmişlerdir. Dâllin vasfı, onların tanıtıcı sıfatlarıdır.

93. *} amma o yalanlayan ve inkâr eden sapıklara gelince ki bunlar Ashab-ı şimâl'dir (solun adamlarıdır) ve "Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar" (Vâkıa, 56/51) diye nitelendirilmiş, kötülenmişlerdir. Dâllin vasfı, onların tanıtıcı sıfatlarıdır.

94. *} amma o yalanlayan ve inkâr eden sapıklara gelince ki bunlar Ashab-ı şimâl'dir (solun adamlarıdır) ve "Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar" (Vâkıa, 56/51) diye nitelendirilmiş, kötülenmişlerdir. Dâllin vasfı, onların tanıtıcı sıfatlarıdır.

95. Hakikaten işte bu, bu Kur'ân, özellikle sûrede zikredilen haber ve nihâyet üç sınıftan her birine ait sevab ve karşılık hiç şüphesiz o, hakku'l-yakîndir, (kesin bir gerçektir). Yalnız ilmü'l-yakîn (kesin bilgi) ve aynü'l-yakîn (görerek bilmek) değil, hakku'l-yakindir. Onlar bunun içinde gerçeği tahakkuk edici olarak kalacaklardır. Âyette geçen hak ve yakîn kelimelerinin her ikisi de aynı mânâyı ifade ettikleri halde hakkın, yakîne izafeti hakkında çok söz söylenmiştir. Bunlar içinde en uygunu İbnü Atiyye ve Râzî'nin beyanlarıdır ki o da şudur: "Hakku'l, yakîn, hakku'l-hak (en büyük gerçek) ve en üstün sevab demek gibi bir çeşit te'kid mânâsını içermektedir ki, yakînin son derecesi, yahut daha üstünde bir gerçek bulunmayan en yüksek mertebesi demek olur." Yukarılarda geçtiği ve Seyyid Şerîf'in "Ta'rifât"ında da izah edildiği üzere "Yakîn"in üç mertebesi vardır. Bunlar, ilmü'l-yakîn, aynûl-yakîn, ve hakku'l-yakîndir. Hakku'l-yakîn ilim ve müşahededen geçerek fiilî olarak tahakkuk edip yaşanan hakikat demektir. Ayrıca denilmiştir ki hakku'l-yakîn, kulun hakta yok olması ve onunla yalnız ilmen değil, hem ilim olarak, hem müşahede ile, hem hâl olarak bâki olmasıdır. Mesela, her akıllı insanın ölümü bilmesi ilmül-yakîn, melekleri görmesi aynü'l-yakîn, ölümü tatması da hakkü'l-yakîndir.

96. O halde Rabbini azîm ismiyle tesbih et. Bu sûrenin de tekrar eden âyeti budur. Allah Teâlâ, hakkı beyan ettikten sonra kâfirlerin kabule yanaşmamaları üzerine Resulüne buyuruyor ki, kâfirler kabul etmeseler de sen onları bırak. Onlar ister tasdik etsinler, ister yalanlasınlar, sen Rabbini tesbih et, hem de "Azîm" (yüce) ismiyle tesbih et. Böylece söz konusu bu âyetin üst tarafıyla, yani önceki âyetlerle mânâ yönünden irtibatı olduğu gibi gelecek sûrenin baş tarafıyla da münasebetinin olduğu anlaşılmaktadır. Sonraki sûreyle münasebeti şu şekilde kurulabilir. Göklerde ve yerde bulunan bütün varlıklar, Allah'ı tesbih eder. Sen, onlara nazaran küçücük bir grup demek olan kâfirlere bakma da, bütün kâinat ile beraber Rabbini tesbih et ve O'nu, en yüce ismiyle noksan sıfatlardan tenzih et.






KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)


57-HADİD:

1. Allah'ı yahut Allah için tesbih etmektedir. Tesbih, Allah Teâlâ'yı, kutsal yüceliğine layık olmayan kusurlardan gerek itikad gerek söz ve gerek kalb ile tenzih etmek ve uzak tutmaktır. Takdis kavramının anlamı da böyledir. Bunlar esasen uzak gitmek ve uzaklaştırmak mânâsını ifade etmektedirler. Nitekim sözü, "Suda uzağa gitti." sözü de "Arzda uzağa gitti." mânâsına gelmektedir. (Bu konuda bilgi için Bakara, 2/32 ve İsrâ Sûresi'nin baş tarafına bkz.) deki "lâm" ya "Ona teşekkür ve nasihat ettim." cümlesinde olduğu gibi te'kid (kuvvetlendirmek) için ziyade kılınmış sıladır veya "Allah için" anlamında sebeb ifade etmektedir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi . esas itibariyle akıl sahiplerinin dışındakilere mahsus ise de tâbiri göklerde ve yerde bulunan, ister görünmeyecek derecede ehemmiyetsiz olsun, ister görünen varlıklar olsun hepsine şâmildir. Binaenaleyh, gerek melâike ve müminler gibi sözle, gerek diğer varlıklar gibi ilham yoluyla konuşanların hepsi dahil olmak üzere mecazî bir anlam da kasdedilmiş olabilir. Çünkü yaratılan her varlık, imkân (olabilirlik) ve hudûsu (sonradan olmayı) ve arzettiği sanat nizamı ile Allah Teâlâ'nın noksanlıklardan münezzeh (berî) ve yüceliğin son derecesindeki sıfatlarla vasıflanmış olan varlığına delalet etmektedir. (Bu hususta bilgi için (İsrâ, 17/44) âyetine bkz.) "O çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir." Bu cümle, tesbihin şekline işaret etmektedir.

2. "Göklerin ve yerin mülkü O'nundur." Yani âlemdeki bütün küllî tasarruf; var etme, yok etme ve diğer bilinen ve bilinmeyen tasarrufların hepsi O'nun içindir. "O yaşatır ve öldürür." Bu cümle mülke dair hükümlerden bir kısmını beyan etmektedir. "O her şeye kadirdir." Bu da, hepsini bütün şartlarıyla özetlemektedir.

3. O'dur Evvel, her şeyden önce, başlangıcı yoktur ve her şeyin ilkidir. Çünkü varlıkların hepsinin başlangıcı ve hepsini ortaya çıkarandır. Ve son, hepsinin yok olmasından sonra O, bâkidir "O'nun zâtından başka her şey helak olacaktır..." (Kasas, 28/88), "Yer yüzünde bulunan her canlı yok olacak, ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacak ." (Rahmân, 55/26,27) âyetlerinin ifade ettikleri mânâya göre varlıkların hepsi helak ve fenâya gider ve gidebilir, ancak O, kalır. Bütün yaratıkların, varlık sebepleri ortadan kalkınca esasen helak edilirler ve yok olurlar. Sonra bütün işler ona döndürülür. Binaenaleyh O, hepsinden evvel olduğu gibi, hepsinin gayesi ve varlığın sonudur. Hem de Zâhir ve Bâtın. Zâhir, varlığı her şeyde açıkça görülen demektir. Çünkü her şey O'nun varlığına delildir. Hiçbir şey yoktur ki varlıkta ortaya çıkarken daha evvel O'nun varlığını isbat etmiş olmasın. Mamafih her görüneni de O zannetmemelidir. Çünkü O, âşikâr olmakla beraber gizlidir de. Duygularla hissedilemeyip hayal ile algılanamayacağı gibi, varlığının hakikatı da, akılların idrak ve kavrayışına sığmaktan münezzehtir. Binaenaleyh O'nun için ne yalnız Zâhir ne de yalnız Bâtın diye hükmetmemeli, hükmü, âtıftan sonraya bırakarak "Zâhir ve Bâtın" demelidir. Evvel ve Âhir sıfatları da böyledir. Ebu's-Suud'un da ifade ettiği gibi deki"vâv", bu iki vasfın tamamını önceki ilk vasfa bağlamaktadır. Buna göre hüküm, atıf yapmadan (vav ile bağlamadan) önce olabilirse de "ve'l-Âhir" ile "ve'l-Bâtın" sıfatlarında hüküm, atıf yapıldıktan sonradır. Ancak hepsinde de hükmü atıftan sonraya bırakmak daha doğrudur. Çünkü "hüve" zamiri "Allah" ismine aittir. Allah ismi ise, bütün isim ve sıfatların derecelerinin toplamıdır. Halbuki birçokları bu konuda gaflete düşerek vahdet-i vücûd (varlığın birliği) adına hatalara düşmektedirler. Ve O herşeyi bilicidir. Şu halde kendini de bilir. Bâtın ismine bakarak Allah'ın, kendine de gizli olduğu zannedilmemelidir. Zira bu ifade yani "O, her şeyi bilicidir." sözü, söz konusu şüpheyi ortadan kaldırmaktadır.

4. "O'dur yaratan..." Bu da mülk hükümlerinden bir kısmını beyan etmektir. "altı günde." (Bu hususla ilgili olarak A'raf, 7/54. ve Fussilet, 41/10-12. âyetlerin tefsirine bkz.) Sonra arş üzerine istivâ etti. Yani yaratıp öylece bırakıvermedi, işi idare edip düzenlemektedir. (İstivâ hakkında A'râf Sûresi'ndeki, 7/54. âyette tafsilat geçti. Oraya bkz.) (Allah) yere gireni de bilir, tohumlar gibi ondan çıkanı da, ekinler gibi. Gökten ineni de, yağmurlar gibi ona çıkanı da, buharlar gibi. Ve her nerede olursanız o sizinle beraberdir. Onun ilmi ve kudreti yanınızdan ayrılmaz. Ve Allah her ne yaparsanız görücüdür. Görür ve ona göre karşılığını verir.

5. "Göklerin ve yerin mülkü O'nundur." Bu cümle, sûrenin başında zikredildiği gibi burada da te'kit için tekrar edilmiştir. Yani hem ibtidada (yaratmada) hem iâdede (diriltmede) zikredilmiştir. Çünkü her ikisinin de mukaddimesi gibidir. Bir de istihlâftan (vekil bırakmadan) bahsedileceği için bu hatırlatmanın te'kid edilmesinde başka bir önemli fayda vardır. Ve bütün işler, Allah'a döndürülür. Çünkü ilk ve son O'dur. Binaenaleyh gerek mal ve mülkünüzde ve gerek diğer hususlardaki tasarruflarınızın bile evveli ve sonrası ona döndürülecektir. Bu yüzden bütün her şeyin kulluk adına O'nun için icrâ edilmesi gerekmektedir.

6. "Geceyi gündüze sokar, gündüzü geceye sokar." Yani zamanın acı tatlı bütün değişiklikleri O'nun hükmü altındadır. Gamları, sevince, sevinçleri gama, kedere tebdil eden ve zulmet içinde nur, nur içinde zulmet yaratan O'dur. Hem O, bütün göğüslerin künhünü (hakikatini) bilir. En gizli fikirleri, niyetleri, acı ve kederleri ve her türlü duyguyu O bilir.

Onun için:

Meâl-i Şerifi

7. Allah'a ve Resulüne iman edin. Sizi hâkim kıldığı, sizin yönetiminize verdiği şeylerden harcayın. Sizden, inanan ve harcayanlar için büyük mükafat vardır.

8. Size ne oldu ki, Resul sizi Rabbinize inanmanız için davet ettiği halde Allah'a inanmıyorsunuz? Oysa O, sizden kesin söz almıştı. Eğer inanacaksanız.

9- Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kuluna apaçık âyetler indiren O'dur. Şüphesiz Allah, size karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.

10- Neden siz Allah yolunda harcamayasınız ki? Göklerin ve yerin mirası zaten Allah'ındır. Elbette içinizden, fetihten önce harcayan ve savaşan bir olmaz. Onların derecesi, sonradan infak eden ve savaşanlardan daha büyüktür. Bununla beraber Allah hepsine de en güzel sonucu vaad etmiştir. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

7. Sıfatı, yukarıda zikredildiği şekilde Allah'a iman etmekle beraber Resulüne de iman edin. Çünkü Allah'ın tebliğini, emirlerini nehiylerini O, getirecek o, beyan edecektir. İman edin de sizin yönetiminize verdiği şeylerden harcayın. Yani hakikatte mülk onun olduğu gibi milk de onundur. Siz O'nun olduğunuz gibi sizin milk diye sahip olduğunuz şeyler de O'nundur. Ancak selâhiyyet verip onlarda tasarruf etmek için sizi halife kılmıştır. Bundan dolayı size vekil gibi izin verdiği hususlarda tasarruf edebilirsiniz. O halde iman ederek sizi vekil tayin ettiği bütün varlıkta kendinizi asîl değil, O'nun vekili bilerek Hakk'ın yolunda ve beyan ettiği hususlarda harcamada bulununuz. Nitekim bir beyitte de şöyle denilmiştir:

"Mal ve çoluk çocuk birer emanetten başka bir şey değildir. Bir gün olup da emanetlerin geri verilmesi ise gereklidir."

Bazı âlimler, "Bu infaktan (harcamadan) maksat, zekattır." demişlerse de doğrusu, vacib ve nafile harcamayı içine almış olmasıdır. Dahhâk'tan yapılan rivâyete göre bu âyetler, Tebük vak'asında nazil olmuştur. Binaenaleyh söz konusu âyetler, bu sûrenin Medenî olan âyetlerindendir.

8-9-10. Halbuki Allah sizden kesin söz almıştı. fiilinin zamiri, hem Allah'a hem de Resulü'ne ait olabilir. Allah'a ait olduğu düşünülürse o zaman buradaki misâktan maksat, yaratılış sözü olan "Evet Rabbimizsin dediler". mîsakıdır ki, delil getirme ve düşünceye yerleştirme şeklinde de yorumlanmıştır. Resulullah (s.a.v)'a ait olduğu kabul edilirse bu duruma göre de ona yapılan biât anlamına alınabilir. Zira Ubâde b. Sâmit (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Sahabiler Hz. Peygamber'e, canlılık ve gevşeklik halinde işitip itaat etme, zorluk ve kolaylık durumunda nafaka verme, iyiliği emredip kötülükten sakındırma ve kınayanın kınamasından korkmayarak Allah Teâlâ ile ilgili söz söyleme konusunda biât etmişlerdi. "Fetihten önce" Burada fetihten kasıt, Mekke'nin fethi, yahut hakkında Fetih Sûresi'nin indiği Hudeybiye'dir Bu ibareden de, onuncu âyetin Medine'de nazil olduğu anlaşılır. Müfessir el-Vâhidî'nin rivâyetine göre bu âyet, Ebû Bekr (r.a.) hakkında indirilmiştir. Bununla beraber "Sebebin hususî olması, hükmün genel olmasına engel teşkil etmez." kaidesinden hareketle Mekke'nin fethedilmesinden veya Hudeybiye'den evvel infakda bulunan ve savaşan Muhacir ve Ensarı da içerisine almaktadır. Bu yüzdendir ki çoğul sıgasıyla "Onlar, (derece itibarıyla) daha büyüktür." buyurulmuştur. Ahmed b. Hanbel'in Enes (r.a.)den yaptığı bir rivâyete göre Hâlid b. Velid ile Abdurrahman b. Avf arasında şöyle bir konuşma geçmişti. Hâlid, Abdurrahmân'a: "Siz, bizden önce yaşamış olduğunuz günlerle önümüze geçmek istiyorsunuz." demişti. Bu söz Hz. Peygamber (s.a.v)'e ulaştığında buyurdu ki: "Ashabımı benim için bırakın, nefsim kudret elinde bulunan O yüce zât'a yemin ederim ki, siz dağlar kadar altın infak etseniz, yine de onların amellerine yetişemezsiniz." Görüldüğü gibi bu hadis, ile işaret olunanların Hudeybiye'den önce infak edenler olduğunu kuvvetlendirmektedir. Çünkü, Hâlid b. Velid'in müslüman olması hadisesi, Hudeybiye'den sonra, Mekke'nin fethinden önce idi. Şu halde fetihten maksat, Hudeybiye demektir. Ancak Zemahşerî gibi bir çok âlim, onu Mekke'nin fethi olarak kabul etmişlerdir.

Hüsnâ, birçok kere geçtiği gibi, en güzel mükafat, yani cennet anlamını ifade etmektedir.

Meâl-i Şerifi

11. Kimdir o, Allah'a güzel bir borç verecek olan ki, Allah da onun verdiğini kat kat artırsın ve onun için şerefli bir mükafat da versin.

12. O gün inanan erkekleri ve inanan kadınları görürsün ki nurları, önlerinde ve sağlarında koşuyor. (Kendilerine): "Bugün müjdeniz altlarından ırmaklar akan, içlerinde ebedi kalacağınız cennetlerdir." (denilir) İşte büyük kurtuluş budur!

13. O gün münafık erkekler ve münafık kadınlar o iman edenlere şöyle diyeceklerdir: "Bize bakın da sizin nurunuzdan alalım?" Onlara: "Arkanıza dönün de nur arayın!" denilir. Aralarına kapılı bir sur çekilir ki, onun içinde rahmet, dışında da azap vardır.

14. (Münafıklar) onlara: "Biz sizinle beraber değil miydik?" diye seslenirler. (Müminler) de derler ki: "Evet ama, siz kendi canlarınıza kötülük ettiniz, gözlediniz, şüpheye düştünüz ve kuruntular sizi aldattı. O çok aldatan (şeytan) sizi, Allah hakkında bile aldattı. Nihayet Allah'ın emri gelip çattı.

15. Bugün artık ne sizden ne de inkar edenlerden fidye kabul edilir, varacağınız yer ateştir. Size yaraşan odur. Orası ne kötü bir dönüş yeridir!

16. İnananlar için hâlâ vakit gelmedi mi ki, kalbleri Allah'ın zikrine ve inen hakka saygı duysun ve bundan önce kendilerine verilmiş, sonra üzerlerinden uzun zaman geçmekle kalbleri katılaşmış, çoğu da yoldan çıkmış kimseler gibi olmasınlar?

17. Biliniz ki Allah yer yüzünü ölümünden sonra diriltir. Belki aklınızı kullanırsınız diye size âyetleri açıkladık.

18. Şüphesiz sadaka veren erkeklere ve sadaka veren kadınlara ve Allah'a güzel bir ödünç verenlere, verdikleri kat kat artırılır ve onlara şerefli bir mükafat vardır.

19. Allah'a ve peygamberine iman edenler var ya, işte onlar, Rableri yanında sözü özü doğru olanlar ve şehitlik mertebesine erenlerdir. Onların mükafatları ve nurları vardır. İnkar edip de âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar da cehennemin adamlarıdır.

11. "Hani kim o Allah'a güzel bir ödünç verecek kimse?" Bu âyetin bir benzeri de Bakara, 2/245. âyetidir. Bilgi için oraya bakınız. Karz, başlangıcı ödünç verme, sonucu bey-i sarf (para cinslerinin bir biriyle satışı) olan bir muameledir.Karz-ı hasen, güzel ödünç anlamını ifade etmekle beraber burada malın en iyisini seçip Allah rızası için halis niyetle faydalı olan hususlara sarf etmek demektir.

Karz-ı hasenin on vasfı taşıdığı ifade edilmiştir. 1. Sarf edilecek malın, helal maldan olması lazımdır. Çünkü Allah Teâlâ temizdir, temiz olmayanı sevmez. 2. Kişinin sahip olduğu malın en iyisinden olmalıdır. 3. Karz-ı hasen sahibi sıhhatli, yaşama ümidi besleyen, fakirlik korkusu içinde tutumlu hareket eden birisi olmalıdır. 4. Malı, en muhtaç ve en uygun olana vermelidir. 5. Verdiği malı, gizlemeli, açığa vurmamalıdır. 6. Arkasından başa kakmamalı, eziyet etmemelidir. 7. Maksadı, sırf Allah rızası olmalıdır. 8. Verdiği çok olsa da az ve ehemmiyetsiz görmelidir. 9. En sevdiği malından vermelidir. 10. Malı, fakire evine götürerek vermek suretiyle onu en fazla memnun edecek yöntemi seçmelidir. Burada Allah'a karşı karz-ı hasen tâbirinin kullanılması, mecazî anlamdadır. Malın en iyisini ve verilecek en faydalı ciheti seçerek Allah yolunda ihlâs ile harcama yapılması ve Allah'ın buna kat kat sevab ve karşılığı taahhüd buyurması hususunun bir karz-ı hasene benzetilerek fiilde bir istiâre-i tebeiyye veya görünüşte bir istiâre-i temsiliyye yapılmıştır.

12-13. Göreceğin günü zarfına veya yaya da hazfedilen fiiline bağlıdır. Yani kıyamet günü "Onların önlerinde ve sağlarında nurları koşar." İbnü Ebî Şeybe, İbnü Cerir, İbnü Münzir, İbnü Ebî Hâtim, Hâkim ve İbnü Merdûye'nin İbnü Mes'ud (r.a.)'dan naklettikleri bir rivâyette o şöyle demiştir: "Müminlere amellerine göre nur verilir. Bu nurla onlar sıratı geçerler. Kiminin nuru dağ gibi, kiminin nuru ağaç gibidir. En aşağıda olanın nuru baş parmağındadır ki bir yanar bir söner." Ebû Hayyan da der ki: "Anlaşıldığına göre bu nur iki kısımdır. Birisi önlerindedir, gidecekleri yeri aydınlatır. Birisi de sağ taraflarındadır." Cumhura göre de nurun aslı, onların sağlarında olan nurdur.

Önlerinde bulunan nur, bu asıl nur olan yayılan ışıktır. Bir de denilmiştir ki. "Buradaki , mânâsına olup, "sağ taraflarından" demektir ki bu da, "her taraflarından" mânâsınadır. "Eymân" şeklinde çoğul olarak ifade edilmesi ise, onun şerefinden dolayıdır.

Zemahşerî de şöyle der: " "Önlerinden ve sağlarından" denilmesi, o bahtiyar müminlerin amel defterlerinin bu iki yönden verilmesinden dolayıdır." Nitekim cehennemliklerin de sollarından ve arkalarından verilecektir." İbnü Ebî Hâtim, Hâkim ve İbnü Merdûye Abdurrahmân b. Cübeyr b. Nâdir'den, onun şöyle dediğini nakletmişlerdir: "Ebu Zer ve Ebu'd-Derdâ (r.a.) derlerdi ki, "Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Ben kıyamet günü kendisine secde izni verileceklerin birincisiyim, izin verilip başını kaldıracakların da birincisiyim. Başımı kaldırıp önüme, arkama, sağıma ve soluma bakarım, bakınca bütün ümmetlerin arasında ümmetimi tanırım. Ya Resululluh Nuh (a.s.)'dan ümmetine kadar bütün ümmetleri nasıl tanırsın? diye sorulduğunda da buyurdu ki: "Abdest izinden alınları, elleri ve ayakları parıldar." Bu durum başka ümmetlerde yoktur. Ve kitapları sağ taraflarından verilir onunla tanırım, yüzlerinde secde izlerinden işaretleri vardır, onunla tanırım. Önlerinden sağ ve sol taraflarından koşan nurlarıyla tanırım." İbnü Ebî Hâtim, Ebû Ümâme (r.a.)'den şöyle bir rivayet nakletmiştir. "Kıyamet günü bir zulmet salınır, ne mümin ne de kâfir hiç kimse avucunu dahi göremez. Tâ ki Allah Teâlâ, müminlere amelleri kadar nur gönderinceye kadar ..." İbnü Cesir ve Beyhaki "Ba's"de İbnü Abbas'ın şöyle dediğini naklederler: "İnsanlar karanlıklar içinde iken Allah Teâlâ bir nur gönderir. Müminler o nuru görünce o tarafa doğru yönelirler. İşte bu nur, onların cennete girmeleri için Allah tarafından gönderilen bir delil olur." Bundan sonraki âyetin mânâsından bizim anladığımıza göre, söz konusu nurun müminlerin önlerinde ve sağlarında koşması, solda ve arkada bulunan münafık ve kâfirlerin ondan istifade etmemesi içindir. Binaenaleyh 'ü "her taraf" mânâsına yorumlamak doğru değildir. , dan bedeldir. İbnü Atiye demiştir ki, sözüne de zarf olabilir. Yani münafıkların şöyle şöyle dedikleri gün, müminler o büyük kurtuluşa erecekler demektir. Münafıklar, Medine'de olduğuna göre bu âyetlerin de medenî olmaları gerekir. Bize bakınız sizin nurunuzdan alalım, yani müminler nurları önlerinde ve sağlarında koşarak o büyük murada ererlerken münafıklar yetişemeyip karanlıkta kalacaklardır. Müminlere arkalarından diyecekler ki, "Bizden tarafa bir bakın da, nurunuzdan biz de ışık alalım, istifade edelim." Zira müminler onlardan tarafa baktıkları zaman önlerinde bulunan nur o tarafa geleceğinden ondan istifade edeceklerdir. Yahut "Bizi gözetin, bekleyin de biz de size katılalım ve bu sûretle nurunuzdan ışık alalım." mânâsınadır. Mü'minler veya melekler tarafından denilecek ki dönün arkanıza da bir nur almağa çalışın. Yani bir nur bulma vasıtası arayın. Âyette yer alan "dönün" emri, defolun gibi bir azarlama, bir kovmadır. Denilmiş olmaktadır ki, siz dünyada dönekliği sever, dinden dönmeğe vasıta arardınız. Haydi şimdi mümkünse ve dönmekte fayda varsa dönün arkanıza da bir nur arayın. Şimdi burada size bakacak kimse yoktur. Arkadan maksat da, nurun taksim edildiği yer yahut, nurun sebebi olan imanın kazanıldığı dünya hayatıdır. Derken aralarına bir sûr çekilmiştir. Sûr, bir şehrin etrafına çepe çevre çekilen hisâra denilir. Burada mutlak ayırıcı mânâsı verilmiştir. İbnü Zeyd ve Mücahid bu sûra A'râf demişlerdir. Diğerleri ise A'râfın dışında bir şey olduğunu söylemişlerdir. Bazı âlimler de men etme ve yolu kapama mânâsı vermişlerdir. Yani münafıklar, müminleri taleb etmekten engelleneceklerdir demektir. Ayrıca bu sûrun, cennet ile cehennem arasına çekilmiş bir sed olduğu görüşü de ileri sürülmüştür. Öyle bir sur ki onun bir kapısı vardır. Çok değil sadece bir kapısı, Allah bilir ya bu, iman kapısı olmalıdır. Çünkü ondan ancak mümin olanlar girebileceklerdir. Batnı yani o kapının yahut sûrun içi ki rahmet ondadır. Hakikatini tarif ve tasvir etmenin mümkün olmadığı bütün sevab ve nimet onun içindedir. Dışı ise, o yüzden yani o kapı ve sûr tarafından azabtır. Dışındakilere azab o yönden gelir.

14. Münafıklar, müminlere: "Biz sizinle beraber değilmiydik?" diye bağrışırlar. Dünyada sadece dilleriyle deyip mümin göründüklerini söylemek isterler. Buna karşı müminler diyecekler evet.. velakin sizler kendilerinizi fitneye soktunuz. Yani münafıklık yaparak kendinizi meşakkate düşürdünüz, ateşe doğru gittiniz ve helak ettiniz. Ve gözettiniz müminlere belâ ve musibet gelmesini beklediniz. Bunun da sebebi ve şüphe ettiniz, işkillendiniz. Yani inanamadınız, böylece de hakikaten müminlerle beraber olmadınız. ve bunun sebebi de kuruntularınız sizi aldattı. Boş temenni ve hülyalarla kuruntularınıza aldandınız ve münâfıklıkla o boş isteklerinize ereceğinizi, böylece de İslâm'ın başarılı olamayacağını zannettiniz. Tâ Allah'ın emri, yani ölüm gelinceye kadar gururlandınız ve bunun da sebebi, o aldatıcı, gururlu, yani şeytan sizi Allah'a güvendirdi, adam sen de! Günahın zararı yoktur, Allah Gafûr ve Rahîm'dir affeder diye sizi keyflerinizin arkasından koşturdu.

15. "Bu gün." "Fâ" sebebiyyedir, yani o sebebten dolayı bugün sizden hiçbir fidye kabul edilmez, kendinizi kurtarmak için her ne kadar kurtuluş fidyesi verecek olsanız kabul edilmez. Ne de küfredenlerden, sadece sizin gibi gizlice değil, açıkca ve bâtınen küfredenlerden de fidye kabul edilmez. Me'vânız, sığınacağınız yer, ateş yani cehennemdir. İşinizi görecek koruyucunuz, yahut layıkınız, en uygun olan cezanız odur. O da ne fenâ masîrdir, yani ne fenâ gidilecek yerdir. Yahut ona gidiş de ne fenâdır.

16. "Ya o iman edenlere çağrı gelmedi mi?" Bu âyetin de içeriği onun Medine'de indiğini gösterir. Ancak Mekkî olduğuna dair de iki ayrı rivayet vardır. Bunlardan biri, İbnü Mes'ud'dan nakledilmektedir. O şöyle der: "Müslüman olmamızın üzerinden henüz dört sene geçmişti ki bu âyet ile uyarıldık. "Diğeri ise İbnü Abbas'ındır. O da şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, müminlerin kalplerinde bir ağırlık (yavaş hareket) görerek, Kur'ân'ın inişinin on üçüncü senesine girerken bizi azarladı." Şu halde bu iki rivayet birbirine zıt olduğu için birini tercih edecek durumda değiliz. Bir de, müminler Mekke'de sıkıntı içinde idiler. Medine'ye hicret ettiklerinde rızık ve nimete ulaşınca eski hallerine nazaran içlerinde uyuşukluk gösterenler oldu. Bunun üzerine söz konusu âyet indirildi denilmiştir. Lakin bu da, âyetin içeriğine pek uygun düşmemektedir. Gerçi âyetin son tarafında "Üzerlerinden uzun zaman geçmiş de kalpleri katılaşmış..." denilmekle bu mânâya temas ediliyor gibi ise de, esasen söz geliminde bir aşağılanma olmayıp, henüz vakti gelmedi mi? diye hitab edilerek bir olgunlaşmanın meydana gelmesine teşvik ve sevk edilme bulunmaktadır. Aslında âyette bir azarlama vardır. Fakat bu azarlama, âyetin inişine sebeb olan sahabiler için dinî neş'ede bir aşağılanma azarlaması değil, imanda kemâl izlerini göstermek suretiyle İslâm'ın faaliyete geçmesi için aşk ve heyecan yükselişini uyandırmak istikbalde de o neş'enin sönmemesi için şart olan ruhî bir kanuna işaret etmekle heyecan ifade eden bir teşvik azarlamasıdır. Onun için buyuruluyor ki, o iman edenlere vakti ve zamanı gelmedi mi? Ki kalpleri Allah'ın zikrine ve inen hakka saygı duysun saygı ile boyun eğip itaat eylesin. Allah'ın zikrinden maksat, Allah'ın adının anılması, yahut Kur'ân'dır. İnen hak da, meydana gelen olaylara göre Kur'ân ile Allah tarafından indirilen hükümlerdir. İmân, önce bilgi ve sevgi gibi iki ruh hâlini ihtivâ eder. Sonra da Hak Teâlâ tarafından gelen emir ve nehiylere göre hayırlı işlere teşebbüs etmeyi ve güzel ahlâk ile ahlâklanmayı gerektirir. Yeni imana gelen kalplerde ilk duyguların vicdanlara çarpışı kuvvetli ve bu yüzden muhabbet neşesi şiddetli olsa da, gerek bilgi ve gerek imanın gerektirdiği şeyin tatbikatı itibariyle olgunluğa ulaşmış bir kalp gibi yüksek faziletlere eremez, yaptığı işlerde ve gösterdiği tepkilerde usulüne uygun ve normal bir hareket tarzına sahip olamaz Nitekim uzun zaman geçmesiyle duygular kocayarak neş'esini kaybeder. Arzulara gevşeklik ve kalbe katılık gelir ve bu kanun ruhundan dolayı ferdler gibi cemiyetler de dinî neşelerinde bir başlangıç çocukluk, gençlik, rüşd, kemâl ve olgunluk sonra da kocamak ve ihtiyarlık gibi tavırdan tavıra çeşitli devirler yaşar. Bu suretle kocayan cemiyetler ancak neşenin yenilenmesi yoluyla, öldükten sonra dirilme gibi yeniden hayat kazanarak varlığını devam ettirebilir ve yine o suretle gelişmesini sağlayabilirler. Hakkın birliği ile İslâm, âleme bir Likâullah (Allah'a kavuşma) neş'esi getirmişti ki, onun sona ermesi düşünülemez ve hiçbir neş'e ile değiştirilmesi söz konusu edilemez. İstikbalin imkan zemininde gizlenen hiçbir devlet, hiçbir nimet neşesi onun kavrayışı dışına çıkamaz. En büyük hoşnutluk, bütün neş'elerin ve mutlulukların gayesidir. Öncekiler, o neşenin aşkıyla iman ve İslâm'a sarılıyorlardı. Müşriklerin kızgın taşlarla işkenceleri altında hiç gevşeklik göstermeyerek "ehad, "ehad" (birdir) diye Allah'ı zikretmek suretiyle imanın sevincini ilan eden Bilâl-i Habeşî (r.a.) gibi Ashab-ı Kiram, hep o neş'enin şevkiyle zevk içinde yaşıyorlardı. Sonra da bu neşe, feyz ve yükselmeye kabiliyetli olarak "Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım..." (Mâide, 5/3) gününe doğru bir olgunlaşma takip ediyordu. Şüphesiz ki Ashab-ı Kiram imanlarının ilk anından itibaren kalpleri Allah'a karşı saygı ile çarpan mahlukatın en üstünü idiler. Bununla beraber ferdlerin tekamül mertebelerindeki hareket ve kabiliyetleri ve her mertebedeki saygı dereceleri farklı olduğu gibi ilk zamanlarda cemiyyet olarak ortaya çıkışlarında henüz o, görünen neş'esini bulamamış kuvvet ve gençlik çağına gelememişti. İşte bu âyet, bu ruh kanunlarıyla İslâm toplumunun iman konusunda ve amelî fazîletlerde Allah'ı zikir ve Hakk'ın hükümlerine tam bir saygı ve teslimiyyet melekesi kazanarak faaliyyet çağına geçmeleri zamanının geldiğini hatırlatmaktadır. Çünkü âyetinde buyurulduğu üzere "Asıl müminler o kimselerdir ki, Allah Teâlâ'nın ism-i celili zikredildiği zaman kalbleri çarpar ve âyetleri okundukça imanları artar." (Enfâl, 8/2). Şu halde iman edenler işte böyle olsunlar. Ve şunlar gibi olmasınlar ki önceden kendilerine kitap yani Tevrat ve İncil verildi. Sonra üzerlerinden uzun zaman geçti, zaman uzadı, peygamberleriyle aralarında zaman geçti, yahut gaye uzadı, vaad edilen maksad ve istek geçti, veya ecel uzadı, ömürleri uzayıp ölümü unutarak ardı arkası kesilmeyen arzular peşine düştüler. Ve kalpleri katılaştı. Allah adına zikr ve nasihat tesir etmez, hakka boyun eğmez ve hak neşesi duymaz oldular. Böylece "İşte onlar (yani kalbler) şimdi katılıkta taş gibi, yahut daha da ileri.." (Bakara, 2/74) âyetinde ifade edilen duruma geldiler. Hem içlerinden çokları fâsıktırlar. Dinlerinin sınırlarını aşmış, kitaplarındakini terketmişlerdir. Yani "Ama onlar kendilerine zikredilen şeyden pay almayı unuttular.." (Mâide, 5/14) âyetinde ifade edilen niteliği kazanmış oldular. Onun için siz onlar gibi olmayın, katı kalpli de olmayın, fâsık da olmayın da, Allah Teâlâ'nın zikrine, Kur'ân'daki vaaz ve uyarısına, indirdiği gerçek hükümlere itaat ve teslimiyeti alışkanlık edinecek şekilde yumuşak ve ince kalpli olun. deki "fâ" sebebiyyet mânâsınadır. Demek ki tûl-i emed, yani zamanın uzaması, kalp katılığına bir sebeb gösterilmiştir. Zira zamanın geçmesiyle duyguların şiddeti söner, kalpler katılık peyda eder. O halde hatırlara burada şöyle bir soru gelebilir: Zaman aşımı kalbin katılaşmasına sebeb olunca uzun zaman yaşayan kimselerin bundan sakınması nasıl mümkün olabilir? Ve bu surette onlar gibi olmasınlar demenin genel anlamda ne faydası olur? Bunun cevabı şudur: Bilindiği üzere usulde zaman aşımı gibi kulların iradesine tâbi olmayan hususlarda sorumluluk, onun ilgili olduğu ihtiyarı elde etme sebeblerine bağlıdır. Bunda da zaman aşımının hükmünü, ortadan kaldırabilecek sebeplerin araştırılması ile ictihada sevketme söz konusudur. Bir de âyette asıl kasdedilen huşûdur (saygıdır). Huşû ise irade ve ihtiyâr ile ilgili olan bir fiildir.

17.Sonra tabii sebepler karşısında da ümitsizliğe düşülmemek için şöyle buyuruluyor: Biliniz ki Allah Teâlâ yeri ölümünden sonra diriltir. Şüphe yok ki onu dirilten Allah, zamanın uzamasıyla katılaşmış olan kalpleri de yeni bir intibâh ve bir hayat neşesi ile diriltir. İşte size âyetleri açıkladık belki düşünür anlarsınız da onlara saygı ile sarılır, zamanın uzamasıyla dahi kasvete düşmemek için olgun bir iman ile çalışır, Kur'ân'ın feyziyle âleme yeni yeni hayatlar yayarsınız. Bunu yapabilmek için de Allah yolunda infak ve tasadduk etmek en birinci sebeplerden birini teşkil eder. Bu hususa işaret için şöyle buyurulmuştur.

18. "Şüphesiz sadaka veren erkekler ve kadınlar..."

19. Hem Allah'a ve Resulüne iman edenler ki imanlarının niteliği Bakara Sûresi'nin sonunda ifade edilmişti. Onlar, hep sıddikler ve şehidlerdir. Sıddikler; Allah ve Resulünü tasdik edip, tasdiklerine sadık kalmada en ileri gidenlerdir. Şehidler; Allah yolunda can veren mücahidlerdir ki, cennetlik olduklarına şehadet edilmiştir. Yahut hakikatte ölmüş olmayıp, hayatta bulunduklarına şehadet edilmiş olmakla beraber henüz hazır demek olan şahidlerdir. Rablerinin indinde, yani Allah'ın yanında demektir ki hakiki müminler, Allah'ın hüküm ve ilminde sıddikler ve şehidler hükmünde ve tıpkı onlar gibidirler. Çünkü Allah'a ve Resulüne hakikaten iman etmiş olanlar, onlar gibi Allah'ın ve peygamberlerinin bütün haberlerini tasdik etmekle beraber, imanlarına sadık kalırlar ve Allah için onların fiillerine sıdk ile şehâdet ve yardım ederler. Onun için onlara öyle sıdk ve şehadet ile iman edenlere onların, yani sıddiklerin ve şehidlerin mükafat ve nurları vardır. O hakiki müminler de, onlara vaad edilen mükafat ve nura kavuşurlar. Müfessirlerin beyanına göre şu farkla ki, müminlerinki sıddiklerin ve şehidlerinki gibi katlanamaz. Bu suretle seçilirler. Aralarında mahiyet (esas) farkı bulunmaz, Fakat nitelik ve derece farkı bulunur. Bazı müfessirler de bu âyeti başka türlü rabtetmişler ve demişlerdir ki nin haberi da tamam olmuştur, okurken burada durulmalıdır a bağlı olmayıp mübtedâdır. Haberi ise, dür. Böylece bu üç zamirin üçü de şühedâya aiddir. Buna göre mânâ, şöyledir: "Allah'a ve Resulüne iman edenler, onlar hep sıddiklerdir. Rablerinin yanındaki şehidler ise, onların kendilerine mahsus mükafatları ve nurları vardır." Burada Şühedâ'dan murad "Her ümmetten bir şahit, seni de bunlara şahit getirdiğimiz zaman nice olur." (Nisâ, 4/41) âyetinde olduğu gibi peygamberlerin olması da düşünülebilir. Âyetlerimize yalan deyip küfredeler ise, onlar hep cehennem ashabıdır. Cehennemde ebedi kalıcıdırlar. Kâdî Beydâvî der ki: "Bu âyetten, cehennemde ebedî kalışın kâfirlere mahsus olduğu anlaşılır. Zira cümle, ihtisasa delalet ettiği gibi sohbet de örf bakımından beraberliğe, devamlılığa delalet etmektedir."

Mümin ve kâfirin ahiretteki hallerini böylece beyan ettikten sonra dünyanın, yani ahiret saadetini kazanmak için sarf edilmeyen fâni hayatın değersizliğini tasvir ederek ahiret hayatına teşvik için buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

20. Biliniz ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süs ve kendi aranızda övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışından ibarettir. Bu, tıpkı bir yağmura benzer ki; bitirdiği ot, ekincilerin hoşuna gider, sonra kurur, onu sapsarı görürsün, sonra çerçöp olur. Ahirette ise çetin bir azab; Allah'tan mağfiret ve rıza vardır. Dünya hayatı, aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.

21. Rabbinizden bir mağfirete; Allah'a ve peygamberine inananlar için hazırlanmış olup, genişliği gökle yerin genişliği kadar olan cennete koşuşun. İşte bu Allah'ın lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir.

22. Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu Allah'a göre kolaydır.

23. Böylece elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız. Çünkü Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez.

24. Onlar cimrilik edip insanlara da cimriliği emrederler. Kim yüz çevirirse Allah, zengindir, övgüye layıktır.

25. Andolsun biz peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve ölçüyü indirdik. Biz demiri de indirdik ki onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır. Bu, Allah'ın dinine ve peygamberlerine görmeden yardım edenleri belirlemesi içindir. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, daima üstündür.

20. Dünya hayatı, yani ahiret kazancı için sarfedilmeyen, sonsuzluk âleminin nimetlerini elde etmeye vasıta kılınmayan o dünya hayatı sırf çocukları aldatan ve yorgunluktan başka bir meyvası olmayan şu hallerden ibarettir: Bir oyundur, heves edilir. Uğraşılır, boğuşulur. Yense de yenilse de netice itibariyle hiçe doğru sürüklenip gider ve eğlencedir. İnsanı faydalı olan işinden, gücünden, vazifesinden alıkoyan ve vaktini öldürmekten başka bir işe yaramayan eğlencelerdir. Ve süstür, herhangi bir şeref bahşetmeyen, kadın ve çocuklar gibi gafilleri aldatan giyimler, kuşamlar, ciciler biciler kabilinden sadece bir gösteriştir. Ve aranızda bir övünmedir, ben senden üstünüm, ben falanın oğluyum gibi bir övünüştür. Tefâhür, övünme yarışı demektir. Fahr ve iftihar ise, kişinin kendisinden başka şeylere güveniş övünmesidir. Mal ve evlatta bir çokluk yarışı, bir gururdur. İşte sırf dünya için yaşayanlara hayat, bunlardan ibarettir. Bir yağmur misali gibi ki otu kâfirleri imrendirmiştir. Burada küffâr, şer'an bilinen anlamı ile kâfirler demek olabilirse de, İbnü Mes'ud (r.a.)'dan rivayet edildiği üzere çiftçiler, rençberler mânâsına olması daha tercihe şayandır. Çünkü küfür, asıl lûgat mânâsında "örtmek" demektir. Çiftçiler de tohumu toprağa atıp örttükleri için onlara da bu vasıf verilmiştir. Otların bitmesi de hayvanat dolayısıyla önce çiftçilerin hoşuna gider. Ancak bu tabirin seçilmesi, bilinen tevriyeden de uzak değildir. Ahirete inanmayan kâfirlerin hoşlandıkları hayatın hayvanî bir hayat olduğuna işaret için de kullanılmış olabilir. Sonra heyecana gelir, coşar, gürleşir yahut kurumaya yüz tutar, körelir. Bir de bakar onu sapsarı görürsün. Sonra bir tutam çöp olur. İşte dünya hayatının misali budur. Ahirette ise şiddetli bir azab vardır. Yani dünya hayatına düşkünlüğün neticesi, çetin bir acıdır. Onun için burada ilk önce azab haber verilmiştir. Bir de Allah'tan bir mağfiret, bütün günahları örten, zahmetleri unutturan ve mahiyetini tasvir imkanı olmayan bir mağfiret bir bağışlama vardır. Ve bir rıdvan vardır, ki her şeyden büyük, her zevkten üstün olan Allah'ın rızasına ulaşmak, "Allah kendilerinden hoşnut olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlar.." (Beyyine, 98/8) âyeti gereğince hem kendisinden razı olunmuş hem de kendisi razı olmuş olmak ve o ebedi hoşnutluk, bütün mutlulukların en büyüğü, bütün safâların (şenliklerin) en yücesidir. Bu ise, dünya hayatını gaye edinmeyip ahiret için çalışan müminlere vaad edilmiştir. Görülüyor ki şiddetli bir azaba karşılık iki şey zikredilmiştir. 1. Mağfiret, 2. Hoşnutluk. Bu da Allah'ın rahmet sıfatının gadab sıfatına üstün geldiğini göstermektedir. Kısacası, dünya hayatı aldatıcı zevkten başka bir şey değildir, bir zevkten ibarettir. Fakat bir aldanma zevkidir. Hoş gibi görünür, lakin neş'esi sersemlikle, zevki acı ve ayrılıkla, azabı cehennem ile neticelenir. Ancak Saîd b. Cübeyr (r.a.)den rivayet edildiği üzere dünya hayatının aldatıcı bir zevk olması, ahiret hayatını istemekten alıkoyması sebebiyledir. Ancak Allah Teâlâ'nın hoşnutluğuna ve ahiretin kazanılmasına vesile edinilmesi durumunda ise ne güzel zevk, ne güzel bir vesiledir! O halde insan olanlar dünya hayatının geçici zevklerine kendilerini kaptırmayıp, sonundaki o ayrılık ile bir taraftan o şiddetli azabı, bir taraftan da o mağfiret ve hoşnutluğu düşünmeli de, yalnız azab korkusu ile değil, o mağfiret ve hoşnutluğa layık bir neş'e, bir aşk ve muhabbet ile ahiret için çalışmalı, o büyük murada ermelidir.

21. Onun için buyuruluyor ki: "Rabbinizden bir mağfirete ve genişliği yer ile göğün genişliği gibi bir cennete doğru yarışın." (Bu âyetin manasıyla ilgili olarak Al-i İmrân, 3/133. âyetine bkz.) Müsâreât ve müsabaka, sürat yarışı, geçme yarışı demektir. Bu iki kelime mânâ itibarıyla farklı olmakla beraber birbirlerinin yerine kullanılırlar. Müsabaka edin, yani sizden önceki ümmetlerin önde gidenlerini geçmek ve onlardan daha ileri giderek Rabbinizin mağfiretine, vasfedilen cennet ve Allah'ın rızasına ermek için gerekli olan sebepleri hazırlamak hususunda koşu meydanlarında yarışan yarışçılar gibi müsabaka edin, güzel ve hayırlı ameller için gayret gösterin. Ki o cennet Allah'a ve Resulüne iman edenler için hazırlanmıştır. O halde müsabakanın aslını imanda yarışma teşkil eder. İmanda müsabaka ise, Allah ve Resulü'nün tebliğ ettikleri hususları tasdik ve uygulamada mümkün olan mesâinin en yükseğini sarf etmek, yani yukarıda geçtiği üzere Allah'ın zikrine ve inen hakka saygı ile itaatta yarış etmek suretiyle olacaktır. Vaad edilen o geniş cenneti hazırlama Allah'ın fazlıdır, yani üzerine vacib olduğu için değil, sırf fazl ve keremiyle ihsan ettiği bir hediyesi bir bahşişidir. O fazlını dilediği kimselere verir. Onun için Cennet'i öyle iman edenlere tahsis etmiştir. Ve Allah çok büyük lütuf sahibidir. Onun için ona öyle büyük ve geniş bir lütuf çok görülmez. Sizler hemen iman edip ona ermek için yarışarak çalışın da başarıyı yine O'nun lütfundan ümid edin.

22. Fakat dünya hayatının peşin olan eğlencelerini bırakıp da böyle ahirette vaad edilen bir mağfiret ve cennet için yarışa kalkışmakta gerek memleket ve gerek nüfus itibariyle bir takım dünyevî zararlar, sıkıntılar ve musibetlerin başa gelme ihtimali varken öyle bir müsabakaya nasıl girişilebilir? denirse işte bunun için buyuruluyor ki ne yeryüzünde ne de nefislerinizde hiçbir musibet vuku bulmaz ki bir kitapta yazılmış olmasın. Musibet, hedefine isabet eden mermi gibi insana şiddetle dokunan hâdise ve felakettir. Arzda vuku bulan musibet, yerde herhangi bir zarar ve harabeye sebeb olan âfet ve ziyanlardır. Bu, kuraklık, kıtlık, ürünler veya hayvanlara ârız olan âfetler, ev veya şehir yıkımı, arazi ziyanı ve zelzele gibi diğer bütün zararları içine almaktadır. Nefislerdeki musibet ise, ölüm, hastalık, yara bere, kırık, hapis, işkence, açlık, susuzluk, züğürtlük gibi insanlarla ilgili olan acılardır. Tatlı başarılar Allah'ın lütfu olduğu gibi bütün musibetler de Allah'ın ezeli ilminde veya Levh-i mahfuz'da yazılmış bir takdiridir. Öyle ki O yeri veya nefisleri yahut da o musibeti yaratmamızdan, vücuda getirmemizden önce yazmışızdır. O nasıl mümkün olur denilmesin. Çünkü o, Allah'a göre kolaydır, Allah Teâlâ madde ve zamandan müstağni (berî)dir. O halde takdir edilen musibetten kaçınmakla kurtulma mümkün olmaz. O yazılmış ise yalnız müsabakaya girişenlere değil, kaçanlara veya oturup zevk ve rahatına bakanlara dahi gelir çatar. Bu hususta, böyle bir inanca sahip olmalı ve o yolda hareket edilmelidir. Musibetlere karşı kadere bağlanmanın kalbe kuvvet ve sağlamlık vermesi yanında, gerek acı ve gerek tatlı hadiseler karşısında insanı sarsmayan bir faydası da vardır.

23. Bu husus şöyle beyan buyurulmuştur: O yazı (kader) şu hikmet içindir ki kaybettiğiniz dünya nimetlerinden ötürü gam yemeyip üzülmeyesiniz. Allah'ın takdiri böyle imiş diye teselli bulup gücünüzü koruyasınız. Ve size verdiği ile de güvenmeyesiniz, Kibirlenmeyip "Bu, dedi şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lütfundandır." (Neml, 27/40) diye sonunu düşünesiniz. Zira hepsinin takdir edilmiş olduğuna imanı olan, kalpleri Allah'ın zikrine ve inen hakka saygı duygusu besleyen kimseler Allah Teâlâ'nın hadiseler ile ortaya çıkan acı, tatlı kaza ve kader görüntüleri karşısında insan olarak üzüntü duysa veya duygulansa da kendini şaşırmaz, ne gamın ızdırabına ne de sevincin gurur ve heyecanına kaptırmaz. Hepsinin haktan indiğini ve nice gizli hikmetleri bulunduğunu bilerek her iki halde de gönlünü, Allah'ın mağfiret ve hoşnutluk neş'esine bağlayıp alçak gönüllülük ve rıza, hisleriyle vazifesine bakar. Hem Allah çok övünen kibirlilerin, kendini beğenmişlerin hiçbirini sevmez. Bu ilave övünmenin sakıncasını ve kötü görülen çeşidini beyan etmektedir. Demek ki, hoş karşılanmayan güven, kibir ve gurur getiren fazla güvendir. Zira mübalağa sigasıdır. Çok iftihar edici demektir. da "ihtiyâl"den ism-i fâil olup kendinde görünen bir fazilet hayal ederek kibirlenen mânâsını ifade etmektedir ki kendini beğenmiş diye tabir edilir. Aslında bu kelime, dan türemiştir. den bedel yahut mânâsına mahzuf mübtedânın haberidir.

24. Yani "şöylelerini ki," yahut "onlar öyle kimselerdir ki" cimrilik ederler; sadaka vermekten, yardım etmekten Allah yolunda harcamaktan mallarını kıskanır, esirger ve cimrilik ederler. İnsanlara da cimriliği emrederler, bu durum iki şekilde olur. Ya nasihat ediyormuş gibi doğrudan doğruya ağızlarıyla söyler ve iktisattan, idareden bahsederek sıkılığa, cimriliğe teşvik ederler. Yahut davranışlarıyla herkese cimrilik örneği olurlar her kim de ardına dönerse, Allah yolunda harcamaktan yüz çevirirse haberi olsun ki, Ganî ve Hamîd ancak Allah'tır. Hiç ihtiyacı olmayan zâtında hamdedilmeğe ve övülmeye layık olan ancak O'dur. Onların yüz çevirmeleriyle Allah'ın hiçbir şeyi eksilmez, zarar onların kendilerine aittir. İhtiyaç da kendilerinindir. Burada Nâfi, İbnü Âmir, Ebu Cafer kırâetlerinde 'siz şeklinde okunur ve mânâda herhangi bir değişiklik olmaz. Bunun üzerine hamd'i gerektiren ilâhî lütuflardan bazılarını hatırlatma ve yüz çevirenleri uyarma pozisyonunda buyuruluyor ki

25. Muhakkak beyyinelerle, yani açık ve kesin delil ve mucizelerle Resullerimizi gönderdik. Ve beraberlerinde kitap ve mizanı indirdik. Âyette geçen kitaptan maksat, kitap cinsidir. Yazının ifade edilmesi de, bunun mânâsı içerisindedir. Mizan da bilinen terazi demektir ki, âlemde mevcut olan denge kanununun bir delili ve ölçüsü olarak eşyanın dengesini tayin için kullanılır. Bunun indirilmesi ise, Allah tarafından beşerin bilgisine sunulması, ilham ile bildirilmesi çalıştırma ve kullanımının öğretilip emrolunmasıdır. Bu da, dengeyi kavrayan bir aklî ve fikrî ölçü ile ilgilidir. İşte böyle kitab ve mizan (terazi) da indirildi ki insanlar insaf ve adaletle doğrulsun. Adî terazi tartabildiği şeylerde bir adalet, bir denkleştirme ölçüsü olmakla beraber, hukuki dengelerin hepsini ölçmek için yeterli değildir. Fakat adalet mânâsının en hususi bir örnek ve vasıtasını gösterdiği için mizan kelimesi mutlak adalet remzi olarak da kullanılır. Burada da mizanın hukûkî, sosyal ve siyasî dengeyi tayin eden adalet ölçüsü mânâsına alınması uygundur. Dengeyi bozan ve adaleti saptıranlara gelince Bir de demiri indirdik, yani bolca yaratıp varlığını bildirdik, kullanılmasını öğrettik. Onda şiddetli bir be's vardır. Yani kuvvetli bir darbe, çetin bir azab vardır. Çelik silahlar ve harp âletleri ondan yapılır. Ve insanlar için çok faydaları vardır. İğneden ipliğe hiçbir sanat yoktur ki onda demirin hizmet ve menfaati olmasın. Demir bütün sanayiin, hem belkemiği hem eli ve tırnağı gibidir. Mezarlar onunla kazılır, şehirler onunla yapılır. Yiyecek de onunla, giyecek de onunladır. Fahreddin-i Razî'nin dediği gibi demirin insanlığa hizmeti, altından çok fazladır. Denilebilir ki, altın bulunmasaydı dünya için büyük bir eksiklik olmazdı. Lakin demir bulunmasaydı hemen hemen bütün dünya işleri bozulurdu. Zamanımızda makinecilikle demir sanayiinin ulaştığı derece ise, hemen hemen her şeyi kuşatmıştır. Böylece hem gücü artırmış, hem faydaları çoğaltmıştır. Öyle ki devletler küçük bir kağıt parçasını altının yerine koymak suretiyle, altının kıymetini değilse de tedavülünü (elden ele dolaşımını) hayli durdurmuş ve hatta altın ölçeğinin kaldırılmasını bile lakırdı sahasına atmış oldukları halde, demirin bir iğnesini eksiltmek şöyle dursun, demir ihtiyacının günden güne şiddetini artırdığını görmekten başka bir şey yapamamışlardır. Şüphe yok ki insanlığın böyle her taraftan demir çemberleriyle kuşatılması, derelerin, tepelerin demir makinelerden savrulan dinamit ateşleriyle parça parça edilmesi, nice kalblere katılık vermekte, kitab ve mizanı düşünmeyip, yumuşak döşeklerde rahata alışmış olan veya engin cehalet ve tembellik derelerinde çalıp oynamak isteyen nice milletleri "Bir de onlar için demir kamçılar vardır." (Hac, 22/21) âyetince demir kıskaçlar içinde cehennemî bir tazyik ile ezmektedir. Bu da, demirde mevcut olan şiddetli gücün ortaya çıkmış bulunmasındandır. Fakat bu şiddetli gücü, bu kuvvetli tazyiki kırarak yüksek bir hürriyet havası teneffüs etmek için gök boşluğuna doğru uçan uçaklar da, demirdeki sayısız faydaları gözler önüne seren birer delildirler. Kısacası, demirin insanlar için çok faydalı ve insanların demire olan ihtiyaçlarının altına olan ihtiyaçlarından daha fazla olmasından dolayı, Allah Teâlâ, demiri altından çok ve kolay bulunur bir surette yaratmış ve keşfini altından önce nasip etmiştir. Buna karşılık altını ihtiyacın azlığı sebebiyle az ve nâdir yaratmış, ayrıca zor bulunacak ve kirlenmez bir kıymet ölçüsü yapılacak şekilde ağırlık ve değeri ile yerin derinliklerine atmıştır. Allah Teâlâ'nın cömertlik, hikmet, kullarına olan rahmet ve yardım izlerinden biri de, çok ihtiyaç duyulan şeyleri tabiatta daha fazla ve kolay bulunabilecek bir tarzda yaratmış olmasıdır. Nitekim bilginler derler ki, insanın hayatta en çok ihtiyacı havayadır. Çünkü akciğerlere hava bir an ulaşmasa insan derhal ölür. İşte bu sebepledir ki Allah Teâlâ onu en fazla ve en kolay bulunabilecek ve kolaylıkla teneffüs edilebilecek bir surette yaratmıştır. Öyle ki insan hiç bir zorluk çekmeksizin onu tabii olarak teneffüs eder. Suya ihtiyaç, havadan az olduğu için onu bulmak havaya göre biraz daha zor, yiyeceğe ihtiyaç, sudan da az olduğu için, onu bulmak da suyu bulmaktan daha güçtür. Aynı şekilde yiyeceklerin çeşitleri de ihtiyacın mertebesine göre farklılık arzetmektedir. Bulunması en zor olana ihtiyaç daha az olur. Mücevherlere ihtiyaç daha az olduğu için onlar da cidden az ve çok zorlukla bulunurlar. Onun içindir ki kıymetlidirler. Bütün bunlardan şunu anlarız ki, tâbii olarak bir şeye ihtiyaç ne kadar çoksa o da o nisbette çok yaratılmıştır. O halde Allah'ın rahmetine ihtiyacımız hepsinden daha çok olduğu için Allah Teâlâ'nın bize rahmetini her şeyden kolay bulunan bir fazlı kılacağını da ümid ve niyaz ederiz.

"Üstünlüğü kendi yüceliğine tahsis eden Allah her türlü noksanlıklardan münezzehtir. İnsanlar da O'nun lütfu sayesinde zenginleşmişlerdir. Havanın nefeslerini bolca yaratmıştır, her can sahibi ise onun nefeslerine muhtaçtır."

Bu âyetin benzeri, "Allah, kitabı ve mizanı hak olarak indirendir..." (Şurâ, 42/17) ve "Göğü Allah yükseltti ve mizanı O koydu." (Rahmân, 55/7) âyetleridir. Burada kitab ve mizan ile demirin münasebetine dair Fahreddin Razî'nin tefsirindeki şu güzel bilgileri okumadan geçmeyelim.

"1- Sorumluluğun alanı, ikidir. Birisi, layık olanı yapmak, diğeri ise layık olmayanı terketmektir. Birincisi, bizzat kastedilendir. Zira maksud bizzat terkedilseydi o zaman hiç kimsenin yaratılmaması gerekirdi. Çünkü terk ezelde mevcuttur. Layık olan fiil de ya, nefisle ilgili olur ki o, ilim ve bilgidir. Yahut bedene ait olur ki o da, âletler ve organlarla yapılan işlerdir. İşte nefsi fiilerden layık olanı yapmak konusunda kendisine baş vurulacak şey kitabdır. Çünkü hak bâtıldan, delil şüpheden onunla seçilir. Bedenî fiillerden layık olanı yapma hususunda kendisine baş vurulacak şey de mizandır. Çünkü ameller içinde sorumluluğu en ağır olanlar, yaratıklarla olan muamelelerdir. Mizan da, adaletin zulümden, fazlanın noksandan kendisiyle seçildiği şeydir. Demirdeki kuvvet ve şiddet de yaratıkları layık olmayan fiillerden zorla menetme vasıtasıdır. Kısacası kitab, nazarî kuvvetlere; mizan, amelî kuvvetlere, demir de layık olmayan şeyin ortadan kaldırılmasına işarettir. Bu üç husustan en şereflisi, manevî işlere önem vermek sonra maddi işlere riâyet etmek, sonra da layık olmayan şeylerden sakınmaktır ki âyette de bu tertib gözetilmiştir.

2- Muamele ya yaratıcı iledir ki bunun yolu kitaptır. Yahut insanlarladır ki bu da, ya dostlarla ya da düşmanlarla olur. Dostlarla muâmele eşitlik esasına dayanır. Bu da, mizân ile mümkün olur. Düşmanlarla muamele de kılıç ve demir iledir.

3- İnsanlar üç kısımdır. Birincisi sâbikûn (en ileride olanlar)dur. Onlar halka, kitabın gerektirdiği şekilde muamele ederler. İnsaflı davranırlar. Kendi haklarını alma konusunda ise cömert hareket eder, haklarının tamamını almaya kalkışmazlar. Ayrıca şüpheli hususlardan da sakınırlar. İkincisi muktesidler (orta yolda olanlar)dir. Bunlar, hem başkasının hakkı konusunda insaf ederler, hem de kendi haklarını ister, intisaflı davranırlar. Bu grupta olanlar için de mizan lazımdır. Üçüncüsü haksızlar, zalimlerdir. Bunlar kendi haklarında insaf isterler, fakat başkalarının hakları konusunda insaflı, davranmazlar. Kendi canlarının yanmasını istemez, başkalarının ise canını yakarlar. Bunlara karşı da kuvvet ve demir lazımdır.

4- İnsan ya hakikat makamındadır ki bu, nefs-i mutmainne (iyilikle kötülüğü ayırdeden kuvvet) ve mukarrebin (Allah'a yakın olanların) makamıdır. Bu makamda insan, ancak Allah'ta sükun bulur ve ancak Allah'ın kitabı ile amel eder. Nitekim "Bilesiniz ki, kalbler ancak Allah'ı anmakla sükunet bulur." (Ra'd, 13/28) buyurulmuştur. Yahut tarîkat makamındadır ki bu da, nefs-i levvâme (kötülükten sonra huzursuzluk veren nefis) ve ashab-ı yemin (sağcıların) makamıdır. Bu makamda aşırılık ve ihmalkârlıktan sakınıp doğru yolda gidebilmek için ahlâkı tanımakta da bir mizan gereklidir. Yahut şeriat makamındadır ki bu da, nefs-i emmâre (kötülüğe sürükleyen nefis) makamıdır. Bunda ise nefsi terbiye için ağır bir riyazet (nefse karşı koyma) ve mücahede demiri lazımdır.

5- İnsan ya, Allah'ın sırlarının kendisine göründüğü hakikat ehlidir. Böylelerinin dostu, ancak kitab ve Allah'ı zikirdir. Yahut taleb ve istidlâl (delil ile anlama) sahibidir. Onlar için de, bir delil ve hüccet mizanı lazımdır. Yahut da inad ve kibir sahibidir. Bunların da demirle yeryüzünden kovulması gerekir.

6- Din ya usûl, ya da fürûdur Başka bir ifade ile ya bilgi veya amel ve ahlaktır. Usûl kitabtan alınır. Fûrua gelince bundan maksat, insanların âdil davranmaları ve düzgün iş yapmalarıdır. Bu ise, mizan ile olur. Zirâ mizan adaletin göstergesidir. Bu iki yolu terkedenlerin de terbiye edilmeleri için demir lâzımdır.

7- Ayette yer alan kitab, Allah Teâlâ'nın Kur'ân'da zikrettiği adalet ve insâfı gerektiren hükümlere işarettir. Mizân da, insanları o adalet ve insafı yerleştiren hükümlere doğru götürmenin alâmetidir ki bu, hükümetlerin işidir. Demir de, inad edenleri kuvvet ve kılıçla yola getirmenin lüzumuna delildir. Bundan anlaşılır ki kitaba sahip olan âlimlerin dereceleri, kılıca sahip olan âmirlerin derecelerinden yüksektir. Bunlardan başka münasebet yönleri bulunabilirse de, hatırlatma için bu zikredilenler yeterli sayılabilir."

İşte Allah Teâlâ, böyle kitab, mizan ve bir de insanlara hem güç veren hem de bir çok faydası olan demiri indirdi ki, insanoğlu okumayı ve adalet ölçülerini bellesin, adalet ve hakkaniyyete (doğruluğa) tutunsun, belini doğrultsun, muamele ve hareketlerinde demirin gücünden sakınsın ve onun kullanılmasını da öğrenip gerek siyaset gerek sanayi ve ticaret açısından demirden istifade etsin. Hem de şunun için ki Allah kendisine ve gönderdiği peygamberlerine gıyaben, yani bilfiil hakkın huzuruna varmadan önce, yahut gösteriş için değil samimiyetle yardım eden mücahidleri, ezeli bilgisinde olduğu gibi fiilen de ortaya çıkarıp belli etsin de mükafatlarını versin. Allah'a yardımın mânâsı, O'nun dinine yardım etmek ve cüz'i iradesini onun için sarfetmektir. (Bu konuda bilgi için Muhammed, 47/7 âyetine bkz.) Şüphe yok ki Allah kavidir, azizdir. Kuvveti pek çoktur, izzetine, nihayet yoktur. O, her şeye galib ve her dilediğini yapmaya kadirdir. Mağlub edilmesine imkan olmayan ve harikalar yaratan izzet sahibi bir varlıktır. Bu cümlenin faydası, hem hakkı araştırmak, hem de yardım teklifinden hatırlara gelmesi düşünülen bir eksiklik zannını ortadan kaldırmakla meydana gelen yardım ve cihad tekliflerinin sağladığı faydaların, insanların kendilerine ait olduğunu hatırlatmak ve aynı zamanda ona muhalefet etmekten sakındırmaktır.

Şimdi o peygamberleri bir nevi izah etmek, nübüvvet ve kitaptan sonra bir de kuvvet kullanmanın sebebini beyan ile sûrenin sonuna bir mukaddime olarak buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

26- Andolsun, Nuh'u ve İbrahim'i elçi gönderdik, peygamberliği ve kitabı bunların zürriyetleri arasına koyduk. Onlardan yola gelen de vardı, ama onlardan çoğu yoldan çıkmışlardı.

27- Sonra bunların izinden ard arda peygamberlerimizi gönderdik. Meryem oğlu İsa'yı da arkalarından gönderdik, ona İncil'i verdik ve ona uyanların yüreklerine bir şefkat ve merhamet koyduk. Uydurdukları ruhbanlığa gelince onu, biz yazmadık. Fakat kendileri Allah rızasını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükafatlarını verdik. İçlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardır.

28- Ey inananlar! Allah'tan korkun, O'nun Resulü'ne inanın ki size rahmetinden iki pay versin, sizin için ışığında yürüyeceğiniz bir nur yaratsın ve sizi bağışlasın. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir

29- Böylece Kitab ehli, Allah'ın lütfundan hiçbir şey elde edemiyeceklerini bilsinler. Lütuf bütünüyle Allah'ın elindedir, onu dilediğine verir. Allah, büyük lütuf sahibidir.

26. "Andolsun ki biz Nuh'u ve İbrahim'i gönderdik." âyeti "Andolsun ki biz apaçık delillerle Resullerimizi gönderdik." (Hadîd, 57/25) âyetinin bir nevi açıklamasıdır. Burada bulunan "vâv" istinâfiyye (başlangıç), "Lâm" lâm-ı muvattıa (cümlede şart mânâsından önce bir kasem geçtiğini bildiren lâm), "kad" tahkik içindir. Yani "Celâlim hakkı için muhakkak biz gönderdik." demek gibidir. Bu kuvvetli te'kidler "vâv"ın delalet ettiği, takdir edilen bir sualin cevabı ve Resulullah (s.a.v)'ın kitabın dışında bir de kuvvet ve kılıç ile cihada emredilmiş olarak gönderilme sebeplerinin izahı olan bu beyanı takviye etmek ve önemini bildirmek içindir. Takdir edilen bu sual, sözün gelişinden anlaşıldığına göre şöyledir: Açık mucizelerle Peygamberler gönderilip, beraberlerinde kitab ve mizan indirildikten sonra, insanların adaletle doğrulmaları için bunlar yeterli olmalı değil miydi? O halde bir demirin şiddetli gücü ile faydalarının elde edilmesi için gayret gösterme emri ve onunla uyarıcı yeni bir Resul'ün gönderilmesinin hikmeti nedir? İşte hem bunun gibi hatıra gelen suallere cevap, hem de sûrenin sonunu baş tarafına uygun sonuç cümleleri ile bağlamaya hazırlık olmak üzere buyuruluyor ki: Celâl ismine yemin ederim ki, hakikaten biz Nuh'u ve İbrahim'i gönderdik zürriyetlerine de peygamberlik ve kitap verdik. Yani kendilerine peygamberlik verdiğimiz gibi zürriyetleri içinden de peygamberler çıkardık ve onlara kitaplar vahyettik. İbnü Abbas'tan burada zikredilen kitabın, kalem ile yazı yazmak mânâsını ifade ettiğine dair bir rivayet vardır. Buna göre mânâ şöyledir: Daha önce vahyedilen kitablar yalnız ezberlenip hafızalarda tutulmaktan ibaret iken, yazının icadıyla yazılmağa da başlanmıştır. Nitekim Tevrat, yazının icadından sonra indirilen kitaplardandır. Böyle iken içlerinden hidayeti kabul eden, doğru yolu tutanlar vardır. Bununla beraber çokları fasıktırlar, yani doğru yola gelmemiş, yahut doğru yoldan çıkmış; fıskı, âdet haline getirmişlerdir. Demek ki yalnız kitap, insanların insaf ve doğruluğa tutunmaları için yeterli değildir.

27. Bunun böyle olduğunu isbat için de buyuruluyor ki sonra onların peşlerini resûllerimizle takip ettik. Takfiye, esasen ense mânâsını ifade eden kafa kelimesinden alınmış olup, bir kimseyi diğerinin ensesinden, ardı sıra yollamak ve ona kafadar etmek demektir. Yani bir zaman aralığından sonra o önceden gönderilen resullerin, peygamberlerin peşlerinden kafadarları olmak üzere ardı ardına bir çok peygamber gönderdik ki, Musa (a.s.)dan sonraki Beni İsrail (İsrailoğulları) peygamberleri de bunlara dahildir. Bir de Meryem oğlu İsa ile takib ettik. Yani o ardı ardına gönderme nihayet İsa (a.s.)'ya kadar geldi, bir de onunla te'kid edildi ve ona İncil'i verdik. Alûsî der ki: "İsa'ya verilen İncil, bugün hıristiyanların elinde bulunan ve onun doğum kıssası ile uydurulan çarmıha gerilme kıssasını içine alan İnciller değildir."

Bugün hıristiyanların elinde resmî olarak Matta, Merkuş, Lûka ve Yuhanna adıyla dört İncil vardır ki isimlerinden ve içindekilerden de anlaşılacağı üzere hepsi sonradan yazılmıştır. Bunlar, Hz. İsa'nın biyoğrafisini anlatan kitaplardır. Tarihlerin beyanına göre bu dört İncil, Konstantin zamanında ilk oluşturulan Sinod'da birçok İncil içinden seçilmiştir. Nitekim Arapça'ya terceme edilmiş olan "Barnaba İncil'i" adındaki resmî olmayan İncil ile diğerleri arasında çok büyük farklar vardır. Sözkonusu bu dört İncil'de Hz. İsa'nın öğütleri çerçevesinde yazılmış olan va'zlar içinde hakiki İncil âyetlerinin mânâlarını ihtiva eden güzel sözler bulunmakta ise de, bunların hepsinin değişime uğradığı birbiriyle mukayesesinden anlaşılacak kadar açıktır. En anlaşılır olanı da tevhid ruhunun değiştirilmiş, teslise (üçlemeye) çevrilmiş bulunan noktalarıdır. Mamafih imana teşvik ile ahlâki ve edebî incelikleri içine alan noktaları da vardır. Ve ona yani İsa'ya uyanların kalblerinde bir şefkat ve merhamet yarattık. Aralarında sevişecek ve birbirlerine acıyıp yardımlaşacak bir kalb inceliğine muvaffak kıldık. Fetih Sûresi'nde Resulullah'ın ashabı hakkında "Kendi aralarında merhametlidirler." (Fetih, 49/29) buyurulduğu gibi onlar da şefkatli idiler. "Onların İncil'deki vasıfları da böyledir." (Fetih, 49/29) Bundan başka bir de rehbâniyyeti (yarattık). Rehbâniyyet, büyük bir korku hissiyle çekilip dünya lezzetlerini terkederek zühd ve nefsin isteklerine karşı çıkmak suretiyle ibadette aşırı gitmektir ki esasen rehbâna mahsus fiil ve davranış demektir. Rehbân da çok korkmak mânâsına rehbetten râhibin mübalağası olup çok korkan demektir. Ayrıca râhibin çoğulu rânın ötresiyle "ruhbân" şeklinde geldiği için çoğula nisbet edilerek "ruhbâniyyet" dahi denildiğini Ebu's-Suud kaydetmektedir. Ruhbanlık, rahiblerin vasfı demektir. Ki onu onlar icad ettiler, bid'at olarak ilkin kendileri ortaya çıkardılar ve kendileri için lüzumlu saymak istediler. Yani biz onu üzerlerine yazmamıştık. Müstakil olarak farz kılmamış, onunla sorumlu tutmamıştık. Ancak Allah'ın rızasını aramak için kendileri için lüzumlu gördüler. Çünkü Ashab-ı Kehf kıssasında da geçtiği üzere Hz. İsa'nın göğe yükseltilmesinden sonra müminler zorbalar tarafından tazyike uğramış, kaç defa katliama maruz kalarak kırılmışlar, pek az kalmışlardı. Onun için fitneye düşmekten korkarak dinlerini korumak ve kendilerini samimiyetle ibadete vermek üzere rehbâniyeti seçip dağ başlarına, gizli yerlere çekildiler. Taberî'nin Abdullah b. Mes'ud (r.a.)dan naklettiğine göre Resullullah (s.a.v) buyurmuştur ki: "Bizden öncekiler yetmiş bir fırkaya ayrıldılar, içlerinden üçü kurtuldu. Diğerleri helak oldu. Üç fırkadan birisi, meliklerle karşılaştı, Allah'ın dini ve Meryem oğlu İsa'nın dini üzerine onlarla çarpıştılar, melikler onları öldürdüler. Fırkalardan birinin de meliklerle çarpışmaya güçleri yoktu. Bu yüzden onların kavimleri arasında ikamet edip Allah'ın dinine ve Meryem oğlu İsa'nın dinine davet ediyorlardı, melikler bunları da katlettiler ve bıçkılarla biçtiler. Diğer bir fırkanın ise ne meliklerle çarpışmaya ne de onların kavimleri arasında ikamete güçleri yoktu, bunlar da çöllere ve dağlara çekilerek oralarda rahip oldular." Hz. Yahya ile Hz. İsa'nın toplumdan uzak yaşayışlarında buna az çok bir örnek görülebilirse de bu, kendilerine farz kılınmış değildi. Ancak meşru olmayan bir durumun karışmaması şartıyla, Allah rızası için adakta bulunulup yapılması gerekli görüldüğü takdirde, yerine getirilmesi vacib olan ihtiyâri bir ibadet idi. Onlar Allah'ın rızasını aramak için onu tercih ettiler ve kendilerine gerekli gördüler. Sonra da ona hakkıyla riâyet etmediler, riâyet edenler oldu ise de hepsi etmediler. Çokları "Hahamlardan ve rahiplerden bir çoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve (insanları) Allah yolundan engellerler." (Tevbe, 9/34) âyetinin anlamına uygun hareket ettiler. O rahmet ve acıma duygusu ile tevhidi bırakıp rahiplik bahanesiyle hazine toplamaya, teslise (üçlü ilâh inancına) sapmaya ve ahlâksızlık yapmağa kalkıştılar. Biz de içlerinden iman edenlere mükafatlarını verdik çokları ise fâsıktırlar. Hakkıyla riâyet şöyle dursun iman sınırından çıkıp, fıska dalarak insanların adalet ve insaf ölçüleri içinde hareket etmelerine engel olmaktadırlar. İşte hal bu merkezde iken, Allah Teâlâ Hz. İbrahim'in zürriyetinden Resulü Hz. Muhammed'i yeni bir kitab ve şeriatla, kılıç ve kuvvetle cihada memur ederek gönderdi.

28. Ey iman edenler! Yani geçen peygamberlere iman edip de verdikleri sözleri tutan ve böylece de mükafata hak kazanan müminler şimdi Allah'tan korkun, o fâsıkların durumuna düşmekten sakının da Resulüne iman edin, yani son gönderdiği Resulü Muhammed Mustafa (s.a.v)'ya iman edin ki size rahmetinden iki pay versin. Birisi, önceki peygamberlere imanın mükafatı, birisi de, Hz. Muhammed'e imanın mükafatı olan iki pay versin. İbnü Cerir'in Ebu Musa el-Eşari (r.a.)den rivayet ettiği bir hadiste Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki: "Üç kişi iki kere mükafata nail olurlar: Önceki ve sonraki kitaba iman eden adam, ve bir cariyesi olup da onu güzel bir terbiye ile terbiye ettikten sonra hürriyetine kavuşturup nikahına alan adam, bir de Rabbine güzel ibadet eden ve efendisinin iyiliğini isteyen köle." Ve size bir nûr bahşeylesin ki onunla ileri doğru yürüyesiniz. Burada sözü edilen nur "Mümin erkeklerle mümin kadınları, önlerinden ve sağlarından nurları koşarken gördüğün günde.." (Hadid, 57/12) âyetinde açıklanan nurdur. Ve sizi affetsin, geçmişte yapmış olduğunuz günahlarınızı rahmetiyle örtsün. Ve Allah, Gafûr'dur, Rahîm'dir yani fâsık olanlar dahi iman ettikleri takdirde onları da affeder. Mağfiret ve rahmetiyle mükafatlandırır. Onun içindir ki âlemlere rahmet olan Resulünü fazliyle göndermiştir.

29. Kitab ehli bilmeyeceği için mi? Vâhidî demiştir ki: "Bu âyet müşkildir ve kendisinden önceki âyetle nasıl bir münasebetinin olduğu hakkında müfessirlerin açık bir sözleri yoktur." Tefsircilerin çoğu buradaki nın de (Kıyâme, 75/1) olduğu gibi ziyade olup, mânânın şeklinde müsbet olduğunu söylemişler ve kendisinden önceki âyetle olan irtibatı hususunda bir kaç ihtimal üzerinde durmuşlardır. Fahrü'r-Razî bunu meşhur bir görüş olarak şöyle özetler: "Kitab ehli vahiy ve risaletin, kitab ve şeriatın kendilerine mahsus olduğu iddiasında bulundukları cihetle, Allah Teâlâ onların Hz.Muhammed'e iman etmelerini emredip, buna büyük mükafatlar vaad ettikten sonra ardından da, bu âyeti zikretmiştir ki, maksad; nübüvvet faziletinin kendilerine mahsus olduğu inancını kalplerinden gidermektir. Buna göre mânâ şöyledir: "Bu hitab ve beyan, bu tehdid ve müjde, kitap ehlinin şunu bilmeleri içindir ki..." Ebu Müslim İsfahânî gibi bazı müfessirler de yı nefiy mânâsına almakla beraber zamirini Peygamber ve ashabına göndererek kelâmın mânâsına yine müsbet mânâ çıkarmak istemişler ve bu mânâyı şöyle takdir etmişlerdir: "Bu ihtarı, bu tehdit ve müjdeyi şunun için yaptık ki kitap ehli, Peygamber ve ashabı Allah'ın fazlından bir şeye kadir olamazlar, yani o iki mükafat ve nura, o mağfirete sebep olamazlar diye bir inanca kapılmasınlar, bilakis buna kadir olacaklarını bilsinler. Zira kadir olamazlar diye bilmezlerse, kadir olurlar diye bilmeleri gerekir." Razî bu mânâyı tercih etmiştir. Fakat biz, burada nın zâid olmasını münasip görmediğimiz gibi kitap ehline aid olması açıkça anlaşılan zamirinin Peygamber ve ashabına gönderilmesini de, uygun bulmuyoruz. Bizim kanaatimize göre bu âyet, "Allah'tan korkun ve Resulü'ne iman edin." (Hadid, 57/28) emrine muhalefet ettikleri takdirde kitap ehline bir tehdit mahiyetinde olup kelâm, istifham-ı inkârî mânâsında ve mukadder ye bağlı olarak takdirindedir. Buna göre âyetin mânâsı şöyledir : "Kitab ehli şunu bilmeyecekleri için mi iman etmeyecekler? Hayır bilmeleri gerekir." Ki onlar, Allah'ın fadlından bir şeye karşı güç yetiremezler. Allah'ın, bir fazlı olan peygamberliği zorla alamazlar. Allah'ın fazlıyla peygamberlik verdiği Resulü'ne güç yetiremezler ve ona iman etmedikçe vaad edilen mükafatlara ulaşamazlar. Ve, yine bilmeleri gerekir ki fazl Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir. Onun içindir ki Resulüne peygamberlik vermiş ve ona iman edenleri fazla mükafat ve nur ile üstün kılmıştır, ve Allah çok büyük fazilet sahibidir, kitab ehli bu gerçekleri bilmezler mi? Bilmeyecekleri için mi Resulüne iman etmeyeceklerdir. Hayır, onlar iman etmezlerse bunları bilmediklerinden değil, sırf hased, taassub, inat ve fısklarından dolayı iman etmezler. Bu yüzden iman edenleri ondan sakındırmak için "Allah'tan korkun ve peygamberine iman edin." diye hitab edilmiştir. İbnü Cerir'in Katade'den yaptığı rivayete göre âyeti indiğinde kitap ehli, müslümanlara hased ettiler, bunun üzerine de Allah Teâlâ âyetini inzal etti. Bir başka rivayetinde de demiştir ki: "Bize, Peygamber'in şöyle dediği zikredildi: "Bizim durumumuzla bizden önceki iki kitab ehlinin durumu tıpkı şu temsil gibidir: Bir adam geceye kadar bir kırata (miskalın yirmi dörtte birine) çalışmak üzere birkaç işçi tutmuş, derken işçiler öğle vakti olunca çalışmaktan usanıp vazgeçmişler. Adam da onların hesaplarını görüp, yarım kırat ücretlerini vermiş. Sonra yine geceye kadar çalışmak üzere bir kırata bazı işçiler daha tutmuş onlar da ikindiye kadar çalışmışlar, ve usanıp işi bırakmışlar. Adam da ücretlerini vermiş. Sonra da geri kalan işi bitirmek için geceye kadar çalışmak üzere iki kırata başka işçiler tutmuş. Adama: "Bunların işleri az olduğu halde ücretleri niçin çoktur?" denildiğinde, o da, "mal benim, istediğime veririm" demiş. İşte umarım ki biz de bu iki kırat sahiplerinden oluruz."

Burada Hadîd Sûresi sona erdi. 23 Cemâziyelâhir, 1355. Bunu Mücadele Sûresi takip edecektir. "Rabbim zorlaştırma, kolaylaştır, Rabbim hayırlısıyla tamamlamamı nasib et."






KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)


58-MÜCADELE:

1. "Allah işitmiştir." Tahkik (kuvvetlendirmek) ve tevki', yani vuku bulması beklenen anlamını ifade etmektedir. Buna göre âyetin mânâsı şöyledir. "Evet Allah işitti, hakikaten beklendiği gibi işitti ve dinleyip gereğini yaptı." O kadının sözünü ki, kocası hakkında seninle mücadele ediyor ve Allah'a şikayette bulunuyordu. Gam ve kederini dile getiriyor, derdinin çaresini istiyordu. Rivayetlerden anlaşıldığına göre bu âyetlerin inmesine sebeb olan kadın, Ensar'dan Evs b. Sâmit'in karısı Havle binti Sâlebe idi. Hadise şöyle meydana gelmişti: "Havle'nin kocası olan Evs b. Sâmit -ki Ubâde b. Sâmit'in kardeşiydi ihtiyarlamış ve titiz bir yapıya sahip olmuştu. Bir gün karısı kendisinden birşey istemiş, o da öfkelenip "Sen bana anamın sırtı gibisin." deyivermişti ki, buna zıhâr denilmektedir. Cahiliye âdetlerine göre bir adam karısına bu sözü söylediği zaman karısı ona haram olurdu. Onu bir daha alamazdı. Bu hadise İslâm'da ilk defa meydana gelen bir zıhâr olmuştu. Derken Evs çok geçmeden söylediğine pişman olup Havle'yi çağırmıştı. Ancak Havle, yanına gelmekten çekinmiş ve ona; "Canım kudret elinde bulunan Rabbime yemin ederim ki sen o sözü söyledikten sonra, Allah ve Resulü hükmünü verinceye kadar benim yanıma gelemezsin. Git Resulullah'a danış." demişti. Koca, "Ben utanırım Resullullah'a bunu soramam." cevabını vermişti. Bunun üzerine kadın, "Ben gider sorarım." deyip Resulullah'ın huzuruna vardı ve, "Ya Resulullah! Evs beni eş olarak seçip evlendiğinde gençtim, çekici idim. Ancak yaşım ilerleyip birçok çocuğum olunca Evs beni anası gibi kıldı ve kimsesiz bırakıverdi. Eğer bana bir çare bulup onunla geçinmemi temin edersen, bunu beyan buyur ya Resulullah!" diye istekte bulundu. Hz. Peygamber de ona: "Ben şimdiye kadar bu konuda bir şeyle emrolunmadım, ictihadım ise senin ona haram olduğun şeklindedir." dedi. Havle, "Vallahi o, talak zikretmedi." dedi. Resulullah ise haram olmuşsun diye tekrar etti. Ancak kadın, "Kurbanın olayım nazar buyur Ya Resullullah" dedi ve bu hususta Resulullah ile defalarca mücâdelede bulundu. Havle daha sonra da şikayetini Allah'a arzederek, "Allah'ım yalnızlığımın şiddetinden ve bana zor gelecek olan ayrılık acısından sana şikayette bulunuyorum. Küçük çocuklarım var, onları ona (Evs'e) bıraksam zâyi' olacaklar, yanıma alsam aç kalacaklar." dedi ve başını göğe kaldırıp "Allah'ım sana şikayet ediyorum, Peygamberinin lisanına bir vahiy indir." şeklinde yalvardı. Havle henüz oradan ayrılmamıştı ki, hakkında Kur'ân âyeti nazil oldu. Vahyin şiddeti geçtikten sonra Peygamber (s.a.v) Efendimiz, "Ya Havle müjde!" dedi ve arkasından âyetini okudu. Bunun üzerine Resulullah, kadının kocasını çağırttı, "O yaptığın yeminle kasdın ne idi?" diye sordu. Evs de, "Onun keffâreti var mı?" dedi. Buna karşılık Peygamberimiz, "Bir köle azad etmeye gücün yeter mi? " şeklinde mukabelede bulundu. Evs cevabında, "Hayır Vallahi ya Resulullah, ona gücüm yetmez, malımın hepsi gider, köle pahalıdır, benim ise malım azdır." dedi. Hz. Peygamber de "Ona gücün yetmezse iki ay peşpeşe aralıksız oruç tutabilir misin?" buyurdu. Evs ise, "Hayır vallahi ben günde üç kere yemezsem gözümün feri kaçar." dedi. Hz. Peygamber, "O halde altmış fakiri doyurabilir misin?" diye sordu. Buna karşılık da Evs, "Hayır, vallahi buna da gücüm yetmez. Eğer bana yardımda bulunursanız, o zaman olabilir." dedi. Resulullah da "Ben sana onbeş sa' (on beş bin dirhem) yardımda bulunurum ve bereketi içinde dua ederim." dedi. Ve bu şekilde aralarını düzeltti. Hz. Aişe'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "İşitmesi seslerin hepsini ihata eden O Allah, ne büyüktür!" Ne yücedir ki, kadın Hz. Peygamber (s.a.v)'e hâlini arzederken öyle yavaş fısıltı ile söylüyordu ki, yanlarında olduğum halde ben bile söylediklerinin bazılarını duyuyor, bazılarını duyamıyordum. O, Resulullah'a kocasından şikayet ediyor, "Ya Resulullah gençliğimi yedi, karnım ona saçıldı, yani ona çocuklar doğurdum. Nihayet yaşım ilerleyip çocuktan kesildiğim zaman bana zıhâr yaptı, Allah'ım sana şikayet ediyorum." diyordu. Kadın daha yerinden ayrılmamıştı ki, Cebrail (a.s.) şu âyetleri getirdi. Yine rivayet edilir ki Hz. Ömer (ra) bu kadın yanına geldiği zaman ona ikramda bulunur ve "Allah Teâlâ onu dinledi." derdi. İbnü Ebî Hâtim ve "el-Esmâ ve's-sıfât"ta Beyhakî şöyle bir rivayeti nakletmişlerdir: "Bir gün Hz. Ömer (r.a.) insanlarla beraber yürürken bu kadın Ömer'in durmasını istedi, o da durdu ve kadına yaklaşıp elini omuzuna koydu ve onu dikkatle dinledi. Kadın söyleyeceklerini söyleyip gidince, Hz. Ömer'in yanında bulunanlardan biri "Ya Emir'el-Müminin! Şu kocakarının karşısında Kureyş'in adamlarını beklettin." dedi. Hz. Ömer ona, "Yuh olsun sana, kim o biliyor musun?" dedi. O da, "Hayır bilmiyorum." deyince, Hz. Ömer, "Bu, Allah Teâlâ'nın yedi kat göğün üstünden şikayetini dinlediği kadındır. Bu Havle binti Sa'lebe'dir. Vallahi geceye kadar gitmeseydi, ihtiyacını bitirmeden ben ayrılmazdım." buyurdu. "Buharî'nin Tarih'inde konuyla ilgili naklettiği rivayet de şöyledir: "Söz konusu kadın Hz. Ömer'e, "Dur ey Ömer!" dedi, o da durdu. Kadın ona oldukça sert sözler söyledi. Oradakilerden biri, "Ey müminlerin emiri ben bu kadın gibisini görmedim." dedi. Bunun üzerine Ömer de, "Nasıl dinlemem ki, onu Allah Teâlâ dinledi de hakkında âyetlerini indirdi." dedi. Âyetlerin nüzul sebebine dair nakledilen bu rivayetlerden, örf ve âdetlerin yürürlükten kaldırılmadıkça muteber olduğu hususu anlaşılmaktadır. Nitekim zıhâr hakkında henüz bir hüküm nazil olmadığı için Resulullah örf ve adet gereği kadına, "Haram olmuşsun." demiştir. Bu nevi delillerden dolayıdır ki, "âdet muhakkemdir (geçerli bir hükümdür.)" önermesi, fıkıhta genel bir kâide olarak kabul edilmiştir. Yukarıda da geçtiği üzere zıhâr İslâm'dan önce Araplar'ın âdetlerine göre kesin bir haramlık ifade ediyordu ve helale çevrilmesine dair bir çözüm yolu yoktu. Kur'ân, zıhâr olarak söylenen sözün İslâm'a yakışmayan, yadırganan ve çirkin bir yalan olduğunu beyan etmiş, evvela ondan sakınılması lazım geldiğini, söylendiği takdirde de hiç hükümsüz kalmayıp yine haram hükmünü ifade edeceğini belirtmiştir. Ancak münker olarak söylenen o sözü, bir keffaret ile telafi ederek geri alıp, o haramlığı kaldırmanın gerekli olacağını beyan ile, zikredilen âdeti kısmen bırakmış, kısmen ortadan kaldırarak değiştirmiş böylece çirkin âdetlerin ıslah edilmelerinin gerekli olduğunu da göstermiştir. Şöyle ki:

2. Kadınlarına zihâr yapan kimseler yani zıhâr denilen sözle kadınlarından uzaklaşan kimseler. Sırt ve arka mânâsındaki "zahr" kelimesinden alınan zıhâr veya müzâhere: Bir kimsenin karısına "Sen bana anamın sırtı gibisin." demesi veya onun bir uzvunu kendine haram olan kadınlardan birinin karın, bel, ve kasık gibi bakılması haram olan bir uzvuna benzetmesidir ki, helalı haram kılan çirkin bir sözdür.> İlk önce bunun söylenmesi câiz olmayan çirkin bir davranış, bir cinayet olduğu anlatılmak üzere şöyle buyuruluyor. Cahiliyede o sözü söylemeyi âdet haline getirenler bilmelidirler ki, o zıhâr yaptıkları kadınlar onların anaları değildirler. Onların anaları, ancak onları doğurmuş olan vâlideleridir ki "...sizi emziren analarınız..." (Nisâ, 4/23) âyetinde ifade edilenlerle "Peygamber müminlere kendi canlarından üstündür. Eşleri onların analarıdır." (Ahzâb, 33/6) âyetinde zikredilen Peygamber'in zevceleri dahi analar hükmündedir. Ve haberleri olsun ki onlar yani o zıhâr sözünü söyleyenler herhalde münker, yani meşru olmayan, çirkin bir lakırdı ve yalan bir söz söylüyorlardır. Yalandır çünkü kadınları, anaları değildir. Hem de başkalarına zarar veren bir yalan, bir günah, ve kadının gönlünü kıran, hukukunu zayi eden bir şeydir. Bununla beraber çirkin bir sözdür, çünkü zıhâr anasının veya mahreminin (kendisine nikahı haram olan yakınının) bir uzvunu ağzına almak demektir. Ayrıca Allah'ın helal kıldığını haram kılmak gibi bir küstahlıkla Allah Teâlâ'nın haklarına tecavüzdür. O halde ağza alınmaması lazım gelen bir cinayet, bir günahtır. Fakat söylenince de hükümsüz kalamaz. Haber vermek yalan olmakla beraber, gereği itibariyle bir haramlığa yol açmaktan da uzak değildir. Öyle ki erkeğin ağzından çıkan bu çirkin söz, kadının hayız zamanındaki eziyete benzer bir haramlık ifade eder. Bununla beraber şu da muhakkak ki Allah, affı çok bir mağfiret sahibidir. Onun için günahkârlara, tevbe ve günahlardan dönmekle o sözü geri alma ve bir keffaret ile o çirkinliği örtüp temizleterek af ve mağfiretine kavuşma yolunu açmış, bunu da şu şekilde öğretmiştir.

3. Kadınlarından zıhâra kalkışıp da sonra dediklerini telafi etmek için dönecek olanlar.> Yani söylediklerini geri alıp önceki gibi karısıyla geçinmek ve kocalık muamelesi yapmak isteyenler ki, bunu istemelidirler. Fakat kendilerini kirletmiş olan o çirkinliği telafi edip temizleyebilmek için, sırf niyet etmek veya sözü geri almak kâfi gelmeyip, ona keffaret olacak güzel bir amel yapmak da gerekir. Onun için, yani zıhârdan dönmek için çare bir rakabe azad etmektir. Rakabe, esasen boyun kökü demek ise de, mecazi anlamda insan için özellikle hür olmayan insan için kullanılmaktadır. Yani büyük veya küçük, erkek veya dişi bir kul azad edip hürriyete kavuşturmak keffaret olarak vacibtir. Buna göre Allah'ın yanında o çirkin sözü söylemek kadının şerefini ve varlığını yok etmek mânâsına gelmesi itibariyle, bir insanı hata sonucu öldürmek fiili kadar büyük bir günahtır. Böyle olduğu için zıhâr, ancak ona benzer bir keffaretle affedilebilir. İmam Şâfii buradaki mutlak mânâyı, katil keffaretindeki (Nisâ, 4/92) mümine kaydıyla yorumlayarak bu âyette azad edilmesi istenen kölenin de, mümin olmasını şart koşmuş ise de, Hanefiler meydana gelen hadiseler farklı olduğu zaman mutlakın mukayyede göre yorumlanmasını caiz görmeyip, onun mutlak anlamı üzere kalmasının lazım geleceğini ileri sürmüşler ve bu yüzden de burada azad edilmesi istenen kölenin mümin olmasını şart koşmamışlardır. Onlara göre bu, gayr-i müslim bir köle de olabilir. Önemli olan bir köle azad etmektir. Ancak, köle kör, elleri yahut ayakları yahut bir taraftan bir eliyle bir ayağı veya ellerinin baş parmakları kesik ise, keffaret için bunun kâfi olmadığını da beyan etmişlerdir. Hem bu köle azad etmeyi dokunmadan önce yapmak gerekmektedir. Bu kayıt, zıhârın haram olduğunu işaret yoluyla anlatmış olmaktadır. Yani zıhâr, kocanın karısına el sürmesine mâni bir günah olduğundan dolayı, zıhârdan dönmek isteyen kocanın temizlenmesi için keffaret olan bu köle azad etme işini, karısıyla karı-koca ilişkisine girmeden önce yapması gerekir. Köle azadından önce bu muamele gerçekleşirse haram işlemiş ve günaha girmiş olurlar. Gerçi nikah bâki olduğu için bu bir zina sayılmasa da, hayız halinde yaklaşmak gibi haram ve çirkinlik üstüne çirkinlik olur. Bu yani böyle temastan evvel bir köle azadı ile keffaret hükmünü duydunuz ya işte siz bununla öğütlenirsiniz nasihat alırsınız. Zıhâr denilen şeyin Allah'ın katında ne büyük bir cinayet olduğunu anlar, ibret alırsınız. Hem Allah, her ne yaparsanız haberdardır. Gerek zıhâr gibi çirkin ve gerek bir kula hürriyet kazandırmak gibi güzel amellerden gizli ve açık her ne yaparsanız onu bilir. Binaenaleyh, yaptıklarımızı gizleriz de haberi olmaz zannetmeyiniz.

4. Her kim güç yetiremezse, yani bir kul azad etme imkan ve kudretine sahip olamazsa; gerek malca kendisine yetecek miktardan fazla gücü bulunmaz ve gerek hür olmayan sahipli bir köle bulamazsa bu takdirde her ikisi birbirine dokunmadan önce ard arda iki ay oruç tutsun. Onun da keffareti budur. Buna da güç yetiremeyen yine birbirlerine temas etmeden evvel altmış fakiri doyursun. Fıtır sadakasında olduğu gibi, hadislerde izah edildiğine göre her fakir için, en azı buğdaydan yarım sa', (bin dirhemin yarısı) arpadan veya hurmadan olursa bir sa' takdir edilmiştir. Bunlardan elde edilen unlar da kendileri gibidir. (Daha geniş bilgi için fıkıh kitaplarına bkz.) Bu da onun keffaretidir. İşte Allah Teâlâ, kudretlerin derecesine göre böyle üç derece keffaret ile, zihâr çirkinliğinin telafi edilmesi için af ve mağfiretiyle yol göstermiştir. Bu beyan edilen husus Allah'a ve Resulüne iman etmeniz içindir. Zıhâr gibi cahiliye âdeti olan gayr-i meşrû işleri bırakıp Allah ve Resulü'nün koyduğu ve tebliğ ettiği güzel hükümlere iman edip gereğince amel etmeniz içindir. Çünkü bunda hem aile hayatı açısından kolaylık, hem de ahlâkî bir temizlik ve güzellik vardır. Ve bunlar, bu izah edilen hükümler, yani zıhârın çirkinliği, ondan dönmenin meşru olması ve kadına dokunmadan önce tâkat derecesine göre üç mertebe keffaretten birinin vücubu, Allah'ın tayin buyurduğu hudududur. Bunları aşmak caiz olmaz. Binaenaleyh haddinizi bilin ve bu sınırda durun. Bunun için fakihler demişlerdir ki kadın, zıhâr yapan kocasını keffarete ve geri dönmeye zorlar, keffaret yerine getirilmeyince de kendisini teslim etmez. Hâkim de, kadının zararını ortadan kaldırmak için kocaya hapis ve ta'zir (azarlama) cezası vermek suretiyle keffarete zorlayabilir. Şayet koca, "Keffaretimi yaptım." derse yalancılıkla meşhur olmadıkça sözü doğru kabul edilir. Bunları tanımayıp haddi aşan kâfirlere de şiddetli bir azab vardır.

5. "Şüphesiz Allah'a ve Resulüne muhalefet edenler..." Bu âyet, Mücadele Sûresi'nin indirilişindeki hedefi demektir. Onun için bu âyet sûrenin başında ve sonunda tekrar etmektedir. Yani muhakkak ki Allah ve Resulü'ne karşı hudud yarışına kalkışanlar. Kadî Beydâvî'nin kısaca beyanına göre Allah ve Resulü'nün koyduğu sınırları tanımayıp onlara düşmanlık eden veya onların tayin ettiği sınırlardan başka hükümler koyan yahut tercihte bulunmaya kalkışan kimseler. Alûsî tefsirinde bu münasebetle meseleri çözüme kavuşturan ve akid yapan kimselerin kanun koyma ve selâhiyetlerinin sınırları hakkında bazı detaylı bilgiler vermiştir. Bu kaynağa bakılabilir. Kısacası, Allah ve Resulü ile rekabete yeltenen kimseler itildiler, yahut çarpıldılar, veya tepelendiler, ukâlalık yaparken yüzleri üstü kakıldılar. Onlardan öncekilerin itildikleri ve çarpıldıkları gibi halbuki biz açık açık âyetler de indirmiştik. Bu âyet, Peygamber (s.a.v)'in sıdkına delalet ettiği gibi doğru yolu göstermekte, Allah ve Resulü'ne karşı gelmenin fenalığını da anlatmaktadır. Bundan başka kâfirlere bir de mühîn, küçük düşürücü bir azab vardır. Fakat o dünyada değil, ahirettedir.

6. O gün ki, Allah onların hepsini birlikte diriltecek de yaptıklarını kendilerine haber verecektir. Şahidler huzurunda zelil ve hakir bir duruma sokacaktır. Onlar onu unutmuşlarsa da, Allah onu bir bir saymış ve defterlerine kaydetmiştir. Ve Allah her şeye şahiddir. Hiçbir şey O'nun ilminin dışına çıkamaz .

Meâl-i Şerifi

7- Göklerde ve yerde olanları, Allah'ın bildiğini görmüyor musunuz? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O'dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O'dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlak O, onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü onlara yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah, her şeyi bilendir.

8- Gizli konuşmaktan menedildikten sonra yine o menedildikleri şeyi yapmaya kalkışarak günah, düşmanlık ve Peygamber'e karşı gelmek hususunda gizlice konuşanları görmedin mi? Onlar sana geldikleri zaman seni, Allah'ın selamlamadığı bir tarzda selamlıyorlar. Kendi içlerinden de "bu söylediklerimiz yüzünden Allah'ın bize azap etmesi gerekmez miydi?" derler. Cehennem onlara yeter. Oraya gireceklerdir, ne kötü dönüş yeridir orası!

9- Ey iman edenler! Aranızda gizli konuşacağınız zaman günahı düşmanlığı ve Peygamber'e karşı gelmeyi fısıldamayın. İyilik ve takvayı konuşun. Huzuruna toplanacağınız Allah'tan korkun.

10- Gizli konuşmalar şeytandandır. Bu iman edenleri üzmek içindir. Oysa şeytan, Allah'ın izni olmadıkça, müminlere hiçbir zarar veremez. Müminler Allah'a dayanıp güvensinler.

11- Ey iman edenler! Size: "Meclislerde yer açın." denilince yer açın ki Allah da size genişlik versin. Size "Kalkın." denilince de kalkın ki Allah sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır.

12- Ey iman edenler! Peygamber ile gizli bir şey konuşacağınız zaman bu konuşmanızdan önce bir sadaka veriniz. Bu sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Şayet bir şey bulamazsanız, artık Allah bağışlayan ve merhamet edendir..

13- Gizli (özel) bir şey konuşmanızdan önce sadaka vermekten korktunuz da mı yerine getirmediniz? Fakat Allah da sizi affetti. Şu halde namazı kılın, zekatı verin, Allah'a ve Resulüne itaat edin. Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.

7. "Görmez misin ki Allah, göklerdekini ve yerdekini bilir." Bu âyet Allah Teâlâ'nın her şeye şahid olduğunun delilidir. deki rü'yet, görülebilir delillerden çıkarılan ilim mânâsınadır. Yani görüp seyrettiğini göklerin ve yerin saltanatından, düzen ve idaresinden onlarda gerek sakin ve gerek hareket halinde olsun her ne varsa Allah Teâlâ'nın hepsini biliyor olduğuna sen kalbinle şehadet etmez misin? Ey muhatab Herhangi bir üçün necvâsı olmaz ki, mutlak onların dörtleyicileri O, olmasın, yani her halde O, onların beraberlerinde bulunur, onları dörtler. Necvâ, Enbiyâ Sûresi'nde geçtiği gibi sır söylemek gizli konuşmak, Türkçesi Kamus müterciminin de ifade ettiği şekilde fisildi, daha Türkçesi fısıltı demektir. Yüksek tepe mânâsına "Necveh"den, yahut kurtuluş anlamına gelen "necât"tan alınmıştır. Aralarında sır konuşmak isteyenlerin, herkesin çıkamayacağı yüksek yerlere çıkmak, yahut etraflarında bulunan kimselerin işitmelerinden kurtulmak istemeleri düşüncesiyle, fısıltıya bu ismin verildiğini söyleyenler de vardır.

Arapça'da üçten ona kadar râbi, hâmis gibi fâil veznindeki sayı isimleri iki şekilde kullanılmaktadır. Birisinde üçüncü, dördüncü, beşinci vb. mânâsında sıra sayıları dediğimiz sayı ismi olur. Bu durumda mensup olduğu sayının biri veya sonuncusu demek olup kendi derecesinden bir sayıya bağlanmış, olur. Mesela, sâlisuselâse, râbiuerbaa, üçün biri yahut üçüncü sırada bulunan, dördün biri veya dördüncü sırada bulunan mânâsını ifade eder. Diğerinde ise ism-i fâil olup türediği sayıdan bir eksiğine bağlanmış olur. Mesela, sâlis üçleyen, râbi dörtleyen, hâmis beşleyen, sâdis altılayan vb. demek olup, sâlisu isneyn, rabiu selâse, hâmusi erbaa, sâdisu hamse diye kullanılır. Âyete "râbi" üçe muzaf olduğu için ikinci anlamdadır. Yani dörtleyen veya dörtleyici demektir. Sâdis de bunun gibidir. Ne de bir beşin, fısıltısı olmaz ki mutlak O, altılayıcıları olmasın ve gerek ondan daha azın yani zikredilen üç veya beşten az ki, iki veya dörttür. Çünkü ikiden aşağı karşılıklı konuşma, müşâvere ve müzakere olmaz. Gerekse daha çoğun ki altı veya daha fazlanın fısıltısı olmaz ki mutlak O (Allah) beraberlerinde bulunmasın yani hepsiyle beraberdir. Her nerede olurlarsa olsunlar beraberlerindedir. Görülüyor ki bu âyette önce üçten başlanmış, sonra beşe geçilmiş, ikisinde de tek sayılar zikredilmiş, sonra da daha az veya daha çoğu şeklinde kısaca ifade edilmiştir. Bunun bir hayli nüktesi vardır. Evvela, âyetin nüzul sebebine işarettir. Zira rivayet olunmaktadır ki, "Rabia b. Amr ile biraderi Habib b. Amr, bir de Safvân b. Ümeyye bir gün tenhada konuşuyorlarmış. Birisi, "Allah bizim söylediklerimizi bilir mi dersiniz?" diye sormuş. İçlerinden biri, "Bazısını bilir, bazısını bilmez." demişti. Üçüncü şahıs da, "Bazısını bilirse hepsini bilir." demiş. İşte söz konusu âyetin inişine bu olay sebeb olmuştur." İkincisi, sûrenin başında zikredilen mücâdeleci kadın Hz. Peygamber'le konuşurken yanlarında Hz. Aişe de vardı. Bunun için sayıları üçe ulaşmıştı. Üçüncüsü, gizli konuşmak çoğu defa müşâvere (danışma) için olur. Müşâvere iki kişi arasında olabilirse de, ihtilaf edildiği takdirde bir tarafın çoğunlukla tercih edilebilmesi için müzakerenin üç, beş, yedi, dokuz gibi tek sayı ile yapılmasının daha uygun olacağına işaret sayılabilir. Hz. Ömer'in vefatı sırasında danışma meclisini altı kişi yapması, aşere-i mübeşşere (cennetle müjdelenenler)den olan o altı zâtın belirlenmiş olmasından dolayıdır. Nitekim Hz. Ömer onlara, "Resullullah (s.a.v) sizden razı olarak vefat etti." demiştir. Bununla beraber oğlu Abdullah'ın hilafetten hissesi olmamakla beraber icabında tercih noktasından hareketle onun da beraberlerinde bulunmalarını şart koşarak yine tek sayıya riayet etmiştir. Dördüncüsü, böyle gizli konuşacak komisyonların, toplulukların ekseriya üç, en fazla beş kişiden ibaret olmasına işarettir.

Mamafih daha aşağı, daha yukarı gizli cemiyetler de olabileceğinden ile hepsi ifade edilmiştir. Sonra bütün bunların yaptıkları amellerini kıyamet günü kendilerine haber verecektir. Amelleriyle onları rezil edip azaba sokacaktır. Öyle ya Allah her şeyi bilicidir.

8. "Gizli konuşmaktan men edilip de yine o men edildikleri şeyi yapmaya kalkışanları görmedin mi?" Buradaki rü'yet (görme) fiili, ile kullanılmış olduğu için bakmak mânâsını ifade etmektedir. Bu âyet de yahudilerle münafıklar hakkında indirilmiştir. (Bakara, 2/14 âyetine bkz.) Hem de günah, vebal, müminlere karşı düşmanlık, tecavüz ve Peygamber'e isyan konusunda fısıldaşıyorlardı. Gizli cemiyetler yapıyor, gizli gizli konuşuyorlardı. "Onlar sana geldikleri zaman seni Allah'n selamlamadığı bir tarzda selamlıyor." Tahiyye, Allah ömürler versin ve sabahınız hayır olsun gibi sağlık ve esenlik mânâsı ifade etmektedir ki, biz müslümanların tahiyyesi selamdır. Bu, "Orada birbirlerine sağlık dilekleri selamdır..." (Yûnus, 10/10) âyetinde görülmektedir. Peygamber'e verilecek selam da, "Selam senin üzerine olsun Ey Allahın Resulü." "Salat ve selam senin üzerine olsun Ey Allah'ın Resulü." "Allah'ın selamı, rahmet ve bereketi senin üzerine olsun Ey Allah'ın nebisi." şeklindedir. Allah Teâlâ da peygamberini "Selam olsun seçkin kıldığı kullarına..." (Neml, 27/59), "Gönderilen bütün peygamberlere selam" (Saffât, 37/181),

9-10. "Ey iman edenler! Siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selam verin." (Ahzâb, 33/56) gibi salât ve selam ile selamlamıştır. Buhari, Müslim ve diğer kaynaklarda Hz. Aişe'den nakledilen bir rivayete göre, yahudilerden bazıları Hz. Peygamber'in huzuruna geldiler ve ona "Ölüm senin üzerine olsun, Ey Kâsım'ın babası." dediler. Peygamber de, "sizin üzerinize olsun" şeklinde karşılık verdi. Hz. Aişe diyor ki ben de onlara: "Ölüm size olsun, Allah size lanet etsin ve Allah'ın gadabına uğrayasınız." dedim. Bir başka rivayette de, "Ölüm, kusur ve lanet size olsun." Bundan dolayı Peygamber bana, "Ey Aişe Allah Teâlâ, gereğinden fazla söyleyeni sevmez." buyurdu. Ben de ona, "Duymuyor musun? "Ölüm" diyorlar." dedim. "Sen de işitmedin mi? ben de onlar için dedim." buyurdu." İbnü Esir der ki: " 'ın kullanılışında meşhur olan hemzesiz olmasıdır. Onlar bununla ölüm murad ediyorlardı. Ancak bazı rivayetlerde hemzeli olduğu görülmektedir ki bunun mânâsı da, dininizden bıkasınız demektir." Ahmed b. Hanbel ve "Şuabu'l- iman"da Beyhakî Abdullah b. Ömer'den şöyle bir rivayet nakletmişlerdir: "Yahudiler Resulullah (s.a.v)'a diyorlar ve bununla sövmeyi kasdediyorlardı. Sonra da aralarında "Bu söylediklerimiz yüzünden Allah'ın bize azab etmesi gerekmez miydi?" (Mücâdele, 58/8) diyorlardı. İşte bunun üzerine âyeti nazil oldu. Ve nefislerinde, yani kendi aralarında veya gönüllerinde diyorlardı ki, Allah söylediğimizle bize azab etse ya!... Yani o Allah'ın Resulü ise ona tahiyye (selam) adına söylediğimiz söz sebebiyle Allah bize bir azab verse ya! diye dünyada azab istiyorlardı. Onlara cehennem yeter, bu dünyada azab edilmeyeceği mânâsına değildir, lakin ahiretteki cehennem azabı her azabdan da beterdir. Yani hepsinin yerine yetecek derecededir. Onlar ona yaslanacaklardır, (cehennemin) içine atılacaklardır. O ne kötü dönüş yeridir. O cehennem ne fena bir son, ne kötü akıbettir. Dönüp varılacak yerlerin en fenası, düşülecek değişim yerlerinin en kötüsüdür.

"Ey iman edenler! Gizli konuştuğunuz zaman..." Müminler gizli konuşmalardan, fısıldaşmalardan mutlak surette men edilmeyip, ancak günahtan, şuna buna zulüm ve tecavüz etmek ve Hz. Peygamber'e isyan mahiyetinde şeyler konuşmaktan nehyediliyorlar. Gizli görüşmeler yaptıkları zaman da hayra, hasenâta ve Allah'ın azabından korunma yollarına dair hususlarda konuşmakla emrolunuyorlar. Buhârî, Müslim, Tirmizi ve Ebu Davud'un İbnü Mes'ud'dan yaptıkları rivayette Hz. peygamber buyurmuştur ki, "Üç kişi bir arada bulunduğunuz zaman, insanlara karışıncaya kadar ikiniz diğerini bırakıp da fısıldaşmayın. Çünkü bu durum onu mahzun eder." Âlimler demişlerdir ki, iki kişi bir üçüncü şahsın yanında onun anlamadığı bir lisanla konuştuklarında eğer o bundan üzüntü duyuyorsa, bu da tıpkı yukardaki gibidir.

11. Gizli konuşma hakkındaki bu öğretiden sonra açık meclislerdeki adâbla ilgili olarak buyuruluyor ki,

12. Ey iman edenler! Sizlere meclislerde, oturduğunuz yerlerde genişleyin denildiğinde genişleyiverin. Yani açılın, gelene yer verin denildiği zaman yer açın, ortalığı daraltmayın. İbnü Ebî Hâtim'in Mukâtil b. Hibbân'dan yaptığı nakle göre, Âlûsî bu âyetin nüzul sebebini şöyle anlatmıştır: "Hz. Peygamber (s.a.v) Muhâcir ve Ensâr içinden Bedir ehline ikramda bulunurdu. Sâbit b. Kays b. Şemmâs'ın içinde bulunduğu Bedir ehlinden bir grup meclise geldiğinde, meclis dolmuştu. Resulullah (s.a.v)'ın karşısında durarak ona: "Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun ey Nebi!" dediler. Resulullah da "Allah'ın selamı, rahmet ve bereketi sizin üzerinize de olsun." diye selamlarına karşılık verdi. Sonra meclistekilere selam verdiler, onlar da selam ile mukabelede bulundular. Böylece ayakta dikilip kaldılar ve kendilerine yer açılmasını beklediler. Ancak kimse onlara yer vermedi. Bu ise Resulullah (s.a.v)'ı üzdü. O da çevresinde bulunanlardan bazılarına, "Kalk ya filan, ya filan!" diyerek bir kaç kişiyi kaldırdı. Ancak, durumun hoşlarına gitmediği, kalkanların yüzlerinden belli oluyordu. Münafıklar bunu dedikodu vesilesi yaparak "Yakınına oturanı kaldırıp da sonra geleni oturtması adalet değildir." dediler. İşte söz konusu âyet bu sebeble indirildi." Hasan el-Basri ve Yezid b. Ebî Habîb gibi bazı zatlar ise, "Sahabiler harp saflarında, savaş alanlarında kıskançlık göstererek sıkı bir şekilde durur ve şehid olma arzusuyla birbirlerine yer açmazlardı. Bu âyet işte bu sebeble nazil oldu." demişlerdir. Âyetteki mânânın kapsam itibarıyla bunu da içine aldığı kabul edilirse de çoğunluk, sözü edilen âyetin, Peygamber (s.a.v)'in meclisindeki izdiham nedeniyle indirildiğini söylemiştir. Kısacası hangisi olursa olsun bulunduğunuz meclislerde darlık yapmayın, etrafınızdakilere sıkıntı vermeyin, genişleyin. Ve açılın, yer verin denildiği zaman, ne suretle olursa olsun yer açın genişletin ki Allah size genişlik versin. Kalkın yahut yukarı geçin, denildiğinde de hemen kalkıverin ki Allah içinizden iman edenleri, yani hakikaten imanlı olan ve bu emirlere de temiz yürekle iman eden müminleri yükseltsin. İman ile emre boyun eğmelerinin mükafatı olarak dünyada başarı ve güzel ünvan, ahirette cennet köşklerinde makam ile üstünlük versin. Kendilerine ilim verilmiş olan zatları da derecelerle yükseltsin bilhassa ilim ile uğraşıp gereğince amel eden âlimleri de derecelerle daha yüksek makamlara geçirsin. Bu âyet, ilmin fazileti ve âlimlerin üstünlüğü hakkındaki açık delillerdendir. Bu konuda birçok hadis de vardır. Kısaca ifade etmek gerekirse denilebilir ki, imam-ı Azam Ebu Hanife'nin Müsned'inde İbnü Mesud'dan naklettiği şu hadis, bu hussutaki hadislerin en mühimlerindendir. Peygamber buyurmuştur ki: "Allah Teâlâ kıyamet günü âlimleri toplayıp da buyuracak ki: 'Ben size sırf hayır istediğim cihetle hikmetimi kalplerinize koydum. Haydi cennete girin. Çünkü sizden ortaya çıkacak kusurlara karşı sizi affettim." Tirmizi, Ebu Davûd ve Dârimî şu hadisi merfu olarak Ebu'd-Derdâ'dan rivayet etmişlerdir: "Âlimin âbid karşısındaki üstünlüğü, ayın dolunay gecesi diğer yıldızlar karşısındaki üstünlüğü gibidir." Yine Tirmizi, Ebu Ümâme (r.a.)'den Resulullah (s.a.v)'ın şöyle dediğini nakletmiştir: "Âlimin âbide olan üstünlüğü benim, (derece itibariyle) sizin en aşağıda olanınıza karşı üstünlüğüm gibidir. Muhakkak ki Allah Teâlâ ve melekleri, gökler ve yerde bulunanlar hatta yuvasındaki karınca ve hatta balıklar, insanlara hayır öğreten kimseye salavat getirirler." Dârimi'nin Hasan el Basri'den yaptığı rivayette Resulullah şöyle buyurmuştur: "Her kim İslâm'ı ihyâ etmek (yaşatmak) için ilim taleb ederken, kendisine ölüm gelirse, onunla peygamberler arasında tek bir derece vardır." Şu hadisler de bu konuda pek önemlidir. Deylemi, "Firdevs" de Ümmühâni (r.a.) naklediyor: "Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: "İlim benim ve benden evvelki peygamberlerin mirasıdır." İbnü Adiy Hz. Ali'den naklediyor: "Âlimler yerin ışıkları peygamberlerin halifeleri, benim varislerim ve peygamberlerin varisleridir?" İbnü'n-Neccâr Enes (r.a.)'den naklediyor: "Âlimler, Peygamberlerin varisleridir. Gök ehli onlara karşı muhabbet besler ve öldükleri zaman denizdeki balıklar kıyamete kadar onların günahlarının affı için dua ederler." Ahmed b. Hanbel ve İbnü Hibbân, Ebü'd-Derdâ (r.a.)'dan naklediyor: "Her kim bir yola girer ve onda ilim taleb ederse, Allah Teâlâ onu cennet yollarından bir yola götürür ve melekler ilim taleb edenlere sanatlarından hoşlandıklarından dolayı kanat gererler. Âlimler, peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne dinar ne de dirhem miras bırakmadılar. Ancak ilim miras bıraktılar. Şu halde o ilmi alan, büyük bir pay almış olur." İbnü'n-Neccâr Enes (r.a.)'den naklediyor: "Âlimler komutan, müttakiler efendidirler. Onlarla oturmak da kârlı bir iştir." Hâtib, İbnü Ömer'den (r.a.) naklediyor: "Âlimlerin mürekkebi şehidlerin kanıyla tartıldı da ondan ağır geldi." Taberânî, "Evsât"da Ebu Hureyre (r.a.)'den naklediyor: "İlim elde edin ve ilim için kararlılık ve vekâr da öğrenin. Kendisinden ilim öğreneceğiniz kimseye karşı mütevazi olun." Deylemî, "Firdevs"de Hz. Ali (r.a.)'den naklediyor: "Kendisinden istifade edilen âlim bir âbidden daha hayırlıdır." İbnü Adi, Hatib, İbnü Asâkir, Ebu'd-Derdâ (r.a.)'dan naklediyor. "Öğrenmek istediğinizi öğrenin, fakat bildiğinizle amel etmediğiniz müddetçe ilmin size hiçbir faydası olmaz." Ebu'l-Hasen İbnü Ahzemi el-Medinî, "Emâli"sinde Enes (r.a.)'den naklediyor: "İlimden istediğinizi öğrenin. Fakat amel etmedikçe vallahi ilim toplamakla sevab elde edemezsiniz." Ahmed b. Hanbel, Buhari, Müslim, Muaviye'den, yine Ahmed b. Hanbel ve Tirmizî İbnü Abbas'tan ayrıca İbnü Mâce Ebu Hureyre (r.a.)'den naklediyor: "Her kime Allah hayır dilerse, onu dinde fakîh kılar." Taberani, İbnü Ömer (r.a.)'den naklediyor: "İbadetin en faziletli olanı fıkıh, dinin en faziletlisi de takvadır." Hatib, Câbir (r.a.)'den naklediyor: "Âlimlere ikram ediniz. Çünkü onlar Peygamberlerin mirasçılarıdır. Kim onlara ikram ederse Allah ve Resulü'ne ikram etmiş olur." Rafii, Benz b. Hakim'den, o da babasından, dedesinden naklediyor: "Âlimleri karşılayan beni karşılamış, onları ziyaret eden beni ziyaret etmiş ve onların meclisinde bulunan, benim meclisimde bulunmuş olur. Benim meclisimde bulunan da sanki Rabbim'in meclisinde bulunmuş gibidir." Deylemî, İbnü Mes'ud'dan ve Ebu Hureyre (r.a.)'den naklediyor: "İlim ortadan kaldırılmadan evvel ilim öğrenin. Çünkü her biriniz, yanındakine ne zaman muhtaç olacağını bilmez." Ahmed b. Hanbel, Dârimî, Tâberânî, Ebu'ş-Şeyh (tefsirinde) ve İbnü Merdûye, Ebu Umâme (r.a.)'den naklediyor: "Ey insanlar ilim alınmadan, kaldırılmadan önce nasibinizi alın. Denildi ki: "Ya Resulullah Kur'ân bizim aramızdayken ilim nasıl kaldırılır? Buyurdu ki: "Hay seni anası yitesi! İşte yahudi ve hıristiyanlar, aralarında kitapları var. Fakat peygamberlerinin getirdiğinden bir harfe tutunmaz olmuşlardır. Haberiniz olsun ki ilmin gitmesi, hepsinin gitmesidir. İlmin gitmesi, cümlesinin gitmesidir. İlmin gitmesi, cümlesinin gitmesidir. (bu son kısmı üç defa tekrar etti.)"> Ahmed b. Hanbel, Buharî, Müslim, Nesâî ve İbnü Mâce, İbnü Ömer (r.a.)'den naklediyor: "Allah Teâlâ, ilmi kullardan soymak suretiyle çekip almaz. Ancak ilmi, âlimleri almak suretiyle ortadan kaldırır. Allah hiçbir âlim bırakmayınca da, insanlar bir takım cahil başlar edinirler ve onlara sorular sorarlar, onlar da ilimsiz fetva verirler. Bu yüzden de hem kendileri saparlar hem de başkalarını saptırırlar." Ebu Nuaym ve Deylemî, Ebu Hureyre (r.a.)'den naklediyor: "Ahir zamanda bir kavim ortaya çıkar. Cahiller başa geçerek insanlara fetvâ verirler. Böylece hem kendileri sapar hem de başkalarını saptırırlar." İbnü Neccâr, Ebu Hureyre (r.a.)'den naklediyor: "Kötü âlimler kıyamet günü getirilir, cehennem ateşine atılır. Her biri, cehennemde bir kamış ile değirmen döndüren merkeb gibi dolaşır durur. Ona: "Vay sana, biz seninle doğru yolu bulmuştuk, bu halin de ne?" diye sorarlar. O da der ki: "Ben, sizi nehyettiğim şeyleri tutmaz aksini yapardım." Deylemî, "Firdevs" de İbnü Abbas (r.a.)'tan naklediyor: "Dinin felaketine yol açan üç sebeb vardır: Günahkâr fakih, zalim devlet başkanı ve cahil müctehiddir." Askerî, Hz. Ali (r.a.)'den naklediyor: "Fakihler, dünyaya dalmadıkları ve sultana uymadıkları müddetçe peygamberlerin güvenilir (vâris)leridirler. Ancak bunu yaparlarsa o zaman onlardan sakının." Ahmed b. Hanbel, Hz. Ömer (r.a.)'den naklediyor: "Ümmetimin aleyhine korktuğumuz şeylerin en korkuncu, her dili bilen münafıktır." Yine Ahmed b. Hanbel ve Ebu Nuaym "hilye" de Hz. Ömer (r.a.)'den naklediyor: "Ümmetimin aleyhine korktuğumun en korkuncu, saptırıcı liderlerdir." Taberânî, İbnü Mesud (r.a.)'dan naklediyor: "Eğer bir kimseye Allah Teâlâ bir ilim vermiş de o da onu gizlemişse, Kıyamet günü Allah Teâlâ da ona ateşten bir gem vurur." İbnü Asâkir Ebu Hureyre (r.a.)'den naklediyor: "Kıyamet gününde insanların en şiddetli azab çekeni, Allah'ın ilmiyle kendisine bir menfaat vermediği âlimdir." Tirmizî, İbnü Ömer (r.a.)'den naklediyor:

"Her kim Allah'tan başkası için ilim elde ederse, cehennemdeki yerine hazırlansın." Ebu'ş-Şeyh Ubâde b. Sâmit (r.a.)'den naklediyor: "İlim amelden hayırlıdır, dinin kuvvetlenmesi ise, takva iledir. Âlim, az da olsa ilmiyle amel edendir." İbnü Lâl, "Mekârimu'l-Ahlâk"da Hz. Ali (r.a.)'den naklediyor: "Size mükemmel bir fakihi haber vereyim mi? Allah'ın rahmetinden insanların ümidini kesmeyen ve merhametinden onları ümitsizliğe götürmeyen, Allah'ın tuzağından onları emin kılmayan ve dünyaya rağbet için Kur'ân'ı bırakmayan kimsedir. Haberiniz olsun ki ne anlaşılmayan bir ibadette, ne de üzerinde düşünülmeyen ilimde hayır yoktur." Hatib, "el Müttefâk ve'l-müfterak"de Şeddâd b. Evs'den naklediyor: "Kul, Allah'ın zâtı hakkında insanlara ve herkesten fazla da kendi nefsine buğz etmedikçe mükemmel bir fakih olamaz."

Kısacası, ilmin ve âlimlerin gerek fazileti ve gerekse musibeti hakkında, hadis kitaplarında pek çok hadis mevcuttur. Nitekim Kenzü'l-Ummâl'de yüzlercesi nakledilmektedir. Bütün bunlardan anlaşılan husus ise, ilmin amelden fazilet ve meziyyet bakımından üstün olması ve Allah'ın yanında yüksek derecelere ulaşan âlimlerin, kendilerini ilme verip ilmiyle amel eden âlimler olmasıdır. Onun için âlimler, ilimleriyle amel etmeli, müminler de âlimlere hürmet ve ikrâmda bulunmalıdırlar. Âlimler, ilmin şerefini, konusunun şerefi, gayesinin şerefi ve meselelerinin kuvveti ile uygun olmak üzere üç açıdan çeşitli derecelere ayırmışlardır. Ahmet b. Kays demiştir ki: "İlimle desteklenmeyen üstünlük sonuçta bir perişanlığa dönüşür.

Ve Allah, bütün amellerinizden haberdardır. Ona göre mükafat veya ceza verecektir. Bu cümle, esasen ilimle kasdedilenin amel olduğunu ifade etmekte ve ilme saygı göstermeyenleri uyarmaktadır.

"Ey iman edenler! Peygamber ile gizli konuştuğunuz zaman..." Bu âyet de özellikle Resullullah (s.a.v)'ın meclisinde kendisine fısıltı ile bir şey arzetmek isteyenlerin adâbı hakkında nazil olmuştur.

İbnü Abbas'tan rivayet edildiğine göre, "Bazı sahabiler, Resulullah (s.a.v)'ın meclisinde kendilerini göstermek için lüzumlu, lüzumsuz fısıltı ile ona bir şeyler arzetmeğe kalkıyor ve bu, gittikçe çoğalıyordu. Hz. Peygamber de, lütuf ve hoşgörüsü sebebiyle hiç birisini reddetmiyordu. İşte bu yüzden söz konusu âyet indirildi." Katâde'den yapılan rivayete göre de, "Zenginler Peygamber'in huzuruna geliyorlar ve sık sık dilekte bulunarak mecliste fakirlere galebe ediyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.v) de bunların çok oturmalarından ve çok fısıldaşmaya kalkışmalarından sıkılıyordu. İşte bunun üzerine bu âyet indirildi. "Böylece buyuruluyor ki: Ey iman edenler Peygamber'e bir şey fısıldamak istediğiniz vakit fısıltınızdan önce bir sadaka veriniz ki miktarı ne olursa olsun bu suretle bir sadaka verilmesi sizin için hayırlıdır. Muhtaçları sevindirecek ve size sevab kazandıracak bir hayırdır. Hem de daha ziyade bir temizliktir ve Peygamber'den dilekte bulunmak hususundaki niyetlerin samimiyetine, mallarınızda fakirlerin gözlerinin kalmamasına ve ahlâkın berraklaştırılmasıyla hayır ve iyilikleri âdet edinmeye sebeb olur. Şayet bulamazsanız sadaka vermeye gücünü yetmezse o halde de Allah, Gafûr'dur Rahim'dir. Öyle sadaka veremeyecek olan fakirlerin de fısıltı ile istekte bulunmasına izin verir. Burada Gafûr isminin zikredilmesi, emrinin ibâha değil vücub ifade ettiğini göstermektedir. Şunu da unutmamak lazımdır ki, Resulullah kendi adına hediye kabul ederdiyse de, sadaka kabul etmezdi. Hatta şunu da belirtmek gerekir ki Peygamber (s.a.v)'in aile fertlerinin bile sadaka ve zekat almaları haramdır. Onun için burada verilmesi emredilen sadakadan maksad, lüzumuna göre fâkirlere sarfedilmek üzere verilen sadakadır. Nitekim Nisâ Sûresi'nde "Onların fısıldaşmalarının bir çoğunda hayır yoktur. Ancak bir sadaka verilmesini, yahut bir iyilik yapılmasını yahut da insanların arasının düzeltilmesini isteyenlerin fısıldaşması başka. Kim Allah'ın rızasını elde etmek için onu yaparsa, Biz ona yakında büyük bir mükafat vereceğiz." (Nisâ, 4/114) buyurulmuştu. Bununla beraber burada emrolunan sadakanın vücûbiyyeti, çok geçmeden bundan sonra gelecek olan âyet ile nesh edilmiştir.

Hakim, İbnü Münzir, Abd b. Humeyde ve daha başkalarının yaptıkları rivayette Hz. Ali şöyle demiştir: "Allah'ın kitabında bir âyet vardır ki, onunla benden evvel kimse amel etmediği gibi, benden sonra da kimse amel etmeyecektir. Bu âyet, "Necvâ Ayeti"dir: yanımda bir dinar vardı onu on dirheme sattım. Peygamber (s.a.v)'den her ne zaman bir dilekte bulunduysam o fısıltıdan evvel bir dirhem sadaka verdim. Daha sonra da o âyet neshedildi, (yürürlükten kaldırıldı) artık kimse onunla amel etmedi, âyeti indirildi."

13. Fısıltınızın önünde sadakalar vermekten korktunuz öyle mi? Bu âyetten anlaşıldığına göre, demek ki ondan sonra bir iki sadaka veren olmuşsa da, fazla olmamış, böylece fısıltı hevesinin arkası kesilmişti. Yani sadaka vermekle fakirliğe düşeriz diye korktunuz, fısıltıyla konuşmadan önce çok sadaka vermediniz de dileklerinizden vazgeçtiniz değil mi? Madem ki yapmadınız yapabileceğiniz halde yapmadınız Allah da size tevbe ile nazar buyurdu. Kusurunuzu affedip yine sadaka vermeksizin Peygamber'den dilekte bulunmanıza müsaade etti. Bunun bir şükür ifadesi olmak üzere o halde namaza devam edin ve zekatı verin, Allah'a ve Resulü'ne itaat edin. Gerek meclislerin adâbı ve gerek diğer emirlerde itaatsızlık yapmayın da gereğini yerine getirin ki Allah habirdir, haberdardır, bir an bile ilminden kaçırmaz. Her ne yapıyorsanız gerek açıkta gerek gizlide, gerek sevap gerek günah, gerek yapma gerek terk etme gibi hususların hepsini bilir ve ona göre karşılığını verir.

Meâl-i Şerifi

14- Allah'ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu dost edinenleri görmedin mi? Onlar ne sizdendirler, ne de onlardan. Bilerek yalan yere yemin ediyorlar.

15- Allah onlara çetin bir azab hazırlamıştır. Onlar ne kötü işler yapıyorlar!

16- Yeminlerini kalkan yapıp Allah'ın yolundan çevirdiler. Onlar için küçük düşürücü bir azab vardır.

17- Onların ne malları, ne de evlatları, kendilerinden, Allah'dan hiçbir şey savamaz. Onlar ateş halkıdır. Orada ebedî kalacaklardır.

18- Allah onların hepsini tekrar dirilttiği gün, dünyada size yemin ettikleri gibi O'na da yemin edecekler ve kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını, sanacaklardır. İyi bilin ki onlar yalancıdırlar.

19- Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah'ı anmayı unutturmuştur. Onlar, şeytanın hizbi (partisi)dir. İyi bilin ki şeytanın partisi kaybedecektir.

20- Allah'a ve Resulüne düşman olanlar var ya, onlar en alçaklar arasındadırlar.

21- Allah: "Elbette ben ve elçilerim galip geleceğiz." diye yazmıştır. Şüphesiz Allah güçlüdür, galipdir.

22- Allah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin, babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa Allah'a ve Resulüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsiniz. Onlar o kimselerdir ki Allah kalblerine iman yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte onlar Allah'ın hizbi (dininin yardımcıları)dir. İyi bil ki, kurtuluşa ulaşacak olanlar, Allah'ın hizbidir.

14. Bakmaz mısın. Bu ifade taaccüb ve hakaret anlamındadır. Dikkat nazarlarını çekmek için Peygamber'e veya hitab edilmesi gereken her muhataba hitabdır. Yani ne çirkin halleri var bak! Şunlara, şu münafıklara Allah'ın gadab etmiş olduğu bir kavme yardaklık etmektedirler. Münafıklar yahudilere yardaklık ediyor, müminlerin sırlarını onlara naklediyorlardı. Onlar ne sizdendirler ne de onlardan; arada gidip gelen, bir orada bir burada çalkanıp duran münafıklardır. Ve bile bile yalan yere yemin ederler. Rivayet olunuyor ki: "Hz. Peygamber (s.a.v) odalarından birinde oturuyordu ve yanında da birkaç sahabi vardı. Resulullah, "Şimdi yanınıza şeytan gözlü birisi gelecek." dedi. Derken gök gözlü birisi çıktı geldi. Resulullah ona: "Sen ve arkadaşların bana niye sövüyorsunuz?" buyurdu. O da, öyle bir şey yapmadığına yemin etti ve Hz. Peygamber'e "Bırak beni de gideyim arkadaşlarımı da getireyim." dedi. Gitti, arkadaşlarını çağırdı ve geldi. Onlar da yemin ettiler. İşte bunun üzerine bu âyet indirildi." Ahmed b. Hanbel, Bezzâr, İbnü Münzir, İbnü Ebî Hâtim, "Delâil" adlı eserinde Beyhaki, İbnü Merdûye ve Hâkim İbnü Abbas'tan isim açıklamadan böyle rivayet etmişler ve sonunda da "Allah onların hepsini yeniden dirilteceği gün, dünyada size yemin ettikleri gibi, O'na da yemin ettiler.." (Haşr, 58/18) âyetinin ve sonraki âyetlerin nazil olduğunu söylemişlerdir. Süddi ve Mukâtil'den nakledilen rivayette isim zikredilerek gelen adamın gök gözlü, esmer, kısa boylu ve hafif sakallı Abdullah b. Nebtel adında bir zât olduğu ve uzun uzadıya anlatıldığı üzere arkadaşlarıyla beraber yemin ettikleri ve bundan dolayı da bu âyetin indirildiği nakledilmiştir. Zikredilen bu rivayetler arasında bir tezat söz konusu olmadığı için buradan, sûrenin sonuna kadar bu sebeble indirilmiş olduğu söylenebilir. Âlûsî'nin kaydettiğine göre burada ismi zikredilen İbnü Nebtel, -ki nûnun fethi, bânın sükûnu, sonra üstünde iki nokta olan tâ ve lâm ile- İbnü Hâris b. Kaysı Ensâriyyi Evsi'dir. İbnü Kelbî ve Belâzûrî bu zâtı münafıklar arasında zikrederken, Ebu Ubeyde onu sahâbeden saymıştır. İbnü Hacer de onun tevbe ettiğine kanaat getirmiş olduğunu söylemiştir. Kâmus sahibi de bu hususta şöyle der: "Abdullah b. Nebîl Kemir, münafıklardandır." Ancak bunun başka birisi olma ihtimali de vardır.

15. Bakmaz mısın. Bu ifade taaccüb ve hakaret anlamındadır. Dikkat nazarlarını çekmek için Peygamber'e veya hitab edilmesi gereken her muhataba hitabdır. Yani ne çirkin halleri var bak! Şunlara, şu münafıklara Allah'ın gadab etmiş olduğu bir kavme yardaklık etmektedirler. Münafıklar yahudilere yardaklık ediyor, müminlerin sırlarını onlara naklediyorlardı. Onlar ne sizdendirler ne de onlardan; arada gidip gelen, bir orada bir burada çalkanıp duran münafıklardır. Ve bile bile yalan yere yemin ederler. Rivayet olunuyor ki: "Hz. Peygamber (s.a.v) odalarından birinde oturuyordu ve yanında da birkaç sahabi vardı. Resulullah, "Şimdi yanınıza şeytan gözlü birisi gelecek." dedi. Derken gök gözlü birisi çıktı geldi. Resulullah ona: "Sen ve arkadaşların bana niye sövüyorsunuz?" buyurdu. O da, öyle bir şey yapmadığına yemin etti ve Hz. Peygamber'e "Bırak beni de gideyim arkadaşlarımı da getireyim." dedi. Gitti, arkadaşlarını çağırdı ve geldi. Onlar da yemin ettiler. İşte bunun üzerine bu âyet indirildi." Ahmed b. Hanbel, Bezzâr, İbnü Münzir, İbnü Ebî Hâtim, "Delâil" adlı eserinde Beyhaki, İbnü Merdûye ve Hâkim İbnü Abbas'tan isim açıklamadan böyle rivayet etmişler ve sonunda da "Allah onların hepsini yeniden dirilteceği gün, dünyada size yemin ettikleri gibi, O'na da yemin ettiler.." (Haşr, 58/18) âyetinin ve sonraki âyetlerin nazil olduğunu söylemişlerdir. Süddi ve Mukâtil'den nakledilen rivayette isim zikredilerek gelen adamın gök gözlü, esmer, kısa boylu ve hafif sakallı Abdullah b. Nebtel adında bir zât olduğu ve uzun uzadıya anlatıldığı üzere arkadaşlarıyla beraber yemin ettikleri ve bundan dolayı da bu âyetin indirildiği nakledilmiştir. Zikredilen bu rivayetler arasında bir tezat söz konusu olmadığı için buradan, sûrenin sonuna kadar bu sebeble indirilmiş olduğu söylenebilir. Âlûsî'nin kaydettiğine göre burada ismi zikredilen İbnü Nebtel, -ki nûnun fethi, bânın sükûnu, sonra üstünde iki nokta olan tâ ve lâm ile- İbnü Hâris b. Kaysı Ensâriyyi Evsi'dir. İbnü Kelbî ve Belâzûrî bu zâtı münafıklar arasında zikrederken, Ebu Ubeyde onu sahâbeden saymıştır. İbnü Hacer de onun tevbe ettiğine kanaat getirmiş olduğunu söylemiştir. Kâmus sahibi de bu hususta şöyle der: "Abdullah b. Nebîl Kemir, münafıklardandır." Ancak bunun başka birisi olma ihtimali de vardır.

16-17-18. Bakmaz mısın. Bu ifade taaccüb ve hakaret anlamındadır. Dikkat nazarlarını çekmek için Peygamber'e veya hitab edilmesi gereken her muhataba hitabdır. Yani ne çirkin halleri var bak! Şunlara, şu münafıklara Allah'ın gadab etmiş olduğu bir kavme yardaklık etmektedirler. Münafıklar yahudilere yardaklık ediyor, müminlerin sırlarını onlara naklediyorlardı. Onlar ne sizdendirler ne de onlardan; arada gidip gelen, bir orada bir burada çalkanıp duran münafıklardır. Ve bile bile yalan yere yemin ederler. Rivayet olunuyor ki: "Hz. Peygamber (s.a.v) odalarından birinde oturuyordu ve yanında da birkaç sahabi vardı. Resulullah, "Şimdi yanınıza şeytan gözlü birisi gelecek." dedi. Derken gök gözlü birisi çıktı geldi. Resulullah ona: "Sen ve arkadaşların bana niye sövüyorsunuz?" buyurdu. O da, öyle bir şey yapmadığına yemin etti ve Hz. Peygamber'e "Bırak beni de gideyim arkadaşlarımı da getireyim." dedi. Gitti, arkadaşlarını çağırdı ve geldi. Onlar da yemin ettiler. İşte bunun üzerine bu âyet indirildi." Ahmed b. Hanbel, Bezzâr, İbnü Münzir, İbnü Ebî Hâtim, "Delâil" adlı eserinde Beyhaki, İbnü Merdûye ve Hâkim İbnü Abbas'tan isim açıklamadan böyle rivayet etmişler ve sonunda da "Allah onların hepsini yeniden dirilteceği gün, dünyada size yemin ettikleri gibi, O'na da yemin ettiler.." (Haşr, 58/18) âyetinin ve sonraki âyetlerin nazil olduğunu söylemişlerdir. Süddi ve Mukâtil'den nakledilen rivayette isim zikredilerek gelen adamın gök gözlü, esmer, kısa boylu ve hafif sakallı Abdullah b. Nebtel adında bir zât olduğu ve uzun uzadıya anlatıldığı üzere arkadaşlarıyla beraber yemin ettikleri ve bundan dolayı da bu âyetin indirildiği nakledilmiştir. Zikredilen bu rivayetler arasında bir tezat söz konusu olmadığı için buradan, sûrenin sonuna kadar bu sebeble indirilmiş olduğu söylenebilir. Âlûsî'nin kaydettiğine göre burada ismi zikredilen İbnü Nebtel, -ki nûnun fethi, bânın sükûnu, sonra üstünde iki nokta olan tâ ve lâm ile- İbnü Hâris b. Kaysı Ensâriyyi Evsi'dir. İbnü Kelbî ve Belâzûrî bu zâtı münafıklar arasında zikrederken, Ebu Ubeyde onu sahâbeden saymıştır. İbnü Hacer de onun tevbe ettiğine kanaat getirmiş olduğunu söylemiştir. Kâmus sahibi de bu hususta şöyle der: "Abdullah b. Nebîl Kemir, münafıklardandır." Ancak bunun başka birisi olma ihtimali de vardır.

19. Onlar, yani yukarıdan beri özellikleri sayılan ve şeytanın da istilası altında kalıp Allah düşüncesini unutanlar hep şeytanın hizbi, şeytanın taraftarı ve şeytanın partisidir. Uyanık ol ki şeytanın partisi muhakkak zarara uğrayanlardır. Çünkü ebedi nimeti zayi edip kendilerini azaba düşürerek nefislerini ziyân etmişlerdir.

20. Şüphe yok ki Allah ve Resulü'ne karşı yarışa kalkan haddini bilmezler öyleleri bütün o gördükleriniz, hallerini dinledikleriniz hep en alçakların içindedirler. Öncekiler ve sonrakiler içinde halkın en aşağılık, en zillete layık alçaklarından sayılmaktadırlar. Çünkü iki düşman taraftan birinin zillet ve sefaletinin en aşağı basamağı, düşmanlık ettiği tarafın izzet ve kuvvetinin derecesi ile ters yönde bir uygunluk arzetmektedir.

21. Allah yazdı. Ezelde hükmünü verip silinmesi ve bozulması mümkün olmayan bir yazı ile levh-i mahfuzda tesbit etti. Katade'ye göre bu söz, yemin makamında söylenmiştir. Yazdı ki: Celâlim hakkı için her halde ben gâlibim ben ve elçilerim. Onun için peygamberler öldürülseler bile davalarında gerek delil ve gerek kılıç itibarıyla gâlib ve muzaffer olurlar. Çünkü Allah kuvvet ve izzetine nihayet olmayan, eşi ve ortağı bulunmayan çok kuvvetli bir azizdir. Kuvveti ile resullerine yardım eder, muradına karşı asla mağlub edilmez.

22. Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavmi Allah'a ve Resulü'ne karşı düşmanlık eden kimselerle sevişir bir halde bulamazsın. Öyle kimselerle sevişmek Allah'a ve ahirete imanın gerekleriyle taban tabana zıttır. Zira, onlara o durumda dostluk yapmak küfre sevgi göstermektir. Çünkü Allah ve Resulü'ne düşmanlık etmek, küfrün en şiddetlisidir. Küfre muhabbet ise, iman ile bir arada bulunmaz. Âyetin zahirî anlamı için bu mânâ daha uygundur. Mamafih müfessirlerin bir çoğu kelâmi bir nükte üzerine oturtarak bunu şu mânâ ile tefsir etmişlerdir. "Sevmemeleri gerekir, sevmemelidirler." "İsterse onlar, babaları veya oğulları veya kardeşleri, yahut hısımları olsun..." Bu âyetin anlamı ile ilgili olarak Mümtehine Sûresi'nin "Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve âdil davranmanızı yasaklamaz.." (Mümtehine, 60/8), "Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa, işte zalimler onlardır." (Mümtehine, 60/9) âyetlerini de burada düşünmek gerekmektedir. İşte onlar, o Allah ve Resulü'ne karşı yarışa kalkışan kimseleri sevmeyen müminler yok mu Allah onların kalplerine iman yazmıştır. Yalnız lisanlarında değil, kalplerinde de tesbit etmiş ve yerleştirmiştir. Bundan anlaşılır ki asıl iman kalp işidir. Ve kendilerini tarafından bir ruh ile güçlendirmiştir. Kalplerine hayat veren ilâhî bir irfan nuruyla kuvvetlendirmiştir. Onun için Allah'ı unutmazlar. Ahiret yolunu görür, sevilecek ve sevilmeyecek kimseleri tanırlar. Allah ve Resulü'ne itaat eder ve Allah yolunda her fedakârlığa katlanırlar. Hem Allah onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. O suretle ki içlerinde sonsuza dek kalmak üzere öyle ki Allah onlardan hoşnut, onlar da Allah'tan hoşnut oldular, hem kendilerinden razı olunmuş hem de kendileri ondan razı olmuş olarak Allah'ın rızasına erdiler. İşte bu özelliklerini işittiğin müminler, Allah'ın partisidir. Allah'ın askerleri, Allah dininin yardımcıları ve Allah yolunda cihad eden mücahidlerdir. Uyanık ol ki Allah'ın partisi, taraftarları, muhakkak hep felah bulanlardır. Dünya ve ahirette hayır ve isteklerine kavuşanlar ancak onlardır. "Allah'ım bizi de onlardan kıl."

İşte Mücâdele Sûresi bu şekilde son bulmaktadır. Bunu aşağıda gelen Haşr Sûresi'nin tesbih ve tenzih ile başlayarak takib etmesi, ne kadar güzel ve ne kadar yerindedir. Bunu izah etmeye ihtiyaç bile yoktur. "Ey Allah'ım bizi de iyiler topluluğuna kat."






KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)


59-HAŞR:

1. Göklerde ve yerde bulunan her şey, Allah'ı tesbih ile tenzih etti ve etmektedir. O'nun şânı, kendisinin her türlü lekeden uzak olduğunu ve kirli şeylerin O'na yaklaşamayacağını isbat etmektedir. Bu yüzden her şey O'nun hakkı uğrunda çarpışır, hepsi O'nun ordusudur. Bu sûrenin böyle bir giriş ile başlaması, hem önceki sûrenin sonuna münasib olması, hem de zikredilecek çıkarma ve sürgün etme olayında bir haksızlık kokusunun zannedilmemesi bakımından önemlidir. Ayrıca onun bir temizlik işi olduğunu hatırlatmak üzere güzel bir başlangıçtır. Ve O, Aziz'dir, Hakîm'dir. Aziz'dir, yani hiç bir suretle mağlub edilme ihtimali olmayan tam mânâsıyla gâlib ancak O'dur ve bütün izzet O'nundur. O, dilediğine izzet (üstünlük) verir, dilediğini zelil eder. Çünkü O, "Dilediğini aziz, dilediğini zelil kılan"dır. Onun için âlemde her izzet kırılabilir, ancak O'nun izzetinin sahasına tecavüz edilemez. O'na karşı gelmek isteyenler, sonunda mağlub ve zelil olurlar. Bununla beraber O, Hakîm'dir, yaptığını hikmetle yapar. Bazen müminlere sıkıntı çektirip kâfirlere bir zaman için meydan verirse, onda da bir hikmeti vardır. Ve nihayet O'nun Hikmet ve İzzet'i tecelli eder (ortaya çıkar).

2. O, Aziz ve Hakîm olan Allah'tır ki, İzzet ve Hikmet izlerinden bir örnek ve ibret olmak üzere kitab ehlinden o küfredenleri, Allah'ın Resulü'nü inkâr ederek, Allah adına verdikleri söz ve andlaşmayı küfür ve nankörlükle bozup "Bu, onların Allah'a ve Peygamber'ine karşı gelmelerinden dolayıdır..." (Haşr, 59/4) âyeti ile beyan edileceği üzere Allah ve Resulü'ne karşı uğraşmaya kalkışan kâfirleri ilk haşirde, yahut ilk haşr için diyarlarından çıkardı. Bu küfredenler, yukarıda da rivayet edildiği gibi yahudilerden olan Benî Nadir kabilesi idi ki, Hayber yahudilerinden Benî Kureyza gibi bir büyük kabile kadardı. Söz konusu bu iki kabileye "Kâhinân" denir ve Kâhin b. Harun neslinden oldukları söylenirdi. Denildiğine göre bunlar, son Peygamber'in ortaya çıkışını beklemek için İsrail Oğullarından bir cemaatla gelmiş, Medine'ye yakın bir yere konmuşlardı. Kondukları yer bayındır olmayan bir kara parçası iken oraya yerleşmiş ve sağlam binalar yapmışlardı. Ayette kendilerine izafetle "diyarlarından", "kaleleri" şeklinde ifade edilmesinde de buna bir işaret vardır. Bekledikleri Resul gelmiş olduğu halde inkar ve nankörlükte ileri gittikleri için, Allah'ın İzzet ve Hikmet'i onları ilk haşr olmak üzere yurtlarından çıkardı. Bu küçük bir kıyamet örneği oldu. Bundan anlaşılıyor ki bir de sonraki haşir vardır. O da "Ahirette de onlar için ateş azabı vardır." (Haşr, 59/3) âyetinde hatırlatılacağı üzere büyük kıyametle ahirette olacaktır. Bu iki haşir arasında daha başka ne gibi haşirler vardır? Onu da Allah bilir. 'deki tefsircilerin çoğuna göre, "Onu, geçen on (gün) içinde yazdım." cümlesindeki gibi zaman ifade etmektedir. Mânâsı, "ilk haşirde" demektir. Buna göre ilk haşre, ilk harb mânâsı vermek daha uygun görünmektedir. Lakin bazılarının dediği gibi ihracın maksadını göstermek üzere lâm-ı ecliyye (sebeb lâmı) olma ihtimali de vardır. Bu ihracın sırf Allah tarafından olduğunu açıklamak üzere buyuruluyor ki siz çıkacaklarını zannetmediniz, demek ki size ve sizin zannınıza kalsaydı çıkamayacaklardı. O halde onları siz çıkarmadınız. Onlar da zannettiler ki kendilerinin Allah'tan koruyacak, sığındıkları kaleleri ve istihkâmlarıdır. Yani Allah tarafından gelecek azabdan kendilerini korumak için yalnız o sığındıkları kaleler ve kuvvetlerin kâfi geleceğini, sadece kale ve kuvvetli siperler yapmakla müdafaanın mümkün olacağını zannediyorlar ve sırf onlara güveniyorlardı. En önce kalblerde imanın bulunması gerektiğini ve Allah Teâlâ'nın İzzeti'ne karşı gelmenin kâbil olmadığını düşünmüyorlardı. Bu yüzden onların da düşüncelerine kalsaydı çıkarılmaları tasavvur edilmezdi. Fakat Allah onlara hesab etmedikleri bir yönden geldi, yani Allah'ın emri, onları hiç hatır ve hayallerine getirmedikleri bir cihetten bastırdı, kalblerinden vurdu. Reisleri olan Ka'b b. Eşref'i kendi konağında güveyi girdiği gece ansızın katlettirivermekle, zaten zayıf olan manevî kuvvetlerini, ve kendilerine güvenlerini perişan etti. Ve yüreklerinin içine müthiş bir korku düşürdü. Öyle ki evlerini kendi elleri ve müminlerin elleriyle harab ediyorlardı. Ebu Amr kırâetinde "tahrib" masdarından râ'nın şeddesiyle şeklinde okunur. Yani içerden sokak başlarını kapamak, müslümanlara sağlam bir şey bırakmamak ve çıkıp giderlerken alabildiklerini götürebilmek için kendi elleriyle evlerinin dört duvarını yıkıyor, kapı ve pencerelerini söküyor, kereste ve eşyalarını tarümar ediyorlardı. Dışarıdan da müminler, onların kapatmak ve sağlamlaştırmak istedikleri yerleri açmak için hücum ediyorlardı. Diğer bir mânâ ile de, bir taraftan kendilerinin işledikleri küfür ve cinayetleri, bir taraftan da müminlerin iman ve gayretli hücumları arasında telaşa düşerek evlerinin viran olmasına sebebiyyet veriyorlardı. Ey görecek gözü, anlayacak basireti olanlar bu olayı, iki tarafın bu hallerini düşünün ve kendi halinizle mukayese ederek ibret alın. Küfrün, zulmün, kalb bozukluğunun ve Allah'a karşı gelip de yalnız sebeplere güvenmenin âkibetindeki acıklı durumu ve iman ile mücadelenin şerefini, Allah'ın İzzet ve Hikmet'ini göz önüne getirin, bundan da kendi hallerinize geçerek ibret dersi alın da yalnız sebeb ve âletlerin kuvvetine güvenmeyin. Vazifenizi samimi kalb ile Allah için yapıp, bütün tevekkül ve güveninizi tam bir iman ile ancak ve ancak Allah'a bağlayın. Çünkü Aziz O'dur, Hakîm O'dur. İ'tibâr, ibret almak, taaccüb ederek öğüt almak demektir. İbret, "Besâir" ve "Müfredât"da zikredildiği üzere, müşâhede edileni öğrenmekle henüz müşâhede edilmeyeni bilmeye vesile kılınan duruma denir. Bunun aslı olan "abr" maddesi, bir halden bir hale geçmek mânâsını ifade eder. Ubûr, gerek yüzerek gemi veya hayvan ve gerek köprü gibi her ne suretle olursa olsun suyu ve dereyi geçmek demektir. Bu münasebetle göz yaşına da ayın'ın fethasiyle "abre" denilir. Aynı kökten gelen ibâre, söyleyenden dinleyene geçen söz, ta'bir, rüyanın zahirinden bâtınına geçmek mânâsınadır. Diğer mânâlar da hep bu geçiş anlamıyla ilgilidir. Binaenaleyh ibret almak diye kısaca ifade ettiğimiz itibâr, müşâhede edilen bir bilinene dikkat edip ondan bir meçhulü bilmeye intikâl etmek demektir. Bu da Fıkıh Usûlü ilminde kıyas denilen istinbât (hüküm çıkarma) usûlünün ta kendisidir. Onun için fakihler, âyetteki "ibret alın" emrinden hareketle kıyasın delil olabileceği neticesini çıkarmışlardır. Bu konu usûl-i fıkıh kitablarında genişce ele alınmaktadır. İmam Fahreddin-i Râzî der ki: "Biz "Mahsûl" isimli kitabımızda bu âyet ile kıyasın delil olabileceğini kabul etmişizdir. Onu burada genişce zikretmeden kısaca şunları anlatacağız: İtibâr, bir şeyden bir şeye geçmek ve sınırı aşmak mânâsından alınmıştır. Onun için göz yaşına da abre denilir. Çünkü gözden yanağa geçmektedir. Geçide ma'ber, vasıtasına mi'bir denilir. Çünkü sınırı geçmek onunla mümkün olur. Hislerle bilinen ilme, ta'bir denilir. Çünkü onun sahibi hayal edilen şeylerden düşünülene intikal eder. Lafızlara ibâre denilir. Çünkü onlar, mânâları söyleyenin lisanından dinleyenin aklına naklederler. "Mutlu insan, başkasından ibret alandır." denilir. Çünkü Onun aklı başkasının halinden kendi haline intikâl eder. Bundan dolayı müfessirler demişlerdir ki, itibâr, eşyanın hakikatlerine ve ifade ettikleri mânâlara bakmaktır ki, bu bakışla onların cinsinden başka şeyler hakkında bilgi elde edilir. Burada Allah Teâlâ'nın itibâr ile emrettiği hususun beyanına gelince, bunda birkaç ihtimâlin olduğu söylenebilir. Birincisi: Onlar kalelerine, kuvvet ve kudretlerine güvenmişlerdi. Allah Teâlâ da onların güç ve kuvvetlerini yok etti. Sonra da buyurdu ki, "ibret alın ey basiret sahipleri!" bunun anlamı, Allah'tan başka bir şeye itimad etmeyin demektir. Onun için zâhid (kendisini ibâdete veren) zühdüne güvenmemelidir. Çünkü onun zühdü Belam'ın zühdünden çok olamaz. Alim de ilmine güvenmemelidir. Zira İbnü Râvendi'ye bakınız çok fazla gayret göstermesine rağmen nasıl oldu? Doğrusu kimsenin hiç bir şeyde Allah'ın fazl ve rahmetinden başkasına itimadı doğru değildir. İkincisi: bu ifadeden maksat, insana zulmün, küfrün ve peygamberliğe saldırıda bulunmanın âkibetini göstermektir. Çünkü o yahudiler zulüm ve küfürlerinin uğursuzluğuyla belaya uğradılar ve yurtlarından çıkarıldılar. İşte müminler bundan ibret alır ve günahlardan sakınırlar. Ancak buna karşı şöyle bir itirazda bulunulabilir. Bu itibârın doğru olabilmesi için "onlar zulüm yaptılar ve küfrettiler de azaba uğradılar ve bu azaba sebeb ancak onların zulüm ve küfürleri oldu" dememiz gerekir. Halbuki böyle denilmesi genelleme ve akis kurallarına göre yanlıştır, ve bir uygunluk söz konusu değildir. Çünkü bir çok şahıs zulüm yapmış ve küfretmiştir de dünyada azaba uğramamıştır. Aksi de meydana gelmiş değildir. Çünkü Hz. Peygamber ve Ashâbı dahi bir takım meşakketlere maruz kalmışlardır. Halbuki bu sıkıntılar, onların din ve amellerinde bir kötülüğe delalet etmemiştir. Böylece sözü edilen illet (sebeb) genelleme ve aksi itibâriyle fâsid olunca o itibâr ve kıyas da fasid olmuş olmaz mı? Bir de asılda sabit olan hüküm, onların evlerini kendi elleri ve müminlerin elleriyle harab etmiş olmalarıdır. Buna zulüm ve küfrü sebeb gösterecek olursak o zaman her zulüm ve küfredenin, evini kendi eli ve müminlerin elleriyle harab etmesi gerekir. Bunun böyle olmadığı anlaşılınca bu itibarın doğru olmadığı ortaya çıkmaz mı? Bu soruya şöyle cevab verilebilir. Asılda sabit olan hükmün üç mertebesi vardır.

Birincisi, evlerinin kendi elleri ve müminlerin elleriyle tahribi.

İkincisi, bundan daha genel olarak dünyada azab verilmesi.

Üçüncüsü ise, ikinciden daha genel anlamda mutlak azabtır.

Zulüm ve küfredenlere verilecek azabın da mutlak azab olması daha münasiptir. Yani onun tahrip edilmesi, yahut dünyada öldürülme şeklinde azab görme veya bu azabın ahirette vuku bulması, illete tesir eden hususlar değildir. Şu halde kıyas konusunda şu söylenebilir: Zulüm yapan, küfür ve tekzip edenler mutlak azab görürler. Bu azabın dünyada mı, âhirette mi yoksa her ikisinde de mi meydana geleceğinin tayini istenmiş değildir. Zulüm ve küfür mutlak azaba layık ve münasiptir. Bu suretle denilebilir ki, zulüm ve küfür azaba sebebtir. Onlar meydana geldi mi, gerek dünyada gerek ahirette azab da meydana gelir. İşte kıyâs ve itibâr bu suretle izah edildiği takdirde itiraz ortadan kalkıp, kıyas sahih bir tarzda tamamlanmış olur." Nitekim bu mânâ ve sebeb, şu âyetlerle ayrıca hatırlatılarak buyurulmuştur ki,

3-4. Ve eğer Allah onların üzerine o celâyı yazmamış olsaydı. Celâ, iclâ gibi hem müteaddi hem de lazımdır. Aslında apaçık açmak, açılmak, açıklık, açığa çıkarmak veya çıkarılmak mânâsını ifade eden celv'den meydana gelen celâ, bir kimsenin veya bir topluluğun yerinden yurdundan herhangi bir sebeble tedirgin edilerek uzaklaşması veya uzaklaştırılması demektir ki, yurdu açık kalmış, kendisi açığa çıkarılmış mânâsınadır. Biz bu anlamı göstermek için yerine göre nefiy, iclâ, uzaklaştırma, tehcir, sürgün, açılma, açığa çıkarılma, sıçrama, sıçratma tabirlerini kullanırız. İşte Allah Teâlâ o kâfirlerin öyle yurtlarından tezikmelerini takdir etmiş, üzerlerine yazmış olmasaydı herhalde kendilerine dünyada azab ederdi. Katl ve esaret gibi daha acı bir azaba mübtelâ kılardı ki, ona nisbetle bu sürgün felaketi bir azab değil, bir lütuf ve müsaade sayılmaktadır. Nitekim bu olaydan ibret almayan Benî Kureyzâ'nın, eli silah tutanları idam edilmişlerdir. Onlar aslında böyle bir azabı hak etmişlerdi, fakat Allah Teâlâ onlara dünyada bu sürgünü takdir buyurmuş olduğu için kendilerine bir azab vermedi. Mamafih onlar için ahirette ateş azabı vardır yani cehennem azabı vardır. Dünya azabından kurtulsalar bile ahiret azabından kurtulamazlar. İşte onlar öyle azaba müstahaktırlar.

5. Herhangi bir line kestinizse. Lîne, birçoklarına göre hurma ağacı demektir. Aslı "Levin" den "livne" şeklinde türemiş olup, "yâ"sı "dime" gibi vavdan kalbedilmiştir. Çoğulu, "lun" ve "elvân"dır. İbnü Abbas ve bazı âlimler, "acve" yani balçık hurma denilen kısmı dışındaki hurma çeşitlerine "line" denildiğini söylemişlerdir. Ebu Ubeyde "acve" ile "bernî" haricinde bulunan hurmalar olduğunu ileri sürmüştür. Sevrî, "hurma ağacının en değerlisi" demiş, Cafer-i Sâdık'dan "acve", Esma'hi'den de "Dekâl" diye nakledilmiştir. Bazıları da yâî olup, yumuşaklık anlamına gelen "lin"den türemiş olduğunu kabul etmişlerdir. Çünkü çoğulu "liyen" ve "liyan" da gelmektedir. Yumuşaklık mânâsı dolayısıyla ağaç dalları diye tefsir edenler dahi olmuştur. Buna nazaran "line"nin mutlak yaş ağaç mânâsına olması da mümkündür. Çünkü lîne, hurma ağacı demek olduğuna göre hükmün delaletinde umûmî anlam vardır. Kısacası, harp esnasında herhangi yaş bir ağaç kestinizse yahut kökleri üzerinde dikili bıraktınızsa hepsi Allah'ın izniyledir. Bu izin de o fasıkları perişan etmek içindir.

6. Fesad için değildir. Allah'ın , Resulüne onlardan verdiği ganimetlere gelince; İfâe, feyi kılmak, yani fey' (ganimet) olmak üzere vermek, havale etmek demektir. Fey' de lugatte, rücû yani dönmek, çevrilmek ve dönen gölge mânâlarına mastar ve isimdir. Rağıb der ki; "Fey' ve fie, övülmüş hâle dönmektir." Nitekim "Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar." (Hucurât, 49/9) âyetinde de aynı anlam vardır. "Gölge döndü." ifadesi de bundandır. Gölgeye de ancak döndüğü zaman "fey" denilir. Elde edilmesinde zorluk olmayan ganimete de fey' adı verilmiştir. Şer'an da fey', kâfirlerin mallarından müslümanlara dönen ganimet ve haraç gibi gelirler demektir. Ebu Hafs Ömer en-Nesefî adlı eserinde fey' ile ganimeti şöyle tarif etmiştir: Fey', kâfirlerin mallarından ganimet ve haraç kabilinden müslümanların eline geçen şeylerdir. Ganimet ise, müslümanların kâfirlerden aldıkları maldır." Bunun mânâsı, fey'in ganimetden daha genel olmasıdır.

Âlûsî'nin zikrettiğine göre bazı Şâfiî kitaplarında fey' ile ganimet şu şekilde ayrılmaktadır. "Fey', savaşmadan at ve deve koşturmaksızın kâfirlerden elde edilen maldır. Ganimet ise, Cizye, ticaret öşrü yani gümrük ve kıtal olmaksızın andlaşma yaptıkları veya iki ordu karşılaşmaksızın korkudan bırakıp terkettikleri ve irtidât üzere ölen yahut katledilen mürted (dinden dönen)in ve vârissiz ölen zimmî'nin andlaşma yapan veya aman dileyenlerin bıraktığı mallar gibi savaştan veya karşılaştıktan sonra alınan mallardır. Ganimet, harbî ve aslî olan kâfirlerden savaş yoluyla elde edilen maldır. İki ordunun karşılaşması ve bizim tarafımızdan yapılan hareket de savaş hükmündedir. Ashabımızdan yani hanefîlerden de bu farkı ortaya koyanlar vardır. Denilmiştir ki ganimet, harb esnasında kâfirlerden üstünlük ve galibiyyetle alınan şeylerdir. Hükmü, Enfâl Sûresi'nde geçen "Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a, Resulüne..." (Enfâl, 8/41) âyeti gereğince beşte birdir. Fey' ise harp bittikten ve feth edilen yer Dar-ı İslâm olduktan sonra onlardan alınan mallardır. Hükmü, beşe bölünmeksizin hepsi müslümanların menfaatlarına uygun olan yönlere sarf edilir." Sözkonusu bu fark, "Hidaye" ve şerhlerinde de zikredilmektedir. Demek oluyor ki Fey' tabiri ganimetten daha umumi bir anlama gelmekle beraber onun karşılığı olarak da kullanılmaktadır. Şu halde "ifâe" fey' denilen bir dönüştürmeyi gerçekleştirmek demektir. Ganimetin hükmü, Enfal Sûresi'nde "De ki, ganimetler Allah ve Peygambere aittir. (Enfal, 8/1), "İyi bilin ki, ganimet olarak ele geçirdiğiniz şeylerin beşte biri Allah'a, Resulü'ne Resulün yakınlarına yetimlere yoksullara ve yolculara aittir.." (Enfâl, 8/41) âyetleriyle dar ve geniş çerçeveden beyan edildiği gibi, burada daha geniş olan fey' hükümleri ondan farklı olmak üzere özel ve genel anlamda açıklanacaktır. Önce şunu belirtmek gerekir ki, âyette geçen zamirinden maksat, yurtlarından sürülen kâfirler, yani Benî Nadir'dir. Onlardan Resulullah (s.a.v)'a ganimet olarak verilenler de, bırakmış oldukları taşınır ve taşınmaz malların ganimet olmak üzere Resulullah'ın eline verilmesi ve tasarrufuna geçirilmesi demektir. Resulullah'ın önceden onların sahibi olmadığı halde, bunun dönüşüm mânâsını içeren "ifâe" tabiriyle zikredilmesi onların hakiki sahibinin Allah Teâlâ olması itibariyle o malların, Allah'a karşı gelen kâfirlerin ellerinde bulunuşunu, onu gasb edenin elinde bulunuşu gibi göstermiş ve böylece onları Allah tarafından teslim almaya en selâhiyetli olan zâtın Allah'ın Resulü olduğunu ifade ederek bu malın ona tesliminin ilk sahibine iâde anlamı taşıdığı nüktesine işâret etmiştir. İşte harpcı kâfirlerin müminlere ganimet olarak geçen mallarında da hep böyle bir iâde mânâsı vardır. Çünkü Allah Teâlâ, "Ben, cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" (Zâriyât, 51/56) âyetinde ifade edildiği üzere insanları, kendisine ibadet ve kulluk etmek için yaratmış, malları da itaat ve kulluğa vesile kılmak için halketmiştir. Bu yüzden onlara layık olanlar isyankârlar değil, itaatkâr olan kullardır. Bu nükteye binâen elde edilmesinde fazla zorluk çekilmeyen ganimete, haraç ve cizye gibi gelirlere şer'an fey' adı verilmiştir. Rağıb İsfahânî'nin nakline göre bu mala fey' denilmesi, gölge mânâsına gelen fey'a benzetmek suretiyle, dünyanın en şerefli (alâmeti) a'razı olan malın geçici bir gölge gibi olduğuna işaret etmek içindir. Nitekim şâir de şöyle demiştir: "Malı öğleden sonra dönen gölgeler (gibi) görüyorum." "Dünya geçici bir gölgeden ibarettir." Nadir Oğulları'nın malları, elde edilmesinde fazla zorluk çekilmeyen ganimet kabilinden bir fey' olarak kalmıştı. Sahâbîler bunun, Bedir'de olduğu gibi Enfâl Sûresi'de bulunan âyetlerin hükmü gereğince beşe bölünerek kalanın taksim edileceğini sanmışlardı. İşte bu âyetle bunun bilhassa Resulullah'a aid bir fey' olduğu beyan edilerek buyuruluyor ki, Allah'ın yurtlarından çıkarmakla perişan ettiği o kâfirlerden fey' olarak Resulü'ne iâde buyurduğu mala gelince siz ona ne at oynattınız ne de deve. Îcâf, defretmek ve yürek oynaması gibi hareket ettirip muzdarip kılmak, atı yahut deveyi vecif denilen hızlı yürüyüşle yürütmek ve akın etmek mânâlarına geldiğinden müfessirlerin bir kısmı bunu, hareket ettirip yormak, bir kısmı da, vecif diye isimlendirilen seri yürüyüşle yürütmek şeklinde tefsir etmişlerdir. Bu konuda Kamus Mütercimi de şunları söylemektedir: "Vecif, at ve devenin bir çeşit yürüyüşüne denir. Bununla maksat, at ve devenin silke silke yürümesidir ki, buna linke kalkmak denir. Menzil beygiri gibi." Merkeb gibi binilir demek olan rikâb da deve hakkında yaygındır. Hatta rakib tabiri bile daha çok deve için kullanılmaktadır. Ata binen kimseye fâris denir. Nitekim biz de süvâri dediğimiz zaman bununla ata bineni kasdederiz. Nadir Oğulları'nın köyleri Medine'ye iki mil mesafede olduğu için oraya sadece piyade olarak gidilmiş, yalnız Resullullah lif yularlı bir merkebe binmiş ve fazla bir öldürme olayı da meydana gelmemişti. Ve lakin Allah resullerini dilediği kimselerin üzerine musallat kılar gönüllerine korku düşürür ve hükmünü yürütür. Ve Allah her şeye kadirdir. Dilediğini yapar. Bazen açık vasıta ve aletlerle yapar. Bazen de sırf İzzetiyle hiç umulmayacak başarılar bahşederek yapar ki, Nadir Oğulları'nın basit bir kuşatma ile korkarak çıkıp gitmek üzere anlaşmaları da böyle olmuştu. Onun için bazıları, bu âyetin Fedek hakkında nazil olduğunu sanmışlar, "çünkü Nadir Oğulları'nın etrafı kuşatıldı ve öldürüldüler, Fedek'te ise bunlar olmadı" demişlerdir. Ancak bu görüş, sahih haberlere ters düşmektedir. Ayrıca Nadir Oğulları'na karşı yapılan kıtal da ehemmiyetsizdir. Buharî, Müslim Tirmizî, Nesaî ve diğer kaynaklarda rivayet edildiğine göre, Hz.Ömer demiştir ki, "Nadir Oğulları'nın malları, Allah Teâlâ'nın, Resulü'ne ganimet olarak verdiği, elde edilmesi hususunda müslümanların ne at ne de deve sürmediği ganimet malı idi ve Resulullah'a mahsustu. Hz.Peyamber bu maldan ehlinin bir senelik nafakasını ayırdı, kalanını silah ve hayvanat ile Allah yolunda hazırlanmak için sarfetti." Dahhâk da demiştir ki, "Bu mallar Resullullah'a tahsis edilmişti. Ancak o ikramda bulundu da muhacirler arasında taksim etti. Ensâra ondan bir şey vermedi. Yalnızca Ebu Dücâne Semmâk b. Hurşe, Sehl b. Hüneyf ve Hâris b. Sımme adlı üç zata verdi. Çünkü onların buna ihtiyaçları vardı." Sa'd. b. Muâz'a da İbnü Ebi'l-Hakîk'in bir kılıcını vermişti ki, aralarında o kılıcın şöhreti vardı.

7. Özellikle Beni Nadir'den dönen ganimetin hükmü böyledir ancak diğerlerinden elde edilen ganimetler nasıl olacaktır? Denilirse bunun cevabı şu âyette görülebilir. Allah'ın Resulü'ne kent halkından verdiği ganimetler. Bazıları bu ganimeti, harb esnasında alınan ve hükmü Enfâl Sûresi'nde açıklanan ganimetin dışında telakki etmişlerse de, İmam Ebu Yûsuf'un "Kitâbu'l-Harâc" adlı eserinde tafsilatlı olarak yapmış olduğu rivayette, Hz. Ömer'in harb yoluyla fethedilen Irak toprakları ve halkıyla ilgili ganimetlerin taksimini isteyen Zübeyr, Bilâl, Selmân-ı Fârisi ve diğerlerine karşı sahâbiler şurasında bu âyetlerle delil getirerek, gelecek müminlerde dahil olmak üzere bütün müslümanların menfaatı adına halkın hür ve arazilerinin ellerinde "arâzi-i haraciyye" haraç arazileri olarak kalması hususunda onları ikna etmiş olması bunun, gerek ganimet gerek haraç ve cizye gibi kâfirlerden elde edilen bütün gelirleri içine aldığını göstermektedir. Yani fethedilen kâfir kentlerinin halkından Resulullah (s.a.v)'a verilen gerek ganimet, gerek harac ve vergi gibi bütün gelirler de Allah için ve Peygamber için ve ona yakın olanlar, öksüzler, yoksullar ve yolda kalmış kimseler içindir. Bu âyetin açık anlamı, ganimetin altıya taksim edilmesini ifade etmektedir. Bu yüzden bazı âlimler demişlerdir ki, ganimet altı hisse yapılır, Allah'ın hissesi Ka'be ve diğer mescidlerin tamirlerine sarf edilir. Bazıları da, İbnü Abbas ve Hasan b. Muhammed b. Hanefiyye'den gelen rivayetlere dayanarak, âyette Allah'ın zikredilmesinin sırf hürmet ve uğur için olduğunu, Allah ve Resulü için bir olmak üzere beş hisseye bölünmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Âlimlerden bir kısmı da, ganimetle olduğu gibi Hz. Peygamber'e ayrılan beşte bir hisse de beşe taksim edilir. Çünkü Resulullah beşte biri böyle taksim eder ve kalan beşte dördü de uygun gördüğü şekilde sarf ederdi, demişlerdir. Bu Şâfii'nin kavl-i cedîdi (yeni görüşü)dir. Bunun doğrudan doğruya "Bilin ki ganimet aldığınız şeylerin beşte biri, Allah'a ve Resulü'ne ve akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir." (Enfal, 8/41) âyetine benzediği göze çarpar. Fakat Enfal, 8/41'de beşte bir kaydı açıkça ifade edildiği halde burada zikredilmemiş, hüküm genelde nisbet edilmiştir. Binaenaleyh ganimetin beşte biri alınıp beş hisse olarak sarfedilirse de, her ganimetin de beşte birinin alınması gerekli değildir. Onun için Hanefiler, ganimetin dışındaki gelirlerin beşe taksim edilmesinin gerekli olduğunu kabul etmeyerek bu ve bundan sonraki âyetlerin gösterdiği şekilde, en önemli olanı daha az önemli olana takdim etmek suretiyle bütün müslümanların yararına olan işlere sarfedilmesine kail olmuşlardır ki burada zikredilenler en önemlilerini teşkil etmektedir. Resulullah (s.a.v)'ın hissesi icmâen kendisine âid olup, ondan kendisinin ve çoluk çocuğunun nafakasına sarfederdi. Ayrıca bazı hanımlarının bir yıllık yiyecek ve içeceklerini karşılayacak miktarı ayırır ve geri kalanı da müslümanların menfaatına olan işlere harcardı. Hanefilere göre Hz. Peygamber'in vefatından sonra onun için ayrılan hisse artık, ortadan kalkmıştır. Çünkü Râşid Halifeler bu suretle amel etmişlerdir ve onlar Allah'ın dini konusunda güvenilir kimselerdir. Ve çünkü türemiş bir sıfat olan resul vasfı üzerine hüküm, esas olan risaletin sebep oluşunu gerektirir. Ondan sonra ise resul yoktur. İmam Şâfiî'nin bir görüşüne göre de Hz. Peygamber'den sonra da imama verilir. Çünkü Resulullah'ın tebligatına karşılık ücret almadığını göstermek için onun hak ettiği malı, peygamber olması sebebiyle değil devlet başkanı olması yönüyle düşünmek gerekir. Şâfiîlerin çoğuna göre Resulullah'ın vefatından sonra beşte birin beşte bir hissesi, müslümanların yararına olan işlere sarfedilir ki, sınır bekçileri, ülke kadıları, dinî ilimler ve onların vasıtalarıyla uğraşan ilim adamları, öğrenciler, ayrıca imamlar, müezzinler ve müslümanların umûmi menfaatlarıyla ilgili işlerle meşgul olup da herhangi bir kazanç elde edemeyen diğer kimseler ve bunlara ek olarak kazanç temininden âciz olanlar bu cümledendir. Malın fazlalığına ve azlığına göre dağıtım devlet başkanının kanaatine bırakılmıştır. Bu dağıtım işinde en önemli olan, kendisinden daha az önem taşıyana takdim edilir. Bunlar içinde en önemlisi sınır bekçiliğidir. Sahih bir hadisde "Allah'ın size verdiği ganimetten bana ancak beşte bir vardır. O beşte bir de yine size verilir, yani sizin yararınıza sarfedilir." buyurulmuş olması da bunun müslümanların menfaatına olan işlere harcandığını göstermektedir. Bu hadisin anlamı, Peygamber (s.a.v)'in hissesinin hayatında olduğu gibi, ayrıca taksim edilerek sarfedilebileceğini ifade ettiği gibi, Hanefilerin dediği şekilde diğer hisselere eklenerek onlarla beraber sarfedilmesi tarzında da anlaşılabilir. Âyette ikinci sırada zikredilen, "zilkurbânın (akrabaların) hissesidir. Zilkurbâ'dan maksat, Resulullah (s.a.v)'a yakınlığı bulunan Haşim Oğulları ile Muttalib Oğulları'dır. Zira Resulullah bunlara hisse vermiş, bunların ana-baba bir kardeşleri Abdi Şems Oğulları'na ve onların zürriyetlerinden olan Osman'a ve baba bir kardeşleri Nevfel'e hisse vermemiştir. Ebu Dâvûd ve daha başkaları senediyle Said b. Müseyyeb'den şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Cübeyr b. Mut'im (r.a) bana haber verdi de dedi ki: "Hayber günü olduğu vakit Resulullah (s.a.v) zevilkurbâ hissesini Beni Haşim ve Beni Muttalib'e verdi, Beni Nevfel ile Beni Abdi Şems'i bıraktı. Bunun üzerine ben ve Osman b. Affân (r.a) beraber gittik, Resulullah'ın yanına vardık ve "Ya Resulullah, şunlar Beni Haşim, Allah Teâlâ'nın seni onların arasına koyduğu yerden dolayı biz onların üstünlüklerini inkar etmeyiz. Fakat kardeşlerimiz Muttalib Oğulları'nın üstünlüğü nedir ki, (ganimet hissesinden) onlara verdin de bizi terkettin. Halbuki yakınlığımız aynıdır." dedik. Cevaben Hz. Peygamber, "Ben ve Beni Muttalib cahiliyyede de, İslâmda da ayrılmayız, biz ve onlar bir şeyiz." buyurdu ve parmaklarını birbiri arasına geçirdi." Bu cevab ile Resulullah, bu konuda yakınlıktan maksadın yalnız hısımlık yakınlığı olmayıp nusrat, yani yardıma dayalı bir yakınlık olduğunu göstermiş ve cahiliyye döneminde Muttalib Oğulları'nın kendisiyle uyum içinde olup yaptıkları dostluk ve yardıma işaret etmiştir. Çünkü o zaman savaş yardımı söz konusu olamazdı. Binaenaleyh "Biz ve onlar bir şeyiz." buyurulması, Siyer kitablarında da anlatıldığı gibi, Kureyş kabilesi, Beni Hâşime ne alış-veriş ne de nikâh akdi yapmamak üzere boykotla ayrılık ilân ettiği zaman onların, Peygamber'in kabilesine dahil olduklarına işaret sayılmaktadır. Bu sebebledir ki, savaşmaya güçleri olmayan zürriyetleri dahi ganimetten hak almaya dahildirler. İşte Resulullah'a yakınlıktan murad'ın, kendilerinden geçmişte tahakkuk eden bir yardım sebebiyle meydana gelen yakınlık olduğuna işaret edilerek, Hâşim oğullarıyla Muttalib Oğulları'nın bir kalb ile hareket eden vücud gibi hem cahiliyyede ve hem de İslâm'da kendisiyle beraber oldukları için böyle bir yakınlığa hak kazandıkları ifade edilmiştir. Bu yüzdendir ki âyette çoğul sigasıyla zevilkurbâ denilmeyip, tekil olarak zilkurbâ denilmiştir. İmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel demişlerdir ki: "Beni Haşim ve Beni Muttalib'den olan yakınlara beşte birin beşte biri verilir. Bunların fakir ve zenginleri müsâvidir. Söz konusu bu ganimet malı, "Erkek için kadının iki misli (pay) vardır.." (Nisâ, 4/11) âyeti gereğince taksim olunur. Müzeni ile Sevri de "Bu taksimde erkek ve kadın eşit oranda alır. Uzağa da yakına da verilir." demişlerdir. Âyetin mutlak mânâda zahiri itibariyle anlamı da budur. İmam Mâlik'e göre ise bu tamamen devlet başkanının fikrine bırakılmıştır. Dilerse aralarında taksim eder, dilerse bazısına verir, bazısına vermez ve yine dilerse daha önemli bulduğu takdirde başkalarına verip onlara vermez. Bizim Hanefi mezhebi imamlarının tercihine gelince, bu hususta şunları söyleyebiliriz. Hidâye ve şerhlerinde izah edildiği gibi zilkurbâ, hadiste Beni Haşim ve Beni Muttalib'e tahsis edilmiştir Ancak onlara müstakil bir hisse gerekmeyip sadece fakirlerine, öksüzlerine ve yolcularına verilir ve bu sınıflardan olanların, diğerlerine karşı öncelik hakkı vardır. Çünkü zikredildiği gibi Resulullah onlara geçmişteki yardımlarından dolayı vermiş ve buyurmuştur ki, "Ey Haşim oğulları topluluğu! Allah Teâlâ sizler için insanların yıkantılarını ve kirlerini yani zekat ve sadakalarını iğrenç gördü ve onun yerine size beşte birin beşte birini verdi." Bu hadis, bir hisseye delalet etmekle beraber, sadaka karinesiyle vermeye sebeb olan şeyin fakirlik olduğuna da işaret etmektedir. Onun için Resulullah zamanında bu hisse kendisine yapılan yardım sebebiyle verilmişse de vefatından sonra kaldırılıp, fakir olanlara verilmeye başlanmıştır. Raşid Halifeler'in dördü de, onlara ayrıca bir pay ayırmayıp beşte birin, birini yetimlere, birini miskinlere, birini de yolculara olmak üzere üç hisseye taksim etmişlerdir. Hz. Ali, üç halifeye bazı meselelerde muhalefet etmekle beraber hilafeti esnasında bu konuda muhalefette bulunmamıştır. Onun için İmam Şâfiî'nin de dediği gibi hisseye kail olurdu diye yapılan rivayet sahih olsa bile bunu, halifeliğinde diğer üç halifenin görüşlerine döndü, şeklinde yorumlamak daha doğru olsa gerektir. Beni Haşim ve Beni Muttalib'in ganimetten pay sahibi olmaları, Peygambere yakınlıktan başka fakirlik sebebine dayandırılmış olmakla beraber ayrıca âyette zikredilmelerinin faydası nedir? diye sorulursa, cevaben denilir ki, bunun faydası, onların fakir olanlarına sadaka helal olmadığı cihetle ganimetten bir hisse de alamayacakları şeklindeki bir zannı ortadan kaldırmaktır. Mamafih hadisler araştırılınca bu konuda bir hayli ihtilâfın olduğu göze çarpar. Bu cümleden olmak üzere halifelerin onlara fakir ve zengin ayırımı yapmadan verdiklerini gösteren haberler de yok değildir. Ehl-i Beyt'in tercihi de budur. İbnü Hümâm "Fethü'l-Kadir"de der ki: "Ebu Davud, Said b. Müsseyeb'in şöyle söylediğini nakletmiştir: "Cübeyr b. Mut'im (r.a) bize haber verdi ki, Peygamber (s.a.v) ne Beni Abdişşems'e ne de Beni Nevfel'e beşte birden bir hisse taksim etmedi. Ancak Beni Haşim'e ve Beni Muttalib'e pay veriyordu. Ebu Bekir de beşte biri Resulullah'ın taksim ettiği şekilde paylaştırdı. Ancak o, Peygamber'in verdiği gibi Resulullah'ın akrabasına vermiyor, Ömer ve ondan sonrakiler de veriyorlardı. Bu rivayette Ömer'in verdiğinde zahiren fakirlik kaydı görülmüyor." Bir de Ebu Davud'un Abdurrahman b. Ebi Leyla'dan şöyle bir rivayeti vardır. Hz. Ali'yi işittim diyordu ki: "Ben, Abbas, Fatıma ve Zeyd b. Hârise Hz. Peygamber (s.a.v)'in huzurunda toplandık. Ben, "Ya Resulullah eğer uygun görürsen beni şu beşte birden alacağımız hak konusunda görevlendirsen de senin hayatında onu taksim etsem ki, sonra kimse bana itiraz etmesin. Eğer münasib görürsen bunu yap dedim. O da yaptı (yani izin verdi.) Ben de onu Resulullah (s.a.v)'ın hayatında, sonra da Ebu Bekr'in başkanlığında taksim ettim. Nihayet Ömer'in halifeliğinin son zamanlarında ona birçok mal geldi. O da bizim hakkımızı ayırdı, sonra da onu bana gönderdi. Ben de Hz. Ömer'e bu sene bizim malımız var, müslümanlar ise ihtiyaç içindeler bunu onlara sarf et, dedim. Ömer de öyle yaptı. Ömer'den sonra da kimse beni taksim için çağırmadı. Ömer'in yanından çıktıktan sonra Abbas'a rastladım bana, "Ya Ali, bu sabah sen bizi bir şeyden mahrum ettin. Artık bundan sonra o bize verilmez." dedi. Abbas dâhî bir adamdı." Bu rivayette de verilen malın fakirlikle kayıtlanması, söz konusu değildir. Nasıl olur ki Abbas'a da mal veriliyordu ve fakirlikle tavsif edilmiş değildi. Hafız Münziri bu rivayetin zayıf olduğuna kanaat getirmiş ve demiştir ki: "Cübeyr b. Mut'im hadisinde Ebu Bekir, Peygamber'in yakınlarına taksimden pay vermemiştir. Ali'nin rivayet ettiği hadisde ise, onların da hisse aldıkları görülmektedir. Bu yüzden Cübeyr hadisi sahih, Ali hadisi sahih değildir." İbnü Hümâm bunları naklettikten sonra şöyle der: "Râşid Halifeler'in Peygamber'in yakınlarına mal vermedikleri görüşünün asıl dayanağı şudur. Âyette geçen ifadesi, harcama mahallini beyandan ibarettir. Yoksa belirtildiği gibi kazanılmış bir hak değildir. Eğer o elde edilen bir hak olsaydı, Resulullah (s.a.v)'dan sonra halifelerin onları bu haktan men etmeleri caiz olmazdı. Çünkü onun yakınları, cahiliyye döneminde Hz. Peygamber'e yaptıkları yardımlarla kayıtlanmışlarsa da onlar, Peygamber'den sonra da yaşıyorlardı. Binaenaleyh bu durumda da onlara pay vermek vacib olurdu. Madem ki bundan men edilmişlerdir demek ki, zilkurbâdan maksat, malın harcama mahallini göstermektir. Yani âyette zikredilenlerden her biri, bir harcama mahallidir, hatta bunlardan, mesela yalnız yolculara yahut yetimlere verilmesi gibi bir tek sınıfa vermek de caizdir. Tuhfe'de, "Âyette geçen üç sınıf, bize göre beşte birin harcama mahallidir. Bu da kazanılmış bir hak değildir. Hatta sadakatta olduğu gibi bunlardan yalnız bir sınıfa sarfedilse de caizdir." diye zikredilmiştir. Bu görüş, İmam Mâlik'in görüşüne yakındır. Fakat İmam Ebu Yusuf, (r.a.) Kelbi, Ebu Salih ve İbnü Abbas (r.a)'tan rivayet etmişdir ki, "Humus (beşte bir), Hz. Peygamber zamanında beş hisse üzerine taksim olunurdu. Bu, Allah ve Resulü için bir hisse, zilkurbâ için bir hisse, yetimler için bir hisse, miskinler için bir hisse ve yolcular için bir hisse şeklinde idi.

Ancak Hz. Peygamber (s.a.v) üç hisse olarak taksim ettiler. Bunlardan biri yetimler, biri miskinler biri de yolcular içindi." Aslında bu rivayeti nakledenlerden Kelbi, hadisciler nazarında zayıf bir râvi olarak gösterilmişse de bu rivayetin sıhhatini gösteren iki ayrı rivayet daha vardır. Tahâvi, Muhammed b. Huzeyme, Yusuf b. Adi, Abdullah b. Mubarek ve Muhammed b. İshak'tan şu rivayeti nakletmiştir. Bu rivayette Muhammed b. İshak demiştir ki, "Ebu Cafer'e, yani Muhammed b. Ali'ye, "Ne dersin? Hz.Ali (r.a.) insanların başına geçip tasarruf yetkisini eline aldığı zaman Peygamber'in yakınlarının hisseleri konusunda ne yaptı? diye sordum. Dedi ki, "vallahi o da Ebu Bekr ve Ömer'in yolunda yürüdü." "O halde siz nasıl oluyor da o söylediğiniz şeyi söyleyebiliyorsunuz?" dediğimde bana, "Vallahi onun ehli ancak onun görüşüyle hareket ediyorlardı." dedi. Ben de ona dedim ki, "Öyle ise Hz. Ali'yi meneden ne oldu?" O da, "Vallahi Ebu Bekr ve Ömer'in görüşüne muhalefet etmekle aleyhinde söylenecek sözleri hoş karşılamadı." şeklinde cevap verdi." Demek ki Hz.Ali de dahil olmak üzere Hulefa-i Râşidin'in Peygamber'in yakınlarına ayrıca bir hisse vermediklerinde ihtilâf edilmemiş, ehl-i beyt dahi bunu itiraf etmiştir. Bu hususta sahâbilerden de her hangi birinin muhalefeti rivayet edilmediği için, zevilkurbâya hisse ayrılmasının vacib olmadığı konusunda icmâ meydana gelmiştir. Şüphe edilmemesi gerekir ki, eğer Hz. Ali önceki görüşünün doğru olduğunda ısrarlı olsaydı, halifeliği esnasında onun tersini yapması caiz olmazdı. Bu, en azından duruma göre o hissenin kaldırılmasını kabul etmek ve diğer halifelerin görüşlerine dönmektir. Bununla, İmam Şâfii'nin yukarıda zikredilen Ebu Cafer Muhammed b. Ali'den rivayet ederek delil getirdiği şu habere de cevap verilmiş olmaktadır. Ebu Cafer demiştir ki, "Hz.Ali'nin humus konusundaki görüşü, ehl-i beytinin görüşü idi. Ancak O, Ebu Bekir ve Ömer'e muhalefet etmeyi hoş görmedi." Ve yine demiştir ki, "Ehl-i beytin dışında icmâ da olmaz." Çünkü bunda dört halife'nin hisse vermedikleri rivayeti hem ehl-i beytten Muhammed Bâkır, hem de İmam Şâfii tarafından kabul ve tasdik edilmiştir. O halde bu noktada münakaşaya yer yoktur. İkincisi, Hz. Ali'nin Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'e muhalefeti hoş görmediği ve Onun için bu meselede kendi re'yini tatbik etmeyip onların yolunda yürüdüğü kabul edilmiştir. Şu halde onlara muhalefeti hoş görmemesi de, Hz. Ali'nin son görüşü demektir. Binaenaleyh onun görüşünden ayrılmadıklarını söyleyen ehl-i beytinin dahi onun hoş görmediğini hoş görmemeleri, önceki görüşünden dönmesini kabul etmeleri ayrıca Hz. Ali'yi, kendi vicdan ve itikadınca haklı bildiği kimseleri haklarından men edip, korku ile takiyye (gizlenme) perdesine bürünmüş bir zorlanan mevkiinde farz etmekten çekinmeleri gerekir. Üçünçüsü, ehl-i beytin haricinde icmâ vaki olmayacağı sözü, esasen doğru olmakla beraber yukarıda adı geçen Muhammed b. Ali, Tahâvi rivayetinde zikredildiği şekilde ehl-i beytin ancak Hz.Ali'nin görüşü doğrultusunda hareket ettiklerini söylemiştir. Hz. Ali de muhalefet etmeyi hoş karşılamayıp Ebu Bekr ve Ömer'in, yolundan gittiğini beyan etmiş olduğundan, asıl olan Hz. Ali'nin muhalefetten çekinmesiyle icmânın fiilen tamam olup, ona tâbi olan fürûun ayrıca bir hükmünün olmamasıdır. Durum böyle olunca ehl-i beytin dışında bir icmâdan söz etmemek gerekir ki, bütün bunlar ayrıca bir hisse taksiminin vacib olmadığı konusundaki Hanefi imamlarının görüşlerini kuvvetlendirmektir. Şunu da unutmamak gerekir ki, dört halifenin zevilkurbâya ayrı bir pay vermediklerini söylemek, onların elde ettikleri hakları büsbütün ortadan kaldırmak demek değildir. Ancak kazanılan bu hak için fakirlik ve ihtiyaç durumu gözetilerek geçmişte Peygamber'e yardımı dokunan zevilkurbâ (yakınlar)ya öncelik sırası verilmiştir. daki "lâm" istihkâk (hak kazanma) mânâsını ifade eder. Yetimler, miskinler ve İbnü sebilin (yolcunun) "lâm"sız olarak "Lizilkurbâ"ya bağlanması da, hepsinin istihkâk sebebinin aynı olduğunu gösterir. Bu sebebin fakirlik olduğu da, "Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir şey olmasın." âyetinin ifade ettiği illetle ayrıca hatırlatılmış olmaktadır. Şu halde bunların dördünü de bu sebeble bir istihkâka tâbi tutarak, yerine göre dört, üç veya bir sınıf olmak üzere taksimin caiz olması, duruma yahut da malın müsadesine göre sarf etme şeklinin devlet başkanının kanaatine bırakılması, nazmın üslubuna en uygun mânâdır. Ancak dört halife de üç sınıfa taksim etmiş olduklarından, hanefiler de bu görüşü tercih etmişlerdir. İbnü Hümâm'ın naklettiğine göre "Tuhfe"-de tek bir sınıfa verileceği de caiz gösterilmiştir. Yalnız "Tuhfe"nin "istihkâk yoluyla değil" cümlesinden, istihkâkı ortadan kaldırma mânâsı anlaşılmamalıdır. Zira daki "lâm" hepsinde de bir istihkâkın varlığına delalet etmektedir.

Yetâmâ'dan murad, yetim olan fakirlerdir. Yetim, babası olmayan çocuktur. Müslüman ve fakir olması şarttır. Zira yetim tabiri ihtiyaca işaret ettiği gibi "İçinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir şey olmasın." ibaresi de bu şartları göstermektedir. Babası olmamak, babanın vefatıyla olabileceği gibi, nesebin inkârı veya zina yoluyla doğmakla da olabilir. Onun için nesebi ispat edilemeyen de, zina çocuğu da yetim tâbirine dahildir. Lekît'in ise, babası olmadığı tahakkuk edemeyeceğinden mesâkin tâbirine dahil olması gerekir.

Miskin, hiçbir şeye sahip olmayan çaresiz yoksula denir. Yoksulluktan durgun bir hale gelmiş demektir. Bir görüşe göre de, yeterli miktar malı olmayana denir. Kamus'da "Fakr" maddesinde fakir ile miskinin farkına dair bir izah vardır ki, Okyanus'da mütercim şöyle der: "Arablar, fakir ile miskinin arasını ayırırlar." Bazılarına göre fakir, ölmeyecek derecede yiyebileceği kadar gıdası bulunan, miskin ise asla bir şeyi bulunmayan kimse demektir. Bazılarına göre de, fakir muhtac olana, miskin de zelil ve hakir (bayağı) olana denir. İmam Şâfiî (r.a) demiştir ki "Fakir, kötürüm ve yatalak olup, asla bir meslek ve sanatı olmayana, yahut da bir mesleği olup da zaruri ihtiyaçlarını karşılayacak kadar kazanamayanlara denir. Mesâkin de şu kimselerdir ki, sanatları varsa da ailelerinin nafakalarını temin edemeyip başkalarından isterler yahut fakir yeterli miktar geçimi olana, miskin ise asla hiçbir şeyi olmayana denir. Bazılarına göre de miskin, durumu fakirin durumundan daha iyi olandır. Bir görüşe göre de ikisi de aynı mânâdadır züğürt ve yoksul demektir. Ayrıca fakir, omurga kemikleri kırılmış olana da denir. Şârihin beyanına göre asıl fakirlik bu anlamdadır." Hanefilerce meşhur kabul edilen önceki mânâdır. Yani fakir, nisâba mâlik olmayan, miskin ise hiçbir şeyi olmayıp, fakirden daha düşkün olandır.

İbn-i Sebil, yolda kalmış yolcu demektir ki memleketinde mal ve mülkü olsa bile, yolda herhangi bir sebeble ihtiyaçlı duruma düşmüş ise buna da yolcu denir. Bu âcizin kanaatine göre lekit olan çocukları da, bu mânâya dahil etmek gerekir. Bu sınıflara payları, ya doğrudan doğruya kendilerine, yahut velilerine, yahut da mümkün olduğu ölçüde onunla bir gelir kaynağı temin edilerek kazancından verilmeli ve böylece de haklarında en faydalı olanın yapılması hususundaki harcama da, devlet başkanının re'yine bırakılmalıdır.

Ganimetten bunlara, yani zülkurbâ, yetâma, mesâkin ve İbn-i Sebil'e hisse verilmesinin sebeb ve hikmeti ise şöyle beyan buyurulmuştur. Tâ ki o ganimet, yahut mal sizden yalnız zenginler arasında bir devlet olmaya. Dâl'ın ötresiyle dûlet, yahut üstün ile devlet, servet, baht, mevki ve galibiyyet gibi insanlar arasında bazan şuna, bazan buna devreden sevindirici nimet ve duruma denir. Kîsâî ve Basra'nın ileri gelen âlimleri demişlerdir ki: "Üstün ile devlet, ötre ile mülk, yahut ötre ile dûle (devlet), esre ile milk anlamındadır. Veya ötre ile servet, üstün ile zafer, galibiyyet ve mevki mânâsını ifade eder. Müberred gibi bazıları da, "Ötre ile elden ele dolaşan şeyin ismi, üstün ile de elden ele dolaşmak mânâsına mastar" olduğunu söylemişlerdir. Rağıb ve bazı âlimlere göre de ikisi de aynı mânâya gelmektedir. On sahih kırâetin tamamında da "dâl"ın ötresiyle okunmuştur. Ancak âlimlerin çoğu, "dâl"ın ötresiyle beraber "tâ"yı üstün okuyup fiiline haber yapmışlar, Hişâm ile Ebu Câfer ise "dâl"ı ötre, "tâ"yı merfu okuyarak isim yapmışlardır. Öncekinde gösterildiği üzere nâkıs fiil, ikinciye göre ise tam fiil olup "Sizden yalnız zenginler arasında (dolaşan) bir devlet olmaya." meâlinde olur. Öncekinde 'nün altında müstetir (gizli) ismi 'ya bağlı olduğu için, bu cümle doğrudan doğruya mâlî ve iktisâdi bir prensip olup, mâlî ve iktisâdi usulü dolaylı yoldan göstermiş olur. Evvelkine göre âyetin mânâsı şöyledir: Allah'ın, Resulü'ne kent ehlinden verdiği bu ganimet, yalnız içinizdeki zenginler gibi iş başında bulunanlar arasında paylaşılıp da, malın sadece zenginler arasında dolaşan bir servet olmaması ve İslâm Devleti'nin, cahiliyye döneminde olduğu gibi yalnız zenginlere dayanan bir devlet olmayıp, fakirleri de doğrudan ilgilendiren bir devlet olması için onlara da, söz konusu âyette zikredildiği şekilde sınıflarına göre Allah için birer hisse veriniz.

İkinci duruma göre de mânâ şöyle olur: Sizden yalnız zenginler arasında bir devlet olmaması ve malın yalnız zenginler arasında dönen bir servet halinde kalmaması için ganimeti, tek başlarına alan ve iş başında bulunanlar arasında paylaşmayın da, zikredildiği şekilde fakir ve ihtiyaç sahibi sınıflara da Allah için birer hisse veriniz.

Lakin yalnız zenginler arasında bir devlet olmasın derken herkesin canı istediği gibi her işe karışıp da ihtilâle sebebiyet verilmemesi için buyuruluyor ki, bununla beraber Peygamber size her ne verdiyse onu alın yani ganimetten her ne hisse verdiyse onu alın ve her ne emir verdiyse onu tutun. Ve yasakladığından vazgeçin, almayın dediğini almayın, yapmayın dediğini yapmayın. Ve Allah'tan korkun da Allah'ın ve Peygamber'in emirlerine karşı gelmekten ve birbirinizin hakkını yemekten, devlete karşı hâinlik yapmaktan sakının, ganimeti maddî ve manevî, dünyevi ve uhrevi mânâda korunmak için takva ile sarfedip israftan ve Allah'ın azabına düşmekten korunun. Çünkü Allah, azabı şiddetli olandır. Azab edince çok şiddetli azab eder. Nitekim nankör Beni Nadir kâfirlerinin toplatılıp yurtlarından çıkarılmalarında bunun için ibret alınacak bir örnek vardır.

Bu âyetteki emirler gösteriyor ki, ganimetin hepsi Allah Teâlâ tarafından Resulü'ne havale edilmiştir. Zenginlere mahsus bir devlet olmaması için, zikredildiği şekilde fakirlere de hisse verilerek onu taksim etmek dahi âyeti gereğince Peygamber'e bırakılmıştır. Ülu'l-emre (âmirlere) itaat da söz konusu âyetin getirdiği emirlerden olduğu için, buraya dahil olması gerekir.

Zira bu emir, her ne kadar ganimet hakkında nazil olmuş ise de, müfessirlerin beyan ettikleri gibi mânâsı, her emri içine almaktadır. Şu rivayetler de bunu kuvvetlendirmektedirler. Buhârî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî ve daha başkaları nakletmişlerdir: "İbnü Mes'ud (r.a.) demiştir ki: "Allah şu kadınlara lanet etmiştir ki onlar veşm yapanlar ve yaptıranlar. yüzünün tüylerini yolanlar, seyrek dişlerle güzel görünmek için dişlerinin arasını yontan sırıtkanlar ve Allah'ın yarattığını değiştirenlerdir." Bu söz, Benî Esed kabilesinden Kur'ân okuyup mânâsını anlayan Ümmü Yakub adındaki bir kadının kulağına gidince, hemen İbnü Mes'ud hazretlerinin yanına vardı ve "İşittim ki sen şöyle şöyle demişsin." dedi. O da, "Ben Peygamber'in lanet ettiği kimselere niye lanet etmeyeceğim? O Allah'ın kitabında var." diye cevab verdi. Kadın, "Ben Mushaf'ın iki kapağı arasında ne varsa okudum, ama onu görmedim." dedi. İbnü Mes'ud da dedi ki: "Eğer okuduysan Allah Teâlâ'nın "Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının.." buyurduğunu görmedin mi?" Kadın, "evet" dedi. İbnü Mes'ud da, "İşte Hz. Peygamber (s.a.v) onlardan nehyetti." cevabını verdi." İmam Şâfiî'den rivayet edilmektedir ki o, bir gün, "Bana istediğinizi sorun Allah'ın kitabından ve Peygamber'in sünnetinden size cevap vereyim." demişti. Bunun üzerine Abdullah b. Muhammed b. Harun, "İhramlı bir adamın eşek arısını öldürmesi hakkında ne dersin?" diye sordu. İmam Şâfiî de cevabında, "Allah Teâlâ buyurdu ve bize Süfyân b. Uyeyne, Abdulmelik b. Ömer'den, o Rib'ıyy b. Hiraş'tan, o Huzeyfe b. Yaman (r.a.)'dan nakletti ki, Resulullah (s.a.v) "Benden sonrakilere Ebu Bekr'e ve Ömer'e tâbi olun." buyurdu ve Yine Süfyan b. Uyeyene, Mis'ar b. Keddâm'dan o, Kays b. Müslim'den o, Tarık b. Şihab'dan o da Ömer b. Hattâb (r.a.)'dan rivayet etti ki, Hz. Ömer Zünbûr'u öldürmeyi emretti> dedi. Yani Hz.Ömer'in emrine uymayı Peygamber emretti. Peygamber'in emrini yerine getirmeyi de Allah Teâlâ Kitabında emretti. O halde Hz. Ömer'in emrini tutmak, Allah'ın emri gereğidir. Bu delil ile varılan netice, "Âmirin emri, âmirin âmirinin âmirinin emridir." şeklinde zincirleme bir garib mukaddime ile yapılmış eşitlik kıyası değildir. Doğrudan doğruya en büyük olan delilinden neticelerin birbirinden ayrılması suretiyle ortaya çıkan sonuçtur. Allah ve Resulü'nün emirlerine muhalif olmayan ulü'l-emre itaat hükmü de. "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygamber'e ve sizden olan emir sahiplerine (idarecilere) de itaat edin. Eğer bu hususta anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah ve Resulü'ne götürün..." (Nisâ, 459) âyeti ile delillendirilmiştir. Bir hadisde de Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Dört şey tasarruf yetkisine sahip olan kimselere aittir. Bunlar: Ganimetler, sadakalar, cezalar ve Cuma namazlarıdır." Bu hadisi, Zemahşerî, "Keşşâf"da Cuma Sûresi'ni tefsiri münasebetiyle nakletmiştir. Hanefi fıkıh kitablarından "Hidâye" ve etrafında şöyle izah edilmiştir. Devlet başkanı bir beldeyi anveten yani zorla fethettiği zaman muhayyerdir. Dilerse onu Resulullah'ın Hayber'de yaptığı gibi müslümanlar arasında taksim eder ve taksim edilen arazi için öşür koyar, çünkü ilk önce müslümanlar vazifelendirilir. Dilerse Hz. Ömer'in Irak topraklarında yaptığı ve sahâbilerin de uygun bulduğu tarzda, halkını hür olarak arazi ve mallarında bırakıp kendilerine cizye, yani şahsî vergi ve arazilerine haraç koyar, ki cizye ve haraç da âyette zikredilen ganimettir. Hanefilere göre bu, beşe taksim edilmeyerek hepsi başta memleketin korunması olmak üzere mürtezikânın maaşı, yani devlet tarafından görevlendirilen askerler, işçiler, hâkimler, ilmiyye sınıfı, imamlar ve müezzinlerin iâşesi ve diğer faydalı ve hayırlı işler gibi müslümanların yararına harcanır. Bunlardan anlaşılır ki, yalnız ganimetin dışında olan cizye ve haraç gibi fey (mal)in değil. (Enfâl, 8/41) âyeti gereğince beşe bölünmesi vacib olan ganimetin beşte birinin dışında kalanının dahi taksimi hususunda prensibi esas olmak üzere Resulullah'ın ve ona tâbi olarak müslümanların devlet başkanının bir seçme hakkı vardır. Ancak devlet başkanının bu tercihi keyfî olmayıp, müslümanların ihtiyaçlarını ve devletin geleceğini takdir etme yolunda ciddi bir ictihad kaydı ile şartlı bulunduğunu fakihler beyan etmişlerdir.

8. Bu noktaları aydınlatma bakımından sarf mahalleri biraz daha izah ile buyuruluyor ki, o fakir muhacirler için. Keşşâf sahibi der ki: "Bu, yukarıdaki ve ona atfedilenlerden bedeldir. Mânâ itibariyle Peygamber (s.a.v) hakkında da doğru olmakla beraber 'den bedel yapmaya mani olan Allah Teâlâ'nın "Allah'ın dinine ve Peygamberi'ne yardım edenler.." (Haşr, 59/8) sözüyle Resulü'nü fakirler arasından çıkarmasıdır. Onun için Hz. Peygamber, fakir tabiriyle yâd edilmekten üstün tutulmuştur.> Zilkurbâda, fakirliği şart koşmayanlar ise bunu "yetâmâ", "mesâkîn" ve "ibni sebil"den bedel veya beyan yapmışlardır. İbnü Münzir yalnız "mesâkîn"den bedel yapmak istemiş, İbnü Atiyye de demiştir ki "yetimler, miskinler, yolda kalmışlar." ifadesi "muhacir fakirler" sözünü beyan etmektedir. "Cer lâmının tekrar edilmesi, öncekilerin onunla mecrûr olmasından dolayı bunun, onlardan bedel olduğunun anlaşılması içindir." Lakin lâmın tekrarı, Zemahşerî'nin sözünden daha iyi anlaşılmaktadır. Bunun için bir Şâfii âlimi olan "Keşîf" sahibi, Zemahşerî'nin dediği gibi ve ona atfedilenlerden bedel olmasını tercih etmiş, ancak bir kayıt değil, muhacirlerin hallerindeki durumu beyan ve ihtisaslarını ziyadesiyle isbattır, diyerek şeklinde bir te'vîl yapmıştır. İbnü Cerîr tefsirinde bunun "Allah'ın, peygamberi verdiği ganimetler içinizden yal zenginler arasında dolaşan bir mal olmasın. Fakat muhacir fakirler için olsun." meâlinde olduğunu söylemiştir. Ki sözünün delalet ettiği şeye bağlı olduğunu ifade eder. Alûsî de Buharî ve diğerlerinde rivayet edildiği üzere Hz. Ömer'in beyanatına ve bu âyetlerle delil getirmesine nazaran bunun bedel olmayıp, geri kalan sarf yerlerini beyan eden bir başlangıç cümlesi olmasını tercih etmiş ve "buna karşı çıkan kimse görmedim, demiştir. Bize de bunun emrine bağlı olduğu daha münasip görünmektedir ki bu durumda cümlenin takdiri şeklinde olur. Bu surette geçen ganimet âyetlerinin ikisine nazaran da bunların sarf mahalli oldukları önemle gösterilmiş bulunur. Nitekim önceki âyetin tefsirinde Resulullah'ın hissesi olan Beni Nadir mallarından muhacirlere taksim ettiğine ve ensardan da yalnız üç kişiye verdiğine dair rivayet de geçmişti. "Peygamber size neyi verdiyse onu alın, sizi neden men ettiyse ondan da vazgeçin." Sözündeki verme ve nehyetmenin her iki ganimetten daha umûmî olduğu da anlatılmıştır. Bu fakir muhâcirler şu sıfatlarla tavsif edilmişlerdir. Onlar ki yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır. Müşriklerin tazyiki üzerine din uğrunda evlerini, barklarını, mallarını ve mülklerini bırakıp çıkmışlar, önceden fakir değilken sonradan fakirliğe maruz kalmışlardır. Durumları ve gayeleri şudur: Allah'tan bir fazl ve rıdvân isterler. Fazl, dünyada rızk, ahirette cennet sevabı demektir. Rıdvân, "Allah'ın rızası ise hepsinden büyüktür..." (Tevbe, 9/72) âyetinde ifade edildiği üzere hepsinden büyük olan Allah'ın rızasına denir. Ve Allah ve Resulüne nusret, yani dinine hizmetle yardım ederler. İşte onlar, yani böyle güzel vasıflarla donatılmış olanlar, sâdıklardır. Sözlerini fiileriyle isbat eden, doğruluk ve sadakatte maharet sahibi olan özü sözü doğru, vefakâr insanlardır. İmanlarını, Allah ve Resulü'ne karşı sadakatlerini fiilen cihadlarıyla isbat etmişlerdir. İbnü Cerir Katâde'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Bu muhâcirler, yurtlarını ve mallarını, ailelerini ve aşiretlerini terk edip Allah ve Resulü'nü sevdikleri için çıktılar, şiddetli sıkıntılar içinde bulunmakla beraber İslâm'ı seçtiler. Hatta bize anlatıldığına göre öyleleri vardı ki açlıktan belini tutmak için karnına taş bağlıyordu. Ve yine öyleleri vardı ki, kış günü yatağı olmadığı için çukurda yatıyordu." İşte bu insanlar, içinde bulundukları dünya lezzetlerini fedâ edip din aşkı ile, Allah'ın fazl ve rıdvânına iman neşesiyle böyle şiddetlere ve sıkıntılara tahümmül gösterip, Allah ve Resulü'ne yardım etme yolunda mal ve canlarıyla cihad ederek imanlarındaki sadakati fiilen göstermiş zatlardır. Onun için azabı şiddetli olan Allah'tan korkmalı, bunların haklarını gözetmeli de ganimeti zenginler arasında paylaştırmayıp, Peygamber'in emrini tutmalı ve bu sâdık fakirlere hisse vermelidir.

9. Ve şunlar ki bunlardan maksad, ensârdır. Bunun bağlandığı yer konusunda üç ayrı görüş vardır. Birincisi, "muhacirîn" üzerine atfedilmesidir ki, en kuvvetli görüş budur. Buna göre söz konusu bu kimselerin de muhacirler gibi ganimetten hakları vardır. İkincisi, ye bağlanmış olmasıdır. Bu görüşte de, muhacirlere sadâkatte iştirakleri açıkça ifade edilmiş, ganimete iştirak hakları ise, işaret yoluyla anlatılmıştır. Üçüncüsü ise, her hangi bir yere bağlanmayıp, "vâv"ın, başlangıç harfi (isti'nâfiyye) 'nin mübtedâ ve nin haber olmasıdır. Bu surette de onların sıfatları ve övgü dolu ahlâkları ayrıca itina ile müstakil olarak anlatılmış, ganimete haklarının olduğu açıklanmamakla beraber, bu sıfatlar dolayısıyla işaret yoluyla yine de ifade edilmiştir. Çünkü bu üç takdirde de tercih ile övgü, esas itibâriyle hak elde etme ve selâhiyetin sabit olduğu mânâsını ifade eder. Yoksa bir hak ve selâhiyetin bulunmadığı yerde, kendi hakkından feragatle başkasını tercih etmek anlamına gelen isârın bir mânâsı olmazdı.

Ensârın sıfatlarıyla ilgili buyuruluyor ki onlardan evvel yurdu hazırlayıp imana sahip oldular. fiili gibi hazırlamak ve hazırlanmak mânâlarına gelmekle beraber bir de bir mekâna bir konağa konmak, evlenmek ve bir yeri meb'e edinmek mânâlarına gelir. Meb'e de konacak yer, konak ve yurt demek olduğu gibi rahimdeki yavru yatağına da denir. Burada istiare olarak zikredilmesi de belli bir anlam ifade etmektedir. Dâr, esasen etrafına sınır çekilen ve her türlü oturmaya elverişli yerin gereksinimlerini içeren büyük konak, yurt ve vatan demektir. Burada "ed-dâr"dan maksat da, iman karinesiyle dâr-ı İslâm'dır. Bunların muhacirlerden evvel hazırladıkları ilk dâr-ı İslâm, müslümanların ilk olarak barındığı ve İslâm medeniyyetinin ilk yayılmaya başladığı Medine-i Münevvere olduğundan müfessirler "ed-dâr"ı, Medine diye tefsir etmişlerdir. İlk önce Ensâr'ın Medine-i Münevvere'yi İslâm ve imana hazırlamaları üzerinedir ki, Resulullah ve diğer muhacirler oraya hicret edip birleştiler ve bu sebeble ona Dâru'l hicre, Arzullah, Medine, Taybe ve Tayyibe isimleri verildi. Ahzâb Sûresi'nde geçtiği gibi eskiden ona veya bulunduğu yere Yesrîb denilirdi. Medine kelimesinin de medeniyet yeri, büyük şehir ve memleket mânâsına geldiği bilinmektedir. "dâr"e bağlıdır. İbnü Âtiyye'nin de dediği gibi mef'ul-i ma'ah olması da mümkündür. Bu durumda bazılarının belirttiği gibi kabilinden olmak üzere gibi bir fiil takdirine ihtiyaç kalmaz. Muhacirlerin içerisinde ensârdan önce iman etmiş olanların bulunduğunda şüphe yoksa da, iman ile Medine'yi hazırlamak yönünden Ensâr'ın öncelik hakkının bulunmasından dolayı buyurulmuştur. Mamafih buradaki onların hicretlerinden önce mânâsını ifade edebileceği gibi, iman ve güvenden evvel anlamına da gelebilir. Bu suretle Ensâr, muhacirlerin hicretinden önce Akabe bey'atıyla vatanları olan Medine'yi dâr-ı İslâm yapmak üzere harekete geçip imana sahip oldular. Kendilerine hicret edenleri severler. Başta peygamber olmak üzere hicret eden o sadıkları gerek zengin ve gerek fakir olsun severler ve bu şekilde dostluklarını gösterirler. Ve onlara verilen şeylerden göğüslerinde bir ihtiyaç duymazlar. Yani muhacirlere verilen gerek ganimet ve gerek diğer şeylerden dolayı gönüllerinde, bu bize lazımdı, bizim buna ihtiyacımız vardı şeklinde içlerine batacak bir kaygı ve bir üzüntü duymazlar. Kendilerinde bir açıklık yani bir ihtiyaç olsa bile (onları) kendilerine tercih ederler. Burada "îsâr"ın mef'ûlü hazfedilmiştir. Binaenaleyh mef'ûl, muhacirler olabileceği gibi daha genel olma ihtimali de vardır. Yani muhacirlerin yahut mutlak mânâda mümin kardeşlerinin ihtiyacını kendilerininkinden daha önemli ve daha üstün tutarak onları kendilerine takdim ve tercih ederler. Ki bu, ahlâkın, tok gözlülüğünün en yüksek mertebesidir. Nitekim Resulullah Beni Nadir mallarından muhacirlere taksim etmiş ve Ensâr'dan ihtiyacı olan üç kişiden başkasına vermemiş ve buyurmuştur ki: "Dilerseniz mallarınızdan ve evlerinizden muhacirlere pay verir, bu ganimette de onlara ortak olursunuz. Dilerseniz evleriniz ve mallarınız sizin olur, bu ganimetten pay alamazsınız". Bunun üzerine Ensar "Hem mallarımızdan ve evlerimizden onlara hisse veririz, hem de ganimeti onlara bırakır paylaştırılmasında kendilerine ortaklık da etmeyiz." dediler. müfessirlerin bir kısmı nüzul sebebinin bu olduğunu söylemişlerdir. Bundan başka Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesaî ve daha başkaları Ebu Hureyre'den şu rivayeti nakletmişlerdir: "Resulullah (s.a.v)'a bir adam geldi, "Ya Resulullah! "Bana zaruret isabet etti" yani açlıktan dermansız kaldım." dedi. Resulullah (s.a.v) yakınlarına haber gönderdi, ancak onların yanlarında hiçbir şey bulunmadı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Bu adamı bu gece misafir edecek kimse yok mu? Ki Allah ona rahmet buyursun." dedi. Derhal Ensâr'dan bir zât -ki Ebu Talhâ olduğu zikredilmiştir- ayağa kalktı "Ben Ya Resulullah" diye cevap verdi. Ve adamı alıp hemen evine götürdü. Sonra da hanımına "Resulullah'ın misafirine ikram et" diye tenbihde bulundu. Hanımı, "Vallahi benim yanımda bir kız çocuğumun yiyeceğinden başka bir şey yoktur." dedi. Kocası da ona, "O halde kız çocuğu akşam yemeği istediği zaman onu uyut, kandili de söndürüver, Resulullah'ın misafiri için biz bu geceyi aç geçiştiriverelim." dedi. Ve gerçekten öyle yaptılar. Sonra o misafir, Resulullah'ın yanına vardı ve ona, "Bu gece Allah falan ve falandan son derece hoşnut oldu." dedi. Allah Teâlâ da onların hakkında bu âyeti indirdi. "Kendilerinde bir ihtiyaç olsa bile onları kendilerine tercih ederler." Hakim, İbnü Merdûye ve Şuab'da Beyhakî, İbn Ömer'den (r.a) şöyle rivayet etmişlerdir: "Resulullah'ın sahabilerinden birine bir koyun başı hediye edildi. O da, "Kardeşim falan ve ailesi buna bizden daha fazla muhtaçtır." dedi ve hediyeyi ona gönderdi. O da bir başkasına derken bu suretle tam yedi ev dolaştı ve nihayet yine öncekine dönüp geldi. Bunun üzerine âyeti nazil oldu." Bunlar, yalnız âyetin iniş sebebiyle ilgili rivayetlerdir. Yoksa Ensâr ve Ashâb'ın böyle nice tercih örnekleri vardır. Hatta Ensârdan iki karısı bulunanlar, karısı olmayan muhacirlerin evlenebilmesi için karılarından birini terk bile etmişlerdi. Yermuk savaşında şehidler arasında son nefesine gelmiş yaralıların, kendilerine verilen bir yudum suyu bile yanında inleyen arkadaşları arasında nasıl dolaştırdıklarını tarihi bir olay olarak Akif Safahat'ında ne güzel tasvir etmektedir. Her kim de nefsinin şuhhundan, yani hırsından, kıskançlığından ve cimriliğinden korunursa işte onlar felah bulanlardır. Sonunda her türlü engelden kurtulup isteklerine kavuşanlardır. Bu cümle hem ahlâkî bir saadet prensibi, hem de Ensâr'ın ve onların ahlâklarına uyanların övülmeleriyle haklarında bir müjdedir.

Şuhh: Nefsin bahillik ve hasislik dediğimiz kıskançlık huyudur ki, cimrilik bunun fiiliyatındaki görüntüsüdür. Yani nefisde içgüdüsel bir hareketin bulunması haysiyyetiyle ortaya çıkan duruma şuhh, bunun fiilen men edilmesine de buhl (cimrilik) denilir. Rağıb şuhhu, âdet hâline gelmiş hırslı bir buhl diye tarif etmiştir.(1) İbnü Münzir'in hasen'den yaptığı rivayette buhl, insanın kendi elindekini, şuhh da herkesin elindekini kıskanması diye tarif edilmiştir. Abd b. Humeyd, İbn Cerir, İbnü Ebi Şeybe, İbnü Ebi Hatim, Beyhaki, Hakim ve daha başkalarının rivayet ettiği gibi İbnü Mes'ud (r.a.)'a bir adam gelmiş ve "Ben korkuyorum ki helâk oldum." demiş. O da sebebini sorunca, "Çünkü ben Allah Teâlâ'nın "Her kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar felah bulanlardır." dediğini işitim. Halbuki ben şahih bir adamım, benden hemen hemen hiçbir şey çıkmaz." demiş. İbnü Mes'ud da ona, "O, şuhh değil cimriliktir. Cimrilikde de hayır yoktur. Allah Teâlâ'nın âyette zikrettiği şuhh ise, kardeşinin malını zulm yoluyla yemendir." diye cevab vermiştir. İbnü Münzîr ve İbnü Merdûye'nin rivayetlerinde de İbnü Ömer (r.a.) demiştir ki, "Şuhh, bir adamın malını men etmesi değil, kendisinin sahip olmadığına göz dikmesidir". Âlûsî bunları naklettikten sonra der ki: "Lugatçıların hiç birinin böyle bir tarif yaptığını görmedim. Bununla murad, cimriliğin son derecesi olmalıdır ki, o sıfatı taşıyan kimse başkasının malına bile kıskançlık gösterir. Başkasının cömertlik yapmasını arzu etmez, ondan sıkılır da yapmaması için çalışır. Yahut o derece hırslı olur ki, mümin kardeşinin malını zulmen yer veya kendisinin olmayan şeylere göz diker. Başkasında olmasını da hoş görmez, kıskanır." Bu âyetten şuhhun ve ihtirasın son derece kötü görüldüğü anlaşılır. Çünkü felah, yalnız bu sıfattan korunanlara hasredilmiş olmakla, korunmayanların, felâhın dışında kaldıkları anlaşılmaktadır. Bunun kötü bir sıfat olduğu hakkında birçok haber zikredilmiştir. Hakim, Tirmizî, Ebu Ya'le ve İbnü Merduye Enes (r.a.)'den merfuan rivayet etmişlerdir: "İslâm'ı, cimriliğin mahvetmesi gibi hiçbir şey mahvetmez". İbnü Ebi Şeybe, Nesaî, Beyhakî ve Hakim Ebu Hureyre (r.a.)'den merfuan rivayet etmişlerdir: "Allah yolundaki bir toz ile cehennem ateşinin dumanı bir kulun içinde ebedî olarak bir arada bulunmaz. İman ile cimrilik ve kıskançlık bir kulun kalbinde ebediyyen birleşmez." Ebu Davud ve Tirmizî garip diyerek "Edeb"de de Buharî ve diğerleri Ebu Said Hudri (r.a.)'den merfuan şu hadisi rivayet etmişlerdir. "İki özellik müslümanın içinde bulunmaz. Bunlar, cimrilik ve kötü ahlâktır." İbnü Ebi'd-dünyâ, İbnü Adi, Hakim ve Hatib Enes (r.a.)'den rivayet etmişlerdir: Enes demiştir ki, "Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Allah Teâlâ Adn cennetini yarattı ve ağaçlarını eliyle dikti ve sonra ona konuşmasını emretti. O da "Muhakkak müminler felâha ulaştı." (Müminûn, 23/1) dedi. Allah Teâlâ da buyurdu ki, "İzzet ve Celâlim hakkı için sende hiçbir cimri bana komşu olamaz." Sonra da Peygamber (s.a.v) âyetini okudu." Ahmed b. Hanbel, Edeb'de Buharî, Müslim Beyhakî Câbir b. Abdullah (r.a.)'den rivayet etmişlerdir: "Peygamber (s.a.v) buyurmuştur: "Zulümden sakının çünkü zulüm, kıyamet günü karanlıktan ibarettir. Şuhh dan da sakının çünkü şuhh, hırs ve kıskançlık sizden evvelkileri helak etmiştir. Onlar birbirlerinin kanlarını döktüler ve haramları helal saydılar." Daha bunlar gibi birçok haber mevcuttur. Lakin şu da bilinmelidir ki, cimrilikten korunmak, bir kişinin her şeyde cömert olmasına bağlı değildir. Abd b. Humeyd, Ebu Ya'la, Teberanî ve Ziya' Mücmi' b. Yahya'dan merfuan rivayet etmişlerdir: "Zekatını veren, misafire ziyafet çeken ve nâibede te'diye eden, yani bir felaket anında yardımda bulunan cimrilikten beri olur." İbnü Münzir de Hz. Ali (r.a.)'nin dediğini rivayet etmiştir: "Malının zekatını veren nefsinin cimriliğinden korunmuş olur". İbnü Cerîr et-Taberî, Ebu Heyyac el-Esedi'den rivayet etmiştir: "Ebu Heyyac demiştir ki: "Beyt'i tavaf ediyordum, bir adam gördüm ki o, "Allah'ım beni nefsimin cimriliğinden koru." diyor, buna başka bir şey ilave etmiyordu. Sebebini sorduğumda da bana, "Nefsimin cimriliğinden korunursam hırsızlık etmem, zina işlemem ve hiçbir (kötü) şey yapmam." diye cevap verdi. Bir de baktım ki, o zat, Abdurrahmân b. Avf'dır." İbnü Zeyd de demiştir ki, "Bir kimse Allah'ın yasakladığı şeyi yapmaz ve cimrilik onun, Allah'ın emrettiği şeylerden herhangi birini terketmesine sebep olmazsa, Allah Teâlâ o kimseyi nefsinin cimriliğinden korumuştur. Ve o, felâha erenlerdendir."

10. Ve şunlar ki onlardan sonra gelmişlerdir. İmana gelmişler, yahut hicret etmişler veya varlık âlemine çıkmışlardır. Ebu Hayyân der ki: "Doğrusu, bu cümlenin yukarıda geçen "Muhâcirin" üzerine atfedilen cümlenin makabline bağlanmasıdır." Ferrâ da, "Bunlar, ashabın üçüncü kısmı, yani Peygamber (s.a.v)'in son zamanlarında iman ve hicret etmiş olanlardır." demiştir. Bu durumda daha evvel iman eden Muhâcir ve Ensâr'dan sonra demek olur ki, bunlar sonradan iman etmiş, yahut önceden...iman etmiş ise de, hicrette geç kalmış olanlardır. Âlimlerin çoğunluğuna göre de bunlardan murad, tabiîn yani Muhâcirler ve Ensâr'dan sonra gelen ve onlara güzellikle tâbi olan bütün müminlerdir. Bu durumda da Muhâcirler ve Ensâr'ın vefatlarından sonra demektir. Âyetin başında yer alan kendinden önce geçen mecrûra bağlanınca ganimetin hükmünde bunların da yukarıdakilere ortak olacakları anlaşılmış olur." İbnü Cerir et-Taberî, İkrime kanalıyla Mâlik b. Eves b. Hadsân'dan şöyle rivayet etmiştir: "Mâlik demiştir ki; "Ömer b. Hattâb (r.a) "Sadakalar (zekâtlar) Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, düşkünlere...." (Tevbe, 9/60) âyetini sonuna kadar okudu ve "İşte bu âyet, bunlar içindir." dedi. Sonra "Bilin ki ganimet aldığınız şeylerin beşte biri Allah'a, Resulü'ne ve (Peygamberle) akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir..." (Enfâl, 8/41) âyetini okudu ve sonra da, "İşte bu âyet de bunlar içindir." dedi. Daha sonra da âyetinden başlayarak âyetine kadar okudu, sonra da "İşte bu âyet, bütün müslümanları içine almıştır. Hiçbir kimse yoktur ki, onun ganimette hakkı olmasın." dedi ve arkasından şunu ilave etti: "Eğer ben yaşarsam, herhalde çoban, hayvanlarını yürütürken nasibi kendisine alnı terlemeden gelecektir."

Buharî, Zeyd b. Eslem'den o da babasından Hz. Ömer (r.a.)'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Sonraki müslümanlar olmasaydı fethedilen her beldeyi ve köyü Resulullah (s.a.v)'ın Hayber'i taksim ettiği gibi, o fethedilen yerlerin halkı arasında taksim ederdim." İmam Mâlik "Muvatta" adlı eserinde bunu daha tafsilatlı olarak şöyle rivayet etmiştir: "Zeyd b. Eslem bize babasının şöyle dediğini nakletmiştir: "Ömer'i dinledim diyordu ki, "Sonraki insanlar birşeysiz bırakılmış olmasalardı, müslümanların her fethettikleri beldeleri, Resulullah'ın Hayber'i hisse, hisse taksim ettiği gibi ben de hisse, hisse taksim ederdim." İbnü Hümâm "Fethü'l-Kadir"de bu rivayeti naklettikten sonra şöyle der: "Bu rivayetin dış anlamı, Resulullah (s.a.v)'ın Hayber'in tamamını taksim ettiğini ortaya koyuyor." Fakat Ebu Davud'da sahih bir senedle gelen şöyle bir rivayet vardır: "Resulullah (s.a.v) Hayber'i iki kısma ayırdı. Bunun bir kısmı, ansızın meydana gelecek müşkil hadiseler bir kısmı da müslümanlar içindi. Resulullah müslümanlar için ayırdığını on sekiz hisseye taksim etti." Aynı şekilde Ebu Davud bunu, Muhammed b. Fudayl yoluyla Yahya b. Sa'id'den, o Beşir b. Yesar'dan, o da birçok sahabiden şu şekilde rivayet etmiştir: "Resulullah (s.a.v) Hayber'i otuz altı hisse üzerine taksim etti. Her hisse, toplam olarak yüz eşit payı içine alıyordu." Yani her yüz adama bir hisse vermişti. Beyhaki'nin rivayetinde de böyle açık bir şekilde zikredilmiştir. Demek ki Resulullah'ın ve Hayber'i fetheden müslümanların hisselerine taksim edilen bunun yarısı idi.

Diğer yarısı da, gelecek elçiler, yapılacak işler, meydana gelmesi düşünülen müşkil hadiseler gibi müslümanların başlarına gelebilecek musibetler için ayrılmıştı. Özetle, Hayber'in yarısı, müslümanlar arasında ansızın ortaya çıkabilecek zor durumlar için ayrılmış demektir. Beytü'l-mal malı denilmesinin mânâsı da budur. Diğer tarikle beyan edildiğine göre bu yarım, Vatih, Ketibe, Selâlim ve Tevâbii idi. Bu sûretle Resulullah'ın koymuş olduğu bu malları işletmeye kâfi işçi mevcut olmadığı için Resulullah bunları muamele yani musâkât (meyvasının bir kısmını almak üzere bir bağı veya bahçeyi verme) ve müzarea (toprağa çalışmaya veya kazanca ortak olmak üzere kurulan ortaklık) usulüyle işletmek ve çıkan gelirlerin yarısını vermek üzere yerli ahalisi olan yahudilere kiralamıştı. Ebu Bekir zamanında da böyle geçti. Ömer'in halifeliği esnasında çalışacak ve işleyecek müslümanlar çoğaldığı için yahudiler Şam'a sürülüp bu arazi müslümanlara taksim edildi. Harb yoluyla fethedilen arazinin askerlere taksim edilmesinin her halde vacib olmadığına şu da delildir ki, Mekke cebren fethedilmişti, halbuki Resulullah Mekke arazisini taksim etmedi: Onun için İmam Mâlik sırf fetih yoluyla arzın müslümanlara vakfedileceği görüşündedir. Bu zât haber ve hadislere pek vakıftı. Burada sulhen fetholundu diyenlerin iddialarına değil, bilakis onların çürütülmelerine delil vardır. İşte Hz. Ömer (r.a) âyetinden âyetine kadar olan bu dört âyetle delil getirerek, gelecek müslümanların yararına beytü'l-mal için bir gelir kaynağı olmak üzere "muvazzaf haraç" (toprak üzerine konulan maktu vergi) koymak suretiyle Irak (Sevâd)'ın arazisini yerli halkın elinde bırakıp, ganimet alanlara taksim etmemiş ve "Kitâbu'l-haraç"da zikredildiği üzere ashâbı şûrasında Zübeyr, Bilal ve Selman gibi taksim fikrinde ısrar edenlere karşı Allah'ın Kitabı'ndan delil getirerek demiştir ki: "Allah Teâlâ buyurduki, "Allah'ın o kent halkından, Resulü'ne verdiği ganimetler, Allah'a, Resul'e, ona akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara, yolcuya aittir ki içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir şey olmasın." Sonra onu yalnız onlara vermedi, hatta "Hicret eden fakirlere aittir ki yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır. Onlar, Allah'ın lütuf ve rızasını ararlar. Allah'a ve Resulü'ne yardım ederler. İşte doğru olanlar onlardır." buyurdu, sonra onu yalnız onlara da vermedi. Daha sonra da "onlardan sonra gelenler..." âyetini sonuna kadar okudu. İşte bu âyet, gelecekler de dahil olmak üzere bütün müslümanları içine almaktadır. Binaenaleyh bu ganimetlerden bundan sonra gelecek olan müslümanların hak ve yararlarını da gözetmek lazımdır. Bu ise ganimeti taksim etmeyip konulacak harac ve cizye ile mümkün olabilecektir, tarzında hayli uzun bir konuşma yaptı. Sahabiler bunu uygun buldular. Ancak Bilal ve Selman fikirlerinde biraz ısrar etmek istediyseler de, Mebsut'da beyan edildiği şekilde, sonra onlar da görüşlerinden dönüp bunu kabul ettiler. Böylece Irak ahalisi, arazi vergisi olan haraç ile nüfus vergisi demek olan cizye karşılığında bağışlanıp, hür ve İslam Devletinin himayesinde olmak üzere arazilerinde bırakıldılar. "Fethü'l-Kadir"in beyanına göre, arazilerine ister ekilsin ister ekilmesin her dönüm başına bir dirhem ve bir kafiz haraç konuldu. Üzüm bağlarının her dönümüne on, yoncaların her dönümüne ise, beş dirhem takdir edildi. Zengin olanların şahıslarına senede kırk sekiz dirhem, onlardan daha aşağıda olanlara yirmi dört dirhem, bir şeyi bulunmayanlara da on iki dirhem vergi kondu. Bu suretle ilk sene seksen milyon dirhem, ikinci sene ise, yüz yirmi milyon dirhem toplanmış oldu.

İmam Gazzalî, "İhyau Ulumi'd-din" adlı eserinde der ki: "Kendisinde halka yararlı olma sıfatı bulunmayan zengine beytü'l-malın malını sarf etmek caiz olmaz. Âlimler bu konuda ihtilaf etmişlerse de, doğru olan budur. Gerçi Hz. Ömer'in sözünde her müslümanın İslâm toplumuna katkıda bulunması itibariyle beytü'l-malda hakkı bulunduğunu gösteren bir delil vardır. Lakin bununla beraber kendisi o malı müslümanların hepsine taksim etmiyor sadece bir takım sıfatları kendisinde bulunduranlara paylaştırıyordu. Bu sabit olunca o zaman denilebilir ki, her kim müslümanların menfaatıyla ilgili bir işle görevlendirilmiş olup da, geçimini teminle uğraştığı takdirde o iş boş kalacak olursa, o şahsın beytü'l-malda yeterli miktar bir hakkı vardır. Buna, bütün âlimler dahildir. Yani fıkıh, tefsir, hadis, kırâet gibi dinî ilimlerle ilgilenen ilim erbabı, öğretmenler, müezzinler hatta bu ilimleri tahsil edenler de bu sınıfa dahildirler. Çünkü bunların ihtiyaçları karşılanmazsa ilim talebinde bulunamazlar. Bütün yöneticiler de bundan istifade ederler ki bunlar, dünyadaki dirlik ve düzenlikle ilgilenirler. Ve yine bunlar, memleketi silah ile düşmandan, âsilerden ve İslâm'a karşı çıkanlardan koruyan maaşlı askerlerdir. Aynı şekilde katipler, hesab memurları, vekiller ve harac divanının tertibinde kendilerine ihtiyaç bulunanların hepsi, yani haram olanlar üzerine değil, helal mallar üzerine memur olan maliye memurlarının hepsi de buna dahildir. Çünkü mal, işler içindir. İş de, ya dinle ya da dünya ile ilgilidir. Âlimlerle din korunur. Din ile mülk ikizdir. Biri diğerinden uzak kalamaz. Tabibin bilgisiyle dinî bir hususun ilgisi olmasa bile, bedenin sıhhatı yönünden aralarında bir irtibat vardır. Onun için gerek tabibe ve gerekse, bedenler, yahut beldelerle ilgili işlerde kendilerine ihtiyaç hissedilen ilimlerde tabib yerine konulan kimselere bu mallardan maaş vermek caiz olur ki, ücretsiz olarak müslümanları tedavi etmek için vakit ve imkan bulabilsinler. Bütün bu sayılanlar hakkında ihtiyaç şartı da yoktur. Onlara zengin oldukları halde bile verilebilir. Çünkü Raşid Halifeler, Muhâcir ve Ensar'dan ihtiyaç sahibi olmayanlara dahi verirlerdi. Aynı şekilde belirli bir miktar verme şartı da yoktur. Bu, devlet başkanının ictihâdına bırakılmıştır. Halin gereğine ve malın durumuna göre zengin edecek, yahut yeterli olacak miktar vermek ona aittir.

Âyette, sonra gelenler mutlak bırakılmamış, halleri şu şekilde beyan edilmiştir. Derler, şöyle dua ederler: Ya Rabbi bizleri bağışla bizden önce iman ile geçmiş olan kardeşlerimize ve iman etmiş olanlara kalblerimizde hiç kin tutturma. Rabbimiz hiç şüphe yok ki, sen Rauf'sun, Rahim'sin, yani esirgemen çok, iman ile çalışanlar hakkında rahmetine nihayet yok. Onun için duamızın kabulü ile günahlarımızın bağışlanmasını rahmet ve esirgemenden ümit etmekteyiz.

Önceki âyette geçtiği gibi bu âyette de bazıları, nin mübtedâ nin haber olup, "vâv"ın müfredleri değil, cümleyi bağladığını söylemişlerdir. Bağlanmanın müfred kabilinden yapıldığı önceki durumda ise, başlangıç cümlesi, yahut nun fâilinden haldır. Her iki takdirde de, bunların bağlanmaları ve beyanları önemlidir. İbnü Merduye rivayet etmiştir ki: "İbnü Ömer (r.a) bir adamı bazı Muhâcirler'e dil uzatırken işitti de onu yanına çağırdı ve ona (Haşr, 59/8) âyetini okudu. Sonra da, "İşte bunlar, o Muhâcirler'dir. Sen onlardan mısın?" diye sordu. O da, "hayır" cevabını verdi. Ardından (Haşr, 59/9) âyetini okudu ve "İşte onlar, Ensar'dır. Sen onlardan mısın?" dedi. O da, "Hayır" dedi. Daha sonra da (Haşr, 59/10) âyetini okuyup ona, "Sen bunlardan mısın?" dedi. O da cevaben, "Ümid ederim." dedi. İbnü Ömer, "hayır vallahi onlara söven onlardan olamaz." dedi." İmam Mâlik de bu âyeti delil getirerek demiştir ki: "Sahabeden biri hakkında kötü söz söyleyen veya buğzeden kimsenin ganimetten nasibi yoktur."

Görülüyor ki burada "Muhakkak müminler kardeştirler." (Hucurât, 49/10) âyetince müminlerin kardeşliği gereğine, yani imanın sonucu olarak birbirlerini sevmeleri, büyüklerine hürmet göstermeleri ve insanlık icabı meydana gelen kusurlarına bakmayıp, kendileri gibi bağışlanmalarına dua etmeleri ve hiç bir mümine kin beslememeleri lüzumuna tenbih edilmiştir. İşte Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'ten maksad, "Peygamber (s.a.v) size ne verdiyse onu alın.." (Haşr, 59/7) âyetince bu ahlâka uymayı, bir hareket tarzı kabul etmektir. Bu ise, iyiliği emredip, kötülükten sakındırma vazifesini ihmal etmek değil. "İnanan erkekler ve kadınlar, birbirlerinin velisidirler. İyiliği emrederler, kötülükten menederler.." (Tevbe, 9/71) âyeti gereğince müminliğin alâmeti olan, o vazifenin yerine getirilmesinden memnun olup, "İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın ve Allah'tan korkun." (Mâide, 5/2) âyetine göre yardımlaşmak "Birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler.." (Asr, 104/3) âyetindeki tavsiyeye sarılmaktır.

Bu suretle tabaka tabaka müminlerin güzelliklerine işaret buyurulduktan sonra münafıkların hallerine dikkat nazarlarını çekmek için buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

11. Münafıkların, kitap ehlinden inkar eden dostlarına "Eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız, mutlaka biz de sizinle beraber çıkarız sizin aleyhinizde kimseye asla uymayız. Eğer savaşa tutuşursanız, mutlaka yardım ederiz." dediklerini görmedin mi? Allah, onların yalancı olduklarına şahitlik eder.

12. Andolsun eğer onlar, çıkarılırsalar, onlarla beraber çıkmazlar; savaşa tutuşmuş olsalar, onlara yardım etmezler; yardım etseler bile arkalarını dönüp kaçarlar, sonra kendilerine de yardım edilmez.

13. Onların kalblerinde sizin korkunuz, Allah'ın korkusundan fazladır. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.

14. Onlar toplu olarak sizinle savaşamazlar, ancak, müstahkem şehirlerde yahut duvarların ardından (sizinle savaşmak isterler). Kendi aralarındaki çekişmeleri şiddetlidir. Sen onları toplu sanırsın, oysa onların kalbleri dağınıktır. Böyledir, çünkü onlar aklını kullanmayan bir topluluktur.

15. (Bu yahudilerin durumu) kendilerinden az önce, işlerinin günahını tatmış olan, ahirette de kendileri için acı bir azab bulunan kimselerin (Bedir'de cezalarını bulan putperestlerin) durumu gibidir.

16. (Yahudileri kandıran münafıkların durumu da) tıpkı şeytanın durumuna benzer ki insana "İnkâr et." dedi, (insan) inkar edince de: "Ben senden uzağım, ben âlemlerin Rabb'i Allah'tan korkarım!" dedi.

17. Nihayet ikisinin sonu, ebedi olarak ateşte oldu. Zalimlerin cezası budur.

11. "Görmedin mi o münafıklık yapanları?" Benî Avf'den Abdullah b. Übeyy b. Selûl, Vediatü'bnü Mâlik, Süveyd ve Dâis gibi bazı münafıklar Beni Nadir'e haber göndermişlerdi. İşte söz konusu âyetin bu sebeble nazil olduğunu İbnü İshak, İbnü Münzir ve Ebu Nuaym İbnü Abbas'tan rivayet etmişlerdir. Bu âyetlerin mânâlarına bakarak bunların önce olayın meydana geldiği esnada nazil olup, münafıkların o sıradaki gizli haberlerini Peygamber (s.a.v)'e ulaştırdıkları söylenebilir. Onun içindir ki, mazi sigasıyla denilmeyip hal ve devamlılık ifade eden muzâri sigasıyla zikredilmiştir. O münafıklar diyorlar ki: Kitab ehlinden o kâfir olan kardeşlerine, küfürde ve nankörlükte kardeşlikleri veya sıkı fıkı konuştukları dostları olan o kâfirlere diyorlar, yahut diyorlardı ki vallahi siz çıkarılırsanız mutlak ve muhakkak biz de beraberinizde çıkarız yani biz de yurtlarımızı ve mallarımızı bırakır sizinle beraber gideriz ve sizin hakkınızda ebediyyen kimseyi dinlemeyiz. Yani sizi çıkartmamak için her türlü itaatsizliği, isyanı göze alırız. Şayet sizin çıkmanıza mani olamazsak herhalde biz de beraber çıkarız ve çıkmamıza mani olacak kimseleri asla dinlemeyiz. Ve şayet sizinle mukatele yapılacak, harb edilecek olursa vallahi size mutlak ve muhakkak yardım ederiz. Savaşta düşmanlarınıza karşı sizden taraf oluruz, sizinle beraber biz de onlarla çarpışırız diye yemin ederek söz veriyorlardı. Halbuki Allah şehadet ediyor ki onlar muhakkak yalancıdırlar, o münafıklar kesinlikle yalan söylüyorlar. Söyledikleri bu sözler, verdikleri vaadler, fikirlerine uygun olsa bile gerçeğe uygun olmayacaktır. Onlar yeminlerinde durmayacaklar ve dediklerinin hiç birini yapmayacaklardır.

12. Yani yemin olsun ki o kardeşleri çıkarılırlarsa beraberlerinde münafıklar çıkmayacaklardır. Evvela "Eğer siz çıkarılırsanız biz de sizinle beraber çıkarız." demeleri bile yalandır. Sonra yine yemin olsun ki, onlarla savaşılsa onlara yardım da etmeyeceklerdir. "Eğer sizinle savaşılırsa mutlaka size yardım ederiz." demeleri de yalandır. Hakikaten de böyle oldu. Ne onlarla beraber çıktılar, ne de savaştılar. Allah Teâlâ'nın şehadeti vechiyle yalancı oldukları ortaya çıkmış oldu. Ve faraza yardım ederlerse, muhakkak arkalarına döneceklerdir. Müminlerin karşısında dayanamayacaklardır. Sonra o dönen münafıklara veya yardım etmek istedikleri yahudilere, hiçbir taraftan yardım olunmayacaktır. Helaktan ve Allah'ın azabından kurtulmayacaklardır.

13. Herhalde onların sinelerinde, yani yüreklerinde Allah'tan fazla sizin korkunuz vardır. Onlar, gizli ve açıkta olanı bilen, her şeyi gören ve azabı şiddetli olan Allah Teâlâ'dan sakınmıyorlar, azabından korkmuyorlar ve gizli gizli münafıklık ediyorlar. Kimseye itaat etmeyiz deyip sizden çekiniyorlar ve size karşı müslümanlık iddiasında bulunuyorlar. Bu, yani Allah'tan ziyade sizden korkmaları onların anlamayan bir topluluk olmalarından, Allah'ın büyüklüğünü ilim ve kudretinin genişliğini bilmemelerindendir.

14. Onlar toplu olarak, yani münafıklar ve o kâfirler, hepsi birlikte toplanarak sizinle çarpışamazlar ancak sağlam mevkilerde, kale ve siper gibi icabında sığınmak için sağlam yapılmış sığınaklı köyler ve kentlerde yahut duvarlar arkasında: Surlar, hisarlar ve siperler içinde saklanarak harp ederler. O halde harb olunca onlardan korkmamak, onları oralardan çıkarmak veya içlerinde yakalamak için "Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın..." (Enfâl, 8/60) emri gereğince kuvvet, alet ve vasıta hazırlamak, bununla beraber sûrenin başında zikredildiği gibi, o alet ve vasıtalara güvenmeyip yalnız Allah'a kalbi bağlamak gerekir. Bir na'tında Nazîm der ki:

Hükmün yürütür aşk vuhûş ile tuyûra

Yok emrine serkeşlik eder mâde vü nerde

Bî zûr-i sipeh aşk eder âlemi teshir

Ne zirh ü ne migferde ne tig u ne siperde.

"Aşk, vahşi hayvanlar ve kuşlara da hükmünü yürütür.

Aşkın emrine ne erkek ne dişi karşı çıkamaz.

Asker gücü olmaksızın aşk, âlemi büyüler.

Ne zırh, ne miğfer, ne kılıç ne de siper."

Beisleri aralarında şiddetlidir. Be's güç, kuvvet, hızlı savaş, sıkıntı ve azab gibi bir kaç mânâya gelir. Burada müfessirler üç mânâ üzerinde durmuşlardır.

1- Onların kuvvetleri, harp ve vuruşları kendi aralarında şiddetlidir. Yani kuvvet ve yiğitlikleri birbirleriyle çarpıştıkları zamandır. Yoksa Allah için cihad eden müminlerin karşısında harb meydanına çıkacak olurlarsa, o kuvvet ve şiddetleri zayıflık ve yenilgiye dönüşür. Onun için sizinle meydan harbinden kaçar, sığınak ve siperlere girerler.

2- Mücâhid'den yapılan rivayete göre de, onların kuvvet ve şiddeti, kendi aralarında harb lakırdısı ettikleri esnadadır. Yani bir araya toplandıkları zaman birbirlerine şöyle asarız, şöyle keseriz, şöyle biçeriz gibi yiğitlik ve kuvvet taslayarak laf ederler, tehdit savururlar fakat siperler, duvarlar arkasından meydana çıkamaz, sinerler. Onun için şiddetleri kendi aralarındadır. Hakiki müminlere karşı değildir.

3- İbnü Abbas da şöyle nakletmiştir: "Bunun mânâsı, birbiriyle sevişmezler, boğuşup dururlar, dahili durumları perişandır." Buna göre şu izah onun tefsiri demektir. Sen onları toplu sanırsın halbuki kalbleri dağınıktır. Her biri başka havada, başka arzu peşinde, kendi zevk ve duygusuna göre ayrı fikir ve görüşte perişandır. Bir fikir etrafında toplanıp da gönül birliği ile hareket edemezler. Fırsat buldukça birbirlerine karşı hıyanet ederler. Böyle bir ordu ise dışardan ne kadar toplu ve kuvvetli görünürse görünsün, hakikatte o bir ordu ve topluluk değil, cüzleri arasında birleşme ve irtibat bulunmayan bir kül yığını gibi hafif rüzgarla savrulacak kuru bir kalabalıktan ibaret demektir. "Şettâ", dağınık ve perakende mânâsını ifade eden "Şetît"in çoğuludur. Merîz Merzâ gibi. Bu dağınıklık onların akıllarını kullanamaz bir topluluk olmaları sebebiyledir. Sırf dünya muhabbetiyle nefislerinin şehvet, arzu ve duyguları arkasından gittiklerinden akılları kalmaz, makul hareket etmezler ve hakkı tanımazlar. Böylece tefrika, kalblerin dağınıklığı, Allah'tan başkasından korkmak, sadakat ve fedakârlık göstermemek gibi sıfatları taşırlar. Bunun, kendilerini zayıf duruma düşüreceğini ve kuvvetlerini perişan edeceğini aklen bilseler bile, yine de onun gerektirdiği tarzda hareket edemezler. Çünkü hakkı sevmezler, onun için de cezasını çekerler.

15. Kendilerinden az önce geçenler gibi, Bedir'dekiler veya Benî Kaynuka yahudileri gibi ki işlerinin, yaptıkları küfür ve isyanın günahını tattılar. Ahirette de kendilerine elîm bir azab vardır. Vebâl, otlağın otunun ağır olması demektir. Otu çok ağır ve tehlikeli olan otlağa "keleün vebîl", "mer'an vebîl" denilir. "Keleün vebîl", mutlak ağırlık (hazımda zorluk) ve tehlike, "mer'an vebîl" ise, çekilmez kötü sonuç mânâsına mecaz olmuştur. Dilimizde her iki mânâ da yaygındır. Vebâlin, ağır günah anlamında kullanılması da bundandır. Beni Kaynuka vakasını İbnü Kesîr, "el-Kâmil" adlı eserinde şöyle anlatmaktadır: "Resulullah (s.a.v) Medine'ye hicret ettiği zaman yahudilerle bir antlaşma yapmıştı. Bedir'den galibiyetle döndüğü zaman kıskançlık ettiler. İlk defa Beni Kaynuka yahudileri kıskançlık gösterip andlaşmalarını bozdular. Resulullah (s.a.v) onların bu kıskançlıklarını işittiği zaman kendilerini Beni Kaynuka çarşısına topladı ve dedi ki: "Kureyş'in başına gelenlerden sakının, İslâm'a girin. Çünkü benim Allah Teâlâ tarafından gönderilmiş bir Peygamber olduğumu anladınız." Bunun üzerine, "Ya Muhammed! Harb etmesini bilmeyen bir kavimle karşılaştın da onlardan bir fırsat yakaladın. Sakın buna aldanma!" dediler. Peygamber'le aralarındaki andlaşmayı ilk defa bozan bu yahudiler oldular. Bir gün müslüman bir kadın Beni Kaynuka çarşısına gitmiş, zinet eşyalarından bir şey için bir kuyumcunun yanında oturmuştu. Bu sırada onlardan bir adam kadının yanına gelerek (habersizce) fistanını arkasından sırtına kadar kesmişti. Kadın farkına varmadan aniden kalkınca avret mahalli açılıvermiş bundan dolayı da üzerine gülmüşlerdi. Bunun üzerine müslümanlardan birisi de o adamı vurup öldürmüştü. Olayı öğrenen Beni Kaynuka yahudileri hemen Resulullah'a karşı ahidlerini bozup, yahut bozduklarını ilân edip kalelerine girdiler ve siperlere çöktüler. Resulullah (s.a.v) da hareket edip onları on beş gün muhasara altında tuttu. Nihayet Peygamber'in hükmüne teslim olarak kaleden indiler. Kolları arkalarına bağlandı, zira öldürüleceklerdi. Bunlar Hazrec kabilesinin müttefikleri idiler. Abdullah b. Übeyy b. Selül kalkıp onların hakkında Hz. Peygamber'le konuştu. Resulullah hiç cevap vermedi. Abdullah elini Peygamber'in yakasına koydu. Bundan dolayı Peygamber'in yüzünde kızgınlık alâmeti belirmişti. Abdullah'a "Bırak!" dedi. O da, "Üç yüz silahlı, dört yüz silahsız dostumu bana bağışlayıncaya kadar bırakmam. Bunlar, Benî Ahmer ve Esved'e karşı müdafaada bulundular. Vallahi bir karışıklık olmasından korkarım." dedi. Bunun üzerine Resulullah da, "Haydi senin olsunlar, Allah onlara lanet etti, oradan çıkartın ve sürün." dedi. Abdullah da beraberce lanet etti. Böylece yurtlarından çıkarıldılar, malları müslümanlara ganimet olarak kaldı. Ancak arazileri yoktu, çünkü kuyumcu idiler. Ensâr'dan Übâde b. Samit onları çıkarıp Zebbâ'ya kadar götürdü. Sonra oradan Şam tarafına, Ezriat'a kadar gittiler. Orada da çok kalmadan tarih sahnesinden silindiler. "İşte Beni Nadir'den az önce geçenler ve yaptıklarının vebâlini tadanlar, Bedir'den sonra bu topluluktur. Bunlar hicretin yirminci ayında Şevvâl içerisinde sürülmüşlerdi. Beni Nadir olayı da hicretin dördüncü senesi Rebiu'l-evvel ayında olmuştu. Bu, yahudilerin hali idi. Münafıkların durumu da şöyle temsil ediliyor.

16. Şeytanın meseli gibi darb-ı mesel olmuş, hayret verici hali gibi hani bir vakit insana küfret demişti. Bir âmir durumunda onu küfre teşvik etmişti o insan küfredince de, şeytan çekilivermiş haberin olsun, "Ben senden beriyim." demişti. Yani senin bulaştığına bulaşmam, sorumluluğuna iştirak etmem çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. Küfür et diye emir verirken korkmamıştı da, aldatıp belâya soktuktan sonra azabı hatırlayarak korkacağı tutmuş, "Ben karışmam ne halt edersen et" diyerek savuşuvermişti ki bu da bir şeytanlıktı. Münafıklar da böyle yapmışlardı ve böyle yapmaktadırlar. Ebu Hayyân der ki: "Şeytanın ben Allah'tan korkarım demesi, bir riyâ idi ki, bu korku, onu insanları fenalığa sevketmekden alıkoymuyordu." Müfessirlerin çoğu, buradaki şeytan ve insandan maksadın şeytan ve insan cinsi olduğu görüşündedirler. Buna göre uzaklaşma, kıyamet günü olacak demektir. "çünkü ben Allah'tan korkarım." Sözünün dış anlamına en uygun olan mânânın da bu olduğu söylenmiştir. Bazıları da demiştir ki, şeytan ile murad, iblis, insan ile murad da Ebu Cehl'dir. Zira Enfâl Sûresi'nde geçtiği üzere "Şeytan onlara, 'Bugün insanlardan sizi yenecek kimse yoktur, ben de sizin yanınızdayım' demişti..." (Enfâl, 8/48) sonra da çarpışma başlayınca "Ben sizden uzağım, ben sizin görmediğiniz (gerçeği) görüyorum, ben Allah'tan korkarım.." (Enfâl, 8/48) deyip sıvışmıştı. Mamafih bu konuda darb-ı mesel haline gelmiş bir kıssa da nakledilmektedir. Ahmed b. Hanbel, Zühüd'de, Buharî Tarih'de, Beyhakî Şuab'da, Hakim ve daha başkaları Hz. Ali (r.a.)'den şöyle nakletmişlerdir: "Ermişlerden biri kendi köşesinde ibadet ederdi. Günün birinde bir kadına bir hal ârız olmuş, kardeşleri de onu, o ermiş kişinin yanına götürüp bırakmışlardı. Kadın bu zâtın hoşuna gitmiş ve tutup onunla zina etmişti. Bunun üzerine kadın hamile kalmış, derken şeytan bu zâtın yanına gelerek, "Sen bu kadını öldür, şayet durumu öğrenirlerse rezil olursun." dedi. Böylece adam kadını tutup öldürdü ve bir yere gömdü. Sonra kadının kardeşleri gelip adamı yakaladılar, götürürlerken şeytan yine gelerek, "Onu sana hoş gösteren bendim, şimdi bana secde edersen seni kurtarırım." dedi. Bunun üzerine adam ona secde etti, sonra da şeytan ondan uzaklaşıp, dediğini dedi. İşte âyeti buna işaret etmektedir."

17. Sonra her ikisinin de ebedi olarak ateşte kalmaları kendilerinin akıbetleri oldu. Çünkü birisi âmir tavrıyla küfre teşvik etmiş, diğeri de tutup yapmıştı. Demek ki âmirin Allah'a karşı isyan emri yapıldıktan sonra kendisine emredileni de sorumluluktan kurtaramaz. Eğer bu isyan küfür ise, cezası ebediyyen cehennemdir. Ve işte bu, yani cehennem ateşinde ebedî kalmak yalnız o ikisine mahsus değil bütün zalimlerin cezasıdır. Zulmü iyi veya mübah gören gerek âmir, gerek memur bütün haksızların cezası, sonsuza kadar cehennemde kalmaktır. Çünkü zulmü helal saymak da küfürdür.

Bu suretlle münafıkların, kâfirlerin ve zalimlerin halleri anlatıldıktan sonra, o kötü sonuçtan müminleri korumak için Allah Teâlâ buyuruyor ki:

Meâl-i Şerifi

18. Ey inananlar, Allah'tan korkun ve kişi, yarın için ne (yapıp) gönderdiğine baksın. Allah'tan korkun; çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.

19. Allah'ı unutup da Allah'ın da kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın onlar, yoldan çıkan kimselerdir.

20. Cehennem ehli ile cennet ehli bir olmaz. Cennet ehli kurtularak isteklerine erişenlerdir.

21. Biz bu Kur'ân'ı bir dağa indirseydik, Allah'ın korkusundan onu baş eğmiş, parça, parça olmuş görürdün. Bu misalleri düşünsünler diye insanlara veriyoruz.

22. O, öyle Allah'tır ki O'ndan başka tanrı yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, esirgeyen bağışlayandır.

23. O, öyle bir Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. O, mâlik ve sahiptir, münezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allah puta tapanların ortak koştukları şeylerden münezzehtir.

24. O, yaratan, var eden, varlıklara şekil veren Allah'tır. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar O'nun şânını yüceltmektedirler. O, gâlib olan, her şeyi hikmeti uyarınca yapandır.

18. Ey Allah'a, Resulüne ve ahiret gününe inanıp iman şerefi ile müşerref olmuş bütün müminler! Hep Allah'tan korkun. Nifaktan, münafıklardan, küfürden, kâfirlerden, zulümden, zalimlerden ve şeytanın şeytanlığıyla o kötü akıbete düşmekten sakınıp Allah'ın korumasına sığının da, her işinizde O'nun emir ve nehyini tutarak azabından korunun ve her nefis yarın için, yani kıyamet günü için ne hazırlamış, Allah'a ne takdim etmiş olduğuna baksın. Hesab sorulmadan önce nefsini muhasebeye çekip kendi hesabına nazar etsin. Kıyamet gününe "yarın" denilmesinin iki anlamı olduğu ifade edilmiştir. Birincisi, yarının dünden yakın olması itibariyle kıyamet yarın olacakmış gibi telakki edilerek çalışmaya teşvik etmek demektir. İkincisi de, Rahmân Sûresi'nde geçtiği üzere Allah katında zamanın, birisi teklif zamanı olan dünya devri, diğeri de ceza ve mükafat zamanı olan ahiret devri olmak üzere iki günden ibaret olduğuna işarettir ki, buna göre bugün dünya, yarın ahiret demektir. Bununla beraber âyet, insanın her gün korunmak için yarına faydalı olacak ne iş yaptığını düşünmesinin gerekli olduğunu da hatırlatmaktan uzak değildir. "Allah"tan korkun!" Bu cümle dış anlamı itibariyle öncekini te'kid etmek için tekrar edilmiş gibi görünmektedir. Fakat önceki Allah sevgisiyle emirlerin, vazifelerin yerine getirilmesi, bu ise Allah korkusuyla yasaklanan şeylerden, fenalıklardan sakınılması durumunu göstermesi itibarıyla farklılık arzetmektedir. Yani Allah'tan korkun da kötülük yapmayın ve korunmazlık etmeyin. Çünkü Allah, her ne yaparsanız haberdardır, yarın ona göre ceza veya mükafat verecektir.

19. Ve öyle kimseler gibi olmayın ki Allah'ı unutmuşlar, Allah'tan korkmaz, hukukunu tanımaz ve O'nun sonsuz korumasından yardım dilemez olmuşlardır da Allah da onlara kendilerini unutturmuştur. Sarhoş gibi ne yaptıklarını bilmezler. İnsan nefsinin, beşer hukukunun kıymetini anlamaz, âdi şeylere tapar ve insanlığı zelil ederler. Ayrıca kendilerini kurtaracak hayır ve hesanâtı düşünmez, azabdan koruyacak işler yapmaz ve yarın için bir şey hazırlamaz olmuşlardır. Netice olarak denilebilir ki, onlar kıyamet günü öyle dehşetli trajedilere maruz kalırlar ki, kendilerinden geçerler. Hatta ruh yoktur deyip duranlar dahi, böyle kendilerini unutmuş, insan varlığının en mühim ayırıcı unsurunu teşkil eden şuur nimetini kavrayamamış kimselerdir. İnsanın kendisini hissetmesi fıtrî olduğu için şuurdan, şuurun hukukundan ve onun Allah'a bakan yönünden gaflet edenlerin fıtratı bozulmuş kimseler olduklarına tenbih için unutmak ile ifade edilmiştir. İşte onlar, fasıklardır. İtaattan çıkıp isyana dalmış, insanlık kıymeti kalmamış, fıskta tekâmül etmiş ve bozulmuş bir topluluktur. Müminler bunlara benzememelidir.

20. Cehennem ashabı ile cennet ashabı müsavi olmazlar. Yani Allah'ı bırakıp da günaha dalmış o fasıklar beyan edildiği gibi, cehennem ateşinde kalmayı hak etmişlerdir. Allah'tan korkup korunanlar ise, cennete müstehaktırlar. Cehennemliklerle cennetlikler ise, denk olmazlar. Fazilet ve üstünlüğün hangi tarafta olduğuna gelince: Kurtulanlar ancak cennet ashabıdır. Tehlikeden kurtulmuş büyük murada ermişlerdir. Müminler, böyle bir tehlikeden kurtulup o büyük murada ermek, o fazileti kazanmak için günahlardan korunarak ve azabdan sakınarak çalışmalıdırlar. Ayrıca her gün, yarına ne hazırladıklarına bakıp hesab etmeli ve Allah'ı unutup da kendilerine yazık ederek ateşte kalacak fasıklar ve zalimler gibi olmamalıdırlar. Onun için de bu nasihatlere, Allah'ın emir ve nehiylerine iyi dikkat etmelidirler.

21. Biz bu Kur'ân'ı yani iman ile okunup amel edilmesi için indirmiş olduğumuz bu büyük, şanlı Kur'ân'ı biz azimü'ş-şân (şânı yüce olan) eğer bir dağın üzerine indirseydik herhalde sen onu, o dağı Allah korkusundan çatlayarak başını eğmiş görürdün, o kaskatı dağ, o derece müteessir olur ve Allah'ın emirlerine saygı ile çatlayıncaya kadar itaat edip secdelere kapanırdı. Fakat Ahzâb Sûresi'nin sonunda bulunan "Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik.." (Ahzâb, 33/72) âyetinde geçtiği üzere, gökler, yer ve dağlar ilk teklifte emanetin ağırlığından yılarak yüklenmekten çekinmişti de onu, insan yüklenmişti. Bundan dolayı kitab indirilmesine dağların ne kabiliyetleri vardır, ne de ihtiyaçları, ihtiyaç insanlarındır. Onun için Kur'ân da, bir dağ üzerine indirilmedi, insanlar için Hz. Muhammed (s.a.v)'in kalbine indirildi. Hem öyle beliğ ve tesirli bir suretle indirildi ki, faraza büyük bir dağ üzerine indirilmiş ve dağa öyle bir şuur verilmiş olsaydı, göğe doğru başkaldırmakta bulunan o ulu dağ, bütün katılığına rağmen Allah korkusu altında her türlü itaatsızlığı bir kenara atarak çatlayıncaya kadar İlâhî emirlere boyun eğer ve son derece etkilenirdi. Binaenaleyh akıl ve şuur kabiliyyeti ile emaneti yüklenen bir taraftan cehennem ateşi, diğer taraftan cennet nimetleriyle kuşatılmış, istikbale doğru gitmekte olan insanların bundan daha fazla etkilenmesi ve uyanık olmaları gerekirken, o çok zalim ve çok cahil insanlar bundan müteessir olmuyor ve Allah'a saygı duymuyorlar, ayrıca Allah'ın hukukunu, nefislerinin vazife ve istikbalini unutmuş, iyilik ve kurtuluş yollarını düşünmez olmuşlardır. Zemahşeri ve Ebu Hayyân'ın da içinde bulunduğu birçok müfessire göre söz konusu bu âyet de, (Ahzâb, 33/72) âyeti gibi temsil kabilindendir. Maksadı, insanların kalblerindeki katılık ve etkisizliğe karşı onları uyarmaktır. Nitekim şöyle buyurulması da buna işaret etmektedir. Ve işte bu meseller, yani gerek bu âyet ve bu sûredeki ve gerek Kur'ân'ın diğer yerlerindeki bu çeşit temsiller, yahutta mübtedâ, haber olduğuna göre, bunlar, birtakım temsillerdir. Veya ibret alınması için daima hatırda tutulacak ve dilden düşürülmeyecek misallerdir ki, biz onları insanlar için yapıyoruz. İnsanların düşünüp istifade etmeleri için meydana getiriyor ve tasvir ediyoruz. Düşünsünler diye, yani hissî örneklerden, fikrî ve makul mânâlara geçip geçmiş ve geleceklerini düşünsünler, Allah'ın büyüklüğünü ve kudretini anlayarak yarın için ona göre hazırlanıp korunsunlar diye. Fikir, görgü ve bilgileri bir tertibe koyup bildiğinden bilmediğini anlamak, sonu önceye bağlamak demektir. Görülüyor ki, bu âyeti, sûrenin baş tarafında yer alan âyetin mânâ yönünden tamamlamaktadır. Onun için bu hatırlatma ile güzel bir va'z ve nasihat yapıldıktan sonra, Allah Teâlâ'nın birliğini, ilim ve rahmetiyle şanını ve yüceliğini bazı isim ve sıfatlarıyla anlatarak, sûrenin son kısmını baştarafına bağlamak üzere buyuruluyor ki:

22. O öyle bir Allah'tır ki, bütün kemal sıfatlarını zâtında toplayan, varlığı gerekli ve uluhiyyet kendi hakkı olan en yüce zâttır ki O'ndan başka ilâh, yani tapılacak tanrı yoktur. (Bütün ilâhî isimlerin toplayıcısı, zât ismi olan Allah adı hakkında, Fâtiha Sûresi'nin başında besmelenin tefsirinde geçen açıklamaya bkz.) O Allah, gaybı da bilir şehadeti de. Gayb iki ayrı anlamda kullanılır. Birincisi, mutlak gayb, diğeri izâfi gaybdır. Mutlak gayb: Hiçbir mahlukun ne duyumlarının ne de bilgisinin ulaşamadığı gayba denir. İzâfî gayb ise, bazı yaratıklar için bilinmesi mümkün olmayan gaybdır ki bu, onlara göre gayb demektir. Burada ilk akla gelen ise mutlak gaybdır. Çünkü âyetteki ahd için değil istiğrâk içindir. Övgü makamı bunu gerektirdiği gibi, diğer âyetlerde ifade edilen ismi de, buna delildir. Şu halde söz konusu gayb, ister vacib ister mümkün olsun, ister mevcut olmasın ve isterse varlığı imkansız olsun Allah için müsavidir. Rağıb der ki: "Şuhûd ve şehadet gerek göz ve gerek sezgi ile olsun, görmekle beraber bir mekânda bulunmak mânâsını ifade eder." Bazen de yalnızca hazır bulunmaya denir. Ancak sırf hazır olmaya şuhûd-i evlâ, müşâhede ile beraber hazır olmaya da, şehadet-i evlâ denilmektedir. Buna göre âyetteki şehadetten maksad, yaratıkların göz veya sezgi ile müşâhede edebileceği âlem demektir. Şüphe yok ki gaybı bilenin şehadeti bileceği evleviyetle mümkündür. Bununla beraber "Bu kitab da ne oluyor, ne küçük, ne de büyük hiçbir şey bırakmıyor, her şeyi sayıp döküyor!.." (Kehf, 18/49) kabilinden saymanın tamamiyle açıklığa kavuşması için ikisi de zikredilmiştir.

O, hem Rahmân'dır hem Rahîm'dir. (Bu iki sıfatla ilgili Fâtiha'nın başında besmelenin tefsirinde açıklama geçmişti. Oraya bkz.) Burada da şöyle özetleyebiliriz: Bu iki sıfat, iki çeşit rahmete delâlet eder. Birisi, Rahmet-i Rahmâniyye, diğeri de Rahmet-i Rahîmiyye'dir. Rahmet-i Rahmâniyye, hiç bir amelin şart koşulmadığı ve geri bırakılmadan başlangıçta bahşedilen ilâhi rahmettir ki, mümini de kâfiri de, çalışanı da, çalışmayanı da kapsamaktadır. Mesela, başlangıçta var olma bu rahmetin eseridir. Nitekim rahimlerdeki ceninler ve bütün hayvanat bu rahmet ile beslenir. Yine bu rahmet ile Allah Teâlâ kâfirlere dahi dünyada rızık, akıl vesâire gibi nimetler verir. Rahmet-i Rahîmiyye ise, elde edilmesi için çalışmanın şart koşulduğu ve Rahmet-i Rahmâniyye'yi güzelce kullanarak çalışan kimselere verilen rahmettir ki, en aşağısı, amelle kazanılmış bir haktan aşağı değildir. Sırf fazilet olan yüksek derecesinin ise, sınırı ve sonu yoktur. İşte dinin, takvanın, çalışma ve gayretin önemi bu sebebledir. Onun içindir ki yani "Rahmân, dünya ile Rahîm ise ahiretle ilgilidir." denilmiştir. Buna göre Rahîm sıfatı, imanlı ile imansızı, iyi ile kötüyü, korunanla korunmayanları ayırd ederek iyileri sonuçta mükafat ile murada erdirmek mânâsını ifade ettiği için, ona mukabil Rahmet-i Rahmâniyye'yi kötüye kullanmış kişilerin de mahrumiyyet ve ceza göreceklerini ihtivâ eder ki bu anlam, sonraki âyette sayılan vasıflarla izah edilmiş olacaktır. Dikkat edilmesi gereken bir husus da şudur ki, Allah Teâlâ'nın büyüklüğünü ve kudretini beyan ile Allah korkusunun gereğini ispât konumunda gelen bu âyetler, korkudan önce sevgi ve ümid hislerini uyandıracak olan bu rahmet âyeti ile başlamıştır. Ancak ilim rahmetten, vahdâniyyet (Allah'ın birliği) de ilimden önce zikredilmiştir. Çünkü Rahmet-i Rahîmiyye'nin gizli ve aşikâr hiçbir mükafatı zayi etmeyecek tarzdaki güzel cereyanı, ilim sıfatının mükemmelliğine dayalı olduğundan, sübûtî sıfatlardan sayılan ilim sıfatının kemalini gösteren "gaybı ve görüneni bilir." vasfı, fiilî sıfatlardan olan rahmet sıfatını gösteren er-Rahmân, er-Rahîm vasıflarından önce zikredilmiştir. İlim sıfatının bunları temin edecek şekilde kemali ise, her türlü hükmünde ortaklık ve aykırılıktan uzak olarak zât, sıfat ve fiillerde tevhide dayalı olduğu için selbi sıfatlardan olan vahdâniyyet sıfatı da ondan evvel getirilmiştir. Şunu da belirtmek gerekir ki, selbi, sübûtı ve fiili sıfatların mercii olan zâtın varlığı da "Allah" ismi ile hepsinden önce zikredilmiştir. Yukarıda da zikredildiği gibi korku, mutlak ürküntüden ibaret olan bir korku olmayıp, sevgi ve hürmet ile beraber olan saygılı bir korku olduğu için, evvela ilâhî rahmetin, "Rahmetim gazabımı geçti." kudsi hadisi gereğince ilâhî gadabı geçtiğini gösteren bu âyette önce korkunun birinci esası olan hürmet ve saygı hissi uyandırılmak üzere şevk ve ümidle sevgi coşturulmuş, sonra da korkunun ikinci esası olan ve Rahmet-i Rahîmiyye'nin mânâsı içinde bulunan sorumluluk ve korku hisleri de yine aynı ümid ve şevk prensipleriyle beraberce telkin edilmek üzere buyurulmuştur ki:

23. "O Allah'tır ki kendisinden başka ilâh yoktur." Her şeyden önce bu cümle, Hakk'ın zâtına ve tevhid emrine son derece önem vermek ve itina göstermek maksadıyla tekrar edilmiştir. Evet korkudan dağların bile çatlayarak boyun eğeceği O Allah, öyle bir Allah'tır ki, hakikatte O'ndan başka ibadet edilecek bir varlık yoktur. Mülkün sahibi, bütün eşyanın mülk ve hükümdarlığı O'nun, bütün yaratıklar üzerinde emir ve nehiy, idare ve tasarruf, işinden etme ve iş verme, aziz ve zelil kılma, mükafat ve ceza ile açıkta ve gizlide hüküm, kuvvet ve kudret kendisinin olan yegane saltanat sahibi O'dur. "Mülk elinde bulunan Yüce Allah, kutludur." (Mülk, 67/1). Öyle melik ki, Kuddüs, gayet mukaddes her türlü kusurdan münezzeh (uzak), her vasfında mükemmel, sınırlamaya ve tasvire sığmaz, hiçbir leke kabul etmez, tertemiz demektir. Öyleki Selam, her selametin kaynağı, kendisi ayıbdan, kusurdan, eksiklikten, yokluktan kısacası her tehlikeden sâlim olduğu gibi, selamet umulan, selamet arayanları selamete erdirecek olan da O'dur. Mümin, iman, emniyet ve güven verici, şüphe ve tereddütleri kaldıran, isteyenlere iman, korku içinde olanlara emniyet veren ve verecek olan da O'dur. Müheymin görüp gözeten, her şeye şahid olan koruyan ve bekçilik eden de O'dur. (Bu "Müheymin" kelimesi hakkında Mâide Sûresi'nde geçen (Mâide, 5/48) âyetinin tefsirine bkz.) Aziz yani gayet izzetli, onurlu ve şanlıdır. Hiçbir şekilde mağlup edilmez, her işinde gâlibdir. Yahut eşi benzeri yoktur ve gayet yüksektir. Yani . "Hiçbir şey O'nun dengi olmamıştır." (İhlâs, 112/4) âyetinde ifade edildiği gibidir. Yahut dilediğini yapan yani (Hûd, 11/108). Bununla beraber alçaklığı, ahlâksızlığı, küfür, zulüm, fesad, isyan ve küfran gibi fenalıkları sevmez. Cebbâr, yukarıda da geçtiği üzere cebr'den mübalağalı ism-i fâildir. Yani çok cebredici mânâsını ifade eden Cebbâr vasfında başlıca iki mânâ vardır. Birincisi, cebr, esasen kırığı yerine getirip sıkıca sarmak, eksiği ıslah edip tamamlamak demektir. Nitekim "Cebr-i mafat etti." denilir ki, zâyi olanı yerine getirdi, telafi etti demektir. Bu mânâda Cebbâr ismi halkın eksikliklerini tamamlayan, ihtiyaçlarını gideren, işlerini düzelten ve bu konuda gereken şeyi gereği gibi yapmakta çok iktidarlı olan hakim mânâsını ifade eder. Müfessirlerin çoğu, Allah Teâlâ'ya Cebbâr ismini vermenin bu anlamda olduğunu söylemişlerdir. Buna göre Allah Teâlâ dertlere derman veren, kırılanları onaran, yoksulları zengin eden, perişanlıkları yoluna koyup düzelten en yüce zâttır. İkincisi, cebr, icbâr etmek, yani dilediğini zorla yaptırmak mânâsına da gelir. Bu mânâda Cebbâr, zorlu demektir. Allah Teâlâ'ya isnadı, Kahhâr ismi gibi, halkı iradesine mecbur eden, dilediğini ister istemez zorla yaptırmaya kadir olan, hüküm ve nüfuzuna karşı çıkılma ihtimali bulunmayan güç ve büyüklük sahibi demektir. Mamafih bundan, Cebriyye'nin dediği gibi kullara hiç irâde vermez, her emrini cebirle yürütür, insanlarda ihtiyârî fiiller yoktur mânâsını da anlamamak gerekir. Çünkü kanun yapma ile ilgili emirlerin kulların cüz'i iradeleriyle şartlı kılınmış olduğu da "Eğer siz Allah'a (O'nun dinine) yardım ederseniz (Allah da) size yardım eder." (Muhammed, 47/7) gibi birçok nass ile tesbit edilmiştir. Ancak bundan şu mânâ anlaşılmalıdır ki, Allah Teâlâ birçok fiilde insana irade vermiş ve hür yaratmış olmakla beraber bütün isteklerini yerine getirmeye mecbur değildir. Dilerse, dilediği anda iradelerini yok eder. Nitekim bir hadiste "Allah Teâlâ kaza ve kaderini yerine getirmeyi istediği vakit, akıl sahiplerinin akıllarını gideriverir ki, kaza ve kaderi onlarda yerine gelsin. Emri yerine gelince de akıllarını onlara geri verir. Böylece de pişmanlık başlar." buyurulmuştur. Dilerse onların akıl ve iradelerini yok etmemekle beraber isteklerinin aksine kendi hüküm ve iradesini zorla üzerlerinde icra eder. Nitekim Allah'tan korkmayan, emirlerine karşı gelmek isteyen âsiler, azaba ve cezaya yanaşmak istemedikleri halde, vakti gelince cezalarını çekmeye mecbur olurlar. Hâsılı Allah Teâlâ'nın mutlak iradesi altında mağlub ve mecbur olmayacak hiçbir şey tasavvur olunamaz. Bu husus, "Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi, ister istemez, O'na teslim olmuştur ve O'na döndürülüp götürüleceklerdir." (Al-i İmrân, 3/83) âyetinde ifade edilmiştir.

Cebbâr isminde bu iki mânâdan başka iki farklı anlamın daha olduğu beyan edilmiştir. İbnü'l-Enbarî der ki: "Allah'ın sıfatlarından olan Cebbâr, kendisine erişilmez, el uzatılmaz demektir. Nitekim el yetişmeyen yüksek hurma ağacına da denilir. İbnü Abbas'dan yapılan bir rivayette de "el Cebbâr, "Melik-i azîm" yani çok büyük, azametli padişah mânâsına gelmektedir." Vahidi de der ki: "Bu zikredilen mânâlar, Allah Teâlâ'nın Cebbâr sıfatı hakkındadır. Halkın sıfatı olarak kullanılan Cebbâr'ın, daha başka anlamları da vardır. Bunlar şöyle sıralanabilir.

1- Musallat (zorlayıcı - sataşan) demektir. "Sen onların üstünde bir zorlayıcı değilsin..." (Kâf, 50/45) âyetindeki Cebbâr, bu anlamdadır.

2- İri cisimli mânâsınadır "Orada iri cisimli (insanlardan oluşan) bir kavim vardır..." (Mâide, 5/22) âyetinde de, bu anlamdadır.

3- Allah'a ibadet etmeyen, baş kaldıran mânâsına gelmektedir. Bu anlam da, "Beni başkaldıran bir zorba yapmadı." (Meryem, 19/23) âyetinde vardır.

4- Çok insan katleden yani "kattâl" anlamını da ifade etmektedir. Nitekim "Yakaladığınız vakit, çok katleden zorbalar gibi yakalıyorsunuz." (Şuarâ, 26/130) âyeti ile "Sen yeryüzünde katil bir zorba olmak istiyorsun." (Kasas, 28/19) âyetinde de bu mânâ söz konusudur." Mütekebbir. Çok büyük, her hususta büyüklüğünü gösteren, büyüklük, ululuk, kibriyâ, ve azâmet kendisine mahsus, kendisinin hakkı olan demektir. Kibirlenmek ve büyüklük taslamak yaratıkların hak ettikleri bir sıfat değildir. Onun içindir ki mütekebbir sıfatının insan için kullanımı, hoş karşılanmamıştır. Zira mütekebbir kibir gösteren, büyüklenen demektir. Halbuki yaratıklarda esasen büyüklük, ululuk yoktur; aksine aşağılık, horluk, yoksulluk ve ihtiyaç vardır. Hatta zaman olur ki bir sinek, bir mikrop bir Nemrûd'un işini bitirmeye yeter. Böylesine acizlik ve ihtiyaçtan kendilerini kurtaramayan ölümlülerin, büyüklük ve ululuk taslamaya kalkışmaları, cahillikten ve yalancılıktan başka bir şey değildir. Onun için yaratıklarda tekebbür. (büyüklenme) tefa'ul babının tekellüf binâsından olarak hoş karşılanmayan bir noksanlıktır. Fakat Allah Teâlâ zât, sıfat ve fiillerinde büyüklüğün, yüceliğin ve kudsiyyetin her nev'ini toplamıştır. O'nun bu yücelik ve büyüklüğünü göstermesi, hem hiçbir ortaklık kabul etmeyen hakkı, hem de kendisinin celâl ve cemâl sıfatlarını kullarına tanıtmak, onları bilgilendirmek ve huşû ile saadete götürmek gibi, büyük bir lütuf ve yardım gösterdiği için son derece güzel bir sıfattır. O'nun hakkında tekebbür, tefe'ul bâbının tekellüf binâsından değil, bizâtihi kuvvet, kudret ve birliğini ifade eden daha fazla mânâ içindir. Bundan dolayı Allah Teâlâ söz konusu sıfatlarla tavsif edildikten sonra, O'nun mahluklardan hiçbirine benzemediğini ve müşriklerin hayal etmek istedikleri şirk unsurlarından berî olduğunu bir daha açık bir şekilde anlatmak için buyuruluyor ki, Allah, onların koştukları şirkten münezzehtir. Yani yaratıklardan bazıları, kibirlenerek, zorbalık yapmak isteyerek yahut öyle yapmak isteyenlere aşırı sevgi bağlayarak Allah'ın zikredilen sıfatlarına şirk koşuyorlar.

Halbuki Allah, öyle şirklerden münezzehtir. O şirk koşulan şeyler, Allah'tan çok uzaktır. O'nun yüceliği ve büyüklüğü onlarınkine benzemez. Çünkü onlar, kendi nefislerinde mahluk ve esasen noksan varlıklardır. Tekebbürleri de, noksanlıklarına bir yalancılık ilave etmekten başka bir şey değildir. Allah Teâlâ ise, bütün büyüklüklerin, bütün kuvvetlerin ve üstünlüklerin sahibidir. O'nun tekebbürü, büyüklük üstüne büyüklüktür. Bu yüzdendir ki, Allah Teâlâ, büyüklüğüne hiçbir toz kondurmaz. Ezelî ve kendi zâtına mahsus olan üstünlük ve kudsiyyetiyle onu her şirk unsurundan tenzih eder. O, öyle bir sübhân öyle münezzeh ve mukaddes bir varlıktır.

24. Çünkü O, öyle Allah'tır ki, Hâlık'tır diğerleri ise mahluktur. Daha evvel de geçtiği gibi, bizim yaratmak tabir ettiğimiz "halk" fiili, iki mânâ ifade eder. Birisi, takdir etmek, yani bütün açıklığı ile eşyanın miktar ve derecelerini tayin etmektir. Zira bir şeyi bütünüyle takdir etmek, onun eşyâ arasındaki miktar ve derecesini tamamiyle bilmeye bağlıdır. Bu takdir mânâsı itibâriyledir ki halk, ekseriya miktar ve sayısı bulunan şeylerde kullanılır. Diğeri ise, yok olan şeye varlık vermek, hiçbir asıl ve örneği yokken icad etmektir. Bazan bir şeyden başka bir şeyi ortaya çıkarmak mânâsı da verilebilir. Ancak bu mânâya daha çok inşâ (icad) tabir edilir. Yaratıklara nisbet edilen en yüksek sanatlar, Allah Teâlâ'nın takdir buyurduğu keşf ve icad mahiyyetinden ileri geçemez. Çünkü mahluk, fiilerinin tafsilatını takdir edemez ve bir atom bile yapamaz. Böyle bir yaratma sonsuz ilim ve kudrete bağlıdır. Mahluk ise bundan ancak sınırlı kısmını elde edebilir. Herşeyi tam anlamıyla takdir ve icad ederek yaratan Ancak Allah Teâlâ'dır. O, öyle bir yaratıcı ki Bâri'dir. Yani öyle temiz yaratıcı ki yarattıklarını temiz ve sağlam bir nizam üzere seçip düzenleyerek ve tamamlayarak birbirinden farklı özelliklerle yaratır. Hemze ile "berâ" veya berâetten bâri isminin türetilişi hakkında yukarılarda açıklama geçmişti. Râzi der ki: "Bâri ismi, sani (yaratan) ve mucid (icad eden) gibi olmakla beraber cisimlerin yaratılması mânâsını ifade eder. Onun için halka "berriyye" denilir de, renk ve tad gibi başka bir cevherle meydana gelen hususlara denilmez." "Allah'ın yarattığı şeylerin şerrinden O'nun kelimelerinin hepsine sığınırım." gibi bazı dualarda zikredilen "halaka", "zeree" ve "beree" fiillerine nazaran "bâri" ismi yaratılışın tekâmül mertebelerindeki icadları ifade eder. Musavvir'dir, yaratıkların suretlerini ve hallerini takdir edip, dilediği şekilde icad ederek tasvir eden ancak O'dur. Nitekim bu husus şu âyetlerde ifade edilmektedir. "Rahîmlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O'dur." (Al-i İmrân, 3/6), "O (Rab) ki seni yarattı, sana düzen verdi, ölçülü bir biçim verdi. Dilediği surette seni terkib etti." (İnfitâr, 82/7,8) Rağıb der ki: "Suret, varlığın kendisiyle nakışlanıp diğerlerinden farkedildiği şeydir. Bu da iki kısımdır. Birincisi, hissedilen surettir ki, onu hem sıradan hem seçkin insanlar, hatta hayvanlardan birçoğu da idrak eder. Mesela görülen bir hayvanın sureti gibi. Biri de makul olan surettir ki, bunu bütün insanlar değil ancak seçkinler anlar. Mesela, insana mahsus olan akıl, düşünce ve eşyanın birbirlerine nazaran hususiyetlerini ifade eden mânâlar gibi ki, "Sizi yarattık, sonra size biçim verdik..." (A'râf, 7/11) şeklindeki âyetlerde iki surete de işaret edilmiştir."

Allah Teâlâ'nın sıfat ve isimleri bunlardan ibaret de değildir. Esmâ-i Hüsna (en güzel isimler) hep O'nundur. Yani Allah Teâlâ'nın vasıflarını ifade eden isimleri, yalnız bu sayılanlar değildir. En yüce mânâlara delalet eden en güzel isimler hep O'nundur. Nitekim "En güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na onlarla dua edin.." (A'râf, 7/180) ve "Allah ki, O'ndan başka tanrı yoktur. En güzel isimler O'nundur." (Tâhâ, 20/8) gibi âyetler de bu mânâya işaret etmektedirler. En güzel isimler anlamındaki "Esma-i Hüsna" tabiri, şeriat dilinde bilhassa Allah Teâlâ'nın isimleri için kullanılır. Bu isimlerin bazıları, zât, bazıları da sıfat ismidir. Allah ismi, bunların hepsini toplayan zât ismi, diğerleri sıfat ismidir. Rahmân, sıfat ismi olmakla beraber, Allah'tan başkasına verilmeyen özel bir isimdir. Sıfatlar, zâtiyye, fiiliyye ve maneviyye olarak üç kısma ayrılır. Zâtî sıfatlar, Allah'ın zâtından ayrılmayan sıfatlardır ve iki kısımdır. 1- Sıfat-ı Selbiyye 2- Sıfat-ı Sübutiyye'dir.

Selbî sıfatlar: Vücud, kıdem, bekâ, muhalefetün li'l-havâdis, yani yaratıklara benzememek gibi teşbihi ortadan kaldırarak kudsiyyet ve nezâhet ifade eden sıfatlardır ki, kuddüs, selam, ehad, vahid, evvel ve ahir gibi isimler de böyledir.

Sübutî sıfatlar: Hayat, ilim, semi basar, irâde, kudret, kelâm ve tekvin sıfatlarıdır. İsimleri de zâti sıfatlar hasebiyledir. Fiili sıfatlar, zâti sıfatların eser ve hükümleri ile ortaya çıkışını ifade eden tekvin sıfatının görüntüsünden ibarettir ki, gibi isimler de böyledir. Her fiilin özelliğine göre, müstakil olarak ya da ona benzer bir kayıtla zikretmek caiz değildir. Karşılıklı olarak ele almak, edeble güzellik ve kemal yönünü gözetmek ve Allah'ın zikrettiği şekle uymak gerekmektedir. Mesela, Beyhaki'nin de ifade ettiği gibi Dârr ismini tek olarak değil, Nafi' ismiyle beraber söylemek lazımdır. "Zararı, faydasından daha yakın olana yalvarır, ne kötü bir yardımcı ve ne kötü bir arkadaştır." (Hac, 22/13) âyetinde de aynı durum söz konusudur. İsimleri de böyledir. Nitekim Kur'ân'da şeklinde beraber zikredilmiştir. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ, herşeyin yaratıcısıdır. Bütün hayvanatı da O yaratmıştır. Fakat sadece "maymun ve domuzların yaratıcısı" demek caiz değildir. Çünkü bu, edebe ters düşmektedir. Bundan dolayı Mu'tezile mensupları, "Allah şerrin yaratıcısı değildir." diyecek kadar ileri gitmişlerse de, bu da doğru değildir. Fakat yalnız "hâliku'ş-şerr" "şerrin yaratıcısı" denmemeli, zıddı ile beraber "hâlıku'l-hayr ve'ş-şerr", "hayrın ve şerrin yaratıcısı", yahut "hayruhu ve şerruhu minallahi Teâlâ" "hayır ve şerr Allah'tandır" şeklinde beraberce zikredilmeli ve manevî sıfatlara da riayet edilmelidir. Manevî sıfatlara gelince, Allah Teâlâ'nın ahlâkını, sıfat ve isimlerinin ahkâm ve kemâlini ifade eden azâmet ve kibriyâ, celâl ve cemâl, izzet, adalet, hikmet, hilim, sabır, fadıl, şedidu'l- ikâb ve seriu'l-hisâb gibi vasıf ve isimler bu kabildendir. Bunlara sıfat da denir. Kısacası, Allah Teâlâ'nın zâtı bir, esmai hüsnâsı çoktur. Kur'ân'da zikredilenler, buradakilerden ibaret değildir. Buharî, Müslim ve diğer hadis kaynaklarında Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir sahih hadiste, "Allah Teâlâ'nın doksan dokuz ismi vardır. Kim onları sayarsa cennete girer." diye haber verilmiş ve "O, tektir, teki sever" buyurulmuştur.

Beyhaki "Kitabu'l-Esma ve's-sıfat" adlı eserinde birkaç tarikle Ebu Hureyre (r.a)'den şu tafsilatlı rivayeti nakleder.

Câmiu's-sağir'in kaydettiğine göre bu hadisi, Tirmizi, İbnü Hibbân ve Hakim de rivayet etmişlerdir. Mamafih Allah Teâlâ'nın kitab ve sünnette açıkça, ya da işaret yoluyla sabit olan isimleri bunlardan ibaret değildir. Nitekim başka bir nakilde sayılan doksan dokuz arasında şu isimler de mevcuttur:

Kur'ân'da Rabbu'l-âlemin, Rabbu'l- arşi'l-azim, maliki yevmi'd-din, alimu'l-ğaybi ve'ş-şehâde, allâmu'l-ğuyub, gafiru'z-zenb, kâbilu't-tevb, refîu'd-derecât, zü'l-arş, fa'alun limâ yürid, Lâ yüselü amma yef'al, gibi daha bazı isim ve sıfatların bulunduğunda da şüphe yoktur. Bunlar evvelkiler içinde bulunsalar da, yine de Allah'tan başkasına isim verilemeyeceği özelliğine sahiptirler. Aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.v)'in Buharî ve Müslim'de rivayet edilen dualarında, bulunan münzilu'l-kitab, mücri's-sehâb, hazimu'l-ahzâb gibi isimler de Allah'tan başkası için caiz olmayan isimlerdendir.

İbnü Kesir tefsirinde demiştir ki: "Esmâ-i hüsnâ'nın doksan dokuzla sınırlı olmadığına Ahmed b. Hanbel'in "Müsned"inde senediyle Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'dan rivayet ettiği hadis de delalet etmektedir. Beyhaki de bu hadisi "Kitâbu'l-Esma ve's-sıfat"da Abdul b. Mes'ud'a ulaşan senedle şöyle rivayet etmiştir. Abdullah b. Mes'ud dedi ki: "Resulullah buyurdu ki: "Herhangi bir müslüman bir merak veya üzüntüye düşer de, 'Allah'ım ben senin kulunum, kulunun ve câriyenin oğluyum. Perçemim senin elinde (kudretinde)dir. Bende hükmün geçerlidir, hakkımdaki kaza'n, adalettir. Senin olan, senin kendine isim verdiğin veya kitabında indirdiğin yahut yaratıklarından birine bildirdiğin veya katında, gayb ilminde kendine tahsis ettiğin bir isimle senden dilerim ki Kur'ân'ı kalbimin baharı, üzüntümün cilâsı, keder ve tasamın giderilmesi için vesile kılasın' derse, herhalde Allah Teâlâ onun merakını giderir, üzüntüsünün yerine ferahlık verir." Bunun üzerine (orada bulunanlar) dediler ki: "Ya Resulullah! Bu kelimeleri öğrenelim mi? Resulullah da, "Evet bunları işiten her kimsenin öğrenmesi gerekir." buyurdu."

Yine Beyhakî, muttasıl bir senedle Hz. Aişe (r.a.)'den şöyle bir rivayet nakletmiştir. Hz. Aişe Peygamber'e, "Ya Resulullah! Allah Teâlâ'nın kendisine dua edildiği zaman kabul buyurduğu ismini bana öğret." demişti. Resulullah da, ona "Kalk abdest al, mescide gir, iki rekât namaz kıl, sonra dua et ben dinleyeyim." buyurdu. O da öyle yaptı, sonra dua için oturduğunda Hz. Peygamber "Allah'ım onu muvafık kıl." dedi. Hz. Aişe de şöyle dua etti: "Ey Allah'ım bildiğimiz ve bilmediğimiz güzel isimlerin hepsiyle ve bir kimsenin kendisiyle sana dua ettiği zaman hoşlandığın ve yine kendisiyle istediği vakit verdiğin en yüce isimle senden istiyorum." Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v) 'İsabet ettin, isabet ettin.' buyurdu."

Bu hadislerdeki dualardan anlaşılıyor ki, Allah Teâlâ'nın kitabında zikretmediği ve hiçbir kimseye bildirmediği, gayb ilminde yalnız kendisinin bildiği isimleri de vardır. Şu halde evvelki hadisde "Allah Teâlâ'nın doksan dokuz, yani biri müstesna olmak üzere yüz ismi vardır, Onları sayan cennete girer." buyurulması, Allah'ın bilinen en güzel isimlerinden doksan dokuzunu sayan, yani ezberleyip okuyan, yahut Allah ile olan muamelesinde onların sınırlarını koruyup, güzelce riayet eden kimse cennete girer demektir. Tam yüz sayılmayıp birinin istisnâ edilerek doksan dokuz zikredilmesinin hikmeti de "Allah tektir, teki sever." sözünde belirtilen tek sayıya riayetin müstehablığını göstermek içindir. Namazlardan sonra tesbih dualarından otuz üç sübhanellah, otuz üç elhamdülillah ve otuz üç defa da Allahu Ekber denilerek tamamının doksan dokuz olması da, bu hikmete mebnidir. Şu da gözden uzak tutulmamalıdır ki, aynı hadiste buyurulmakla Allah'ın isimlerinden birinin de olduğu bildirilerek yüz isim anlatılmış, ancak saymada biri istisnâ edilerek doksan dokuzla sınırlandırılmıştır. Böylece isimlerin doksan dokuzla kayıtlanmadığı da, aynı hadisle anlatılmış olmaktadır. Hasılı doksan dokuz ismi belleyip saymanın Allah'ı bilme hususunda ve duanın kabul edilmesinde büyük fazileti olduğu çeşitli rivayetlerle haber verilmiş olması yanında, bu konuda müstakil eserler de kaleme alınmıştır. Şurası da muhakkak ki, Allah Teâlâ'nın bildirdiği isimlerinden başka bildirmediği daha birçok ismi de vardır. O'nu göklerde ve yerde ne varsa hepsi tesbih eder. Tenzih eder. Bu konuda bilgi için "O'nu tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.." (İsrâ, 17/44) âyetinin tefsirine bakınız. Ve O, Aziz ve Hakîm'dir. Bütün yüceliklerin hepsini kendisinde toplamaktadır. Zira sonsuz çokluk ve bölümleriyle beraber bütün kemalât isimleriyle ifade edilen zâtî sıfatlara döner. Kemal-i izzet ve kemal-i hikmet gibi. Kemal-i izzet hiçbir kusur kabul etmeyen tam bir kudreti, kemal-i hikmet de, kusursuz bir ilim ile yaratılış nizamını ifade eder. Gerek göklerde ve gerek yerde varlığın hangi zerresinden bakılsa, mahiyetini anlama imkanı olmayan bu iki sıfatın yansıması görünür ki, bunlar ancak Allah'ın zatında birleşir. Allah Teâlâ hiçbir tesir altında kalmayan kemal-i izzeti ile bütün sebeplerin üstünde örneksiz ve çeşitli harikalar yaratmaya kadir, hiçbir ortak kabul etmeyen mutlak galibdir. Bununla beraber hiçbir noksanlık kabul etmeyen üstün ilim ve hikmetiyle icadlarını ard arda sıralayarak muntazam yollarla çeşitlendiren, çoğaltan ve bu sayede kullarını da hikmetten hikmete rahmetiyle ulaştıran bir hakîmdir. Bu nükteye işaret etmek için isimleri fâsılasından önceki isimleriyle simetrik olarak sûrenin sonunu, başına çevirmek üzere, başında ve sonunda tekrar edilmiştir. Binaenaleyh Allah'ın izzetine dokunmaktan korkmalı, O'nu takdis, tesbih ve tenzih ederek iman ve takva ile gelecek için çalışmalı ve rahmetiyle müjdelediği kurtuluş ve murada ermelidir.

Haşr Sûresi'nin sonunda yer alan bu âyetlerin faziletlerine dair çeşitli rivayetler vardır. Bunlardan bazıları şöyle zikredilebilir. Ahmed b. Hanbel, Dârimi, Tirmizî, Taberanî. İbnü Darîs ve "Şu'ab"da Beyhakî, Ma'kil b. Yesâr (r.a)'dan şu hadisi rivayet etmişlerdir: "Hz. Peygamber (s.a.v) buyurmuştur ki: "Her kim sabahleyin üç kere dedikten sonra Haşr Sûresi'nin sonundan üç âyet okursa, Allah Teâlâ onun emrine yetmiş bin melek verir. Onlar akşama kadar o kimse için selavât getirirler. Eğer o gün ölürse şehid olarak vefat etmiş olur. Onları akşamleyin okuyan da aynı durumda sevab alır." Deylemî de Hz. Peygamber (s.a.v)'e ulaşan bir senedle İbnü Abbas'dan şöyle rivayet etmiştir: "Allah'ın en yüce isimleri Haşr Sûresi'nin sonundaki altı âyettedir." Nisaburî Ebu Ali Abdurrahmân b. Muhammed "Fevâid" adlı eserinde Muhammed b. Hanefiyye'den şöyle bir rivayeti nakletmiştir: "Bera b.

Azîb (r.a.), Ali b. Ebu Talib Kerremellahu Vecheh Hazretlerine demişti ki: "Senden Allah aşkına rica ediyorum. Rahmân Teâlâ'nın gönderdiklerinden, bilhassa Cebrail'in Resulullah'a getirdiklerinden ve Resulullah'ın özellikle sana öğrettiklerinden en faziletlisini bana özel bir şekilde öğretmez misin?" Hz. Ali de ona "Ya Bera! Allah'a İsm-i A'zam'ı (en yüce ismi) ile dua etmek istersen, Hadid Sûresi'nin baş tarafından on âyeti ve Haşr Sûresi'nin sonunu oku, sonra de ki: 'Ey o, böyle olan ve O'ndan başka böyle bir şey olmayan zât! Senden bana şöyle şöyle yapmanı dilerim." Vallahi ya Bera, bununla benim aleyhime dua etsen yere geçerim.' dedi." Deylemî, Hz. Ali ve İbnü Mes'ud'dan merfuan (Hz. Peygamber'e ulaşan bir senedle) 'dan sûrenin sonuna kadar olan kısım, baş ağrısının afsunudur." diye rivayet etmiştir. Hatib Bağdadî "Tarih"inde naklederek demiştir ki: "Bize Hafız Ebu Ubeyd, Gulâm b. Şünbuz adıyla bilinen mukri (Kur'ân öğreticisi) Ebu t-Tayyib Mahmud b. Ahmed b. Yusuf b. Ca'fer'den, o da, İdris b. Abdi'l-l Kerim el-Haddad'dan naklen şöyle dedi: "Ben Halef'den kırâet okudum. âyetine geldiğimde bana, "Elini başına koy." dedi. Çünkü ben A'meş'ten kırâet okudum, bu âyete geldiğimde bana, "Elini başına koy." dedi, Çünkü ben Yahya b. Vessab'dan kırâet okudum, bu âyete geldiğimde bana, "Elini başına koy." dedi, çünkü ben Alkame ve Esved'den kırâet okudum, bu âyete geldiğimde bana "Elini başına koy." dediler, çünkü biz Abdullah (r.a.)'dan kırâet okuduk, bu âyete geldiğimizde bize, "Elinizi başınıza koyunuz." dedi, çünkü ben Hz. Peygamber'den kırâet okudum, bu âyete geldiğimde bana, "Elini başına koy." dedi, çünkü Cibril bu âyeti bana indirdiğinde "Elini başına koy." dedi. Çünkü bu, samdan başka her derde şifadır. Ancak sam, ölümdür." Daha bunlardan başka hadislerde de mevcuttur. Fakat Hanefi Fıkıh kitablarından olan "Mebsut"ta nakledildiği üzere Abdullah b. Mes'ud (r.a.) Hazretleri'nin, "Kur'ân'ın indirilişinin asıl amacı, onu yalnız okumak değil, gereğince amel etmektir." şeklindeki sözünü de unutmamak gerekir. Onun için her derde şifa olan bu âyetlerden maksat, afsunculuk yapmak, yahut saba ve segâhtan makam çatlatmak değil, elini başına koyarak düşünmek ve bilgi ile bezenip Allah korkusu ile dolarak "Ey insanlar Allah'tan korkun ve kişi, yarın için ne (yapıp) gönderdiğine baksın..." (Haşr, 59/18) âyeti gereğince yarın için hazırlanmaktır. Çünkü yarın insan O, Azîz ve Hakîm'in huzurunda imtihana çekilecektir. Nitekim bu hikmete mebni olarak Haşr Sûresi'ni, İmtihan Sûresi takip etmelidir. Ey o en güzel isimlerin, o yüce varlığın erişilecek en son kemal noktasının sahibi olan Aziz, Hakîm, Rauf ve Rahîm Allah'ım! Bizleri ve geçmişlerimizi mağfiretinle murada erdir, gönüllerimizde mümin kardeşlerimize karşı hiçbir kin ve hile bırakma, iman ve sevgimizi ziyade et, izzetinle aziz, hikmetinle mamur ve rahmetinle gönlümüzü hoş eyle, sen öyle Rahmân, öyle Rahîm, öyle Aziz ve öyle Hakîm'sin ya Rab!






KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)


60-MÜMTEHİNE:

1. "Ey iman edenler! Benim de düşmanım sizin de düşmanınız olan kimseleri dost edinmeyin." Bu âyetin iniş sebebi Hatib b. Ebi Belte'a'nın bir mektubu olmuştur. Bu konuda tefsir ve hadis kitablarında zikredilen rivayetlerin özeti şöyledir: Resulullah (s.a.v) Mekke fethine hazırlık yaptığı sırada halk arasında bunun Hayber (yahut Huneyn) için bir hazırlık olduğu haberi yayılmış, fakat Hz. Peygamber sahabilerden bazılarına maksadının Mekke olduğunu gizlice söylemişti. Hatib b. Ebi Belte'a da bunlardandı. Abdulmuttalib oğullarından birinin azadlısı olan Sare adındaki bir kadın Mekke'den Medine'ye Hz. Peygamber'in yanına gelmişti. Resulullah ona, "Müslüman olarak mı geldin?" dedi. Kadın, "Hayır." diye cevap verdi. Sonra ona, "Muhacir olarak mı geldin?" dedi. Kadın buna da "Hayır." diye mukabelede bulundu. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "O halde niçin geldin?" dedi. Kadın, "Sahib, efendi ve aşiret sizsiniz. Benim efendilerim gittiler ben de şiddetli yoksulluğa düştüm." dedi. Kadını dinledikten sonra Resulullah (s.a.v) ona yardımda bulunmak üzere Abdulmuttalib oğullarını teşvik etti. Böylece onu giydirdiler, kuşattılar, erzak tedarik ettiler ve yolcu etmek üzere hazırladılar. Hatib b. Ebi Belte'a da kadının yanına varıp ona on dinar vermiş, bir aba giydirmiş ve Mekke halkına hitaben yazmış olduğu gizli bir mektubu da onunla göndermişti. Kadın yola çıktıktan sonra Cibril gelip durumu Peygamber'e haber verdi." Bunu Buhârî, Müslim Tirmizî ve diğer kaynaklar çeşitli yollarla Hz. Ali (r.a.)'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Hz. Ali demiştir ki, "Resulullah (s.a.v) benimle Zübeyr ve Mikdad'ı gönderdi bize "Hemen gidin, ta Ravza-i Hah'a kadar varın, orada bir zaine (yani hevdec içinde yolcu bir kadın) vardır, onda bir mektub bulunmaktadır. Çabuk o mektubu alıp bana getirin." dedi. Hemen çıktık, atlarımızı koşturarak tam Ravza'ya vardık. Bir de baktık ki, zaine'nin yanındayız. Ona, "Mektubu çıkar." dedik, "Bende mektub yok." dedi. "Ya mektubu çıkarırsın, yahut elbiselerini soyunursun." dedik. Bunun üzerine kadın ıkasından, yani saç bağından (İbnü Cerir ve İbnü Asakir'deki rivayetlerin bazısında hüczesinden, yani uçkurluğundan diğer bazısında da ön tarafından) çıkardı. Biz de mektubu alıp Hz. Peygamber (s.a.v)'e getirdik. Bu mektubunda o, "Hatib b. Ebî Belte'a'dan Mekke Müşrik halkına" diyor ve onlara Hz. Peygamber (s.a.v)'in bazı işlerini haber veriyordu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), "Bu ne ey Hatib?" dedi. O da, "Acele buyurma ey Allah'ın Resulü! ben Kureyş'e nisbet edilmiş bir kişiyim, kendilerinden değilim. Beraberinizde olan Muhâcirler'in onlara akrabalıkları vardır. Mekke'deki ailelerini ve mallarını o sebeple korurlar. Benim ise içlerinden birine neseb cihetiyle münasebetim olmadığı için yakınlarımı korumalarına bir vesile olmak üzere, onlara bir iyilik yapmak istedim. Yoksa bunu ne bir küfür, ne dinimden irtidat, ne de müslüman olduktan sonra küfre rıza maksadıyla yapmadım." dedi. Resulullah da, "O, dosdoğru söyledi." buyurdu. Hz. Ömer (r.a) "Ya Resulullah! bana müsaade buyur boynunu vurayım." dedi. Resulullah da buyurdu ki: "O, Bedir'de bulundu, ne bilirsin; Allah Teâlâ'nın Bedir ehli hakkında bildiği var ki, "Onlara dilediğinizi yapın, ben sizi mağfiret ettim." buyurdu. Bunun üzerine âyeti nazil oldu." Buharî, bu rivayette tabirini zikretmemiş, ancak bazı rivayetlerde tabirinin hadisten mi, yoksa ravilerden Amr b. Dinar'ın sözü mü olduğunu "bilmiyorum" diyerek rivayet etmiş, bu yüzden âyeti nazil oldu." sözünden bir veya bir kaç âyetin mi, yoksa bütün sûrenin mi kasdedildiğini kestirememiştir. Aynı şekilde Müslim de bu hadiste yok demiş, fakat bazı rivayetlerde bulunduğuna da işaret etmiştir. İbnü Cerir, yukarıda anlatılan hadise üzerine sûrenin baş tarafındaki âyetlerin nazil olduğunu ifade ederek bir kaç rivayeti nakletmiştir. Bu rivayetler şunlardır:

1- Habib b. Sabit'ten ,

2- Muhammed b. Sa'd'den

3- Mücâhid'den

4- Süfyân'dan

5- Muhammed b. İshak'tan

6- Zühri'den

Daha önce de geçtiği üzere bu gibi yerlerde tabiri, bir kıssaya kadar birkaç âyeti içini alabileceğinden, buradaki rivayetlerin tamamı, tabirinin, sûrenin başındaki bir bölümü, bir kıssayı teşkil eden âyetler mânâsına olduğunu ifade ettiği için Taberi, "Sûrenin baş tarafındaki âyetler" demiştir. Mânâ itibariyle bu kıssa, veya veya fâsılalarından herhangi biri olabilirse de, tamamının e kadar olması daha uygundur. Böylece bundan sonraki âyetlerin inişine sebeb, başka bir hadisenin olması gerekir. Nitekim o konudaki rivayetler de nakledilecektir. Fakat Tirmizî mektub hakkındaki Hz. Ali hadisini rivayet ettikten sonra yerine "bu sûre nazil oldu" diye açıkça ifade ederek, söz konusu hadiseyi, bütün sûrenin nüzul sebebi olarak göstermiş ve bu hadis için "hasenun sahihun" tabirini kullanmıştır. Ebu Hayyân da el-Bahru'l-Muhit'de, "Bu sûre Medenî'dir ve Hatib b. Ebi Belte'a sebebiyle indirilmiştir." demekle bunu tercih etmiştir. Müfessirlerin çoğu, mutlak mânâda söz etmişlerdir. Yani "Söz konusu âyet, Hatib b. Ebi Belte'a hakkında nazil oldu." deyip hadiseyi nakletmekle yetinmişlerdir ki, nakledilen bu rivayet, hem bu âyetin hem sûrenin tamamının nüzul sebebi olabilir. Muhacirlerden ve Bedir ehlinden olan Hâtib'in vâlidesi, oğulları ve kardeşleri Mekke'de kalmış, mektub sebebiyle korumak istediği de onlar olmuştu. Mektubun muhtevasını, Alûsî bazı rivayetlere göre şöyle nakletmiştir: "Yani haberiniz olsun Resulullah (s.a.v) size doğru gece gibi bir ordu ile yöneldi ki sel gibi akıyor.

Allah'a yemin ederim ki, yalnız başına da gelse Allah mutlaka onu size karşı galib kılacaktır. Çünkü ona olan sözünü yerine getirecektir." Görülüyor ki bu mektubun içeriğinde esas itibariyle yanlış ve imana ters düşen bir şey yoktur, bilakis kuvvetli ve dosdoğru bir iman delili vardır. Ancak bunun en büyük sakıncası, gizli tutulması gereken bir sırrı, bir harb hedefini düşman tarafına gizlice ulaştırmış olmasaydı. Mektubu gizlice götüren kadın da, Peygamber'den gördüğü lütuf ve yardıma rağmen bir casusluk yapıyordu. Ancak bu sebeple Resulullah (s.a.v)'ın açık bir mucizesi göründü ve böylece yolda deve üzerinde hevdec denilen mahfel içinde giden o kadının yakalanacağı, Ravzai Hah mevkii ile aynen haber verilerek sahabilerin büyüklerinden koşturulan süvarilerle mektup çıkartılıp getirtildi ve okundu. Sonra da mektubu yollayan Hatib b. Ebi Belte'a muhakeme edildi. Maksadını dosdoğru söylediği ve mağfiretle müjdelenen Bedir ashabından olduğu için affedildi. Ayrıca kendisine mektub verilen kadının getirilmesi konusunda da ısrar edilmedi. Ancak Mekke'nin fethinde eman verilmeyip öldürülen üç erkek ile iki kadından birisi, bazılarına göre bu kadındı.

İşte mümtehane budur. Bu hadise sebebiyle dir ki, Mümtehane Sûresi nazil olmuş, bu gibi hallerde müminlerin vazifelerine dair önemli nasihatlar ile dar-ı harbden hicret ederek gelen kadınlar hakkında bile bir imtihan talimatı vermiştir.

Binaenaleyh, her zaman dikkatten uzak tutulmaması gereken bir husus da şudur. Bu sûrenin, bilhassa kıyamet gününü andıran ve büyük bir imtihan sayılan harblerde, daha ziyade itina gösterilerek takip ve tatbik olunması, bütün müminlerin üzerine düşen bir vazifedir. Önce buyurulmuştur ki: Ey iman edenler! Düşmanımı ve düşmanlarınızı dostlar yerine koymayın. Dostun zıddı, düşmanlık edici, yani düşman demek olan "adüvv," esasen feûl vezninde mübalağa sigası olup çoğulu, "a'da" ve "eadi" gelirse de mastar olarak tekil için de çoğul için de kullanılabilir. Burada maksad, çoğul mânâsı olmakla beraber, çoğunluğun ferd suretinde göründüğüne işaret için, kelime tekil olarak getirilmiş ve evliyanın çoğuluyla da çoğul mânâya tenbih edilmiştir. Adüvv kelimesi esasen mefulüne muzaf olmuştur. Binaenaleyh bana ve size adavet edici düşmanları dostlar yerine koymayın demektir. Yoksa nehiy, bilineni bilme cihetinden olurdu. Allah düşmanı, Allah'a düşmanlık eden, O'nun dinini, hukukunu tanımayan, Resulü ile yarışa kalkışan ve Mücadele Sûresi'nde yer alan "Allah'a ve Resulüne düşman olanlar..." (Mücâdele, 58/20) âyetinde ve benzerlerinde halleri beyan edilen kâfirler, müşrikler ve zalimlerdir. Burada âyetin nüzul sebebi hususi, yani Mekke müşrikleri olmakla beraber, mânâ umumidir. Mamafih, bu mânâ ve bu sakındırma gerek söz konusu âyette, gerekse daha sonra gelen âyetleriyle takyid suretiyle tefsir edilecektir. Müminlerin buğzu, kendi özel kin ve hislerine göre değil, herşeyden önce Allah ve umumun menfaati için Allah'ın düşmanlarına karşı olması, düşmanlığın ancak o ölçü ile ölçülüp, gerek nefret ve gerek sevgi hareketlerinde hak noktasından ayrılmamak gereğine işaret için, sakınılması lazım olan düşmanların başında Allah düşmanları, sonra da müminlerin düşmanları zikredilerek buyuruluyor ki: "Benim düşmanımı da sizin düşmanınızı da dostlar edinmeyin." "siz onlara sevgi gösteriyorsunuz." Meveddet, muhabbet ve sevgi demek olduğu gibi bizim muhabbetname ve meveddetname diye de ifade ettiğimiz mektuba da denilir ki bu da, meveddetin gereğidir. Âyete bu anlam da verilmiştir. Meveddetin başındaki da sıla veya sebebiyye olabilir . Bu cümlenin nun fâilinden hal yahut nehyedici olan ittihaz'ın tefsiri, veya evliya mevsufunun açıklayıcı sıfatı olma ihtimali varsa da, başlangıç, ya da itiraziyye cümlesi de olabilir ki, nüzul sebebine bu daha uygun düşmektedir. Önceki vecihlere göre âyetin mânâsı şöyle olur: Onlara sevgi bağlayarak, yahut mektubla haber ulaştırarak, yahut sevgi bağlamanız, veya sevgi sebebiyle haber ulaştırmanız suretiyle, yahut kendilerine sevgi bağlayacağınız veya sevgi sebebiyle haber ulaştıracağınız dostlar edinmeyin, kısacası, sevgiyle durumunuzdan haber kaçırmayın, demektir. Başlangıç veya itiraz cümlesi olduğu takdirde ise, siz onlara sevgi ulaştırırsınız, yahut içlerinde sizinle ilgili olanlara sevginiz dolayısıyla o düşman topluluğuna mektup göndererek haber veriyorsunuz ki bu, onların hepsini dost yerine koymaktır. "Onlar, Hak'tan size geleni inkâr ettiler." vav, haliyyedir. Cümle, zamirinden haldir. Yani durum bu ise onlar, o sizin sevgiyle haber ulaştırdığınız düşman topluluğu o halde derler ki, size gelen hakka, Hak Teâlâ'dan risalet ve kitab ile gelen ve imanı gerektiren hak dininize ve hukukunuza küfrettiler ve etmektedirler. Onlar küfürleriyle ne Allah'ın ne de kulların haklarını tanımıyor, Allah'a ve müminlere düşmanlık ediyorlar. Peygamber'i ve sizleri, Rabbiniz Allah'a iman ediyorsunuz diye çıkarıyorlar. Hicret etmenize sebeb oluyorlar. Bu cümle, küfür ve düşmanlıklarının derecesini beyan için başlangıç cümlesidir. nun failinden hal olmasını da mümkün görmüşlerdir. Eğer siz benim yolumda cihad etmek ve rızamı aramak için bütün gücünüzle çalışıp uğraşacak mücahidler olarak çıktınızsa. Bu şart cümlesi önceki cümlenin işaretiyle cezası hazfedilmiş olmakla, manen yukarıya bağlıdır. Tehir edilmesinin nüktesi ise, bu şart altında o mânâyı, yani nehyi tekrar ile kuvvetlendirmek ve şart cümlesinin mânâsı gereğince, imanda samimiyete ve cihadda dayanıklılığa teşvik etmektir. Bu suretle ve onunla ilgili cümleler mesabesinde olan bu şart, bilhassa çıkarmaya sebeb kılınan "Rabbiniz Allah'a iman ediyorsunuz." ifadesine bitişmekle Allah'a imanda şüpheyi ortadan kaldırmak ve ihlası tesbit etmek, ayrıca çıkmanın çıkarmaya simetrik olduğunu göstermek için buraya tehir edilmiş ve sonrası ile öncesi arasında bir mutarıza cümlesi konumuna sokulmuştur. Yani siz müminlerin vatanlarından çıkışı, Allah yolunda cihad etmek, Allah'ın rızasına kavuşma yollarını aramak ve Allah'ın düşmanlarına karşı Allah dostu mücahidler olmak ise, O Allah'ın ve sizin düşmanlarınızı dostlar yerine koymayın, özellikle cihad esnasında onlara sevgi yollu haber kaçırmayın da, samimi bir iman ile sizi Allah'ın rızasına ulaştıracak bir cihad yapın. Bu âyetin kısmında, muhatabları gaiplere üstün kılma ve üçüncü çoğul şahıstan ikinci çoğul şahısa geçiş vardır. Mânâsına, çıkarmanın sebebini belirtmektir. Mefûl-i leh veya mücahidler mânâsına haldir.

Bu talimattan sonra nüzul sebebi olan hadiseyi haber vermekle kınama makamında başlangıç cümlesi veya den bedel yoluyla buyuruluyor ki: Meveddetle onlara sır veriyorsunuz, o düşmanlara iyilik yaparak gizlice mektub gönderiyor, haber kaçırıyorsunuz. Halbuki ben Allah sizin gizlediğiniz şeyi de, açıkladığınız şeyi de ben bilirim. Hepsini de pek iyi bilirim. Buradaki ism-i tafdil de, fiil-i müzari nefsi-i mütekellim de olabilir ism-i tafdil olmasına daha uygundur. Sonra ye nazaran demek daha münasib görünürken şeklinde buyurulması da dikkat çekicidir. Çünkü "ihfâ", "isrâr"dan daha gizlidir. Nitekim "O, gizliyi de, ondan daha gizlisini de bilir." (Tâhâ, 19/7) buyurulmuştur. "İsrâr", başkasına sır vermek, gizli konuşmaktır. Bunda ise, bir çeşit duyurma vardır. Halbuki "ihfâ", gönülde gizleneni de içine almaktadır. olan Allah, gizliyi de, açığı da, kısacası hepsini bilir. Binaenaleyh O, bildiğini Resulü'ne de bildirir. O halde açıklamaktan çekindiğiniz bir günahı gizlice niçin yaparsınız? Gizlemekle onun zararından, cezasından kurtulacağınızı mı zannediyorsunuz? İçinizden her kim onu yaparsa, yasaklanan o fiili, özellikle cihad halinde iken mektub göndermek suretiyle sırverme ve hatta gönülde gizleme işini siz müminler içinden her kim yaparsa artık düz yolun ortasında sapıtmış, şaşkınlıkla kendisini kaybetmiş olur, yani iman ile Allah yolunda giderken şeytan yoluna sapmış, düşmanın casusu durumuna düşmüş, böylece cezayı hak etmiş ve kendisini felakete sürüklemiş olur.

2. Çünkü onlar size galib gelirse, o dost yerine koyduğunuz, sevgiyle sır verdiğiniz düşmanlar sizi mağlub edip ellerine geçirir ve hakimiyetleri altına alırlarsa, sizin onlara yaptığınız gibi dostluk etmezler, bilakis sizlere hep düşman kesilirler ve sizlere kötülükle ellerini ve dillerini uzatırlar, elleriyle öldürme, esir alma ve işkence yapma gibi kötülükler yaparlar, dilleriyle de sövme ve hakaret gibi fena sözler söylerler. Kur'ân'ın bu kısa ihtarı, ne kadar veciz, ne kadar kapsamlı, ne kadar korku verici ve ne kadar nezihtir. Tarih gözden geçirilir ve kâfirlerin ve zalimlerin ellerine düşürdükleri istiklâllerini kaybetmiş müslümanlara karşı hatta hüküm ve andlaşmadan sonra elleriyle ve dilleriyle yaptıkları kötülükleri, işkence, hakaret, zulüm, alçaklık, iftira, yalan dolan, taarruz ve imhaları öyle feci, öyle çirkindir ki, okuyanların bile nasıl tüylerini ürpertip, nasıl vicdanları sızlattığı kolayca görülür. İnsan olan bunları tasavvur etmekten bile tiksinir. Ve arzu etmektedirler ki hep kâfir olsanız!... Yani yeryüzünde hiç mümin kalmasa! Onların bu arzuları, öncelik arzettiği için mazi sigasıyla zikredilmiştir.

Mamafih fiilen zorlamaya kudret gerektirecek şekilde gerçekleşmesi farzedilen zaferleriyle şartlı olduğu için, manen gelecektedir. Fenalığın ve belanın en büyüğü de budur. Çünkü dünya ve hayat her ne olsa geçer. Fakat küfrün cezası olan azab ebedi olarak tükenmez. Ebedi hayatın anahtarı olan iman nimetini kaybetmek kadar büyük musibet tasavvur edilemez. Kâfirlere mahkum olanların ise, eninde sonunda o musibete düşme tehlikesi her zaman vardır.

3. Hâtib'in dediği gibi içlerinde bulunan bazı akraba ve çocukları dolayısıyla o düşmanlara sevgi ve sır verenlere gelince bu husus, şöyle ifade ediliyor: Size ne hısımlarınızın ne de evlatlarınızın asla faydası olmaz, onlar sizi yaptığınız günahın cezasından kurtaramaz. Kıyamet günü Allah aranızı ayırır, zira (Abese, 80/34-36) âyeti gereğince "o gün kişi kardeşinden, anasından, babasından, kocasından ve evladlarından kaçar." Burada harbin mağlubiyet ve felaket günlerinin de kıyamet gününü andırdığına bir işaret vardır. Ve Allah hep amellerinize bakar. Ona göre mükafat veya ceza verir, yoksa çocuklarınız ve akrabalarınıza göre değil. O halde Allah düşmanlarına dost olanlar, Allah dostları olamazlar. Onun için müminler çoluk çocuklarının hatırı için Allah düşmanlarını dost yerine koymamalı, özellikle harb zamanında onlara sevgiyle sır kaçırmaktan çok uzak durmalıdırlar.

4. Hâtib'in dediği gibi içlerinde bulunan bazı akraba ve çocukları dolayısıyla o düşmanlara sevgi ve sır verenlere gelince bu husus, şöyle ifade ediliyor: Size ne hısımlarınızın ne de evlatlarınızın asla faydası olmaz, onlar sizi yaptığınız günahın cezasından kurtaramaz. Kıyamet günü Allah aranızı ayırır, zira (Abese, 80/34-36) âyeti gereğince "o gün kişi kardeşinden, anasından, babasından, kocasından ve evladlarından kaçar." Burada harbin mağlubiyet ve felaket günlerinin de kıyamet gününü andırdığına bir işaret vardır. Ve Allah hep amellerinize bakar. Ona göre mükafat veya ceza verir, yoksa çocuklarınız ve akrabalarınıza göre değil. O halde Allah düşmanlarına dost olanlar, Allah dostları olamazlar. Onun için müminler çoluk çocuklarının hatırı için Allah düşmanlarını dost yerine koymamalı, özellikle harb zamanında onlara sevgiyle sır kaçırmaktan çok uzak durmalıdırlar.

5. Ey Rabbimiz, bizi o küfredenler için bir fitne kılma yani onlara mağlub etme, ellerine düşürüp sıkıntı ve azaba sokma, ve el dil uzatmalarına meydan verme ki bizim meşakkatimiz yüzünden onlar imanı hakir görerek küfre bağlılıklarını artırmasın. Zira müminlerin eziyet ve sıkıntı içinde gösterecekleri temizlik ve yükseklikten de imanın yüceliği anlaşılabilirse de, bu pek zor ve tehlikeli olduğu gibi kâfirlerin, "İman iyi olsaydı bunlar mağlub edilmez esir olmazlardı." deyip dünya hayatına aldanmak suretiyle küfre tutkunluklarına sebeb de olabilir.

6. "Andolsun ki onlarda sizin için güzel bir örnek vardır." Yemin ile te'kiddir. "Allah'ı ve ahiret gününü uman kimse için..." ifadesinden bedel-i kül veya bedel-i ba'z olup, iman ve cihadda Allah'a ve ahirete ümid bağlamanın önemli bir esas olduğuna işarettir. Çünük ümidsizlik küfürdür. "Her kim yüz çevirirse Allah ganidir, övülmeye lâyıktır." Bu da, Allah düşmanlarına karşı açıklanan vazifelerin hâşâ Allah'ın eksikliğinden olmayıp, sırf insanların hamde nail olmaları için kendi menfaatları icabı, önemli bir talimat ve irşad tesellisi olduğunu hatırlatmaktadır.

7-8. Bu vazifeler yapıldığı ve düşmanlardan tamamen uzak durularak cihad edildiği takdirde umulur ki, Allah sizinle o kâfirlerden düşmanlık ettiğiniz kimseler arasında bir dostluk meydana getirir. Çünkü İslâm'ın galip gelmesiyle hayra engel olanlar aradan çıkartılıp, hak ve adaletle İslâm'ın güzel ahlâkı tatbik edilmeye başlayınca, o düşmanlıklar da dostluğa dönüşmeye başlar. Nitekim Mekke'nin fethi üzerine Hz. Peygamber'in o yüce ahlâkı fiilen uygulanmaya başlayınca, yirmi senedir düşmanlığın her türlüsünü yapmaya çalışanlar bile hayretler içinde İslâm'a girmek için yarış etmişler ve çok geçmeksizin bütün Arabistan İslâm'a girerek o hak nuru, âlemin ufkunu aydınlatmaya başlamıştı. Bu âyet de gösteriyor ki, cihadın asıl maksadı, düşmanlık değil, dostluğu umumileştirmektir. Allah düşmanlarından uzaklaşmakla onlara buğzetmek de, dostluğu gereği gibi O'nun rızası için samimiyeti genelleştirme vesilesidir. Allah kadîrdir, kudreti çoktur, düşmanlıkları dostluğa çevirmeye kadirdir. Ve Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir. Rızası uğrunda çekilen zahmetleri boşa çıkarmaz.

Allah'a ve müminlere düşmanlıktan tevbe edip dost olanların günahlarını bağışlar.

9-13. Allah sizi ancak dinde sizinle savaşan ve sizi yurdunuzdan çıkaran ve çıkarılmanıza yardım edenlerden bu üç sınıfın hepsiyle yahut herhangi biriyle vasıflananlardan onlara dostluk etmenizden nehyeder. İşte "Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olan kimselerki dostlar edinmeyin." buyurulmasının mânâsı, bu suretle düşmanlıkları tahakkuk edenlerden ilgiyi kesip onlara sevgi ve dostluk göstermemektir. Her kim de onlara dostluk eder ve sevgi gösterirse işte onlar hep zalimlerdir. Düşmanlık yerine dostluğu koyarak adaletin hakkına tecavüz eden ve neticede kendilerine zulmetmiş olan haksızlardır. Böylece bu iki âyet, İslâm'ın milletler arası hukuk ve münasebetlerinin esasını tayin eden iki önemli kural olması itibariyle ayrıca bir ehemmiyet taşır. "Çıkarılmanıza yardım edenler." kaydının burada ifade edilip de bir önceki âyette açıkça belirtilmeden mânânın delaletine bırakılmasında bir nükte aramak gerekir. Allah bilir ya bu nükte, düşmanlara yardımda bulunan kimselerle münasebeti kesmede acele etmeyip, önce yardımdan vazgeçirmek için mümkün olabilen siyasi teşebbüslere imkan tanımaktır.

Buraya kadar devam eden âyetler, müminlere dost ve düşmanları tanımak üzere düşmanlardan uzak durmak ve dostluk kurmamak açısından bir imtihan mânâsını ifade ettikten sonra başka bir sebeple bir imtihan vazifesi daha göstermek üzere ikinci bir hitabe ile buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

10. Ey iman edenler! Mümin kadınlar hicret ederek size geldiği zaman, onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer siz de onların inanmış kadınlar olduğunu öğrenirseniz onları kâfirlere geri döndürmeyin. Bunlar onlara helal değildir. Onlar da bunlara helal olmazlar. Onların (kocalarının) sarfettiklerini (mehirleri) geri verin. Mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur. Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın, sarfettiğinizi isteyin. Onlar da sarfettiklerini istesinler. Allah'ın hükmü budur. Aranızda O, hükmeder, Allah bilendir, hikmet sahibidir.

11. Eğer eşlerinizden biri, sizden kâfirlere kaçar da siz de savaşta galip durumda olursanız, eşleri gitmiş olanlara ganimetten, harcadıkları kadar verin. İnandığınız Allah'a karşı gelmekten sakının.

12. Ey Peygamber! İnanmış kadınlar sana gelip Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık etmemeleri, zina etmemeleri, çocuklarını öldürmemeleri, elleri ile ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemeleri, iyi bir işte sana karşı gelmemeleri hususunda sana bey'at ederlerse onların bey'atlarını al ve onlar için Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

13. Ey inananlar, Allah'ın gazab ettiği kimselerle dostluk etmeyin. Kâfirler, mezarlık halkından nasıl ümidi kesmişse, onlar da ahiretten öyle ümidi kesmişlerdir.






KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)


61-SAF:

1-2. "Ey iman edenler!" Râzî tefsirinde der ki: "Bu âyetlerin nazmında münasebet açısından makul bir güzellik vardır. Çünkü inatçı şu üç halden uzak değildir.

1- Ya inadına devam eder.

2- Yahut inadını terketmesi beklenir.

3- Yahut da inadı terkedip teslimiyyet gösterir.

İşte Allah Teâlâ bu âyetlerde hali beyan ederek onlara her bir durumda halin gereğine göre muamele edilmesini müslümanlara emretmektedir. Bunlar içinde (60/4) âyeti birinci duruma (60/7) âyeti ikinci duruma, (60/10) âyeti de üçüncü duruma işarettir. Ayrıca bütün bu âyetlerde güzel ahlâka sevk ve teşvik eden hoş uyarılar vardır.

Çünkü Allah Teâlâ bu üç hali karşılamada müminlere en güzel olan karşılıkla ve en layık olan sözle emretmiştir." Ey iman edenler! Mümine kadınlar size hicret ederek geldikleri zaman, burada müminât ifadesi, imanın gereği olan kelime-i şehadeti açıktan söylemiş ve ona zıt bir hal göstermemiş olmaları, yahut imtihan ile imanlarını ispat etme durumunda bulunmaları itibariyle açıkça belirtmiş olmalarını gerektirir. Yoksa imtihana tabi tutulmalarının mânâsı olmazdı. Yani dâr-ı küfürden dâr-ı İslâm'a hicret ederek müminiz diye size geldikleri zaman onları imtihan edin, kalplerinin de dillerine uygun olduğuna sizi inandırmaları için onları sınayın. İbnü Cerir ve daha başkalarının İbnü Abbas (r.a)'tan yaptıkları rivayete göre, Resulullah (s.a.v) bu çeşit kadınları kelime-i şehâdeti üzere imtihan eder ve şöyle yemin ettirirdi. "Bir kocaya buğzetmekten dolayı çıkmadığına yemin eder misin? Bir yerden bir yeri arzulayarak çıkmadığına yemin eder misin? Allah ve Resulüne muhabbetten başka bir maksatla çıkmadığına yemin eder misin?

Buhârî ve diğer kaynaklarda rivayet edildiği üzere Hz. Aişe (r.a.) demiştir ki: "Resulullah mümineleri ancak (60/12) âyeti ile imtihan ederdi." Bu imtihanın sebebi, İmanlarını Allah'ın en iyi bilmesidir. Hakikaten mümin olup olmadıklarını tamamiyle Allah bilir. Çünkü imanın asıl şartı, kalbin tasdik etmesidir. Kalplerdeki sırları ise ancak Allah bilir. Siz açıktan denemek suretiyle zahiri bir ilim elde edebilirsiniz. Bu yüzden imanın hükmünü zayi etmemek için deneyin.

Nisâ Sûresi'nde geçen "Size selam verene, dünya hayatının geçici menfaatini gözeterek: 'Sen mümin değilsin!' demeyin..." (Nisâ, 4/94) âyeti gereğince selam verene, müminim diyene, mümin değilsin diyerek kâfir muamelesi yapmak doğru olmasa da, andlaşmalı bile olsa dâr-ı harbden yeni hicret ederek gelenlerin sırf müminiz demeleri ile bir deneme ve tecrübe yapmaksızın derhal hür müminlerin her türlü hak ve muamelelerine kavuşturulmalarında da müminlere zarar vermesi şeklinde bir tedbirsizlik vardır. Bunda önce casusluk sonra andlaşmayı bozmak, üçüncü olarak da nifak ve ahlâksızlık gibi fesadlar düşünülebilir. Kısacası, dâr-ı İslâm'da asıl olan zimmetin beraatı ise de, dâr-ı harbden iman iddiasıyla geliş, meydana gelen hadisenin beraatı davası mânâsına geldiği ve imanın asıl şartı olan tasdikin ise kalbe dair işlerden bulunması cihetiyle, zâhirde başkasının hukuku açısından dahi muteber olacak surette hükmen sabit olabilmesi için açık bir alamet olan ikrarın ona delaletini kuvvetlendirecek bir yaptırım lazımdır ki, o da zikredildiği gibi bir imtihanla olabilir. Onun için hicretlerinin başka maksatla değil, halis bir iman ile iyi niyete dayalı olduğu hususunun bir dereceye kadar bilinmek üzere denenmesi gerekmektedir. Nitekim Hucurât Sûresi'nde geçen "Bedeviler 'inandık' dediler. De ki: 'Siz inanmadınız, fakat 'İslâm olduk' deyin..." (Hucurât, 49/14) âyetinde de bu mânâya bir işaret vardır. Mamafih söz konusu bu âyet, mutlak mânâda olmayıp kadınlar hakkında ayrıca bir koruma ve itinâyı ifade edici özellikte zikredilmiştir. Eğer imtihanla o kadınların mümine olduklarını bilirseniz "Allah, imanlarını daha iyi bilir." karinesine dayanarak müfessirler buradaki ilmin, zann-ı galib (hakikate en yakın ilim) mânâsına olduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlara göre muâmelatta zann-ı galib ile amel etmenin vacib olduğunu göstermek için zann-ı galib ilim ile ifade edilmiştir. Yani bu konuda sizin için kesin bir bilgi mümkün olmasa da, mümkün olabilen bazı soru ve cevaplarla bir tecrübe, yemin ve diğer hususlar gibi karine ve delillerden hareket ederek hüküm çıkarmak suretiyle hakikate en yakın zan kadar bir ilim ve kanaat meydana gelirse artık o kadınları kâfirlere geri vermeyiniz, çünkü onlar onlara, yani müminler kâfirlere helal değildir onlar da onlara, yani kâfirler de müminlere helal olmazlar. Aradaki haramlığı ifade etmek için bu cümlelerin birisi dahi kâfi gelirse de, haramlığın yalnız bir taraftan olmayıp, iki taraftan da sabit olduğunu beyan etmek için tekrar edilmiştir. Yahut birincisi ayrılığın meydana geldiğine, ikincisi de yeniden nikah kıymanın mümkün olmadığını hatırlatmak içindir. Şu halde onları iade etmek, zorla zinaya sevketmek gibi bir cinayet olur. Böylece denilebilir ki, bu imtihan âyeti, özellikle kadınları bu tarz bir haramdan korumaktadır. Bununla beraber yapmış oldukları masrafları o kâfirlere verin, yani o kadınların bırakıp geldikleri kâfir kocalarının onlara sarf etmiş oldukları mehirleri ne ise, onu o kâfirlere tazminat olarak ödeyin. Bu emir dış anlamıyla mutlak gibi görünürse de üzerinde düşünülünce bunun iade konusunda andlaşma yapanlar tarafından kaçıp gelenlerle ilgili olduğu anlaşılır. Çünkü hiçbir andlaşma yapmayan veya fiilen harbeden konumunda bulunan taraftarlar kaçıp geldikleri takdirde, umumi kurallara göre böyle bir tazminat ödemeye sebeb yoktur. Nüzul sebebi hakkında zikredilen bazı rivayetler de bunun Hudeybiye andlaşması hükümlerine mahsus olduğuna delalet etmektedir. Zira Hudeybiye andlaşmasının maddelerinden biri şöyleydi: "Kureyş tarafından velisinin izni olmadan Muhammed'e geleni geri gönderecekler, ancak Muhammed'den Kureyş'e gelen olursa iade etmeyeceklerdi. Muhammed'in sözleşmesine dahil olmak isteyenler ona girecek, Kureyş'in sözleşmesine dahil olmayı arzu edenler de ona girebileceklerdi..." Resulullah andlaşma süresi içinde Kureyş'ten velisinin izni olmadan kaçıp gelen erkekleri, mükellef müslaman bile olsalar velilerinin istemeleri halinde iade etmişti. Nitekim Kureyş'in andlaşma delegesi olan Süheyl'in oğlu Ebu Cendel'i nasıl iade ettiği ve neticesinin ne olduğu yukarılarda geçmişti. Sonra kadınlardan da hicret edip gelenler oldu. Halbuki andlaşma müzâkerelerinde erkeklerle ilgili meseleler üzerinde durulmuş fakat kadınlar hakkında bir şey konuşulmamış ve andlaşma metninde açıkça zikredilmemişti. lafzının içeriğinde böyle bir ihtimal bulunmakla beraber "erkek veya kadın." denilmemişti. Binaenaleyh mesele yoruma müsaid ve şüphe çekici idi. İşte bazı rivayetlere göre bu âyet söz konusu meselenin çözümü için indirilmiş ve bir imtihan ile imanlarına kanaat hasıl olduğu takdirde kadınların iade edilmeyip ancak evli olanların kocalarına mehirlerinin ödenmesi suretiyle şüphenin giderilmesi emredilmişti. İlk gelen ve sözü edilen âyetin inişine sebeb olan kadın hakkında da nakledilen rivayetler farklıdır. Bir rivayette, ilk defa Ukbe b. Ebi Muayt'ın kızı Ümmü Gülsüm gelmiş, arkasından da kardeşleri Ammâr ile Velid gelerek iadesini taleb etmişlerdi. İşte bu esnada âyet nazil olmuş ve bu yüzden Ümmü Gülsüm geri verilmeyip bilahare Zeyd b. Harise (r.a.)'ye nikah edilmişti. Diğer bir rivayette ilk gelen kadın Sübey'a binti Harise idi ki bu kadın, müşrik olan Sayfiyy b. Rahib'in, başka bir nakle göre de misafiri Mahzumi'nin karısıydı. Mekkeliler onu geri istemişler, fakat kocasının sarfettiği mehri verip, Hz. Ömer onu nikahı altına almıştı. Bir başka rivayete göre de bu âyetin nüzulüne sebeb olan kadın, Ebu Hasan b. Dahdaha'nın karısı Ümeyme binti Bişr idi ve iadesi taleb edilmekle birlikte geri verilmeyip Süheyl b. Sayfiyy ile evlendirilmiştir. Bu rivayetler sebebin birden çok olmasıyla meselenin Hudeybiye andlaşmasıyla ilgili olduğunu gösterir. Fakat Dahhâk'tan gelen bir nakilde Resulullah ile müşrikler arasında şöyle bir andlaşmanın bulunduğu ifade edilmektedir. "Bizden sana senin dininden olmayan bir kadın gelirse onu bize geri vereceksin. Şayet senin dinine girerse, evli olduğu takdirde sarf etmiş olduğu mehri kocasına vereceksin." Buna göre âyet doğrudan doğruya bu sözleşmenin hükmüne uygundur. Daha önce Tirmizi'den nakledildiği üzere sûrenin hepsi Hatib'in mektup hadisesiyle ilgili olduğu takdirde de, bu tazmin meselesi yine taraflardan birinin hükümleriyle alakalı olması gerekir.

Ve o müminleri nikahlamanızda da, kendilerine mehirlerini verdiğiniz takdirde size bir günah yoktur. Çünkü iman edip İslâm'a girmiş olmalarıyla dar-ı harbdeki kâfir kocalarından ayrılık ve haramlık meydana gelmiştir. Mamafih eski kocalarının verdiği mehri geri ödeme kâfi gelmeyip kendilerine de evlenme akdi olarak ayrıca mehir vermek gerekmektedir. Mehirlerini vermede de hemen ödeme şart olmayıp, verilmek üzere taahhüt etmek dahi yeterlidir. Mehir zikredilmeden nikah fasid olmayıp mehr-i misil (benzer mehir) lazım gelirse de bu âyette, günahı ortadan kaldırmak için vermek şart kılındığı cihetle, mehri zikretmemenin mekruh olacağı anlaşılır. Kâfirlerin ise, ismetlerine yapışmayın. Kevâfir, kâfirenin çoğulu, isam, ise ismetin çoğuludur. İsmet, dokunulacak tutamak demek olup gerdanlık, bilezik ve himaye etmek mânâlarına gelmesinden dolayı gerek andlaşma ve gerek sebep gibi herhangi bir tutamağa denir. Burada kasdedilen nikâhlarının bâtıl sayılmasıdır. Yani dâr-ı harbden hicret etmeyip kâfire olarak kalan veya Allah korusun mürted olarak dâr-ı harbe katılan kadınlarla aranızda ne bir ismet ne de bir evlilik alakası olmasın, onun tutamaklarına da tutunmayın. Daha Türkçesi ellerine yapışmayın ve ipleriyle kuyuya inmeyin. Hem de sarf ettiğiniz mehri isteyin. O kâfirler de size hicret eden mümine kadınlara sarf etmiş oldukları mehri istesinler, yani takas edin, fazla alacaklı çıkarsanız isteyin, borçlu kalırsanız "harcadıklarını onlara verin." emri gereğince verin bu dinlediğiniz hükümler Allah'ın hükmüdür. O, aranızda hükmediyor, zikredilen kâfirlerle siz müminler arasında hüküm veriyor. Ve Allah Alîm, Hakîm'dir. İlmiyle hikmetinin gereğini yapar. Ve eğer sizin zevcelerinizden bir şey sizden fevt olur, yani kaçıp dâr-ı harbe geçer ve ödenmezse sonra da siz muakıb olursanız... Müfessirlerin çoğu burada geçen muâkebenin ukûbetten değil, teâkub gibi nöbet mânâsını ifade eden "ukbe"den olduğunu ileri sürmüşlerdir ki buna göre mânâ şöyledir: Sonra da nöbet sizin olur. Yani onların kadınlarından iman ile size hicret edenler bulunur ve bu suretle tazminat verme sırası size gelirse, yahutta bazılarının dediği gibi "ukûbet"ten olduğuna göre, siz de çarpışıp ganimet alırsanız zevceleri gitmiş olanlara yaptıkları masrafın mislini verin, verilecek tazminattan bu kadarını onlar için hesab edin, yahut alınan ganimetten önce bunların zayiatı kadarını ayırıp verin ve Allah'tan korkun, alacağınızda ve vereceğinizde O'nun hükmüne riayet konusunda Allah'tan korkun, azabından korunun. O Allah ki, sizler O'na iman etmiş müminlersiniz, imanın gereği ise, başkasından çekinmeyip ancak O'ndan korkmak ve O'nun yardımıyla korunmaktır.

"Ey Peygamber! Mümin kadınlar sana bey'at etmeye geldikleri zaman..." Bu âyetin fetih günü nazil olup Resulullah'ın Safa Tepesi üzerinde erkeklerden bi'at aldığı sırada Hz. Peygamber adına Ömer (r.a)'in de aşağı kısımlarda kadınlardan bi'at aldığını İbnü Ebi Hatim, Mukatil'den rivayet etmiş ise de, daha önce Hz. Aişe'den gelen rivayette bunun da imtihan âyetiyle beraber nazil olduğu ve Tirmizî'den yapılan nakilde de bütün sûrenin Hatib b. Ebi Belte'a'nın mektub hadisesi üzerine indiği anlaşılıyordu. Ahmed b. Hanbel, Nesaî, İbnü Mace ve Tirmizî sahih diyerek Ümeyme binti Rükayye'den şöyle rivayet etmişlerdir: Ümeyme demiştir ki: "Ben Resulullah (s.a.v)'a bi'at edelim diye vardığımda bizden, Kur'ân'daki "Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak hususunda..?" (Mümtehıne, 60/12) âyetinin öngördüğü şekilde bi'at aldı. Nihayet "İyi iş istemekte sana karşı gelmeme hususunda.." kavline geldiğinde "güç ve takatları yettiği derecede" buyurdu. Biz de, "Allah ve Resulü bizlere kendimizden daha merhametlidir. Ya Resulallah! Bizimle müsafaha etmez misin?" dedik. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: "Ben kadınlarla müsafaha yapmam. Ancak yüz kadına söylediğim söz, bir kadına söylediğim söz gibidir." Bazı rivayetlerde Resulullah kadınların bi'atı esnasında mübarek eline bir bez parçası koyardı, denilirken bazılarında da bir bardağa su koyup, elini o suyun içerisine soktuğu, sonra da kadınların ellerini bu suya daldırdıkları anlatılmaktadır. Meşhur ve en güvenilir olan husus, Hz. Peygamber'in kadınlarla müsafaha yapmadığıdır. Resulullah'ın kadınlardan biat alması bir kere değil, bir kaç defa vuku bulmuştur. Medine'de olduğu gibi fetihten sonra Mekke'de de bi'at yapıldığı konusunda rivayetler vardır. Mekke'deki biatta Ebu Süfyan'ın karısı olan ve Uhud Harbi'nde seyyidu'ş-şühedâ (şehidlerin efendisi) Hz. Hamza'nın şehadetine ön ayak olması ve naşına karşı gösterdiği kin ve düşmanlığı sebebiyle yukarıda da naklettiğimiz gibi fetih günü eman verilmeyip öldürülmesi emredilen Hind'in bi'atı hadisesini gerek tefsirler ve gerek hadis kitapları zikretmektedirler. Yezid b. Seke'nin kızı Esma, (r.a) rivayetinde şöyle demiştir: "Ben Resulullah'a biat eden kadınların içinde idim. Utbe'nin kızı Hind de kadınlar arasında bulunuyordu. Hz. Peygamber âyeti okuyup "Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmamak üzere." buyurduğunda Hind, "Erkeklerden kabul etmediğini bizden kabul edeceğine nasıl ihtimal verebiliriz." dedi. Ki bu emrin lüzumu kendini göstermiş oluyordu. Sonra "Hırsızlık yapmamak hususunda..." buyurduğunda Hind, "Bazen Ebu Süfyan'ın malından haberi olmaksızın bir şeyler aldığım olurdu. Bu bana helal olur mu?" dedi ve ardından da şunu ilave etti: "Ebu Süfyan da, "Geçmişte ve gelecekte benden her ne alırsan, o sana helaldir." dedi. Resulullah (s.a.v) tebessüm buyurdu ve Hind'i tanıdı da, "Sen Hind binti Utbe'sin öyle mi?" dedi. O da, "Evet ey Allah'ın nebisi geçmişi affet." dedi. Hz. Peygamber de "Allah seni affetsin." buyurdu. Sonra da "zina etmemek hususunda..." ifadesini okudu. Hind "Hiç hür olan kadın zina eder mi?" dedi. Cahiliyye döneminde zina ekseriya cariyelerde olur, hür kadınlar zina etmez, denirdi. İşte buna binâen Hind, cahiliyye de bile ekseriya hür kadınlar zina etmezken İslâm'da öyle şey olur mu? Demek istiyordu. Resulullah "Çocuklarını öldürmemek hususunda" buyurduğunda, Hind, "Biz onları küçükken büyüttük, fakat onları sen öldürdün." dedi. O, bu sözüyle oğlu Hanzale b. Ebi Süfyan'ı kasdediyordu. Çünkü o, Bedir'de katledilmişti. Hz. Ömer gülmekten katıldı.. Resulullah ise tebebsüm etti, sonra "bir iftira uydurup getirmeme hususunda..." buyurduğunda da Hind. "Vallahi iftira çok çirkin bir şeydir. Allah Teâlâ hep doğru yolda gitmeyi ve güzel ahlakı emrediyor." dedi. Resulullah en sonunda da "iyi bir işte sana karşı gelmemeleri hususunda..." buyurdu. Bunun üzerin Hind de, "Vallahi biz bu meclise nefsimizde hiçbir şeyde sana isyan maksadıyla gelmedik." dedi." Yine rivayet ediliyor ki, burada kadınlardan ilk önce Hz. Peygamber'e bi'at eden Ümmü Sa'd b. Muaz ve Kebşe binti Râfi ile beraberlerindeki kadınlardı. Allah hepsinden razı olsun.

"Çocuklarını öldürmemeleri..." Bu cümleye, Araplar'ın dedikleri "kız çocuklarını öldürmek" âdetinin nehyi de dahil ise de, nassın dış anlamı erkek ve dişi hepsinden daha umumi olması itibariyle mutlak katlin yasaklanması, gerek o fiili bizzat yapmak, gerek sebep olmak suretiyle olsun her türlü öldürme olayını içine almaktadır. Binaenaleyh burada, gerek ruh üfrülmüş ceninin düşürülmesi, gerek bakımındaki ihmal yüzünden çocuğun ölümüne sebebiyet verilmesi ve gerek diğer benzer katillerin hepsi söz konusudur. "Elleri ile ayakları arasında bir iftira uydurup getirmeyecekler." Elleri ve ayakları arasında iftira edilen... Bühtan, başka bir kadının doğurmuş olduğu çocuğu alıp veya kendi doğurduğu ile değiştirip ben doğurdum diyerek kocasına isnad etmesidir. Gerçi bunun, başka bir erkekten gayr-i meşru olarak yapmış olduğu bir çocuğu kocasına isnad etmesi mânâsına gelme ihtimali varsa da, bu mânâ önce geçen cümlesine dahil olduğu için burada böyle bir ihtimale yer vermemek daha doğrudur. Bu âyette yer alan "elleri ve ayakları arasında" ifadesi, yalnızca avret mahallerinden değil, zattan kinaye olarak kendi nefislerinden uydurdukları her çeşit iftirayı içine almaktadır. Zira bu âyetin mânâsına daha uygundur ve böylece fiili cinayetlerin yasaklanmasından sonra kavli (sözlü) olan cinayetler de yasaklanmış demektir. Binaenaleyh burada, namuslu bir kadına zina isnad etmek, gıybet, koğuculuk ve diğer hususlarda yapılması düşünülmüş olan iftiradan, yalan ve sahtekârlıktan nehiy vardır.

Ve sana hiçbir iyi işte isyan etmeyecekler, yani gerek iyilikle emir ve gerek kötülüklerden yasaklama gibi hususların hiçbirinde asi olmayıp itaat edecekler. Zira isyan ya emre karşı ya da yasaklamaya karşı olur. emrin güzel ve meşru olması, iyilikle emredilmesinde, nehyin iyi ve meşru olması da, şer'an yapılması caiz görülmeyen hususların yasaklanmasındadır. Bunun için burada yer alan kaydı, emri de nehyi de kapsamaktadır. "Sen affı tut..." (A'râf, 7/199) âyeti gereğince Resulullah'ın ancak maruf, yani meşru ve güzel olanı emredeceği ve münkerden yani yapılması caiz olmayan hususlardan nehyedeceği bilindiği halde kaydının zikredilmesi, yaratıcıya isyan edilen konularda mahluka itaatın caiz olmayacağını hatırlatarak "itaat ancak iyiliktedir." ifadesinin mânâsına işaret etmektedir. "Allah, hiç kimseyi güç yetiremeyeceği bir şey ile mükellef tutmaz." (Bakara, 2/286) buyurulmasından dolayı bir kimseye gücünün üstünde bir sorumluluk yüklemek de maruf değil münker olur. Onun için yukarıda zikredildiği gibi Resulullah (s.a.v) bir tefsir kabilinden olmak üzere "Güçleri, takatları yettiği derecede." diyerek güç ve takatı beyan buyurmuştur. İşte kadınlar bu şartlar üzerinde itaat için bi'ate geldikleri vakit sen de onlara bi'at ver. Ve onlar için Allah'a istiğfar da ediver. Yani bi'attan fazla olarak günahlarının affedilip sevaba nail olmaları için Allah'tan af dileyiver. Bu suretle günahları bağışlamanın peygamberin elinde olmayıp Allah'a ait bulunduğu ve bağışlama hususunda Peygamber'in selahiyyetinin ancak onların affedilmeleri için dua ve şefaat olduğu da anlatılmış olmaktadır. Çünkü Allah Gafur ve Rahîm'dir. Binaenaleyh bi'atlarına sadık kalırlarsa geçmiş günahlarını, ne kadar çok olsa da bağışlar ve rahmetiyle ikram eder.

Bu âyet gereğince erkeklerden dahi bi'at alındığını Buharî, Müslim ve Beyhakî "Esma ve Sıfat" ta Ubade b. Samit (r.a.)'ten şöyle rivayet etmişlerdir: Söz konusu zat demiştir ki: "Biz Peygamber (s.a.v) Hazretlerinin huzurundaydık. O, şöyle buyurdu: "Bana şunlar üzerine bi'at edersiniz: "Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmamak, zina etmemek, hırsızlık yapmamak..." Bunun üzerine içinizden her kim sözünü tutarsa, mükâfatı Allah'a aittir. Ve her kim de sözünü tutmayıp bunlardan bir şey yapar da o yüzden azap görürse o da keffarettir. Her kim de bunlardan bir şey yapar Allah'a da o yaptığı şeyi örterse, o da Allah'a aittir. Çünkü Allah dilerse ona azap eder, dilerse affeder.

Müslim de "Esma ve Sıfat"da Beyhakî Ebu Zerri Gifarî (r.a.)'den o da, Resulullah (s.a.v)'tan o da, Cebrail (a.s.)'den o da, Allah Teâlâ'dan şu kudsi hadisi rivayet etmişlerdir: Allah Teâlâ buyurmuştur ki: "Ey kullarım! Haberiniz olsun ben zulmü kendime haram kıldım. Size de aranızda haram ettim. Binaenaleyh birbirinize zulmetmeyiniz. Ey kullarım: Sizler gece ve gündüz hatalar yaparsınız ben ise günahlarınızı mağfiretimle örterim, onlara ehemmiyet vermem. O halde benden bağışlanmanızı isteyiniz ki sizi affedeyim. Ey kullarım! Sizler hep açsınızdır, ancak benim doyurduklarım müstesnadır. Onun için benden isteyiniz ki size yiyecek vereyim. Ey kullarım! Sizler hep çıplaksınızdır, ancak benim giydirdiklerim hariç. Onun için benden giyecek isteyin ki sizi giydireyim. Ey kullarım! Sizin evveliniz, âhiriniz, ins ve cinniniz içinizden en temiz kalpli bir adam gidişinde de olsa, o benim mülkümde bir şey artırmaz. Ey kullarım! Sizin evveliniz, âhiriniz, ins ve cinniniz içinizden en kötü kalpli bir adam gidişinde de olsa, o benim mülkümden bir şey eksiltemez. Ey kullarım! Sizin evveliniz, âhiriniz, ins ve cinniniz hepiniz bir yere toplanıp benden isteseniz de ben sizden her isteyene istediğini versem o benim mülkümden yine bir şey eksiltmez. Denize bir iğneyi bir kere daldırmakla ne eksilir. Ey kullarım! Yalnız sizin amellerinizi size karşı korur, saklarım. Onun için hayır bulan hemen Allah'a hamd etsin, ondan başkasını bulan da kendisini kınasın."

"Ey iman edenler!" Bey'attan sonra bütün müminlere bir nasihat olan bu âyet, sûrenin mânâsını özetlemekle beraber sonunu başına döndürmek, ümitsizlikten sakındırmakla ahiret ve gelecek için arzu ve ümidi takviye etmek ve aynı zamanda Saf Sûresi'ndeki "kenetlenmiş yapı" mânâsını göstermek üzere bir hazırlıktır. Ey iman edenler Allah'ın gazab ettiği bir kavmi dost edinmeyin, onların dostluklarına tutunmayın, taraftarlık etmeyin ve herhangi bir şeylerine heves edip de yönelmeyin. Allah'ın gadab etmiş olduğu kavim ifadesinin ekseriyetle yahudiler hakkında kullanılmış olması cihetiyle, burada da yahudilerin kasdedildiği ileri sürülmüştür. Bundan sonraki sûrede İsrâiloğulları'ndan bahsedilmesi uygun görülmüş ise de bu, esasen onlarla dostluk içinde bulunan münafıklara yahut sûrenin yukarısı ile olan münasebetine nazarandır. Bu tabirle müşriklerin özellikle Kureyş müşriklerinin kasdedilmiş olması da muhtemeldir. Fakat nekre olarak zikredildiği için belirli ve bilinen bir topluluğu ifade etmiş olmayıp, belirtilen vasıflarla muttasıf olan her hangi bir kavmi kapsamış olması gerektir. Zira gadabın veya nehyin sebebi olmak üzere beyan edilen şu vasıf, onların ayırıcı vasıfları olarak durumlarını açıklamaktadır. Onlar ahiretten ümidi öyle kesmişlerdir ki, kabir halkından kâfirlerin ümidlerini kestikleri gibi ümidsizliğe düşmüşlerdir. Ahiretten ümidlerini kesmiş olanlar ise, İblis gibi fırsat buldukça her fenalığı yapar ve kendilerine yardaklık edenleri de ye'se düşürerek cehenneme sürüklerler.

İfadesinde iki anlam vardır. Birinci mânâda beyaniyedir ve kâfirlerin durumlarını açıklamaktadır. Buna göre âyetin mânâsı, "kabir halkından olan kâfirlerin ümidsizliği gibi" demektir. Çünkü ölüp kabre girmiş olan kâfirler cehennemdeki ebedi kalacakları yerlerini görmüşler ve ahiret nimetlerinden mahrum oldukları ortaya çıkmıştır. Böylece ne gelecekte bir şey kazanmak ne de geride kalan dirilerden bir yardım alma ihtimali kalmamış olduğundan her şekilde ümidleri kesilmiştir. İkinci anlamda ibtidaiyye olarak ye's fiiline bağlanır. Buna göre de, mânâ, "kâfirlerin kabir halkından ümidsiz olmaları, yani ölülerin dirilmesinden, hayatlarından ümid kesmiş bulunmaları gibi." demek olur. Kısacası, ümidsizlik bir küfürdür, Allah'ın gadabını davet eder. Nitekim Kur'ân'da "Zira kâfir kavimden başkası Allah'ın rahmetinden ümid kesmez." (Yusuf, 12/ 87) buyurulmuştur. Bu yüzden ahiretten ümidi kesmekten sakınılmalıdır Hak Teâlâ, kalblerimizi ümitsizlikten koruyup iman neşesi ve rıdvan ümidi ile doldursun.

Saff Sûresi Medine Döneminde İndi

Âyet Sayısı: 14

Saff Sûresi, Medine'de indirilmiş sûrelerdendir. Bu sûreye ayrıca "Havâriyyûn" ve "İsa Sûresi" isimleri dahi verilmektedir.

Âyet sayısı : On dörttür.

Kelime sayısı : İki yüz yirmidir.

Harf sayısı : Dokuz yüz yirmi altıdır.

Fâsılası : harfleridir.

Bu sûrenin nüzul sebebiyle ilgili üç rivayet vardır. Hakim ve daha başkaları Abdullah b. Selâm (r.a.)'dan sahih olarak şöyle bir rivayeti nakletmişlerdir. Abdullah demiştir ki: "Resulullah (s.a.v)'ın ashabından birkaç kişi oturmuş, "Acaba amellerin hangisi Allah yanında daha sevimlidir? Bilsek de onu yapsak." diye konuşuyorduk. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ı tesbih eder. O, çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir." âyetleriyle başlayan sûreyi inzâl buyurdu. Resulullah da bize bu sûreyi sonuna kadar okudu." Âlûsî der ki: "Bu hadis Şeyheyn'in (Buhârî, Müslim) şartı üzere sahih bir hadistir. Bunu, Ahmed b. Hanbel, Tirmizi ve daha birçokları rivayet etmişlerdir. Hatta Hafız İbnü Hacer demiştir ki: "Bu hadis, dünyada rivayet edilen müselsel hadislerin en sahihidir."

İkincisi, Dahhâk'tan yapılan şu rivayettir. Bazı gençler, savaşta şöyle yaptık, böyle yaptık diye yapmadıkları şeyleri söylemişlerdi. Bunun üzerine söz konusu sûre nazil oldu. Üçüncüsü, İbnü Zeyd'in rivayetidir. Buna göre "Münafıklar, müminlere biz sizdeniz ve sizinle beraberiz." dedikleri halde fiillerinde buna ters davranışlarının görülmesi sebebiyle bu sûrenin nazil olduğu söylenmiştir. Âlûsî, bu son rivayetin önceki iki rivayet kadar kuvvetli olmadığını beyan etmektedir.

Bu sûrenin kısaca anlamı, doğruluk ve sadakatle Allah yolunda cihada teşvik edip hazırlamak ve bu suretle önceki sûrenin mânâsı ve imtihan konusu olan nehiylerini te'kid etmek ve İslâm'ın geleceğini aydınlığa kavuşturmaktır. İmtihan Sûresi'nin sonunda ümidsizlikten sakındırılmak sûretiyle ahiret ümidi takviye edildiği gibi, bu sûrede de İslâm dininin bütün âlem önünde ortaya çıkışını ve yüceliğini ispat etmek için daha büyük imtihan devreleri geçirmek üzere müslümanlar cihad meydanlarında "Bünyân-ı mersûs" (sağlam bir yapı) gibi yer alacak şekilde nizam ve intizama davet olunarak, buna uyan müminlere başarı müjdelenecektir. Şöyle ki:

Meâl-i Şerifi

1- Göklerdekilerin ve yerdekilerin hepsi Allah'ı tesbih eder. O, üstündür, hikmet sahibidir.

2- Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz?

3- Yapmayacağınızı söylemeniz, Allah yanında şiddetli bir buğza sebeb olur.

4- Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak savaşanları sever.

5- Bir zaman Musa, kavmine: "Ey kavmim! Benim, Allah'ın size gönderdiği elçisi olduğumu bildiğiniz halde niçin beni incitiyorsunuz?" demişti. Onlar eğrilince, Allah da kalblerini eğriltti. Allah fasıkları doğru yola iletmez.

6- Meryem oğlu İsa da: "Ey İsrailoğulları! ben size Allah'ın elçisiyim. benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici olarak (geldim)." demişti. Fakat onlara apaçık delillerle gelince "Bu, apaçık bir büyüdür." dediler.

7- İslâm'a davet olunduğu halde Allah üzerine yalan uydurandan daha zalim kim olabilir? Allah zalim toplumu doğru yola iletmez.

8- Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler hoş görmese de Allah nurunu tamamlayacaktır.

9- O, Resulünü hidayet ve hak dinle gönderdi ki, müşrikler istemese de onu, bütün dinlerin üstüne çıkarsın.

"Ey iman edenler! niçin yapmayacağınız şeyi söylersiniz?" Nüzul sebebi olarak ilk sırada zikredilen Abdullah b. Selam rivayetine göre bu hitab, gerçek müminlere adaklarını yerine getirmenin lüzumunu hatırlatmaktadır. Yapmayacağınız bir şeyi adamayın, madem ki adadınız o halde sözünüzde durup adaklarınızı yerine getiriniz demektir. İkinci sırada zikrettiğimiz Dahhâk rivayetine göre yapmadığınız şeyi niye söylüyorsunuz? Müminlere yalan söylemek yakışır mı? tarzında bir kınamadır. Üçüncü rivayette ise, zâhirde mümin görünen münafıkları azarlama mânâsı vardır. Fakat bu iki rivayete göre 'de gibi mazi (geçmiş zaman) mânâsı gözetmek lazım geleceğine bakarak evvelki rivayette de belirtildiği şekilde, geleceğe aid adak mânâsını anlamak daha doğru görünmektedir. Onun için bu âyet ile adağın yerine getirilmesinin vacib olduğuna delil getirilmiştir. Yani aslı meşru olmakla beraber vacib olmayan bir fiil, adamakla vacib olur. O halde yapmayacağınız bir fiili adamayınız. Adayınca da onu hemen yerine getirin. Adaklarınız konusunda yalancı durumuna düşmekten son derece sakının.

3. Yapmayacağınız şeyi söylemeniz Allah'ın buğz ve nefret ettiği şeylerden olması itibariyle ne büyük bir kabahattir!

Makt, yukarılarda da geçtiği gibi şiddetli buğz, son derece nefret ve iğrençlik demektir. fiili bu nevi yerlerde gibi zem veya taaccüb mânâsı ifade eder ki, Kehf Sûresi'nde yer alan "bu söz ne büyük oldu.."(Kehf, 18/5) âyetinde de aynı anlamdadır. O halde Allah'ın en sevdiği ameli bilsek de yapsak diyen samimi müminler, Allah'ın buğzettiği kimselerden olmamak için, büyük söylememeli, yapamayacakları şeylere nezr etmemeli, nezr ettikleri takdirde de yapmalıdırlar.

4-5. Bundan dolayı Allah Teâlâ onların yapabilecekleri amellerden sevdiği bir ameli haber vererek buyuruyor ki haberiniz olsun ki Allah Teâlâ kendi yolunda sağlam bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever, Allah'ın sevgilisi olmak için müminlerin de böyle yapmaları gerekir. Dikkat edilmesi gereken bir husus da şudur ki, bu sûrede fâsılası (âyetin son harfi) ile yalnız bu âyete tahsis edilerek tekvücut olmanın önemine işaret edilmiştir ki, sûreye "Saff Sûresi" denilmiş olması da bunu göstermektedir . kurşunlu bina, parçaları kurşunla kenetlenerek yekpare bir cisim haline gelmiş olan sağlam bir bina demektir. İşte müminlerin sosyal durumları gerek Saffât Sûresi'nin başında ve gerek Fetih Sûresi'nde yer alan "Onlar, filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış ve gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ziraatçıların da hoşuna gider..." (Fetih, 48/29) âyetinde ifade edilen benzetme ve tasvir üzere sağlam bir irtibât ile bir diğerine bağlanmış kuvvetli bir yapı teşkil etmeli ve İslâm mücahidleri böyle birbirlerine kenetlenmiş tek bir saf halinde çarpışmalıdır. Şüphesiz bu benzetmede, ferdlerin cismen tekdüzen bir şekil ve nizam ile terbiye ve asayişleri konu edildiği gibi, kalben niyet ve imanlarının da bir kelime etrafında toplanacak ve birbirlerini sevip sayacak bir surette samimiyet ve kararlılıkta olması mevzu bahistir. Bazı müfessirlerin beyanına göre de bu âyette ordunun en önemli teşkilatının piyade olduğuna da işaret vardır. Çünkü süvari, donanma ve diğer birimlerde de her ne kadar cereyan ederse de en fazla saf harbi piyadede meşhurdur. Binaenaleyh askeri terbiyede hem fizikî düzene hem de din terbiyesi ile kalbî ve manevi birliğe itina gösterilmesi ve müminler arasında bu birlik ve sevgiyi bozacak ahlâksızlıklardan son derece kaçınılması gerekmektedir. Bunun yapılabilmesi için de gaye, güzel tayin edilmeli ve alçak maksatlar terkedilip Allah yolunda en yüksek ve en yüce gayeye yapışılmalıdır. Bundan dolayı harb meselesiyle ilgili olan sebepler, amiller, hedef ve gayeler izah edilerek İslâm dininin ortaya çıkış hikmeti anlatılmak üzere semavî dinlere şöyle bir geçit resmi yaptırılarak buyuruluyor ki düşünün o zamanı ki Musa kavmine, yani İsrâil oğullarına demişti. Bana niçin eziyet ediyorsunuz? Halbuki benim size Allah'ın elçisi olduğumu biliyorsunuz. Bu âyetle yahudilerin Peygamberlere küfür ve isyan etmelerinin öteden beri sürüp gelen âdetleri olduğu ve hep o âdetin günahını çektikleri anlatılmış olmaktadır. Hz. Musa'ya yaptıkları eziyetlerin tafsilatı Bakara Sûresi'nde geçmiş. Özellikle zorbalara karşı savaşmada "Şu halde sen ve Rabbin gidin savaşın: biz burada oturacağız." (Maide, 5/24) dedikleri ve neticede şaşkınlığa düştükleri Mâide Sûresi'nde zikredilmektedir. Vakta ki böyle zeyğ ettiler, haktan meyl etmek suretiyle yamukluk edip eğri gittiler. Allah da kalplerini yamulttu. Yani eğriltti, eğriliği kalplerine tabiat yaptı. Bundan dolayı hep eğrilik düşünürler, eğri giderler, hak söz kendilerine tesir etmez ve doğru yola yanaşmazlar. Allah da dinden çıkmış fasıklar topluluğunu doğru yola iletmez, muvaffak kılmaz, muradlarına erdirmez. İşte müslümanların savaş için hazırlanmalarının sebeplerinden birisi böyle hak dinlemez, bozulmuş fasıklar topluluğunun ruh halleridir.

6. Nitekim kalplerinin eğriliklerinden dolayı İsa'yı da kabul etmediler, kabul ettik diyenler de sözlerini tutmadılar. O vakti düşünün ki: Meryem oğlu İsa şöyle demişti: Ey İsrailoğulları, Musa (a.s) baba tarafından İsrail oğullarından olduğu için onlara, ey kavmim diye hitab etmişti. İsa (a.s.)'nın ise babası olmadığı için ey İsrail oğulları dedi. Haberiniz olsun ki ben size Allah'ın elçisiyim önümdeki Tevrat'ı tasdikçi ve benden sonra gelecek bir Resul'ün müjdecisi olarak gönderildim ki o Resul'ün ismi, Ahmed'dir. Burada Ahmed isminin özel bir isim olması da, mânâsı da kasdedilmiş olabilir. Yani adı son derece övgüye layık ve pek güzel demek de olabilir. Zira Hz. İsa'nın müjdelemekle emredildiği Hz. Peygamber (s.a.v)'in bir ismi de Ahmed'dir. Onun Muhammed ismi de Ahmed ismi gibi, aynı hamd maddesinden olarak en güzel ve övülecek ismidir. Mamafih burada Ahmed isminin bizzat kendisinin kasdedilmiş olması daha doğrudur. Nitekim İmam Mâlik, Buhârî, Müslim, Darimî, Tirmizî ve Nesaî Cübeyr b. Mut'im (r.a.)'den şöyle rivayet etmişlerdir. Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Benim çeşitli isimlerim vardır. Ben Muhammed'im, ben Ahmed'im, ben toplayıcıyım, insanlar benim ayaklarım üzere toplanacaklardır. Ben mahvediciyim ki, Allah benimle küfrü mahvedecektir. Ve ben sonuncuyum."(1)

Âkıb, kendisinden sonra Peygamber gelmeyen "son Peygamber" demektir. Hz. Hassan'ın şu beyti de Ahmed isminin Resulullah'ın bir ismi olduğunu ifade etmektedir.

Yani "Allah Teâlâ, O'nun arşını kuşatmış olan melekler ve bütün temizler mübarek Ahmed'e salât getirmişlerdir." Ahmed lafzının, aslında hamd ederim mânâsına fiili muzâri nefs-i mütekellim vahdeh sigasından nakledilmiş olması da düşünülebilirse de, daha doğru olan ism-i tafdil olmasıdır. İsm-i tafdillerde asıl olan fâil mânâsı ise de, "daha meşhur" anlamına gelen "eşher" gibi ism-i mef'ûl mânâsını da ifade edebilir. "Tekrar güzeldir." tabirinde olduğu gibi, Ahmed lafzının övülmekte üstünlük mânâsına kullanıldığı da bilinmektedir. Şayet hamidiyyetten olursa bu durumda "en fazla hamd eden" mahmudiyyetten olursa o zaman da mânâsı, "en ziyade hamd ve medhedilen" demektir. İsim olması durumunda da bu anlamların birinden nakledilerek o isimle çağırılan zât kasdedilmekdedir. Bu âyette Hz. İsa'nın peygamberliğinin hikmeti olarak şu iki şeyi söylediği beyan edilmiştir: Birisi, kendisinden önce gelen Tevrat'ı tasdik etmesi, diğeri de kendisinden sonra gelecek olan Ahmed'i müjdelemesidir. Tevrat'ı tasdik etmesi, hükümleri yönüyle düşünülebilse de ihbar (haber verme) itibariyle olması daha doğrudur. Zira Tevrat'ta hem Mesih'e hem de Son peygamber Hz. Muhammed'e dair haberler vardı. Bu yüzden Hz. İsa'nın gelişi, hem Mesih'e ait haberlerin doğruluğunu ispat etmiş hem de son Peygamber'i müjdelemek suretiyle o konudaki haberleri tasdik etmiştir. Ancak yahudiler, Hz. İsa'yı inkar ettikleri gibi hıristiyanlar da bu müjdeyi kısmen inkar ve kısmen değişik şekilde te'vil ederek haksızlığa sapmışlar ve eldeki mevcut İncillerin böyle bir şeyden bahsetmediğini iddia edecek kadar ileri gitmişlerdir. Şayet Hz. İsa'ya verilmiş olan İncil de Kur'ân gibi aynen korunmuş olsaydı, bu müjdenin İncil'de zikredilip edilmediğini anlamak mümkün olurdu. Mamafih Bakara Sûresi'nde de geniş bilgi verildiği gibi elde mevcut olan Ahd-i Atik ve Ahd-i Cedid kitablarında buna dair deliller hiç de az değildir. Mesela Ahd-i Cedid'de Resullerin işlerinin üçüncü bâbında: Musa ecdâdımıza, "Rabbiniz Allah size birâderlerinizden benim gibi bir Peygamber ortaya çıkaracaktır. Onu, size söyleyeceği bütün işlerde dinleyiniz. Ve kavmim arasından her kim o Peygamberi dinlemezse mahvolacaktır." dedi. İsmail ile ondan sonra gelen peygamberlerin hepsi dahi bu günleri müjdelemişlerdir diye de zikredilmiştir. Musa gibi olan bu gelecek peygamber, İsmail'den de söz edilmesi karinesiyle belli ki, peygamberlerin sonuncusu Muhammed Mustafa (s.a.v.) idi. İsa (a.s) onu tasdik etmiş ve geleceğini müjdelemişti. Hıristiyanlar bunu İsa (a.s.)'nın kendisine hamletmek istemişlerse de İsa (a.s.) Musa gibi harbetmekle emredilmiş bir peygamber değildi. Alûsî söz konusu âyetin tefsiri esnasında İncillerden bahsederken şunları söyler: "Hıristiyanların yanında dört İncil vardır.

Birincisi, Mata İncili'dir ki, on iki havariden biri olan Matta, Hz. İsa'nın göğe çıkarılmasından sekiz sene sonra Filistin'de Süryani lisanı ile cemetmiştir. Altmış sekiz bölümdür.

İkincisi, Markos İncili'dir ki yetmişlerden olan Markos, İsa'nın ref'inden on iki sene sonra Roma'da Efrenci (yani Latin) lügatı ile toplamıştır. Kırk sekiz bölümdür.

Üçüncüsü, Luka İncili'dir. Luka da yetmişlerden olup İskenderiye'de Yunanca olarak cem etmiştir. Seksen üç bölümdür.

Dördüncüsü, Yuhanna İncili'dir ki Hz. İsa'dan otuz sene sonra Rum beldelerinden olan Efsus şehrinde, Yuhanna tarafından cem edilmiştir. Bölümleri, Kıbti nüshasında otuz üçtür. Bu İnciller çeşitlidir. Bunların muhtevalarında bazı yerler vardır ki, vicdan bunların ne Allah sözü ne de İsa (a.s.)'nın sözü olduğuna şahitlik etmez. Mesela kendi kanaatlarınca İsa (a.s)'nın çarmıha gerilmesi ve kabrine defnedildikten sonra göğe çıkarılması kıssası gibi ki, bunlar bazı büyükler ve salih kimseler hakkında telif edilen hal tercemesi kitabları gibi İsa (a.s)'nın doğumu, göğe yükseltilmesi ve bazı halleriyle, bir kısım sözlerini şerh yollu yazılmış tarih ve biyografik eserlere benzerler. Binaenaleyh İsa (a.s)'nın Kur'ân'da haber verilen beşikte konuşması ve Hz. Muhammed'i müjdelemesi gibi diğer bazı hal ve sözlerini bu İncillerin ihmal etmiş olmaları Kur'ân'ın beyanına karşı hiç bir zarar vermez. Bununla beraber insaf ile hareket eden ve taassubu bırakıp doğru yolda gidecek olan kimseler için bu İncillerde dahi o müjdeye dair sözler vardır. Yuhanna İncili'nin on beşinci bölümünde Yesu' Mesih demiştir ki: "Pederin göndereceği Hak ruhu Faraklit size her şeyi öğretecektir." Yine Mesih demiştir ki: "Beni seven sözlerimi ezberler, Pederim de onu sever ve ona varır, katında yer tutar. Ben bunu size söyledim. Çünkü ben sizin yanınızda ikâmet etmiyorum. Pederin göndereceği Ruhu'l-Kudüs Faraklit, size her şeyi öğretecek ve benim söylediğim sözleri hatırlatacaktır. Size selamımı emanet bırakıyorum, kalbleriniz ızdırap içinde olmasın. Telaş etmeyin.

Ben gideceğim ve size döneceğim. Beni seviyor olsanız benim Pedere gitmemle sevinirdiniz." Ve demiştir ki: "Benim Pedere gitmem sizin için hayırlıdır. Çünkü ben gitmesem Faraklit size gelmez, amma gittiğimde onu size gönderirim. O geldiği vakit de âlemi, günahtan dolayı kınayacaktır. Size söylemek istediğim daha çok söz vardır lakin siz onlara tahammül edemeyeceksiniz. Fakat o Hakk'ın Ruhu geldiği zaman sizi Hakk'a irşad edecektir. Çünkü o, kendiliğinden söylemez, ne işitirse onu söyler> ve bütün geleceği haber verir ve Pedere ait olanın hepsini size tarif eder." Bir de (ondördüncü babda) demiştir ki: "Eğer siz beni seviyorsanız benim tavsiyelerimi ezberleyiniz ve ben Pederden, ebediyyen beraberinizde sabit kalacak diğer bir Faraklit vermesini dileyeyim. O Hak Ruhunu ki, âlem onu kabul etmeye güç yetirmedi. Çünkü onu tanımadılar. Ben sizi yetim bırakmam. En yakın zamanda size geleceğim." Alûsî bunları naklettikten sonra da der ki: "Faraklit kelimesi, hamdi gösteren bir kelimedir. Gözlerini taassub perdeleri bürümemiş olanların nazarında İsa (a.s)'nın bu sözünden Ahmed (s.a.v)'in kasdedildiği anlaşılır. Hıristiyanların bazısı bunu "Hammâd", bazısı da "Hamid" diye tefsir etmişlerdir. Bunun delaletinden de aleyhisselatü vesselamın Ahmed (yahut Muhammed) ismine işaret var demektir. Diğer bazı hıristiyanlar da onu, muhallıs (kurtarıcı) diye tefsir etmişler ve buna İsa (a.s.)'nın başka bir sözünde "Allah size diğer bir halaskâr gönderecektir." demiş olmasıyla delil getirmişlerdir. Bu cümlede de Peygamber'in risaletine hamd ismiyle değilse de kurtarmak ve yardım etmek ünvanıyla işaret edilmiştir. Hıristiyanlardan bir kısmı da Faraklit Hz. İsa'nın öğrencilerine gökten inmiş olan ateşli gönüller olup bir takım alâmetler ve acaib işler yapmışlardır diye zannedilmiştir. Lakin "diğer bir Faraklit" diye başka bir vasıfla tavsif edilmiş olması bu anlayışa müsait görünmez. Zira İsa (a.s.)'dan sonra onlardan önce diğer birisi geçmiş değildir."

Faraklit kelimesi hangi dildendir? Müfred midir, mürekkeb midir? İbranice midir, değil midir? Bu konulardaki ihtilaflar ve mânâlarına ait bazı bilgiler Bakara Sûresi'nde geçmişti. Eski İncil tercemelerinde bu kelime Faraklit (veya Paraklit) diye aynen muhafaza edilerek ifade edilirken yakın zamanlarda basılmış olan İncil tercemelerinde "teselli edici" diye zikredilmiştir. Mesela bin dokuz yüz yirmi (1920) tarihiyle İstanbul'da Matyosyan Agop Matbaası'nda basılan nüshasında yukarıdaki sözler hep "teselli edici, yani hakikat ruhu" diye terceme edilmiştir. Ve bazı kayıtlarda da tuhaf şekilde değiştirilerek ifade edilmiştir. Mesela, Yuhanna'nın ondördüncü babında şöyle denilmiştir: "Ve ben Pederden dilerim, O dahi sonsuza kadar sizinle beraber olmak üzere size diğer bir teselli edici, yani hakikat ruhunu verecektir. Bunu dahi dünya görmediği ve tanımadığı için kabul edemez. Amma siz onu tanırsınız. Zira yanınızda bulunup gönlünüzde olacaktır." On beşinci babında da "Amma şeriatlerinde bana sebepsiz buğzettiler diye yazılı olan sözün tamamlanması için böyle oldu. Fakat Peder tarafından benim göndereceğim teselli edici, yani Pederden çıkan hakikat ruhu geldiği zaman benim hakkımda o şehadet edecektir. Ve siz dahi şehadet edersiniz. Zira başlangıçtan beri benimle berabersiniz." denilmiştir. Bu yeni tercemeciler "paraklid" kelimesinin Yunanca "teselli edici" mânâsına olduğunu söylüyorlar ve ruhu'l-hak tâbiri yerine de hakikat ruhu diyorlar. Bu suretle tercemeden tercemeye değiştirilerek aslı kaybolmuş bu İncillerle, Kur'ân'ın açık beyanına karşı çıkılmak istenilmesi hak ve adalet fikriyle uyuşmayacağı gibi, insaf sahibi kişilerin Kur'ân'ın haber verdiği bu müjdenin, te'vil edilmiş bir şekilde bile olsa itiraf edildiğini görürler. Fatih Kütüphanesi'nde bu mesele ile ilgili bir risale görmüştüm ki, bir papaz İncillerdeki faraklit müjdelerinin, Kur'ân'ın bu âyetinde haber verilen "Benden sonra gelecek olan Ahmed isimli bir peygamberi müjdeleyici olarak." müjdesi olduğuna kanaat getirerek müslüman olmuş ve bu hususa dair bir risale yazmış olduğunu söylüyordu. Fikir sahibi bazı kişiler de bu mesele hakkında İncil (Avangel) kelimesinin asıl mânâsını araştırmak istemişler ve bu kelimenin esasen müjde anlamına geldiğini ve hakikatte Hz. İsa'nın davetiyle bütün İncillerin özet olarak beyanının, gelecek bir Resul ile İlâhî Saltanatı müjdelemekten ibaret bulunduğu görüşünde birleştiklerini ifade etmişlerdir.

İşte Hz. İsa böyle söylemiş olduğu halde İsrail oğullarının çoğu, yani yahudiler onu dinlemedikleri gibi hıristiyanların çoğu da bunu gizlemiş ya da te'vil ve tahrif (değiştirmek) ile inkar etmiş olduklarından dolayı bu hakikat hatırlatılarak buyuruluyorki: Sonra o Resul, yani İsa (a.s)'nın müjdelemiş olduğu ismi Ahmed olan Resul, onlara delillerle: açık açık âyetler ve mucizelerle geldiği zaman da bu apaçık bir sihir dediler. Bu Ahmed, o müjdelenen Resul değil, bu açık sihirlerle bizi aldatmak istiyor diye küfre, haksızlığa saptılar ve bu haksızlıkla bir takım değişiklikler yapmak suretiyle İsa, Allah'ın oğludur gibi aslı olmayan yalanlar yazarak onları Allah kelâmı diye Allah'a isnad ettiler.

7-9. Bundan dolayı da şöyle buyuruluyor: Halbuki İslâm'a davet edilirken Allah'a yalan iftirada bulunan, yani Allah'a yalan isnad eden veya Allah hakkında yalan söyleyen yahut uydurduğu yalanı Allah indirdi diye iftira eden kimselerden daha zalim kim olabilir? Allah ise zalimleri hidayete erdirmez, haksızları doğru yola iletmez, isteklerinde başarılı kılmaz. Onun için böyleleri hak sözle yola gelmez, İslâm'ı kabul etmezler. Sonuçta yaptıkları zulümlerin cezasını çekmeleri gerekir. İşte böyle iftiracı zalimlerin haksızlıkları, zulümkarlıkları da, müminlerin Allah yolunda savaşa hazırlanmalarını ve o yolda harb etmenin Allah katında sevimli bir amel olmasını gerektiren sebeblerdendir.

10. "Ticaret." Bu kelimedeki tenvin ta'zim içindir. Yani büyük, şanlı bir ticaret demektir ki, şu şekilde tefsir edilmiştir: sizi acı bir azabdan kurtaracak, beyan edileceği üzere sizi o azabdan kurtarıp, hürriyete kavuşturacak ve büyük murada erdirecektir.

11-12. O ticaret nedir? diye sorulursa şöyle beyan edilir: Allah ve Resulüne iman edersiniz, emirlerini tutar, verdiği haberlerin ve müjdelerin doğruluğuna inanırsınız mallarınız ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Yani iman ile cihadı bütünleştirirsiniz. Bir hadiste zikredildiği üzere cihad, İslâm'ın örgücü yani kubbesidir. İslâm binasının temeli iman, zirvesi ve en yüksek kubbesi, cihaddır. Bu, yani böyle bir iman ve cihad sizin için hayırlıdır. Gerçi "Hoşunuza gitmediği halde savaş size yazıldı. (farz kılındı)." (Bakara, 2/216) âyetince cihad sizin zorunuza gider, sevimli görünmezse de hakkınızda hayırlıdır. Çünkü âyetin devamında "Bazan hoşunuza gitmeyen bir şey hakkınızda iyi olabilir ve hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir..." (Bakara, 2/216) buyurulmuştur. Herhalde fâsıkların, zalimlerin ve müşriklerin hükmü altında esaretle ezilmekten ise, Allah yolunda ve hak uğrunda mallarınız ve canlarınızla savaşarak ya şehid ya gazi olmak elbette hayırlıdır. Eğer bilirseniz. İlim sahibi olur ve iman ile cihad etmesini bilirseniz cihadın hayırlı olduğunu anlarsınız. Demek ki cihad için de körükörüne hareket edilmemeli, bilgi sahibi olunmalıdır. Çünkü iman ve ümitle itaat etmek, ümitsizlik ve küfürden; cihad ve şehadet ise esaret ve zilletten her halde hayırlıdır.

13. Diğer biri de yani cihadda bu nimet veya bu ticaretten başka, diğer bir nimet yahut ticaret daha vardır. Ki siz onu seversiniz, cihadı hepiniz sevmeseniz ve neticesi olan o büyük kurtuluşu hepiniz takdir edemeseniz bile, diğer neticesi olan şu nimeti hepiniz seversiniz ki o da şudur. Allah'tan bir zafer, düşmanlara karşı bir galibiyet ve yakın bir fetih, işte cihadın bir meyvesi de budur ki, bundan herkes hoşlanır. Böyle söyle hem kendin müjdelen hem de müminleri müjdele ya Muhammed! Çünkü onlar için bu iki ticaret muhakkaktır.

14. Onun için Ey iman edenler! Allah'ın yardımcıları olunuz, yani bu müjdelere ermek için iradelerinizi Allah için, O'nun rızasına kavuşmak için yardımcı olunuz. Meryem oğlu İsa'nın Havarilere dediği gibi: Benim Allah'a doğru, yardımcılarım kimdir? Yani ben Allah'a doğru giderken başarıya kavuşmak için bana yardım edecek, benimle beraber ona kavuşmak isteyecek yardımcılarım kimlerdir? Buna cevaben Havariler "O Allah yardımcıları biziz" dediler. İşte siz de ey müminler! İsa'nın Havarileri gibi Allah'ın yardımcıları olunuz. Peygamber'in davetini kabul ederek Allah'a tam bir iman ile yardım ediniz.

Havâriyyun, Hz. İsa'nın, ilk iman eden seçkin öğrencilerinden on iki kişiye denir ki, bunlar dini yaymak için etrafa dağılmış olduklarından "Rusul-i İsa" (İsa'nın elçileri) ismi dahi verilmiştir. Eldeki İncillerde bunlara on ikiler de denilmektedir. Havâriyyun kelimesi, esasen "Havârî" ism-i mensubunun çoğuludur. Kâmus şarihinin beyanına göre bazı âlimler demişlerdir ki, "Bu kelime, çoğuldan cinse nakledilerek hem müfred hem çoğul için kullanılır. "Havar ve haver lügatte, beyaz ve beyazlık mânâsına isimdir. Bu münasebetle şehir kadınlarına beyazlıklarından dolayı "Havariyyât" denilir. Bezleri yıkayıp çırparak ağırtan kassara, eski Türkçe karşılığıyla çırpıcıya da havarî denildiği gibi saf ve temiz dost ve yardımcıya, özellikle büyük peygamberlerin davet ve emirlerini yerine getirme uğrunda yardımcı olanlara da samimi niyyet ve temizliklerinden dolayı havarî denilir. Mamafih zikredildiği gibi bu isim en fazla İsa (a.s)'nın seçkin yardımcıları olan zatlar hakkında kullanılmıştır. Müfessirler bunlara söz konusu ismin verilmesinde çeşitli görüşler nakletmişlerdir ki, Kâmus sahibi Fîrûzâbâdî "Besâir"de bu görüşleri şöyle özetlemiştir: "Bazı âlimler, onların bir kısmının kassâr (çırpıcı) bir kısmının da avcı olmaları sebebiyle bu ismi aldıklarını söylerken, bazıları da beyaz elbise giydikleri için yahut daima ilim ve din eğitimiyle insanları temizlemiş olduklarından dolayı onlara bu ismin verildiğini ileri sürmüş ve demişlerdir ki: "Kassârlık isnad edenlerin maksatları da budur. Avcılık isnad edenler ise onların, din ve ahiret konularında şaşkınlığa düşen kimseleri avlayıp din yoluna çektikleri için bu adı aldıklarını savunmuşlardır." Diğer bazıları da, işaret ettiğimiz gibi inançlarındaki saflık, ilgi ve niyyetlerindeki temizlik sebebiyle onlara havarî dendiğini ifade etmişlerdir ki en münasib olan görüş de budur. Frenkler havarîlere "aptres" ismini vermişlerdir ki bu kelimenin Yunanca'dan alınarak uzağa gönderilmiş elçiler anlamını ifade ettiği söylenmektedir. Buna göre aptre, Havariyyûn kelimesinin tercemesi olmayıp Yâsin Sûresi'nin "...onlara elçilerin geldiği ..." (Yâsin, 36/13) âyetinde geçtiği üzere İsa'nın eçileri mânâsına diğer bir isim olmuştur. Yalnız avcıya, "dağıtılmış" mânâsı düşünüldüğü takdirde Havariyyûn'a avcı mânâsı verenlerin kavline de itibar edilebilir.

Alûsî der ki: "Bahr'in beyanına göre Hz. İsa bunları çeşitli beldelere dağıtmış kimini Rûmiyye'ye, kimini Babil'e, kimini Afrika'ya, kimini Efsus'a, kimini Beyt-i Makdis'e, kimini Hicaz'a, kimini de Arz-ı Berber ve havalisine göndermişti. Mamafih her beldeye gönderilenin tayini ve isimlerinin zabtedilmesi hususlarının sıhhatine güvenilemez. Suyûtî de bunları "İtkân"da zikretmiş ise de, esasen bulunulabilecek yerlerde araştırılmalıdır."

Endülüs'lü müfessir Ebu Hayyan "el-Bahru'l-Muhit" adlı tefsirinde der ki: "Havarîler, on iki kişidir ve bunlar, Hz. İsa'ya ilk iman edenlerdir. İsa bunları çeşitli beldelere göndermişti. Batris ve Pavlis Roma'ya, Andiravs ve Matta, halkı insan yiyen arza, Bukas Babil'e, Filibs Kartaca'ya yani Afrika'ya, Yuhann, Ashab-ı Kehf'in kenti olan Efsus'a, iki Ya'kub Beyt-i Makdis'e, İbnü Büleymin Hicaz'a, Testemir Berber ülkesine ve havalisine gönderilmişti. Mamafih bu isimlerin bazılarında zabt cihetiyle zorluk vardır. Onun için esas bulunması gereken yerlerden araştırılsın." Hakikatte Senpol dahi denilen Pavlis, Havarîler'den değildir. Sonradan onlara katılmış, mektubları ve risaleleri Ahd-i Cedîd'in "a'mâl-i Rusül" (elçilerin işleri) kısmına sokulmuştur. Bu zat hrıistiyanlıkta sünnet olmayı kaldırmış ve bir takım değişiklikler yapmıştır. Sonra İbnü Büleymin ile Testemir isimleri özellikle araştırılmalıdır. Matta İncili'nin onuncu bâbında şöyle denilmiştir: "Ve on iki şakirdini (öğrencisini) yanına çağırıp temiz olmayan ruhlar üzerine onları göndermeğe ve her marazı her hastalığı def etmeye onlara kudret verdi. O gönderilen on ikilerin isimleri şunlardır: Batris adı verilen Şem'un ile kardeşi Endravs, zibidi oğlu Ya'kub ile kardeşi Yuhanna, Filbs ve Bertolmavs Toma ve Gümrükcü Matta, Halfi oğlu Ya'kub ve Tedavs lakablı Lebaüs, Fanvi Şem'un ve onu ele veren İsharyoti Yehuda. İsa bu on ikileri gönderip onlara tenbih ederek dedi ki: "Tâifelerin yoluna gitmeyiniz ve Samiriler'in bir şehrine girmeyiniz. Bundan ise, beyt-i İsrail'in zâyi olmuş koyunlarına varınız ve gittiğinizde "Melekûtu's-Semâvat (göklerin saltanatı) yaklaşmıştır." diye va'z ediniz. Hastalara şifa veriniz. Cüzzamlıları temizleyiniz. Cinleri çıkarınız. Bedava aldığınızı bedava veriniz. Kemerlerinizde ne altın ne gümüş, ne bakır ve yol için ne dağarcık, ne entari, ne ayakkabı ve ne de asâ tedârik etmeyiniz. Zira işçi kendi yiyeceğine layıktır. Ve hangi şehre veya köye giderseniz orada kimin layık olduğunu sorup ayrılıncaya kadar orada kalınız. Ve hâneye girdiğinizde ona selam veriniz. Ve eğer o hâne buna layık ise selamınız onun üzerine gelsin ve eğer layık değilse selamınız size geri dönsün. Ve sizi her kim kabul etmeyip sözlerinizi dinlemezse o haneden yahut o şehirden çıktığınızda ayaklarınızın tozunu silkiniz. Hakikaten size derim ki, ceza gününde Sedum ve Gamure diyarının hali o şehrin halinden ehven olur. İşte ben sizi koyunlar gibi kurtlar arasına gönderiyorum. İmdi yılanlar gibi akıllı ve güvercinler gibi sade-dil olunuz. Lakin insanlardan sakınınız. Zira sizi millet meclislerine teslim edip sinagoglarda dövecekler, hem de benim için onlara ve tâifelere şehadet olmak üzere hakimler ve krallar huzuruna götürüleceksiniz. İmdi sizi teslim ettikleri zaman nasıl ve ne söyleyeyim diye endişe etmeyiniz. Çünkü ne söyleyeceğiniz size o saatte verilecektir. Zira söyleyenler siz değilsiniz, sizde söyleyen Pederinizin ruhudur. Ve kardeş kardeşi ve baba evladı ölüme teslim edecek ve evlad ana babanın aleyhine kalkışıp onları öldürecekler ve ismim için herkes tarafından buğzedileceksiniz. Lakin kim sonuna kadar tahammül ederse o kurtulacaktır. Ve size bir şehirde düşmanlık ettikleri zaman diğerine kaçınız. Zira hakikaten size derim ki, insanoğlu gelinceye kadar İsrail şehirlerinin devrini tamamlamayacaksınız. Öğrenci öğretmenine ve kul efendisine üstün değildir. Öğrenciye öğretmeni gibi, kula efendisi gibi olmak kifayet eder. Hane sahibine balezbul dedikleri halde onun hanesi halkına ne kadar ziyade diyecekler. İmdi onlardan korkmayınız. Zira keşfedilmeyecek ve bilinmeyecek gizli bir şey yoktur. Size karanlıkta dediğimi aydınlıkta söyleyiniz. Ve kulağınıza söyleneni damlar üzerinde ilân ediniz ve canı öldürmeye kâdir olmayıp cesedi öldürenlerden korkmayınız. Lâkin hem canı hem cesedi cehennemde helak etmeye kâdir olandan korkunuz."

Bunu takib eden on birinci bâb:

"Ve İsa on iki öğrencisine emir vermeyi tamam ettiğinde şehirlerinden va'z ve öğretimde bulunmak üzere oradan hareket etti. Ve Yahya zindanda Mesih'in işlerini haber alınca, o gelecek kimse sen misin? Yoksa diğer bir kimseyi mi bekleyelim demek için kendi öğrencilerinden ikisini onun yanına gönderdi."

Denildiğine göre on ikilerin bu suretle etrafa gönderilmesi Hz. Yahya'nın hapiste bulunduğu sırada olmuştur. Halbuki yine aynı İncil'in yirmi altıncı bâbında ise, mekir yani su-i kasd anlaşılırken: "Akşam olduğunda on ikilerle beraber sofraya oturdu ve onlar yemek yerken, "Hakikaten size derim ki, sizden biriniz beni ele verecektir." dediğine göre bundan onların, göğe çıkarılma sırasında Hz. İsa'nın yanında toplanmış bulundukları ve sonradan etrafa yayıldıkları anlaşılmaktadır. Al-i İmrân Sûresi'nde geçen "İsa onlardan inkârı sezince: 'Allah'a gitmek için kimler bana yardımcı olacak?' dedi. Havariler: 'Biz, Allah (yolunun) yardımcılarıyız;..." (Al-i İmrân, 3/52) âyetinde Hz. İsa'nın "Allah'a gitmek için kimler bana yardımcı olacak?" demesi ve Havarilerin "Biz Allah (yolunun) yardımcılarıyız." cevabını vermeleri de, Hz. İsa'nın göğe çıkarılmasından önce gerçekleşmiş demektir. İbnü Cerir'in Sa'id b. Cübeyr tarikiyle İbnü Abbas'tan yaptığı rivayete göre: "Allah Teâlâ Hz. İsa'yı göğe çıkarmayı murad ettiği zaman İsa ashabının yanına vardı, onlar on iki kişi bir evde idiler. O evin bir (su) kaynağından onların yanına çıktı, başından su damlıyordu. Onlara, "İçinizden birisi bana yakında on iki kere küfredecek." dedi. Sonra da "Benim benzerim onun üzerine atılıp da benim yerime öldürülecek ve benimle beraber benim derecemde bulunacak hanginiz?" dedi. İçlerinde yaş itibariyle en genç birisi "Ben" dedi. İsa ona "Otur" dedi ve sonra yine tekrar etti. Yine o genç kalktı ve "Ben" dedi. Hz. İsa da, "Evet sen osun." dedi. Bunun üzerine ona İsa'nın benzeri bırakıldı ve İsa evdeki bir pencereden göğe yükseltildi. Derken Onu arayan yahudiler geldi ve benzerini tutup öldürdüler. Bazısı ona iman etmiş iken on iki kere inkar etti. İlh ..." En iyisini Allah bilir. (Bu konuda bilgi için Al-i İmrân, 3/52; Nisâ, 4/157 âyetine bkz.) Mamafih Kur'ân burada da bu tafsilata taarruz etmeyerek buyuruyor ki: "Ey inananlar! Allah'ın yardımcıları olun. Nitekim Meryem oğlu İsa da havarilere: "Allah'a (giden yolda) benim yardımcılarım kimdir?" demişti. Havarîler: "Allah (yolunun) yardımcıları biziz." dediler.." Bunun üzerine İsrailoğullarından bir taife iman etti, Havarîlerin mesaisi üzerine İsa'ya ve müjdesine inandı ve dine yardım etti bir taife de küfretti. Neticede biz de iman edenleri düşmanlarına karşı güçlendirdik. Binaenaleyh onlar galib geldiler. İman edenler düşmanları olan kâfirlere karşı galib gelip yüze çıktılar. İşte siz de Allah'ın vaidlerine ve emirlerine, Resulullah'ın yukarıda zikredilen davetlerine iman edip Havarîlerin çalıştığı gibi Allah yolunda Hak dinine yardım için cihad ederek çalışın. Allah'ın yardımcıları olursanız bütün düşmanlara galib gelir, (Saff, 61/9) vaadiyle zikredilen müjdelere ulaşırsınız. Hakikaten Muhammed'in ashabı öyle çalıştılar, çok geçmeden müşrikleri ve hıristiyanları yendiler. Hak dinini galib kıldılar ve öyle üstün duruma getirdiler ki, İslâm'ın o göz kamaştırıcı galibiyyeti ve bir Hz. Ömer hilafetinin hakkaniyyet ve adalet zevkini hâlâ bütün dünya sonsuz bir hayret ve hasretle erişilmez bir umut gibi yad etmektedir. Mamafih bu emir ve taahhüd yalnız onlara değil "Ey iman edenler! Allah'ın yardımcıları olun!" hitabının genel mânâsından anlaşılacağı gibi her zaman için o tarzda amel edecek bütün müminleri kapsayan bir vaad ve müjdedir. O halde Allah'ın yardımcıları olmayanlar, O'nun yardımından mahrum kalıp geriye sürükleniyorlarsa, bunun sebebini Hak dinde değil, kendi günahlarında aramalıdırlar. Kısacası, "Eğer siz Allah'a (dinine) yardım ederseniz (Allah da) size yardım eder.." (Muhammed, 47/7), "Sana gelen her kötülük de kendindendir.." (Nisâ, 4/79) âyetleri de bu hususu net bir şekilde ifade etmektedirler. Ashab-ı Kiram içinde Aşere-i Mübeşşere (cennetle müjdelenen on kişi) Resulullah'ın havarîleri makamındadır. Bir hadiste "Her peygamberin bir havarîsi vardır, benim havarîm de Zübeyr'dir." buyurularak Hz. Zübeyr bu vasıfla yad edilmiştir. Ancak Katade'den gelen bir rivayette de Zübeyr'den başkalarına da Havarî denildiği zikredilmektedir. Resulullah'ın havarîlerinin: Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali, Hamza, Cafer, Ebu Ubeyde İbni'l-Cerrah, Osman b. Maz'un, Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebi Vakkas, Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvam olduğu nakledilmiştir.

Üstünlük ve galibiyyetin neticesinde cemaatın kıvamının, Allah Teâlâ'yı tesbih etmek ve kulluk görevlerini yerine getirmeye bağlı olduğuna işaret etmek için, Saff Sûresi'ni Cuma Sûresi takip edecektir.






KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)

62-CUMU'A:

1. Göklerdeki ve yerdeki herşey Allah'ı (yahut Allah için) tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki, yaratıcısının kemaline ve noksanlık alâmetlerinden berî olduğuna delil olmasın (Bu konuyla ilgili İsra Sûresi'nde bulunan "O'nu tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur." (İsrâ, 17/44) âyetine bkz.) Bu tesbih, yaratılışta mevcuttur. Binaenaleyh insanlar da, irade hürriyetlerini kullanmak suretiyle Allah'ı her türlü kusur ve eksiklikten tenzih etmeli, O'na şirk ve noksan sıfatları isnad etmekten sakınmalıdırlar. Bu yüzden bir önceki sûrenin sonunda beyan edildiği şekilde galib oldukları zaman aldanıp da aşırılığa sapmamalı, o yardım ve galibiyetin Allah'tan geldiğini onu veren Allah'ın almaya da kudretinin bulunduğunu, düşmez kalkmaz varlığın yalnız O olduğunu bilmeli ve ona göre küfür ve nankörlük etmekten sakınarak Allah'ı tesbih ve tenzihe devam etmelidirler. Buradaki fiili, gelecek zamandan soyutlanmış olarak devamlılık ifade etmektedir. Yani her an tesbih ederler. Bununla beraber önceki sûrede denildiği halde burada ve benzerlerinde denilmesi, bunun geçmiş zamandan ziyade gelecek zamana baktığını da hatırlatmaktan uzak değildir. Yani gelecekte size müjdelenen zafer ve galibiyete ulaştığınız zaman bütün eşya gibi siz de tesbih ve tenzihte devamlılığı elden bırakmayın da binaenaleyh yahudi ve hıristiyanların düştükleri hallere düşmeyin demektir. Çünkü O Allah öyle bir Melik, bütün bu gökleri ve yerleriyle kâinat mülkünü yaratıp düzenleyen ve kendi yönetimi ile idare eden öyle bir hükümdar öyle bir padişahtır ki Kuddüs, hiç lekesi olmayan, tertemiz ve pampak demektir. Bütün temizlik, bütün övgüye layık kemaller (olgunluklar) fazilet ve güzellikler O'nundur. Hiçbir şey O'nun kutsal sahasına yetişemez. O, hiçbir sınır ve tasavvura sığmaz, hiçbir şirk kabul etmez, mülküne kimseyi ortak kılmaz, haksızlık yapmaz ve lekeli şeyler O'na yanaşamaz. Ne oğula ihtiyacı vardır ne kıza, ne dosta muhtaçdır ne de yardımcıya. Binaenaleyh önceki sûrede geçtiği şekilde "Allah yardımcıları olunuz." denildiği zaman, Allah'ın dilediğini galib kılması için yardıma ihtiyacı varmış gibi bir zanna kapılmamalı, yardıma insanların ihtiyacının olduğunu bilmeli, O'nu daima kutsamalıdır. Beyhakî, "Esmâ ve Sıfat"da "Kuddûs" isminin izahı münasebetiyle Halimî'den naklen der ki: "Kuddûs'ün mânâsı, fazilet ve güzelliklerle övülmüş demektir."(1) Açık tesbih, takdisi; açık takdis de tesbihi içine alır. Çünkü yerilmiş sıfatların ortadan kaldırılması övgüleri ispat mânâsını ifade etmektedir. Nitekim, ortağı ve benzeri yok dememiz O'nun bir olduğunu, kimseye zulmetmez dememiz, hükmünde âdil olduğunu ispattır. Aynı şekilde övgüler ve ispat da, mezmumları ortadan kaldırır. Mesela, âlim demek cehli, kâdir demek de acizliği yok eder. Şu kadar var ki o şöyledir dediğimizde zahirî takdis, O şöyle değildir dediğimizde de zahirî tesbihtir. Sonra takdisin içerisinde tesbih, tesbihin içinde de takdis bulunmuş olur ki, İhlas Sûresi'nde ikisi de bir arada zikredilmiştir. Mesela "De ki: Allah birdir, Allah Samed'dir." (İhlas, 112/1,2) âyetleri takdis, "Kendisi doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey O'nun dengi olmamıştır." (İhlas, 112/3,4) âyetleri ise, tesbihtir. Demek ki, bunların ikisi de, tevhid ile şirk ve teşbihi ortadan kaldırmaya yöneliktir. Şu halde önceki sûrenin ardından bu sûrenin böyle tesbih ve takdis ile başlaması, hıristiyanların galibiyetten sonra teslis (üçleme) davasıyla düştükleri aşırılıkların iptal edilmesine işarettir.

Evet o öyle Kuddûs kiAziz; çok izzetli, kudsiyeti sarsılmaz, kudretine yetişilmez, ezelden vasıflandığı kuvvet ve yüceliği hiç bir suretle mağlub edilmez. Kutsal şânına saldırıda bulunanların; mülküne leke sürmek, hakkına tecavüz etmek ve şirk koşmak isteyenlerin cezasını verir, şiddetli intikamıyla mağlub ve perişan eder. Bununla beraber Hakîm'dir. Yaptığını nizam ve hikmetle sağlam yapar. Kutsallık ve yüceliğine zıt olan şirk ve küfür gibi durumlara bazen meydan verip zalimler, fasıklar, haksızlar ve ahlâksızlara zaman tanıyor, yüze çıkarıyor gibi görünürse de onlarda da nice hikmetleri vardır. Öyle olmasaydı Hakk'ın kutsallık ve yüceliği bilinmez, ilâhî üstünlüğün boyutu anlaşılmazdı. Böylece de o zalimler büyük cezalara müstahak olmaz ve müminleri daha yüksek faziletle sevab ve derecelere ulaştıracak olan cihadın hikmeti kalmazdı. Çünkü eşyanın zıtlarıyla görünmesi bir hikmet kanunudur.

2. O Hakîm, Aziz, Kuddüs ve Melik olan, göklerde ve yerde herşeyin kendisini tesbih ettiği Allah'tır ki izzet ve hikmetinin alâmetlerinden olarak ümmiler içinde kendilerinden bir Resul gönderdi ki bu ümmilerden kasıt, Araplar'dır. Yukarıda da geçtiği gibi ümmi kelimesinin üç mânâsı vardır. Birisi, ümme mensub demektir ki, anadan doğduğu hal üzere bulunan, yani okuma yazması, tahsili olmayan demektir. "Biz ümmi bir ümmetiz, yazı ve hesab bilmeyiz." hadisi de bu mânâya işaret etmektedir. İkincisi, ümmete mensub demektir. Üçüncüsü, Ümmü'l kurâ'ya mensub, yani Mekkeli mânâsınadır. Bunlar içinde meşhur olan ilk görüştür. Burada da sözün gelişinden bu mânâda olduğu anlaşılmaktadır. Yani ilkel halde bulunan ve henüz cehalet devrini yaşayan Arablar içerisinde, ölülerden hayat fışkırtır gibi ilim ve hikmet kaynağı olan bir Resul gönderdi. üzerlerine Allah'ın âyetlerini okuyor. Ve onları tezkiye ediyor, bâtıl inançlardan, fena huylardan temizleyip feyizlendiriyor, fikirlerini açıyor ve onları bütün âlemler içinde parlatıyor. Ve onlara kitap ve hikmet öğretiyor, okuyup yazmayı ve kitabların en üstünü olan Kur'ân'ı belletiyor. Sünnet ve hadislerle hükümleri yerine getirmek için naklî ve aklî ilimler yanında işler de öğretiyor. Halbuki bundan önce o ümmiler açık bir dalalet içinde, ne yapacaklarını bilmez şaşkın bir halde idiler. Böyle iken Allah içlerinden onlara öyle bir Resul gönderdi.

3. Ve daha onlardan başkalarına ki henüz onlara katılmadılar. Buradaki "âherîn" kelimesi, "aher"in çoğulu olup e veya yahut deki zamirine bağlanmış olarak Resulullah (s.a.v)'ın risalet ve öğretiminin yalnız Araplar'a mahsus olmayıp onlardan başka diğer bütün ümmetleri de kapsadığını beyan etmektedir. Zira ümmi oldukları belirtilen Araplar'dan başka, "âherîn" (diğerleri) tâbiriyle de bütün kavimler kasdedilmiştir. Yani o Resul, yalnız içlerinden çıkarıldığı ümmi topluluğa değil, henüz onlara katılmış olmamakla beraber ileride katılacak olan Arap ve Arap olmayan bütün insanlık âlemine kitab ve hikmet öğretiyor. O öyle bir Resul ve o, Resul'ü gönderen Allah öyle Aziz öyle Hakîm'dir.

4. İşte o ba's, yani öyle bir Resul gönderilmesi sırf Allah'ın fazlıdır, kesb ve çalışmakla kazanılır bir şey değildir. Onu dilediğine bahşeder. O, tabiat kanunları altına alınamaz. Yalnızca İlâhî üstünlüğün gereğidir. Ve Allah öyle çok büyük bir fazl sahibidir. Binaenaleyh o Resulün davetini kabul etmeli, talimatını bellemeli, ona göre ensârullah (Allah yardımcıları) olup Allah'ın vaad ettiği fazl ve fazilete ermelidir.

5. Bu beyandan sonra ilmiyle amel etmeyenlerin kınanması için buyuruluyor ki kendilerine Tevrat yükletilmiş, öğretilip mânâsıyla amel etmeleri teklif edilmiş olup da sonra onu yüklenmemiş; içindekini anlayıp gereğince istifade ve amel etmemiş bulunanların meseli yani mesel haline gelmiş tuhaf halleri ki, bilginiz, kendimizi Allah'a adamışız ve okur yazarız diye yüklerle kitab sırtlanmış oldukları halde, Tevrat'ın ve Beni İsrail peygamberlerinin, o Allah'ın bir fazlı olan ümmi Nebi'si son peygamber hakkındaki haberlerine itibar etmemiş, ahkâm ve ahlâkıyla doğruluk dairesinde amel etme cihetine gitmemişlerdir. Böyle kimselerin hali o eşeğin haline benzer ki sifirler, yani koca koca kitablar taşır da içindekinden hiç haberi olmaz, istifade etmez. Burada zikredilen "esfâr" tâbirinde Tevrat'ın kısımlarına esfâr denildiğine işaret vardır. Bak Allah'ın âyetlerini yalanlayan kavmin meseli ne çirkindir! Burada ilmiyle amel etmeyenlerin hepsinin hâl ve mesellerinin böyle çirkin olduğuna bir tenbih vardır. Allah da zalimler topluluğunu hidayete erdirmez. Doğru yola çıkarmaz. Kendilerine hakkın delilleri gösterildiği halde onlara inanmayıp da tasdik yerine tekzibi koyan haksızların, o doğru yolu bulmaları, murada ermeleri mümkün olur mu?

6. De ki ey yahudi olanlar! Siz diğer insanlardan başka olarak kendilerinizin Allah'ın velisi, O'nun velâyetine ermiş sevgili dostları olarak zannediyorsanız ,doğru olmayan böyle bir zan besliyorsanız. Mâide Sûresi'nde "Yahudiler ve hıristiyanlar: 'Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz' dediler." (Mâide, 5/18) âyetinde geçtiği üzere hıristiyanlar "Biz Allah'ın oğulları ve evlatlarıyız." dedikleri gibi yahudiler de "Biz Allah'ın sevgilileriyiz." diye iddia etmektedirler. Eğer öyle ise haydi ölmeyi temenni edin! Ölümü kendinize ümmiyye yani ideal edinin de bir an evvel ölüp bu imtihan ve sıkıntı dünyasından ahirete göçerek Allah'a kavuşmayı canınıza minnet bilin. Buradaki ölümü temenni emri, susturma ve kınama içindir. Eğer o davanızda doğru iseniz böyle ölümden kaçmayıp onu temenni etmeniz gerekir. Niçin ondan kaçıp da bütün varlığınızla dünya hayatına sarılıp duruyorsunuz?

7. Fakat onu ebediyyen temenni etmezler. Çünkü ellerinin takdim ettiği nice günahlar, cinayetler, küfürler ve zulümler vardır. Ki onlar Allah'ın sevgilisi ve evliyası olamazlar. Ve Allah zalimleri bilir, cezalarını verir. Onun için onlar, o davada sadık değil, yalancıdırlar, evliya değil haksız ve zalimlerdir.

8. De ki: Haberiniz olsun, o sizin kaçıp durduğunuz ölüm her halde size gelip çatacaktır. Kaçmakla ondan kurtulamayacağınız gibi ölmekle de kurtulacak değilsiniz. Sonra görünmeyeni ve görüneni bilene döndürüleceksiniz. İlkin sizi yaratmış bütün varlığınıza sahipken, sizler firarî köleler gibi O'nun mülkünden, emir ve hükmünden kaçmak isteyerek gizli ve açık isyanlar yaptığınız gerçek mevlanız olup, bütün görünmeyen ve görünenleri bilen ve kendisine hiçbir şeyin gizli kalmasına imkan bulunmayan Allah Teâlâ'nın huzuruna döndürüleceksiniz, o size bütün yaptıklarınızı haber verecektir. Kitabından ve verdiği ilimlerden neleri tahrif ettiğinizi, neler gizleyip neleri açıkladığınızı yüzünüze vuracak ve ona göre cezanızı verecektir. Ölümle bedenin yok olmasından sonra şuur ve temyiz ruhu olan nefs-i natıka (insanın özü, cevheri) Zümer Sûresi'nde bulunan "Allah, öldükleri sırada canları alır.." (Zümer, 39/42) âyetinde ifade edildiği üzere doğrudan doğruya Allah Teâlâ'nın kudret elinde kalacaktır ki, ölümden sonra ruhun ebedi kalacağını ileri sürenlerin maksadı da budur. Burada bilhassa "Âlimu'l-ğaybi ve'ş-şehâde" ismiyle ilim sıfatına döndürme açıkça belirtilmiş olmasına nazaran bir insanın özünün şehadet âleminden gayb âlemine intikâli demek olan bu dönüşün "vücûd-ı ilmî" ile Hakk'ın huzurunda gerçekleşeceğine işaret edilmiş demektir. Buna göre bilinmeyen âlemden bilinen âleme gelmiş olan bir insan, ölümle yine bilinmeyen âleme döndüğü zaman bütün hakikatı, dünyadaki ömrünün başından sonuna kadar içinde ve dışında meydana gelen iyi veya kötü bütün fiil ve işleri, gayb ve şehadeti bilen Allah Teâlâ'nın ilminde hiçbir noktası kaybolmaksızın hazır bulacak ve ona göre ceza veya mükafatını görecektir. Gerçi bir insan öldüğü zaman onun ruh ve beden itibariyle çevresinde bırakmış olduğu iz ve izlenimlerin bir kısmı onu tanıyan ve onunla ilgilenen insanların hafızalarında, daha geniş bir kısmı da "Kirâmen kâtibîn" (şerefli kâtibler) denilen meleklerin kaydetmiş oldukları amel defterleri ile bilgi ve ezberlerinde kalır ise de, bunların ikisi de onun bütün insanlık hakikatini ihata edici değil, az çok açığa çıkmış olanlara aittir. Kaf Sûresi'nde yer alan "Biz ona şah damarından daha yakınız." (Kaf, 50/16) âyetinde geçtiği şekilde insan nefsinin derinliklerinde cereyan eden gizli vesveseler gibi nice sırları vardır ki onları yalnız "insana şah damarından daha yakın" olan, gayb ve şehadeti bilen zatın ilmi kuşatır. Onun içindir ki, insanın bütün hakikatiyle dönüşü yalnız Allah'adır. İşte bu suretle insanlar Hak Teâlâ'nın huzuruna bütün hakikatleriyle toplanarak hesaba çekilecekler ve ömürlerinin kazançları olan ruhanî ve cismanî bütün amellerin tartısına göre ceza ve mükafat göreceklerdir.

Bunun için bu beyandan sonra müminlere hitaben buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

9- Ey inananlar! Cuma günü namaz için çağrıldığı(nız) zaman, Allah'ı anmaya koşun, alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.

10- Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfundan (nasibinizi) arayın. Allah'ı çok anın ki kurtuluşa eresiniz.

11- Bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp ona gittiler ve seni ayakta bıraktılar. De ki: "Allah'ın yanında bulunan, eğlenceden ve ticaretten de hayırlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır."

9. Cuma günü namaz için çağrıda bulunulduğu vakit yı tefsirdir mânâsına olduğu da söylenmiştir. Yani Cuma günü Cuma namazı vakti ezan okunduğunda Keşşâf ve diğer bazı tefsirlerde zikredildiğine göre bir kısım âlimler demişlerdir ki, buradaki çağrıdan maksat, imamın minbere oturduğu sıradaki ezandır. Resulullah'ın bir müezzini bulunurdu. Minbere oturduğu zaman mescidin kapısı üzerinde şöyle ezan okunurdu. "Allah büyüktür, Allah büyüktür, Allah büyüktür, Allah büyüktür; ben şehadet ederim ki, O'ndan başka tanrı yoktur, ben şehadet ederim ki, O'ndan başta tanrı yoktur; ben şehadet ederim ki, Muhammed Allah'ın Resulüdür, ben şehadet ederim ki, Muhammed Allah'ın Resulüdür; haydi namaza haydi namaza; haydi felaha haydi felaha; Allah büyüktür, Allah büyüktür; O'ndan başka tanrı yoktur." Resulullah minberden indiğinde de müezzin namaza ikâmet getirirdi. Bu, Ebu Bekr ve Ömer (r.a) zamanında da böyle idi. Ta ki Hz. Osman devri gelince, insanlar çoğaldı, Medine büyüyüp evlerin mesafeleri uzaklaştı. O vakit Hz. Osman müezzinlerin sayısını ikiye çıkardı. Birinci ezanın Zevrâ denilen evi üzerinde okunmasını emretti. İkinci ezan da minbere oturduğu zaman, ikinci müezzin tarafından okunur, sonra minberden indiğinde namaz için ikâmet getirilirdi. Bu durum hiç kimse tarafından kınanmadı. Böylece Cuma namazı için iki ezan bir ikâmet üzerine icma meydana gelmiş oldu. O zamandan beri uygulama bu şekildedir. Buharî, Zühri yoluyla Said b. Yezid'den şunları rivayet etmiştir:

1- Hz. Peygamber (s.a.v), Ebu Bekr ve Ömer zamanında Cuma günü birinci çağrı imam minbere oturduğunda olurdu. Vakta ki Osman (r.a) zamanı geldi ve insanlar çoğaldı, o vakit Hz. Osman Zevrâ üzerinde üçüncü çağırıyı (ezanı) emretti.

2- Cuma günü üçüncü ezanı ziyade eden Hz. Osman oldu ki bu, Medine halkının çoğaldığında idi. Hz. Peygamber (s.a.v) zamanında ise bir müezzinden başka yoktu ve Cuma günü ezan, imam minbere oturduğu sırada okunurdu.

3- Cuma günü üçüncü te'zini (ezanın okunmasını) mescid halkı çoğaldığı vakit Hz. Osman emretti. Daha önce Cuma ezanı, imam minbere oturduğu zaman okunurdu.

4- Resulullah (s.a.v), Ebu Bekr ve Ömer (r.a) zamanında Cuma günü ilk ezan imam minbere oturduğu sırada idi. Vakta ki Hz. Osman döneminde insanlar çoğaldı, o zaman Hz. Osman üçüncü ezanı emretti de o da Zevrâ'da okundu. Binaenaleyh söz konusu emir bu şekilde sabit olmuştu." Bu rivâyetlerin birinde ikinci te'zin, diğerlerinde üçüncü nidâ, üçüncü te'zin, üçüncü ezan denilmesi hep aynı mânâyadır. Bundan maksat, Hz. Osman zamanında emredilen ilk ezandır ki, biz buna dış ezan deriz. Bundan sonra hâtibin minbere oturduğu zaman da bir ezan okunur ki, bu ikinci ezâna da iç ezan denir. Üçüncüsü de namaza başlarken okunan kamettir. Ezan ile kamete nidaeyn ve ezaneyn (iki çağrı) da denilmektedir. Bu itibarla tarih nokta-i nazarından, sonra başlamış olan dış ezana üçüncü nidâ ya da üçüncü ezan denildiği gibi, kamet ezan sayılmayarak, buna ikinci ezan da denilmiştir. Kısacası, Hz. Peygamber devrinde Cuma için birinci çağrı, hâtib minbere oturduğu zaman mescidin kapısı üstünde okunan ezan, ikincisi de hâtib minberden aşağı inerken okunan ikametti. Hz. Osman döneminden beri tekrar etmiş olan icma ve uygulamaya nazaran da birinci çağrı, Cuma vaktinin girmesiyle okunan dış ezan ikincisi, hâtib minbere oturduğunda okunan iç ezan, üçüncüsü de, namaz için okunan kamettir. Bu âyetteki nidasından muradın da, ilk okunan ezan olduğu açıktır. Çünkü birinci ezan okununca nidâ, yani Allah'ı anmaya koşmanın şartı olan çağrılma, vuku bulmuş olur. Fakat ilk ezan hangisi itibar edilmelidir? Yukarıda naklettiğimiz gibi bazıları yalnız Peygamber zamanındaki birinci ezanı dikkate alarak koşmanın vücubunun, hatibin minbere oturduğu vakit okunan ezan ile başlayacağına kanaat getirmişlerdir. İlk bakışta bu görüş uygun gibi görünmektedir. Ancak Kenz Şerhi "Bahr-i Raik" ve "Tenviru'l-Ebsâr" ve diğer kaynaklarda beyan edildiği üzere Hanefilerce en doğru kabul edilen, vücubun ilk okunan dış ezanla başlamasıdır. Çünkü Cuma'ya davet çağrısı, bu ezanladır. Fetâva-yı Hindiyye'de de şöyle denilmektedir: "Koşmak ve alış verişi terketmek ilk ezan ile vacib olur." Tahavi de demiştir ki: "Minber ezanı sırasında koşmak vacib, alışveriş mekruh olur." Hasan b. Ziyâd'a göre de muteber olan minaredeki ezandır. Doğrusu şudur ki: Zeval vaktinden önce ezan muteber değildir. Muteber olan zevalden sonraki ezandır. Bu, ister minber üzerinde, ister Zevrâ üzerinde okunan ezan olsun sonuç aynıdır. el-Kâfi'de de bu şekilde beyan edilmiştir. Gerçekte âyette ifade edilen çağrıdan murad, Cuma'ya davet için okunan ezandır. Genel davet için okunan ezan da, zevalden sonra vaktin girmesiyle dışarda okunan ilk ezandır. İçerde okunan ikinci ezan ise, dışardakilere duyurmak mahiyyetinde değil, içerdekilere karşı hutbeye başlamayı ilân suretiyle Peygamber'in sünnetini yaşatmak mânâsınadır. Resulullah zamanında minbere oturulduktan sonra mescidin kapısı üzerinde okunan ezan da, hem dışarıya karşı davet, hem de hutbeye başlamayı ilân maksatlarını ifade edebiliyordu. Fakat memleket büyüyüp cemaat çoğaldıktan sonra arzu edilen bu iki mânâ ve maksadın yerine getirilmesi için yalnız bir ezanın yetmediği görüldüğü zaman yukarıda anlatılan iki ezanda karar kılınıp icma yoluyla uygulama bunun üzerine cereyan etmiş olmakla âyetteki umumi davet mânâsının, dışarıda okunan birinci ezana uygun olacağı anlaşılmış olmaktadır. İşte bu suretle fıkıh yönüyle bizce de sahih olan budur. O halde Cuma günü güneşin zevaliyle öğle vaktinin girmesinden itibaren Cuma'ya çağıran ilk ezan okunduğu vakit hemen Allah'ın zikrine koşun! Çağrıdan önce ne kadar erken gidilirse o kadar efdal olmakla beraber koşmanın vücubu ezanın okunmasından itibaren başlar. Denilmiştir ki, burada koşmaktan maksat, meşgul olduğu işi hemen bırakıp vakit geçirmeksizin hutbeye yetişmeye çalışmaktır. Telaş ile koşarak gitmek demek değildir. Hz. Ömer, İbnü Mes'ud, İbnü Abbas ve diğerlerinden yani hemen gidiniz mânâsına olduğu da nakledilmiştir. Çünkü âyette koşma anlamını ifade eden "sa'y" kelimesi, "İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur." (Necm, 53/39), "Babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince..." (Saffât, 37/102) âyetlerinde olduğu gibi çalışmak mânâsına da gelir. Onun için sa'y burada koşmak değil kasd, yani doğru gitmek anlamındadır. Ve sa'y her işte tasarruf demektir. Hasan'dan da "ayaklar üzerinde değil, niyyet ve kalbler üzerinde "sa'y" mânâsına olduğu nakledilmiştir. Bununla beraber İmam Muhammed b. Hasan "Muvatta"ında demiştir ki:" İbnü Ömer (r.a) Bâki Kabristanı'nda iken kameti işitmiş ve süratle yürümüştü.

İmam Muhammed der ki: "Kendini yormadıkça bunda da bir sakınca yoktur. Hindiyye'de de şöyle denilmiştir: "Mescide koşarak gitmek bize göre de, fakihlerin çoğunluğuna göre de vacib değildir. Ancak müstehab olması konusunda da ihtilaf edilmiştir. En doğru olan, sakin ve ağır başlı olarak yürümektir." "el-Kunye" adlı eserde de böyle ifade edilmiştir. Kütüb-i Sitte'de (altı sahih hadis kitabında) rivayet edildiği üzere Ebu Hureyre demiştir ki: "Resulullah (s.a.v)'ın şöyle dediğini işittim: "Namaz için kamet getirildiği vakit ona koşarak gelmeyin, yürüyerek gelin, sakinliği elden bırakmayın, yetiştiğinizi kılın, yetişemediğinizi de sonradan tamamlayın." Âyetteki "zikrullah" mefhumu esas itibariyle Allah'ı anmak veya Allah'ın müjde ve tehdidi demek olduğundan Kur'ân, tesbih, hamd, vaaz, hutbe ve namaz gibi hususların hepsini kapsamaktadır. Fakat Cuma'nın şart ve esaslarından olan zikirden maksadın, hutbe ve namaz olması cihetiyle, burada koşulması vacib olan zikr, hutbe ve namaz olarak tefsir edilmiştir. Hidaye şerhi "el-İnâye"de "zikirden maksadın hutbe olduğu hususunda müfessirlerin ittifakının bulunduğu" belirtilmiştir. Mamafih icma ve ittifak yalnız hutbe olmasında değil, hutbenin de kasdedilmiş olmasındadır. Bu yüzden "Fethu'l-Kadir"de denilmiştir ki: "Zikrullahın tefsirinden maksat, hutbe ve namazdır". Hz. Peygamber (s.a.v) ömründe Cuma namazını hutbesiz kılmamış olduğu için, hutbe Cuma'nın şartlarından birisidir. Bu âyet gereğince hutbe "zikrullah" tabiriyle ifade edilmiş olduğundan İmam-ı A'zam Ebu Hanife (r.a) Allah'ı zikretmeyi hutbenin rüknü (farzı) saymıştır. Dolayısıyla gibi zikrullah denilebilen en kısa bir zikir ile de hutbenin farzı yerine getirilmiş olur. Bu zikrin biraz uzunca yapılması vaaz, nasihat ve dualarla doldurulması ise sünnettir. Şu halde sünnetlerine riayet etmeyerek kısaca diye yetinmek mekruh olursa da, Cuma'nın şartı olan hutbenin farzı, kerahetle beraber yerine getirilmiş olacağından, ondan sonra namaz sahih olabilir. Lakin İmameyn'e (İmam Muhammed ve Ebu Yusuf'a) göre bunun farzı, hutbe denilebilecek kadar uzunca bir zikrullah olmasıdır ki, en azı üç âyet veya namazdaki teşehhüd miktarı, yani duasının tamamı kadar olmalıdır. İki hutbe olması ve her hutbenin sûreleri gibi "tıvâl-ı mufassal" denilen bir sûre kadar olması, nasihat, şehadet ve salavatı içermesi şeklindeki vasıflar, hutbenin sünnetlerindendir. İmam Şafii de demiştir ki: "İki hutbe okunmayınca Cuma namazı caiz olmaz. Birinci hutbe, Allah'a hamd, Peygamber'e salat ve selam, Allah'a karşı takva sahibi olma tavsiyesi ve bir âyetin kırâetini içine almalıdır. İkincisi de aynı hususları ihtiva etmekle beraber okunacak bir âyet yerine mümin erkek ve kadınlara duayı içermelidir. Çünkü Resulullah zamanından beri uygulama böyle iki hutbe üzerine cereyan etmiştir. Kur'ân'da yalnızca "Allah'ın zikrine koşun." buyurularak hutbede yer alacak zikrin azı ve çoğu ayırdedilmediği için, İmam-ı Azam hutbenin farzını, az veya çok zikrullah denebilecek bir miktar zikirden ibaret saymış, bunun dışındakilerin ise sünnet olduğunu belirtmiştir.

Bu vesile ile Hanefi mezhebine göre hutbenin bazı hükümlerini özetlemenin faydalı olacağı kanaatindeyiz.

Hindiyye ve diğer kaynaklarda ifade edildiği üzere Cuma'nın edasının şartlarından biri de, namazdan önce hutbe okumaktır. Hatta namaz, hutbesiz kılınsa veya hatib hutbeyi vaktinden önce okusa caiz olmaz. Hutbenin farzı ve sünneti vardır. Farzı ikidir. Birisi, vakittir ki, bu da zevalden sonra ve namazdan öncedir. Hatta hutbe, zevalden önce veya namazdan sonra okunsa caiz olmaz. İkincisi de zikrullahtır. Bir hamdele (elhamdülillah demek) yahut bir tehlil (lâilahe illallah demek) ya da bir tesbih (sübhânellah demek) dahi farza kifayet edebilir. Ancak bunlar hutbe kastıyla olmalıdır. Aksırmak gibi başka bir sebeble veya yahut denilse bunun hutbe yerine geçmeyeceği ittifakla kabul edilmiştir. Hatib hutbeyi tek başına yahut yalnızca kadınların huzurunda okusa, bu da caiz olmaz. Ancak hutbe esnasında cemaat uyusa yahut sağır olsalar o hutbe caiz olur.

Hutbenin sünnetlerine gelince bunun on beş kadar olduğu söylenmiştir. Şöyle sayılabilir:

1- Taharet.

2- Dikilmek>. Oturularak veya yan gelinerek okunursa (sünnete ters düşmekle ve kerahetle beraber) caiz olur.

3- Yüzünü cemaata dönmek.

4- Hutbeye başlamadan önce içinden çekmek.

5- Hutbeyi cemaata duyurmak, Ancak işittirilemezse de caiz olur.

6- Allah'a hamd ile başlamak,

7- Allah'a övgüde bulunmak,

8- şeklinde iki şehadet getirmek,

9- Hz. Peygamber'e salavat getirmek,

10- Vaaz ve nasihat etmek,

11- Kur'ân okumak. Kim hutbede Kur'ân okumayı terkederse hata yapmış olur. Hutbe esnasında okunacak Kur'ân'ın miktarı, üç kısa ya da bir uzun âyettir.

12- İkinci hutbe ile Allah Teâlâ'ya hamd ve övgüyü, Hz. Peygamber'e salavatı tekrar etmek,

13- Müslüman erkek ve kadınlara dua etmek,

14- İki hutbeyi tıval-ı mufassaldan bir sûre kadar hafif okumak. Hutbeyi uzatmak mekruhtur,

15- İki hutbe arasında oturmak. Bu oturmanın miktarı, zahiri rivâyette üç âyet okuyacak kadar geçen süredir.

İki hutbe arasındaki bu oturuşu terk ederse hatib, günahkâr olur. Resulullah (s.a.v)'a uyarak hatibin minbere çıkması ve hutbeden önce oturması da sünnettir. Hidaye şerhi "Fethu'l-Kadir"de denilmiştir ki: "Nasihat etmek, şehadet ve salavat getirmek, iki hutbe okumak, ve hutbenin tıval-ı mufassaldan bir sûre kadar olması gibi az önce zikredilen sünnetleri kapsadıktan sonra hutbenin kısa fakat namazın uzun olması da fıkıh ve sünnettendir. "Hatibin sesini yükseltmesi ancak ikinci hutbede birinciye kıyasla âşikâre okuduğu kısımları biraz hafifletmesi ise hutbenin müstehablarındandır. Dört halifenin ve peygamberimizin iki amcası Hamza ve Abbas'ın da hutbede yâd edilmeleri müstahsendir (güzel sayılmıştır) ve öyle yapılagelmiştir. (Tecnis ve Hindiyye.)

Hatibin Cuma'da imamlığa ehil olması da hutbenin şartlarındandır. (Zâhidî.)

Hatibin hutbe halinde iyiliği emretme konusunda da olsa lakırdı etmesi mekruhtur. (Fethu'l-Kadir.)

İmam hutbeye çıktığı zaman ne salat ne de kelam caiz değildir. Mamafih İmameyn, hatib minbere çıktığı zaman hutbeye başlamadan önce ve hutbeyi bitirdikten sonra namazla meşgul olmadan evvel konuşmasında bir sakınca yoktur, demişlerdir hutbe esnasında cemaatın da ne insanlarla konuşması, ne tesbihi, ne aksıran kimseye "Allah sana merhamet etsin" demesi ve ne de selamı iade etmesi caiz değildir. Fıkha dair bir kitabı mütalaa etmek veya yazmakda bir sakınca yoktur diyenler olmuşsa da, mekruh diyenler çoğunluktadır. (Sakıncasız olanın da terki evladır.) Men edilen bir şeyi yapan kimseyi görüp nehyetmek, yahut bir şeyin haber verilmesi esnasında başıyla işaret etmek gibi, dil ile söylenmeyip el, baş ve göz işaretleriyle yapılan işlerde de sahih olan herhangi bir sakıncanın olmamasıdır. İmamdan uzak olan da, hutbeyi dinleme hususunda yakın olan kimse gibidir. Yani onun da hakkı, susmaktır. Doğru olan budur. Cuma günü imam hutbede iken susma konusunda Buhârî şu hadisleri rivayet etmiştir.

1- Selman-ı Farisi, Hz. Peygamber'in şöyle dediğini nakleder: "İmam konuştuğu zaman susulur."

2- Ebu Hureyre'den nakledilmiştir: "Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: "Cuma günü İmam hutbe okurken arkadaşına sus desen faydasız bir iş yapmış olursun."(1) Namazda haram olan, hutbede de haramdır.

Binaenaleyh, imam hutbede iken yemek ve içmek de doğru olmaz. Kısacası, cemaatın hutbeyi başından sonuna kadar dinlemesi vacibtir. Ve imama yakın olmak uzak olmaktan daha faziletlidir. Ancak imama yaklaşmak için insanların omuzlarından atlayıp geçmek de mekruhtur, İmam hutbeye başladığında hem sonra gelenlere yer bırakmak hem de yakınlık faziletine ermek için ileriye geçmekte bir sakınca olmadığı da söylenmiştir. Çünkü önceden ileri gitmeyip de ön taraflarda boş yer bırakanlar, o mekanı, mazeretsiz olarak zayi etmişlerdir. Lakin imam hutbeye başlamış ise cemaatın bulunduğu yerde kalması gerekir. Hutbe esnasında ileri geçmek, bir amel sayılır. Hutbeyi dinlerken yüzü hutbeye karşı çevirmek ve namazda oturur gibi oturmak müstehabdır. Ancak hutbeyi dinleyen dilerse dizlerini dikerek veya bağdaş kurarak ya da kolayına geldiği gibi oturabilir bu, caizdir. Çünkü hutbe dinlemek, amel yönüyle hakikaten namaz değildir. Harb yoluyla fethedilmiş her beldede hatib kılıç takınır. Hatib hutbeyi bitirince müezzin kamet getirir.

İşte böyle hutbenin Kitap ve Sünnet ile bir takım hükümleri bulunmakla beraber, Kur'ân'da sabit olan asıl mahiyyeti, Allah'ı layıkıyla anmak yahut va'z ve nasihatle andırmak mânâsına zikrullah, yani Allah'ı zikretmektir. Bu itibarla hutbe de namaz gibidir. Çünkü "Beni anmak için namaz kıl." (Tâhâ, 20/14) ve "Muhakkak ki namaz, hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı anmak en büyük ibadettir."" (Ankebut, 29/45) buyurularak namaz da, zikrullahtan ibaret gösterilmiştir. Onun için ey müminler Cuma günü diye namaza çağrı ezanını işittiğiniz zaman, Allah'ın zikrine yetişmeye çalışıp dosdoğru gidin. Ve bey'i terkedin, yani muameleleri (işleri) bırakın. Öyle ki geçim için en önemli olan alım satım işlerini bile bırakın. Burada yer alan bey' "zikr-i hâs irade-i amm" (hususi olanı zikredip bununla umumu kasdetmek) yoluyla muamelattan mecazdır. Yahut bey', hakiki mânâsına olup, alışverişin dışındaki muamelelerin terki, nassın delaletiyle sabittir. Belli ki, bey'i (alış verişi) bırakın denilmesi çarşıyı pazarı kapayın demekten daha kapsamlıdır. Nitekim Ata'dan yapılan rivâyete göre, kişinin karısıyla mübah olan muameleleri bile o saatte haramdır. Ancak karakol ve inzibat işleri gibi toplumun genel emniyeti için zarurî ve zorunlu olan hususların korunması da nassın (âyetin) gereği demektir. Onun için fakihler, hürriyet, emniyet, hükümet ve izn-i âmm (genel izin) gibi konuları Cuma'nın şartları arasında saymışlardır.

Buradaki emir, vücub için olduğundan ezan okununca Cuma'ya koşmak farz, muamelat ise nehyedilmiştir. Nehyin zamanı, imamın namazdan çıkmasına kadar devam eder. Fakat bununla beraber acaba bu süre içerisinde alışveriş yapılmış olsa bu akid, batıl ve fasid olur mu? Hükmü nedir? Bazıları, böyle bir alışverişin nehyedilmiş ve haram olduğunu ileri sürerek akdi, fasid ve geçersiz saymışlarsa da, fıkıh usulü ilminde Hanefi âlimlerince kabul edilen bir kaide vardır ki bu mesele onunla çözülebilir. Şöyle ki: Bir şeyin zatından dolayı yasaklanması batıllığı, vasfından dolayı yasaklanması fâsidliği, bir şeye yakınlığından dolayı yasaklanması da keraheti gerektirir. Mesela sahibinin izni olmaksızın başkasının mülkünde veya gasbedilmiş bir yerde namaz kılmak mekruhtur. Çünkü namazın farz ve vasıflarında bir bozukluk olmadığı halde sadece yerin sahibinin izin ve rızası olmadığı için nehyedilmiştir. Bu gibi yasaklar, "Sana kadınların ay halini sorarlar. De ki: 'O, bir ezâdır. Ay halinde olan kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın.." (Bakara, 2/222) âyetindeki nehiy gibi tahrimen mekruh (harama yakın kerahet) mânâsını ifade eder. Çağrı vaktindeki alışveriş de, satılan şey, fiat ve akiddeki bir bozukluktan dolayı değil, "namaza çağrıda bulunulduğu zaman" kaydıyla sırf çağrı vaktine yakınlığından dolayı nehyedilmiş olduğu için akid, diğer şartlar tam olarak yerine getirilmiş olursa, zât ve vasfında herhangi bir eksiklik söz konusu olmadığından dolayı batıl veya fasid olmayıp sahih fakat tahrimen mekruh olur.

Bu, yani çağrı vaktinde alışverişi terkedip Allah'ı zikre koşmak sizin için daha hayırlıdır. Alışverişten daha faydalıdır. Çünkü ahiret menfaatı, daha büyük ve sonsuzdur. Eğer bilirseniz, hakikaten hayır ve şerri seçen ilim ehli iseniz bunun daha hayırlı olduğunu anlarsınız. Cuma, cemaatın güçlenip galib olması ve "Allah'ın eli cemaatle beraberdir." sözünün delaletiyle ilâhî yardımın gerçekleşme yeri olması sebebiyle Allah katında o kadar büyük hayır ve sevabdır ki, onun yanında alışveriş gibi küçücük menfaatların sözü bile edilmez. Dünya hayatının bütün medeni muameleleri de sosyal kalkınma ile ilâhî yardımın görünmesinin eseridir.

Cuma:

Cuma, esasen cemiyet ve cemaat gibi toplanma ve dernek mânâsıyla ilgili olan ve bizim de aynı isimle bildiğimiz belli günün ismidir ki O, müslümanların haftalık bayramıdır. Keşşaf Tefsirinde Peygamber (s.a.v)'den şöyle bir rivayet nakledilmiştir: "Bana Cibril geldi, avucunda beyaz bir ayna vardı. Dedi ki: "Bu Cuma'dır. Rabbin bunu sana arz ediyor ki senin ve senden sonra ümmetin için bir bayram olsun. O, bizim yanımızda "yani meleklere göre" günlerin efendisidir. Biz ona ahirete kadar "yevmü'l-mezîd" (bereketli gün) deriz." Yine Hz. Peygamber (s.a.v) 'den şöyle dediği rivayet edilir: "Allah Teâlâ, her Cuma günü altı yüz bin kişiyi ateşten uzaklaştırır." Ka'b da şunu nakleder: "Allah Teâlâ beldelerden Mekke'yi, aylardan Ramazan'ı, günlerden de Cuma'yı faziletli kılmıştır." Ve Resulullah buyurmuştur ki: "Cuma günü vefat eden kimseye Allah Teâlâ şehid mükafatı yazar ve onu kabir fitnesinden korur." İmam Ahmed b. Hanbel, İbnü Mâce ve daha bir âlimin Ebu Lübabe b. Abdi'l-Münzir'den Hz. Peygamber (s.a.v)'e varan bir senedle rivayet ettikleri bir hadisde: "Cuma günü, günlerin efendisidir ve Allah Teâlâ'nın yanında Ramazan ve Kurban bayramlarından daha büyüktür." İbnü Hibban'ın rivayet ettiği sahih bir hadiste de: "Cuma gününden efdal olan bir gün üzerine güneş ne doğar ne de batar." diye zikredilmiştir. Cuma gecesinin fazileti hakkında bazı hadis ve haberlerden de anlaşıldığına göre haftanın günleri, âlemin ilk yaratılış devirlerinin bir misali gibi düşünülmüştür. Buyurulduğu vechile birçok âyette göklerin ve yerin altı günde yaratılıp sonra Arş üzerinde istivâ edildiği zikredilmişti: A'râf, 7/54; Hud, 11/7; Fussilet, 41/11,12 âyetlerinde izah edildiği üzere henüz günlerin mevcut olmadığı zamanlara aid olan bu altı günün bilinen günler olmayıp ahiret günleri gibi binlerce seneler olması düşünülen vakit veya devirleri ifade ettiği de söylenmişti. Bunlardan birincisi, maddenin başlangıçta buğu ve duman halinde yaratılması devri; ikincisi, cisimlerin teşekkülü devri; üçüncüsü, yerin gökten ayrılması devri; dördüncüsü, yer kabuğunun oluşum devri; beşincisi, dağlar ve nehirlerin meydana gelmesi devri; altıncısı, hayatın başlangıcı ile nebat, hayvan ve insanların yaratılışına kadar geçen tekamül devridir. Bu altı devir, birer gün gibi düşünülünce, altıncı devir, yaratılışın en toplu, en cemiyyetli günü, yani Cuma'sı demek olur. Çünkü âlem, bugünde hayatın sırrına kavuşmuş ve insanın yaratılışı ile tekamül ederek son mertebesini bulmuştur. Bundan sonra da Arş üzerinde istivâ görünümü meydana çıkıp düzenleme ve hükümleri icra etmek suretiyle âlem, hikmet nizamı dairesinde faaliyet devrine girmiştir. (Bu konuda bilgi için Hud, 11/7; Kaf, 49/16. âyetlerine bakınız) Haftanın günlerinin Ehad, İsneyn, Selase, Erbea, Hamse, Cuma ve Sebt isimleriyle anılması da, her birinin bu devirlerden birinin görüntüsü ve misali ile ilgili olduğunu göstermektedir. Bundan dolayıdır ki, Cuma günü, hayatın başlangıç devri, zevalden sonra Cuma vaktinin girmesi de insanlık hayatının ortaya çıkış zamanı gibi, haftanın en feyizli ve en mübarek günü olma şerefini elde etmiş olarak müslümanları Rahmân'ın Arş'ı altında ilâhî fazl ve rahmetten naim cennetinin mutluluğuna erdirmek üzere toplantıya davet eden bir görüşme günü, bir bayram demektir. Müslim'de, "Âdem (a.s) Cuma günü yaratıldı ve o gün cennete konuldu." diye rivayet edilen bir hadisde de bu mânâya işaret vardır. Sa'd b. Mensûr ve İbnü Merdûye Ebu Hureyre'den yaptıkları bir rivayette şöyle derler: "Ebu Hureyre demiştir: "Ey Allah'ın Nebisi bu güne neden Cuma ismi verildi? dedim. Buyurdu ki: "Çünkü babanız Âdem'in mayası, onda toplandı." Buhârî ve diğer kaynaklarda nakledilen sahih bir hadiste de Resulullah Cuma gününü zikredip, "Onda öyle bir saat vardır ki, müslüman bir kul, kalkar namaz kılar ve Allah'tan bir şey dilerken o vakte rastgelirse, herhalde Allah o kimseye dilediği şeyi verir." buyurmuş ve eliyle işaret ederek o saatin azlığını da anlatmıştır." Bu saate, "saat-ı icâbet" (duaların kabul edildiği saat) denir. Bu saatın hangi zamana denk geleceği hakkında da çeşitli rivâyetler vardır.

1- Ebu Bürde (r.a)'den: İmamın namaza duracağı andan bitireceği ana kadar.

2. Hasan'dan: Güneşin zevali sırasında.

3- Şa'bî'den: Alış verişin haram olduğu zamanla helal olduğu zaman arası.

4- Hz. Aişe'den: Münâdinin (çağırıcının) namaza çağırdığı zaman,

5- İbnü Ebi Şeybe'nin Kesir b. Abdullah el-Müzeni'den merfu olarak naklettiği bir hadise göre de: (Namaz için okunan) kâmetten namazdan çıkılıncaya kadar,

6- Ebu Ümame (r.a)'den: Ümid ederim ki, Cuma'daki saat, şu zamanların birisindedir: Müezzinin ezan okuduğu, yahut imamın minbere oturduğu, ya da namaz için kamet getirildiği vakit,

7- Tâvus ve Mücahid'den: İkindiden sonra. Daha başka rivâyetler de vardır. Ancak şunu belirtmek gerekir ki, Allah Teâlâ, onu da, en yüce ismini ve Kadir gecesini gizlediği gibi gizlemiştir.

Buhârî'de Enes b. Malik (r.a)'ten rivayet edildiği üzere, "Peygamber (s.a.v) zamanında bir sene kuraklık olmuştu. Bir Cuma günü Hz. Peygamber hutbe okurken bir a'rabi kalktı: "Ya Resulallah, mal helak oldu, çoluk çocuk aç kaldı. Allah'a bizim için dua ediver." dedi. Bunun üzerine Resulullah iki elini kaldırdı, o esnada gökte bir bulut parçası görünmüyordu. Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Peygamber elini indirinceye kadar dağlar gibi bulutlar fırlamaya başladı. Sonra da minberden inmedi. İnerken baktım ki mübarek sakalından yağmur damlıyordu. O gün yağdı, ertesi gün de yağdı, daha ertesi gün de yağdı, ta öbür Cuma'ya kadar. Yine aynı a'rabi (veya başka birisi) kalktı. "Ya Resulallah! Binalar yıkıldı, mal sular altında kaldı. Allah'a bizim için dua ediver." dedi. Hz. Peygamber yine iki elini kaldırdı "Allah'ım üzerimize değil, etrafımıza." dedi. Ve eliyle işaret buyurdu. Ne tarafa işaret ettiyse bulut açılıverdi. Medine bir göl gibi olmuştu. Vadi bir ay ark halinde aktı. Etraftan kim geldiyse kuvvetli yağmur yağdığını söylüyordu."

Yine Buhârî'de Cuma'nın faziletiyle ilgili şöyle bir hadis vardır: "Her kim Cuma günü cünüblükten guslederek yıkanır gelirse bir deve kurban etmiş gibi, ikinci saatte gelen bir sığır kurban etmiş gibi, üçüncü saatte gelen boynuzlu bir koç kurban etmiş gibi, dördüncü saatte gelen bir tavuk kurban etmiş gibi, beşinci saatte gelen bir yumurta kurban etmiş gibi olur. İmam (hutbeye) çıkınca melekler hazır olur, zikri (hutbeyi) dinlerler."

Diğer bir rivâyette de şöyle denilmektedir: Cuma günü melekler Mescidin kapısı önünde durur, gelenleri sırasıyla yazarlar. Erken gelenler kurbanlık bir deve hediye etmiş gibi, sonraki bir sığır hediye etmiş gibi, sonraki bir koç, sonraki bir tavuk, sonraki de bir yumurta hediye etmiş gibi (sevab alır.) İmam (hutbeye) çıkınca, melekler sahifelerini dürüp zikri (hutbeyi) dinlerler."

Zemahşeri der ki: "Selef (sahabe ve tâbiîn) zamanında yollar, seher vakti ve fecirden sonra erkenden Cuma'ya gidenlerle dolardı. Ellerinde kandillerle giderlerdi. Ve denilmiştir ki İslâm'da ilk bid'at Cumaya erken gitmeyi terk etmek olmuştur." İbnü Mes'ud (r.a)'dan rivayet edilir ki: "Mescide erkenden giden üç kişinin kendisini geçmiş olduklarını görünce nefsini kınar, "Ben seni dördün dördüncüsü olarak görüyorum, dördün dördüncüsü ise ahirette mutluluğa ermiş değildir." derdi.

Cuma gününe önceleri Araplar "yevm-i arube" derlerdi. Ve Kamus'da zikredildiği üzere günleri şöyle sayarlardı. Bunlar şu dörtlük de cem edilmiştir:

Yaşamayı arzuluyorum. Benim günüm, ya pazar, ya pazartesi, ya salı ya da onu takib eden çarşambadır. Eğer o günleri geçirirsem, onların ardından perşembe, cuma yahut cumartesi gelir.

İbnü'l-Esir "en-Nihaye"de der ki: "Arube, Cuma gününün eski ismidir. Sanırım bu isim Arapça değildir. "Yevm-i arube" veya "yevmi'l-arube" de denilir. Elif lâmsız olanı, daha fasihtir. Alûsî de şunları nakleder: "Arube'nin Arapça olmadığına dair İbnü'l- Esîr'in zannını, Cemalü'd-din Abdullah b. Ahmed eş-Şîşî, kullanılan lafızlar hakkında kaleme alınan "Kitâbu't-tezyil ve't - tekmil" adlı eserin muhtasarında ele alarak: "Arube, ister nekre (elif lâmsız), ister ma'rife (eliflâmlı) olsun Cuma günü mânâsınadır. Bu kelime, Arapçalaştırılmış Süryânice bir isimdir." demekte, sonra da Süheyli'nin: "Bazı âlimlerden bize ulaştığına göre Arube'nin mânâsı rahmettir." dediğini nakletmektedir." Buna göre günlerin bu eski isimlerinin Araplar'a, Süryâniler'den geçtiği anlaşılır. Çünkü Süryâniler Sabii idiler. Salıya çarşambaya denilmiş olması da, bu iki günün Sabiilerde ve cahiliyye çağı Araplarında uğursuz sayılmalarındandı. Çünkü yıldızlara tapan sabiîler bu günleri Mirrih ve Zühâl'e nisbet ederler, müneccimler de bunları uğursuz sayarlardı. Hala bazılarında görülen salı ve çarşambayı uğursuz sayma inancı, o cahiliyye itikadının bir kalıntısıdır. Araplar'da günlerin bu eski isimlerinin ne zaman değiştirildiği ve Arube yerine Cuma adını kimin verdiği hakkındaki rivâyetler de çeşitlidir. Bazıları bu ismin Peygamber'in dedelerinden Ka'b b. Lûeyy tarafından verildiğini söylemişler, bazıları da bu ismi koyanın Medineliler olduğunu rivayet etmişlerdir. Şöyle ki:

İlk Cuma:

Abdurrezzâk, Abd b. Humeyd ve İbnü Münzir, İbnü Sirin'den şu rivâyeti nakletmişlerdir: "Hz. Peygamber Medine'ye gelmeden ve Cuma âyeti nazil olmadan Medine'deki müslümanlar Cuma namazı kılmışlardı. Ensâr, "Yahudilerin bir günü var, her yedi günde bir onda toplanıyorlar. Hıristiyanların da öyle bir toplantı günleri var, gelin biz de bir toplantı günü yapıp Allah Teâlâ'yı zikredelim ve O'na şükürde bulunalım." demişler ve bunun üzerine cumartesi günü yahudilerin, pazar günü, hıristiyanların o halde biz de bunu arube günü yapalım diye teklif etmişlerdi ki onlar, Cuma gününe arube diyorlardı. Böylece Es'ad b. Zürare'nin yanına toplandılar. Es'ad onlarla iki rekat namaz kıldı ve va'z etti. İşte bu toplantıya Cuma adını verdiler. Es'ad da onlara bir koyun kesti. Bunu, kuşluk ve akşam vakti yediler. Bu, onların hepsi içindi. Sonra da Allah Teâlâ konuyla ilgili olarak âyetini indirdi."

Aynı şekilde Ebu Davud, İbnü Mâce, İbnü Hibban ve Beyhakî, Abdurrahman b. Ka'b'dan şöyle rivayet etmişlerdir: "Abdurrahman'ın babası Ka'b b. Mâlik (r.a) Cuma günü çağrıyı işittiği zaman Es'ad b. Zürare'ye rahmet okurdu. Bundan dolayı Abdurrahman demiş ki: "Babacığım ezanı işittiğin zaman Es'ad b. Zürare için niye istiğfar edersin, sebebi nedir?" diye sordum. Bana, "Çünkü Beni Beyaza mevkiinde Nakıu'l-Hadamat (denilen yerde) bize ilk Cuma kıldıran odur." dedi. "O gün kaç kişiydiniz?" dedim "Kırk erkek idik." dedi." Fethu'l-Kadir'de İbnü Hümâm'ın dediği ve İbnü Sirin'in rivayetinden de anlaşıldığı gibi bu namaz, âyet indirilmeden ve Cuma farz olmadan önce kılınmış demektir. Fakat Alûsî'nin kaydettiğine göre İbnü Hacer, "Tuhfetu'l-Muhtac"da demiştir ki: "Cuma namazı Mekke'de farz kılındı. Fakat bu ibadet orada yerine getirilmedi. Çünkü henüz yeterli sayı yoktu. Yahut bu namazın özelliği, ortaya çıkmak olduğu halde Resulullah orada gizleniyordu. Medine'de onu ilk defa kılan da Medine'den bir mil uzakta bulunan Es'ad b. Zürare'dir." Ancak Resulullah hakkında Cuma'nın şartları tamamlanmadan farz kılınmış olması da garip görünmektedir. Gerçi abdest gibi önceden farz kılınıp âyetin sonra nazil olması da düşünülürse de, ya sayının yeterli olmamasından yahut da Peygamber'in gizlenmesinden dolayı şartlarının tahakkuk etmediği bir zaman farz kılınması ictihaden uzak görünür. Bu yalnızca Cuma'ya izin mahiyyetinde düşünülebilir. Nitekim Darekutni'nin İbnü Abbas'tan yaptığı şu nakil de bunu göstermektedir. İbnü Abbas demiştir ki: "Resullullah hicret etmeden önce Cuma'ya izin verilmişti. Fakat Mekke'de onun Cuma kıldırmaya gücü yoktu. Bu yüzden Mus'ab b. Umeyr'e şunları yazdı: "İmdi yahudilerin açıkça Zebur okudukları güne bakın, siz de kadınlarınızı ve oğullarınızı toplayın da, Cuma günü zeval vakti gün yarıyı aştığında Allah'a iki rekat namazla yaklaşın." Bu suretle Mus'ab. Hz. Peygamber Medine'ye gelinceye kadar Cuma kıldıranların ilki olmuş, zevalin sonunda öğle vakti Cuma'yı kıldırmış ve bunu ortaya çıkarmıştı. Görülüyor ki, İbnü Abbas'tan gelen bu rivâyette farz kılındığı değil, Cuma'ya izin verildiği ifade edilmiştir. Ancak yine bir rivâyette Cuma'yı ilk kıldıranın Es'ad b. Zürare değil, Mus'ab'ın olduğu zikredilmiştir. Taberânî'nin Ebu Mes'ud el-Ensari'den yaptığı rivayet de böyledir. Ebu Mes'ud demiştir ki: "Muhacirlerden Medine'ye ilk gelen Mus'ab b. Umeyr'dir. Orada Cuma namazını ilk kıldıran da odur. Bu namazı o, Resulullah (s.a.v) Medine'yi teşrif etmeden önce kıldırmıştı. Sayıları on iki idi." Suyuti'nin belirttiğine göre Buhârî de bu rivâyeti nakletmiştir. Ve o Cuma namazı Peygamber (s.a.v) 'in emriyle olmuştur." Es'ad b. Zürâre'nin ilk olarak kıldırdığına dair olan haberler daha kuvvetli gibi görünmekle beraber, bu rivâyetlerin ikisini de nazar-ı itibare alarak birleştirme cihetine gidilmelidir. Öyle anlaşılıyor ki, Es'ad henüz Peygamber'den emir gelmeksizin Mus'ab ise Peygamber'in görevlendirdiği bir kişi olarak kıldırmış olduğundan her birini ayrı ayrı makamda ele almak gerekmektedir. Muhtemelen Mus'ab Medine'nin içinde, Es'ad da Medine yakınında bir köyde kıldırmış olması itibariyle ilktir. Diğer bir ihtimal de her ikisi de birlikte çalışmışlar, Es'ad cemaatı toplayıp temin etmiş, Mus'ab da Peygamber'in emriyle haberi getirip teşvik ederek imam olmuştur. Nitekim Hafız İbnü Hacer, "Es'ad emîr, Mus'ab imam idi." diye bir ihtimali belirtmiştir. Mamafih birinde cemaatın on iki, diğerinde kırk olduğunun ifade edilmesi, de namazı ilk kıldıranın Mus'ab olduğuna işaret etmekten uzak değildir. Demek ki Mus'ab'ın cemaatı on iki kişi iken, Es'ad'ın gayretiyle bu sayı, kırka ulaşabilmiştir.

Hangisi olursa olsun bu rivâyetlerin hülasasından iki şey anlaşılmaktadır.

Birincisi, o vakit cemaatle kılanan namaz, hutbe ve mevcut şartlarıyla bilinen Cuma namazı şeklinde olduğu takdirde dahi, henüz farz olmayıp izin verilmiş olarak kılınmış ve farziyyeti Hz. Peygamber'in hicretinden sonra vuku bulmuş demektir. Gerçekte İbnü Mâce'nin Cabir (r.a)'den rivayet ettiği şu hadis de buna delalet etmektedir. Cabir şöyle demiştir: "Resulullah (s.a.v) hutbede dedi ki: "Allah Teâlâ Cuma'yı size bu senemde, bu ayımda, bu günümde ve bu makamımda kıyamete kadar farz kıldı. Binaenaleyh her kim hayatımda veya benden sonra adil veya zalim bir imamı olduğu halde Cuma'yı hafife alarak veya inkar ederek terk ederse Allah onun iki yakasını bir araya getirmesin ve işine bereket vermesin. Haberiniz olsun ki o kimsenin namazı da, zekatı da, haccı da, orucu da, hayrı da yoktur, ta ki tevbe edinceye kadar. Her kim de tevbe ederse, Allah da tevbesini kabul eder." Bu hutbenin tarihi açıklanmamış ise de, hadisin lafızlarına bakarak, hicretten hayli zaman sonra okunduğunu söylemek mümkündür. Çünkü haccın farz kılınması, sahih görüşe göre hicretin altıncı senesindedir. Daha önce veya daha sonra olabileceği de ifade edilmiştir. Gerçi bu hutbe, Cuma'nın kıyamete kadar farz olduğunu ortaya koymuş ancak farziyyet daha önce vuku bulmuş denilebilirse de, zahiri anlamı, bu farziyetin Medine'de, söz konusu olan sûre veya Cuma âyetinin inişi sırasında olduğunu göstermektedir.

İkincisi şu da anlaşılıyor ki Medinelilerin arube gününe Cuma ismini vermeleri kendiliklerinden olmayıp Mus'ab haberinin delaletine göre, Mekke'de bulunan Resulullah tarafından bir duygu üzerine olmuştur. Diğer bazı haberlerden de, Cuma isminin Araplarca öteden beri bilindiği anlaşılmaktadır. Çünkü Cuma gününün Âdem ile Havva'nın bir araya geldikleri gün olduğuna dair de bazı rivâyetler vardır. Her yerde olduğu gibi bir toplulukta bir günün birden fazla ismi de bulunabilir. Bu suretle denilebilir ki, arube ve Cuma isimleri, Ka'b b. Lüey'den önce de mevcuttu. Ancak Cuma isminin İslâm'la yerleştiği konusunda şüphe yoktur.

Peygamber'in kıldırdığı ilk Cuma

Şurası bir gerçektir ki, Resulullah (s.a.v) Medine'ye hicret ettiği zaman ilk defa Kuba'da Amr b. Avf oğullarına indi ve orada Pazartesi, Salı, Çarşamba ve Perşembe günleri kalıp Kuba Mescidi'nin temelini attı. Sonra Cuma günü Medine'ye doğru yola çıktı, Salim b. Avf oğullarına ait bir vadiye geldiğinde Cuma namazı vakti girmişti; Resulullah orada hutbe okuyup Cuma'yı kıldırdı ki işte Hz. Peygamber'in ilk kıldırdığı Cuma budur.

Minberin Konulması.

Buharî ve diğer kaynaklarda rivayet edildiği üzere bir takım kimseler Hz. Peygamber'in minberinin ağacı hususunda ihtilafa düştüler. Sehl b. Sa'd es-Saidi (r.a)'den bunu sordular. O da şöyle dedi. "Vallahi ben onun hangi ağaçtan yapıldığını bilirim. Hem onu, ilk yerine konulduğu ve Hz. Peygamber'in üzerine ilk oturduğu günü gördüm. Resulullah (s.a.v) falanca kadına -ki Selh bu kadının ismini de söylemişti- haber gönderip, "Marangoz kölene emret de benim için ağaçtan bir kaç basamaklı birşey yapsın, insanlara hitab ettiğim zaman üzerine oturayım." dedi. Kadın da kölesine emretti, o da ğabe tarfasından yapıp kadına verdi. Kadın da onu Resulullah'a gönderdi. Resulullah da emretti, buraya konuldu. Sonra Resulullah'ı onun üzerinde namaz kılarken gördüm. Üzerinde tekbir aldı, rükua vardı, sonra gerisin geri inip minberin dibinde secde etti. Sonra yine döndü ve tekrar etti. Bitirdiğinde insanlara karşı döndü ve "Ey insanlar ben bunu şunun için yaptım ki, bana uyasınız ve benim namazımı belleyesiniz." dedi."

Yine Buharî'de Cabir b. Abdullah (r.a)'dan gelen bir rivâyette söz konusu sahabi şöyle demiştir: "Bir ciz' yani bir ağaç kütüğü vardı. Resulullah ona doğru dikilirdi. Minber (yapılıp) yerine konulduğu zaman o kütüğün yeni yavrulu develerin inlediği gibi sesini işittik, tâ ki Resulullah inip de üzerine elini koyuncaya kadar."

Resulullah ilk defa minbere çıktığı zaman terkedilmiş olan o kütüğün böyle ses çıkarıp, Resulullah'ın mübarek elini koymasıyla susması "Hanin-i Ciz" (ağaç kütüğünün iniltisi) mucizesi adıyla bilinmektedir.

Medine'den sonra ilk Cuma

Resulullah (s.a.v)'ın mescidindeki Cuma'dan sonra Medine dışında ilk Cuma namazı kılınan yer de, Bahreyn'de "Cevasa"da bulunan Abd-i Kays Mescidi'dir. (Buhârî ve diğer kaynaklara bkz.)

Cuma'nın Şartları.

Bu âyetten ve yapılan izahlardan anlaşıldığı üzere Cuma namazı, şartlarını taşıyan kimselere farz-ı ayındır. Fakat bütün namazlarda şart olan İslâm, akıl, büluğ ve taharet şartlarından başka Cuma namazının fıkıh kitablarında açıklanan iki çeşit şartları vardır ki "Ey iman edenler!" hitâbının önce bu şartları taşıyanlara yönelik olmasından dolayı, onları burada özetlemenin uygun olacağı kanaatindeyiz.

Cuma'nın şartları iki nevidir. Birincisi vücubunun, yani farz olmasının şartları. İkincisi, edâsının (yerine getirilmesinin) şartları.

Vücubunun şartları:

1- Hürriyet, köle olanlara vacib değildir.

2- Erkek olmak, kadınlara vacib değildir.

3- İkâmet, misafir olanlara vacib değildir.

4- Sıhhat, Cuma'ya gitmekle hastalığının artmasından veya iyileşmesinin zorlaşmasından korkacak derecede hasta olanlara da vacib olmaz. Pek zayıf olan ihtiyarlar da hasta hükmündedirler.

5. Yürümeğe kudret, binaenaleyh ayakları olmayan yahut kötürüm olanlara Cuma'ya götürecek kimse bulunsa bile vacib değildir.

6- Selamet, gözleri görmeyene vacib olmaz. Eğer onu Cuma'ya götürecek bir yardımcı bulunursa, İmaneyn'e göre vacib olur. Aynı şekilde zalimden, takip edilmekten, şiddetli yağmur, kar, çamur ve benzeri şeylerden korkan kimseye de Cuma namazı vacib olmaz. ücretle işçi çalıştıran kimse, çalıştırdığı işçiyi Cuma'dan men edebilir. Eğer kasabada ise men etmemelidir. Ancak cami uzak ise gidip gelinceye kadar geçen sürenin ücreti düşer, şayet mesafe yakın ise ücrette eksiltme yoluna gidilmemelidir.

Ancak şu da belirtilmelidir ki, bu şartlar bulunmayıp da Cuma kendisine farz olmadığı halde kılan kimselerin üzerinden vaktin farzı, yani öğle namazı düşer. Yani Cuma'nın şartlarını taşımayanlar ondan men edilmezler ancak kılmama konusunda izinli sayılırlar. Zira bu şartlar, Cuma'nın sıhhatinin değil, vacib olmasının şartlarıdır. Onun için kılınabildiği takdirde namaz sahih olup, karşılığında sevab vardır. Bu şartları taşımasalar da netice itibarıyla onlar da mümin oldukları için, âyette yer alan "koşunuz" emri, onlar hakkında vücubiyyet değil, nedb (mendub) ifade edebilir.

Cuma'nın edasının şartları. Birincisi, mısr-ı cami, (idari kurumları olan belde)dir. İbnü Ebi Şeybe Hz. Ali (r.a)'den şöyle bir rivayet nakleder: "Cemiyyetli bir belde veya büyük şehirden başkasında ne Cuma, ne teşrik ne Ramazan bayramı ne de Kurban bayram namazı söz konusu değildir." Abdurrezzak da, Abdurrahman es-Sulemi hadisiyle yine Hz. Ali'den yaptığı rivâyetinde şöyle der: "Cemiyyetli beldeden başkasında ne teşrik ne de Cuma yoktur."

Mısr-i Câmi', Cemiyyetli kasaba demektir. Bu kavramın tarifinde başlıca iki görüş vardır. Birincisi, hükümleri uygulayacak ve cezaları yerine getirecek bir hakim ve emîr, yani mazlumu zalimden kurtaracak, asayiş ve inzibatı muhafaza edecek amiri bulunan kasaba demektir ki, sahih olan görüş budur.

Bunun hulalası hukuk ve ceza, adliye işlerini görüp ve icrâ eden bir hakim ile asayiş ve inzibatı idare eden bir vali veya müdür bulunarak hükümetin tam bir kısmını teşkil etmiş olan bir kasaba demek olur ki, hikmetinin emniyet ve asayişi temin meselesi olduğu aşikardır.

Böyle bir kasabanın gerek camiinde ve gerek izin verilmek şartıyla namazgah ve meydanlarından birinde Cuma namazı kılınabilir. İkincisi, kendilerine Cuma vacib olan halkının hepsi toplandığı takdirde mevcut camiine sığmayacak kadar kalabalık olan cemiyyetli şehir veya köy demektir. Sonraki âlimlerin fetvası ve memleketimizdeki uygulama da bu şekildedir. Bu derece kalabalık bulunan bir köyde hakim ve emir bulunmasa bile, emniyeti muhafaza edecek bir cemaatın tam bir cüz'ü mevcut demektir.

Hidaye şerhi "Kifâye"de nakledildiğine göre İmam Ebu Yusuf'tan bir rivâyette de, on bin kişinin oturduğu yer olarak tarif edilmiştir ki, ekseriya kaza merkezlerinin nüfusu bu kadardır. Süfyan-ı Sevri de "Mısr-ı cami, insanların şehir kabul ettikleri yerdir." demiştir. Bazı Hanefi alimleri de "Bir sanat sahibinin başka bir sanata geçmeye ihtiyaç duymaksızın kendi sanatıyla geçinebileceği yerdir." diye tarif etmişlerse de bunlar, nadir rivâyetlerdendir.

İmam Şafiî, mısr-i cami'yi Cuma'nın edasının şartları arasında saymamış, hür erkeklerde kırk kişinin yaz ve kış göçmemek üzere ikamet ettikleri her köyde Cuma namazı kılınır, demiştir. Bununla beraber cemaatın kırk erkekten aşağı olmamasını da şart koşmuştur ki, bu sayıdan aşağı olan cemaatle Cuma kılınamayacağı kanaatindedir. Kısaca ifade etmek gerekirse denilebilir ki İmam Şafii'ye göre Cuma'nın eda edilebilmesi için oldukça cemaatli ve güvenli bir yer şarttır.

Bir yerde sabit olmayan konar göçer aşiretlerde, kır ve vadilerde cemaatle öğle namazı kılınır. Cuma namazı kılındığı takdirde de öğle namazının düşmeyip kılınması gerekir. Ancak (Mina) gibi bir mevsimde büyük toplantı mahalli olan bir yerde Emîr'in bulunması halinde o mevsimde Cuma kılınabilir. Yalnız Arafat'ta Cuma namazı ittifakla kılınmaz. Büyük şehirlerde Cuma namazının çeşitli yerlerde kılınması, Hanefilerce en sahih görüş olarak kabul edilmiş ve fetva da buna göre verilmiştir.

İkincisi, devlet başkanı olan imamın veya tarafından izin verilen bir zatın kıldırmasıdır. Çünkü Cuma namazı büyük bir kalabalıkla kılınacağından kimin kıldıracağı konusunda çekişme ve fitne ortaya çıkabilir. Bu ise, Cuma'nın tatil edilmesine sebeptir. Fethu'l-kadir'de zikredilen "Gerek zalim ve gerek adil bir imamı (devlet başkanı) bulunduğu halde kim Cuma'yı terkederse, Allah onun iki yakasını bir araya getirmesin ve işine bereket vermesin. Haberiniz olsun ki, o kimsenin namazı da yoktur.." hadisinde adil de olsa zalim de olsa bir imamı bulunduğu halde terkeden tehdit edilirken, Cuma'nın lüzumu için adil veya zalim mutlak bir imamın şart olduğu da ileri sürülmüş ve dört şeyin vülata yani bir beldede bulunan en yüksek idarecilere ait olduğu söylenmiştir:

1- Fey, (savaşmadan elde edilen ganimet)

2- Sadakalar,

3- Cezalar,

4- Cumalar.

Bu konudaki rivayet şöyledir:

Onun için Hanefi Mezhebine göre, hükümet reisinin emri veya izni olmadıkça Cuma'nın caiz olmadığı söylenmiştir. İşte buna "izn-i sultan" (devlet başkanının izni) denilmektedir." Bu husus şöyle ifade edilmiştir: "Sultanın ve onun yardımcısının emri olmadan Cuma caiz değildir." Bir yerde imam varken bir adam Cuma günü onun izni olmadan hatiblik etse bu da caiz olmaz. Vali, kadı veya zabıta müdürünün kıldırması veya hatibe emir ya da izin vermesi de kafi değildir. Çünkü bunların tayin fermanlarında Cuma'ya izin selahiyyetinin bilhassa yazılmış olması gerekmektedir. Eğer imamdan izin almak mümkün olmaz ve insanlar kendi seçtikleri bir zatın başına toplanırlar da o kıldırırsa bu caiz olur. Emirin hutbeye izin vermesi Cuma için izin sayılır. Aynı şekilde Cuma'ya izni de hutbe için izin demektir.

Üçüncüsü, vakittir. Gerçi namazların hepsinde vakit şarttır, vaktinden önce kılınması caiz değildir. Ancak diğer namazlar vakit geçtikten sonra da kaza edilebildiği halde Cuma namazının kazası yoktur. Vakti geçerse öğle namazı kaza edilir. Cuma'nın vakti de öğle vaktidir. Buharî'de de rivayet edildiği üzere Peygamber (s.a.v) Cuma'yı güneşin meyli sırasında kılardı. Bu yüzden Cuma, zevalden önce sahih olmaz. Ancak Ahmed b. Hanbel bir rivâyetinde bunun sahih olduğunu söylemiştir. Fakat ikindinin vakti girdikten sonra daha kılınmaz. "İmam Malik bu görüşe muhalefet etmiştir." Namazda iken vakit çıkarsa yeni baştan öğle namazını kılar üzerine bina etmez. İmam Şafii de bu görüşe muhalefet etmiştir.

Dördüncüsü, hutbedir ki biraz önce bu konuda bilgi verildi.

Beşincisi, Cemaattır. En azı, imamdan başka üç erkektir. Ebu Yusuf, imam ile beraber üç kişinin olmasını da caiz görmüştür. Cuma için cemaatın şart olduğu konusunda icma vardır. Ancak en az sayının kaç olduğu hususunda ittifak sağlanamamıştır. Bu ihtilaflar, on üç madde olarak zikredilmiştir. Şöyle sıralanabilir:

1- Biri imam olmak üzere iki kişi. İbrahim en-Nehai, Hasan b. Salih ve Davud bu görüştedir.

2- İmam ile beraber üç kişi. Bu görüş, Evzai, Ebu Sevr, Ebu Yusuf, Muhammed ve Rafii'nin nakline göre İmam Şafii'nin yeni görüşü olarak rivayet edilmiştir.

3- İmam ile beraber dört kişi. Bu da, İmam-ı A'zam Ebu Hanife, Sevri ve Leys'in görüşüdür. Ayrıca İbnü Münzir, Evza'i ve Ebu Sevr'den aynı görüşü nakletmiş ve kendisi de bunu tercih etmiştir. Şerh-i Münezzeb müellifi, İmam Muhammed'den ve Telhis sahibi de Şafi'nin eski görüşünden nakilde bulunmuştur.

4- Yedi kişi. İkrime'den nakledilmiştir.

5- Dokuz kişi, Rebia'dan nakledilmiştir.

6- On iki kişi. Bunu da Maverdi, İmam Muhammed, Zühri ve Evza'i'den nakletmiştir.

7- İmam ile beraber on üç kişi. İshak b. Raveyh'ten menkuldur.

8- Yirmi kişi, Malik'ten nakledilmiştir.

9- Otuz kişi. Malik'ten diğer bir rivâyettir.

10- İmam ile berabe kırk kişi. Ubeydullah b. Abdillah b. Utbe'nin ve yeni görüşünde Şafii'nin rivâyetidir. Ahmed b. Hanbel'den meşhur olarak nakledilen de budur. Bu ayrıca, Ömer b. Abdu'l-aziz'den rivayet edilen iki görüşten biridir.

11- Elli kişi. Ömer b. Abdu'l-aziz'den nakledilen diğer rivâyettir.

12- Seksen kişi. Mazeri'nin görüşüdür.

13- Belli bir sayı olmaksızın kalabalık bir topluluk. Malik'ten nakledilmiştir.

Bu görüş, şu şekilde şöhret bulmuştur:

Muayen bir sayı şartı olmaksızın bir kentte ikamet edip kendi aralarında alış veriş yapacak kadar kişiden oluşan bir cemaat olmalıdır. Bu, üçten dörtten fazla demektir. Buhârî şerhinde Hafız İbnü Hacer, "Bu görüş, en tercihe şayan olsa gerektir." demiş ise de, Şâfii mezhebinin büyük imamlarından olan Müzeni bile ebu Hanife'nin kavlini tercih etmiş, Suyuti de bu görüşte olduğunu söylemiştir. (Alûsî) Lugat itibarıyla de cemaatın en azı üçtür. Ma-mafih bütün bu ihtilaflardan uzak kalmak için Cuma'yı en kalabalık camide kılmak daha faziletlidir. Cemaatın oluşması için Cuma'ya gelenlerin akıl baliğ ve erkek olmaları şarttır. Binaenaleyh kadınlar ve çocuklarla cemaat meydana gelmez. Yani bunlar cematın oluşması için şart olan sayıya dahil değildirler. Cemaata gelenlerin hür ve mukim olmaları şartı yoktur. Köle ve misafirlerden, hasta ve mazereti olanlardan da cemaat meydana gelebilir. Hatta bunların Cuma'da imametleri bile caizdir. Ancak İmam Züfer'e göre, kendilerine Cuma vacib olmayanların imametleri de sahih değildir".

Altıncısı, İzn-i âmmdır. Yani camilerin kapılarının açılıp bütün müslümanlara izin verilmiş olmasıdır. Hatta bir cemaat camide toplanıp kapıları üzerlerine kilitlemek suretiyle namaz kılsalar bu caiz olmaz. Aynı şekilde sultan, sarayında Cumayı beraberindekilerle kılmak isterse kapısını açıp umuma izin verdiği takdirde başkaları gelse de gelmese de namazı caiz olur. Ancak mekruhtur. Amma sultan kapısını umuma açmayıp üzerlerine kapıcı koyarsa, kıldığı Cuma caiz olmaz. Söz konusu bu izn-i âmm şartı, Cuma namazında selamet ve emniyeti temin için hükümetin luzüm ve önemini gösterir. Ezan da, bu izni ilan ile davet etmek içindir.

Cuma günü yıkanmak.

Cuma günü gusül yapılması hakkında Buharî ve diğer kaynaklarda bir hayli hadis vardır. Bu hadislerden bazılarını şöyle sıralamak mümkündür.

Buhârî'de Abdullah b. Ömer (r.a)'den

1- Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Her biriniz Cumaya geleceği zaman guslederek yıkansın."

2- Ömer İbnül- Hattab Cuma günü hutbede iken içeriye Peygamber (s.a.v)'in ashabından, ilk muhacirlerden bir zat giriverdi. Ömer ona "Bu hangi saat?" diye bağırdı. O da, "Meşguldum evime dönemedim. Ezanı işitince abdest alıp gelmekten fazla bir şey yapmadım" dedi. Bunun üzerine Ömer de dedi ki: "Abdest de olabilir fakat bilirsin ki, Resulullah (s.a.v) gusül yapmayı emrederdi."

Ebu Said-i Hudri' (ra)'den:

1- Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Cuma günü gusletmek, her baliğ olana vacibtir."

2- Amr b. Süleymi el-Ensâri dedi ki: "Şehâdet ederim ki Ebu Said Şöyle dedi: "Şehâdet ederim ki Resulullah şöyle buyurdu: "Cuma günü her büluğ çağındaki kimseye gusul vacibtir. Hem de dişlerini misvaklamak ve bulabilirse hoş bir koku sürünmek. Amr der ki: "Evet şehadet ederim ki, gusul vacibtir, fakat misvaklanmak ve koku sürünmeye gelince bu vacib mi, değil mi Allah bilir. Lakin hadiste böyledir.

Yine Buhari'den:

Tavus demiştir ki, İbnü Abbas'a: "Hz. Peygamber (s.a.v)'in Cuma günü cünüp olmasanız bile gusul yapınız ve başlarınızı yıkayınız ve biraz hoş koku sürünüz." dediğini söylüyorlar diye sordum. İbnü Abbas dedi ki: "Gusul, evet fakat güzel koku sürünmeye gelince bilmiyorum".

İbnü Mâce'nin Sünen'inden

Enes b. Malik (r.a)'ten gelen bir rivâyette o şöyle dedi: "Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: "Her kim Cuma günü abdest alırsa farz için kafidir. Her kim de gusul yaparsa, gusul efdaldır."

Daha böyle birtakım hadislerden dolayı âlimlerin çoğu, Cuma günü cünüplük söz konusu olmasa bile guslederek yıkanmanın ayrıca vacib olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Fakat son hadisten de anlaşıldığı üzere bunun mânâsı, cenabette olduğu gibi gusletmeyince namazın caiz olmaması demek değildir. Bu sebebledir ki, Hanefi âlimleri, Cuma günü guslederek yıkanmanın sünnet veya müstehab olduğu kanaatindedirler. Hindiyye'de denilmiştir ki: "Guslun nevileri dokuzdur. Üçü farzdır. Bunlar, cenabetten, hayızdan ve nifastan dolayı gusletmektir. Biri de vacibtir ki o da ölüyü yıkamaktır. Kâfir olan bir kişinin cünüp iken müslüman olması halinde de gusletmesi vacib olur. Dördü de sünnettir. Bunlar da, Cuma günü, iki bayram günü, arefe günü, bir de ihrama girerken alınan gusuldür. Sahih olan Cuma günü namaz için gusletmektir. Hatta bir insan fecirden sonra gusletse de sonra abdest alıp Cuma'yı o abdest ile kılsa yahut Cuma namazından sonra gusul yapsa sünneti yerine getirmiş olmaz. Sabah namazından önce gusletse de onunla Cuma'yı kılsa Ebu Yusuf'a göre guslun faziletine erer, Ebu'l-Hasen'e göre eremez. Cuma ve bayram aynı günde olsa ve bir kişi karısıyla cinsel ilişkide bulunduktan sonra gusletse, hepsinin yerine geçer Guslün nevilerinden biri de müstehabdır ki o da, cünüp olmayan bir kâfirin müslüman olduğu zaman gusletmesidir. Mekke'ye girmek, Müzdelife'de vakfeye durmak ve Peygamber şehrine girmek için gusletmek de mendub olan gusullerdendir. Halebi'de de denilmiştir ki: "Cuma'ya erken gitmek gusulü ile beraber hoş koku sürünmek, misvak kullanmak ve güzel elbiseler giymek müstehabdır.

İbnü Mâce Sünen'inde Hz. Aişe (r.a)'den şöyle bir rivâyeti nakletmiştir. Hz. Aişe dedi ki: "Hz. Peygamber (s.a.v) Cuma günü hutbe okurken bazı kimselerin üzerinde yani kaplan postları gördü. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Ne olur, her birinizin gücü yettiğinde (yani gündelik bir kattan başka) Cuma için iki sevb (yani bir kat elbise) edinmiş olsa." Abdullah b. Selam (r.a)'dan da bu anlamda bir hadis nakledilmiştir. Ebu Zerr'den de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: "Her kim Cuma günü gusleder, güzelce yıkanır, temizlenir, temizliğini güzel yapar, en güzel elbisesini giyinir ve Allah Teâlâ'nın nasib ettiği güzel kokudan sürünür, sonra Cuma'ya gider, lakırdı etmez ve iki kişi arasını ayırmazsa, Allah o Cuma ile diğer Cuma arasındaki kusurlarını affeder." Buharî'de, İbnü Ömer (r.a)'den gelen şöyle bir rivayet vardır: "Hz. Ömer mescidin kapısında satılık bir (yani ipekli çitari nev'inden yollu bir elbise) gördü. "Ya Resulallah! bunu satın alsan da Cuma günleri ve elçiler geldiği vakit giysen." dedi. Resulullah da, "Bunu, ahirette nasibi olmayan giyer," buyurdu. Sonra Resulullah'a onlardan bazı elbiseler geldi. Resulullah da birisini Hz. Ömer'e verdi. Ömer, "Ya Resulullah! bunu bana veriyorsun halbuki daha evvel attar hullesi hakkında bana söylediğini söylemiştin." dedi. Resulullah da "Ben sana onu giyesin diye vermedim." buyurdu. Bunun üzerine Ömer de o elbiseyi Mekke'de bulunan müşrik bir kardeşine giydirdi."

Bir de Buhari, Kitabu'l- Cuma'da âyeti ile Cuma'nın farziyeti hakkında şu hadisi de rivayet eder. "Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Bizler (burada) sonuncu, kıyamette ise öncüleriz. Yani (dünyaya) sonra geldik, kıyamet günü müsabakayı kazanıp ileri geçeceğiz. Şu kadar var ki onlara kitap bizden evvel verildi. Sonra da, onlara farz kılınan günler idi. Fakat onlar o günde ihtilâf ettiler. ( Nahl, 16/124 âyetine bkz.) Allah bize hidayet buyurdu. Binaenaleyh insanlar bunda bize tabi olacaktır. Yahudiler yarın, hıristiyanlar yarından sonra."

Kısacası zikredildiği gibi kendilerine Cuma farz olan müminlerin Cuma günü zevalden sonra ezanı işittikleri vakit işlerini bırakıp Cuma'ya koşmaları farz, daha önce gitmeleri müstehab ve efdaldır. Koşmakta muteber olan da, bulunduğu yerden ayrılmaktır. Teşehhüdde yetişen de Cuma olarak tamamlar. (Fethu'l-Kadir)

10. Sonra namaz kılınıp bittiğinde ki farz olan Cuma namazı ihtilafsız iki rekattır. Hz. Ali ve Aişe'den zikredilen haberlerde Cuma namazının hutbeden dolayı kısaltılmış olduğu ifade edilmiştir.

Bununla beraber öğlenin sünnetleri gibi Cuma'nın da sünnetleri vardır. İbnü Mâce, İbnü Abbas'tan şu sözü nakleder: "Hz. Peygamber (s.a.v) Cuma'dan önce dört rekat kılar ve bunlardan hiçbirini ayırmazdı." İbnü Mâce bu konuda Abdullah b. Ömer'den de bir nakilde bulunmaktadır. "Abdullah b. Ömer, Cuma'yı kıldıktan sonra gider evinde iki rekat daha kılardı ve derdi ki: "Resulullah böyle yapardı". İbnü Mâce'de nakledilen rivâyetlerden biri de Salim'in babasından gelmektedir: O şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.v) Cuma'dan sonra iki rekat kılardı. " Bu konuda İbn Mâce'de yer alan diğer bir rivayet de Ebu Hureyre'dendir: "Resulullah buyurdu ki: "Cuma'dan sonra kıldığınızda dört rekat kılınız." Demek ki, evvela Cuma'nın dört rekat ilk sünneti vardır ki, hatib hutbeye çıkmadan kılınır. Farzdan sonra da iki veya dört rekat son sünneti vardır ki bu sünneti de evde kılmak efdaldır. Âyetten anlaşılan farziyyettir. Bununla beraber sünnetler de farzın tamamlayıcısı olmaları itibariyle ona katıldıklarından sünnet hükmüyle dahil olurlar. Cuma namazı kılınıp bitti mi, O vakit yer yüzüne dağılınız, yani namaz kılındıktan sonra izinlisiniz, gidebilirsiniz, artık arzu ettiğiniz yere dağılınız ve Allah'ın fazlından talebte bulununuz ki bu gerçek çalışma ve ticaret, gerek ilim, gerek ziyaret, gerek ibadet ve gerek istirahat olabilir. İbnü Merduye'nin rivayetinde İbnü Abbas demiştir ki: "Dünya isteğine dair bir şey ile emrolunmadılar, ancak hasta yoklamak, cenazeye gitmek ve Allah için din kardeşini ziyaret etmek gibi şeyler hariç." İbnü Cerir bunu, Enes (r.a) 'den merfuan rivayet etmiştir. Mekhul, Hasen ve Said b. Müseyyeb ise, "Buradaki talepten maksat, ilim talebidir." demişlerdir. Bazıları da bundan muradın, kazanç olduğunu söylemiştir. Âyetteki "isteyin, dağılın" emirleri, en sahih görüşe göre mübahlık ifade eder. Binaenaleyh namaz kılındıktan sonra hemen çıkmak vacib olmayıp mescidde kalmak da mübahtır. Alûsî der ki: "Dahhâk ve Mücahid'den de bu şekilde rivayet edilmiş ve Buharî şerhinde Kirmânî, bu konuda ittifak olduğunu söylemiş ise de üzerinde düşünmek gerekmektedir. Çünkü Serahsi, bu emirlerin vücub veya nedb mânâsına olduğu hususunda görüş nakletmiştir. Ebu Ubeyd, İbnü Münzir, Taberani ve İbnü Merduye, Abdullah b. Bürri Harrani'den şöyle rivâyette bulunmuşlardır. Abdullah dedi ki: "Peygamber (s.a.v) 'in sahabilerinden Abdullah b. Busri Mazini'yi gördüm. Cuma namazını kılınca çıktı, çarşıda bir saat dolaştı sonra tekrar mescide döndü ve Allah'ın dilediği kadar namaz kıldı. Ona bunu niçin yapıyorsun? diye sorduklarında, "Peygamberlerin Efendisi (s.a.v)'ni böyle yaparken gördüm" dedi ve âyetini okudu." İbnü Münzir de Said b. Cübeyr'in şöyle dediğini nakletmiştir: "Cuma günü mescidin kapısından çıktığında bir şeyin izini sür de istersen alma. Bunun da mendub olduğu rivayet edilmiştir." Fakat Usûl ilminde beyan edildiği üzere "ihramdan çıkınca avlanabilirsiniz.." (Mâide, 5/2) âyetinde olduğu gibi sırf kulların lehine olarak gelen emirlerin aleyhe çevrilmesiyle mevzu değişikliğinin gerekli olmaması için mübahlık asıl olduğuna göre, bu âyetteki emirlerinin de böyle olması gerekmektedir. Bu yalnız sakındırmadan sonra olduğu için değil, lehten aleyhe konuyu değiştirmenin gerekmemesi içindir. Yoksa emir, sakındırmadan sonra da vücub ifade edebilir. Mamafih o ruhsat ve mübahlıkla beraber şu emrin nedb ve teşvik için olması uygun olur.

Ve Allah'ı çok zikredin, yani dağılıp çıktığınızda da Allah'ı unutuvermeyiniz de gerek dağılma ve talepte bulunma esnasında, gerek bundan sonra ve önce Allah Teâlâ'yı güzel isimleriyle çok anın. Emirlerinin yerine getirilmesine muvaffak kıldığından dolayı hamd ve şükretmek, Kur'ân okumak, nafile namaz kılmak, diğer ibadetlerde bulunmak, nimet ve lütuflarını düşünmek gibi vesilelerle ilâhî ismini gerek kalbiniz ve gerek dilinizle yâd edin ki felah bulabilesiniz. Büyük murada eresiniz.

11. Emir böyle olmakla beraber bir ticaret veya bir eğlence gördüklerinde ona gittiler ve seni kıyamda bıraktılar, yani sen minberde hutbeye kalkmış Allah'ı zikrederken bırakıp ticarete koşuştular. Rivâyet olunur ki Medine'de açlık ve pahalılık olmuştu. Resulullah (s.a.v) Cuma günü hutbede iken bir kervan geliverdi. Onun def sesini işitince cemaatın bir çoğu, Hz. Peygamber'i ayakta bırakarak dışarıya fırlamışlardı. Buharî, Müslim, Tirmizi ve diğerleri Cabir b. Abdullah (r.a)'dan şöyle rivayet etmişlerdir: "Hz. Peygaber (s.a.v) ile namaz kılacağımız sırada yiyecek getiren bir kervan geliverdi. Cemaat ona yöneldi, hatta Peygamber'in yanında on iki adamdan başka kimse kalmadı. Bunun üzerine âyeti nazil oldu." Bir rivâyette de Resulullah buyurmuştur ki, "Eğer hepsi çıksaydı mescid üzerlerine ateş olurdu." Hz. Peygamber'in yanında kalan on iki kişiden onu, Aşer-i Mübeşşere (cennetle müjdelenen on kişi) ikisi de Bilal ile Cabir yahut Ammar ile İbnü Mes'ud, veya Bilal ile İbnü Mes'ud idi. Kervan Abdullah b. Avf (r.a)'a aittir. Âyetteki "lehv", kafile gelirken çalınması adet haline gelen kös veya def, dünbelektir. Bazıları da bunun davul zurna olduğunu söylemişlerdir. Mamafih âyetteki zamiri müennes (dişi) olarak ticarete gönderilmiş denilerek lehv ile beraber ticarete, denilerek de yalnız lehve gönderilmemiştir. Bu da göstermektedir ki, mescidden çıkanların maksadı, lehv değil ticaret idi. Bunun da sebebi, kıtlık ve pahalılığın şiddeti, bir de hutbeyi bırakıp çıkmakta bir sakıncanın olmadığını zannetmeleri olmuştu. De ki ey Allah'ı zikretmek için kalkan Resul! Allah'ın katındaki menfaatler lehivden de ticaretten de hayırlıdır. Çünkü onlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Allah yanındaki lütuf ve sevab ise sonsuz ve ebedidir. Kaldı ki eğlencenin menfaati de zihinde kurulan hayalden ibarettir. Ve Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır. Asıl rızık O'ndan istenmelidir. O nasib etmeyince sebeplerden hiç birisinin faydası olmaz. Ticaretlerin üstünde Allah'ın öyle rızık kapıları vardır ki, onlar kapanınca bütün ticaretler de kapanır. Onun için ticaret sevdasıyla her şeyi unutan yahudileri Allah Teâlâ bu sûrede kınadıktan sonra müminleri yükseltmek üzere bu emirlerle Cumaya hidayet ve irşad buyurmuştur.

Bu emirlerden sonra Cuma'yı mazeretsiz terk etmek ve Cuma'yı bırakıp da lehiv ve eğlenceye koşuşmanın nifaka varacağına işaret olmak üzere bu sûrenin peşinden münafıkların hallerini anlatan sûre gelecek ve o da, yine müminleri Allah'ı zikre teşvik eden bir hitab ile son bulacaktır.






Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol